Emekçilerin gündeminde her zaman önemli bir yer
tutan vergi, öteden beri siyasal tartışmaların
da odak noktalarından biri olmuştur. İstisnasız
her emekçi, burjuva politikacılarının kör tartışmalarını
izlerken sık sık “vergi kaçakçılığı”, “vergi adaletsizliği”,
“vergi reformu” gibi kavramları duyar ve kendi
durduğu yerden bunları anlamaya çalışır. Kendi
durduğu yerden bunu anlaması çok zor değildir
aslında; çünkü o eğer az çok düzenli bir işyerinde
işçi olarak çalışıyorsa ya da kamu emekçisiyse,
zaten baştan kaybetmiştir! Daha maaşı eline geçmeden
vergisi kesilmekte, geriye kalan ise KDV gibi
dolaylı vergilerle süpürülüp götürülmektedir.
Bunların toplamı hesaplandığında aslında bir emekçinin
toplam gelirinin neredeyse dörtte üçünün vergiye
kurban gittiği ortaya çıkar. Dolayısıyla emekçi,
bu işte kendisinin “kazıklandığı” konusunda daha
en baştan sabit bir fikre sahiptir. Daha doğrusu,
genel olarak emekçi, kendisinin vergiyle soyulduğunu
ama aynı verginin başkalarından “alınabilirse”
alındığını düşünür. Bu paranın nereye nasıl harcandığı
da onun için çok tartışmalıdır elbette, özellikle
neoliberal restorasyon ilerledikçe sosyal harcamaların
azalması, devlete ait her hizmete ayrıca para
ödemek zorunda kalması bu konudaki kuşkularını
artırmaktadır; ama işin harcama kısmı bir yana
verginin toplanışındaki “adaletsizlik” onun için
nettir.
Aynı “adaletsizlik” kavramı, bizzat kendisi de
mümkün olduğunca az vergi vermek ya da mümkünse
hiç vermemek için çırpınan küçük esnaf ve küçük
tarım üreticisi için de nettir. İçinde binlerce
insanın çalıştığı devasa vergi daireleri onlar
için bir haksızlık anıtıdır ve “devletin büyük
soyguncuları bırakıp kendi küçük ekmeklerine musallat
olduğu” fikri bu kesimlerde yaygındır. Her köşede
dükkanını açıp müşteri bekleyen binlerce kişilik
muhasebeciler ordusu biraz da bu küçük ve orta
kesimlerin yükünü hafifletmek için vardır. En
küçüğünden en büyüğüne tüm işletmelerin, hatta
her bakkal dükkanının (aynen Cem Uzan’ın bankasında
olduğu gibi) her zaman iki hesap defteri vardır.
Birincisi, elle tutulan gerçek gelir-giderlerin
hesabıdır; diğeri ise devlet için tutulan ve muhasebeciler
tarafından mümkün olduğunca az vergi ödemek için
yapay biçimde denk getirilen hesaplardır.
Ve nihayet, oligarşinin en kodoman üyeleri de
“vergi adaletsizliği”nden yakınır dururlar. Kendilerinin
göz önünde çalıştıkları için çok vergi verdiklerini,
oysa göz önünde görünmeyen, kayıt dışında olan
milyonlarca insanın “vatan haini” olduklarını
ima ederek bunlara mutlaka bir çözüm bulunmasını
isterler.
Kısacası, kimse, ama hiç kimse bu işten memnun
değildir. Ve bütün bu memnuniyetsizler toplamı,
çok açıkça skandal düzeyine ulaşmış bir vergi
kaçakçılığı türü (şarkıcılar, futbolcular gibi)
önlerine çıktığında birden birleşerek feryatlarını
yükseltirler. Sonunda düzenin günah keçisi bulunmuştur!
Ama bütün bu feryatlar yine de boşlukta kalır.
Çünkü aklı başında her yeni-sömürge bürokratı,
her ekonomi bakanı, sistemin belli bir ölçüde
kaçak vergi üzerine kurulu olduğunu bilir ve polisiye
önlemlerin kapitalist ekonominin keyfini kaçıran
bir şey olduğunun da farkındadır. Yani bağırılır,
çağırılır, birkaç “sert” tedbir alınır ama sonuçta
polis-maliyeci orduları yollara düşüp dükkan dükkan
genel bir taarruza geçmezler. Çünkü bu, paranın
kaçması, piyasadan çekilip yastık altına geri
dönmesi anlamına gelir.
Sonuçta bu devran böyle döner gider… Ve bu coğrafyada
hiçir zaman hiçbir tartışma düzenin temel kavram
ve uygulamalarının bizzat kendisine, özüne yönelmez.
Tekel medyası, her zaman bu tartışmaların sorunun
kenarından dolaşmasını, daha çok da soygun kurallarının
açıkça istismar edildiği durumlar üzerinde yoğunlaşmasını
sağlar.
Vergi: Devletin Asalaklığının Tipik Örneği
Peki ama vergi nedir? Yaygın eğilimin dışına çıkarak
şu soruyu sorabilir miyiz: “Adaletli” toplanması
ya da toplanmaması bir yana, vergi kavramının
kendisi ne anlama geliyor?
Bu konuda yapılan klasik tanım şöyledir: “Devlet
hazinesini güçlendirmek, kamu hizmetlerinde harcanmak
üzere hükümetin ya da yerel yönetimlerin yasalara
uygun olarak ya da kimi mal ve hizmetlerin fiyatlarına
ekleyerek dolaylı yoldan kişi ya da topluluklardan
topladığı para.” (Büyük Larusse Ansiklopedisi)
Demek ki, en basit ve en anlaşılır bir yerden
tanımlarsak, bir devlet var ve o devlet, “toplum
yararına hizmetler yapabilmek için” gerekli olan
parayı yine toplumdan alıyor, bu parayı bir havuzda
ya da resmi dilde devlet hazinesi denilen yerde
topluyor, daha sonra da bir bütçe hazırlayarak
harcamaya başlıyor. Böylece, ilk bakışta her şey,
mantıklı ve makul görünüyor; toplumdan alınan
topluma dönüyor! Uzayda yaşıyor olsaydık eğer,
bugünkü toplumun gerçeklerinden habersiz olsaydık,
bu mantık kurgusunu biz de doğru sayabilirdik.
Başka nasıl olabilir ki! Yol, su, elektrik, sağlık,
eğitim, “güvenlik”, vb. gibi hizmetleri talep
eden tek tek bireyler, bu devasa işlerin yapılması,
organize edilmesi için “kendi seçtikleri” temsilcilerine
(yine teorik olarak devleti bu temsilcilerin yönetmesi
gerekiyor!) ve onların belirledikleri bürokratlara
kaynak ve yetki veriyor, onlarla bir tür kontrat
yapıyor… Bu arada yine bireyler, bütün bu işleri
yapan eden büyük bir görevliler topluluğunun da
geçimlerini sağlamayı, yani maaşlarının ödenmesini
yine vergileriyle garanti altına alıyorlar. Gerçi
böylece ortaya çıkan bütçenin hatırı sayılır bir
bölümü bireylerin günlük sosyal hayatını kolaylaştırmak
bakımından hiçbir anlam ifade etmeyen, hatta tersine
zorlaştıran ordu ve polis gibi kurumlara gitmektedir
ama devlet bütün bunların da yurttaşların önemli
ihtiyaçları olduğuna insanları ikna etmeye çalışır.
Ama işte tam bu noktada, devletin kime ait olduğu,
kime hizmet ettiği, toplumun ortak temsilcisi
olup olmadığı gibi can alıcı sorular gündeme gelir.
Ve doğal olarak, vergi ile ilgili her tartışma,
devletin niteliği ile ilgili daha temel bir tartışmaya
kilitlenir.
Esasında vergi kavramının ortaya çıkışı, aşağı
yukarı devletin doğuşuna dek uzanan bir süreçtir.
Egemen sınıfın zor ve baskı aracı olarak beliren
devlet, oluşumundan itibaren, bu en temel fonksiyonlarını
(ordu beslemek ve imar işleri, vb.) yerine getirebilmek
için belli bir kaynağa ihtiyaç duymuş ve bunu
da toplumun şu ya da bu kesimini haraca bağlayarak
sağlamıştır. Kuşkusuz başlangıçta -kölelerin canından
başka verecek bir şeyleri olmadığı için- bu kaynak
daha ağırlıklı olarak özgür yurttaşlar olmuş ama
çoğu kez bu kaynağın da ötesinde sorun savaşlar
yoluyla çözülmüştür. Başka toprakların zenginliklerinin
yağmalanarak bunlardan bir bölümünün devlet hazinesine
aktarılması, ele geçirilen ülkelerin yöneticilerinin
haraca bağlanması vb. bu sürecin yaygın uygulamalarıdır.
Feodalizmde ise sorun daha çetrefilli hale gelmiştir.
Bir anlamda süreç daha keyfileşmiş, (Osmanlı gibi
toplumlar bir an dışta tutulursa) genel olarak
feodal süreç, toplumun haraca bağlanmasını büyük
toprak sahiplerinin yerel egemenlikleri üzerinden
yürütmüştür. Zaman içersinde ortaya çıkan krallıklar
ve az çok merkezi devletlerin finansmanı yine
büyük ölçüde feodal toprak sahipleri tarafından
karşılanmakta ama onlar da bu kaynağı, köylüler
üzerindeki korkunç bir zulüm ile sağlamaktadırlar.
Ve bu zulüm, (işin içine Kilise’nin soygun düzeninin
de girdiği hesaplanırsa) gitgide daha keyfi, daha
akıl-dışı bir noktaya ulaşmaktadır. Büyük kuraklıklar,
salgın hastalıklarla boğuşan yoksul köylüler,
kendilerini zalimce soyan ve açlığa mahkum eden
feodal devletin temsilcilerinden (sopa dışında!)
herhangi bir “hizmet” de görmemekte, yani yağma
düzeni kendisini bir parçacık da olsa rasyonelleştirme
zahmetine katlanmamaktadır. En kötüsünden de olsa
genel bir sağlık-eğitim düzeni, vs. söz konusu
değildir.
Kapitalist dönem ise bu bakımdan gerçek bir devrim
niteliği gösterir. Adım adım modern bir toplumsal
yapı ve modern burjuva devleti inşa eden kapitalizm,
bütün alanlarda olduğu gibi vergi düzeninde de
keyfiliği sona erdirerek yazılı kayıt altına alınmış,
az çok akılcı hale getirilmiş, topluma kabul edilebilir
görünen bir sistem kurmuştur. Modern burjuva devlet,
kopuk kopuk yöresel egemenlikler düzeninden devamlılığa
geçiştir ve artık komplike bir aygıttır. Toplumun
baskı altında tutulmasını sağlayan ordu-polis
kurumu yine onun temeli olarak kalır ama bu kez
kapitalist üretimin ve ticaretin olmazsa olmaz
altyapısını (yollar kentler, vb.) inşa etmek,
nüfusun çoğunluğunu oluşturan emekçileri çalışabilecek
kadar sağlıklı tutmak, yine kapitalizmin gelişimi
için zorunlu olan belli bir eğitim düzeyini yaratmak
gibi başka ve daha karışık işlevler ortaya çıkmıştır.
Ancak, bireysel olarak herhangi bir kapitalist,
esasında bizzat kendi işine yarayan ve dolayısıyla
bizzat kendisi tarafından yapılması gereken bu
işleri asla kendisi üstlenmez. Bütün bu işlerin
finansmanını kendi sermayesinden karşılamak, onun
için büyük bir haksızlık ve aynı zamanda aptallıktır.
Yani örneğin bir limanın inşası, esas olarak onun
ihtiyacıdır ama bizzat kendisi bu işi üstlenmediği
gibi, bu işi yapacak olan devlet mekanizmasını
da salt kendi kaynaklarından finanse etmeyi düşünmez.
Bunun yerine limanın inşasının (ve bu inşayı gerçekleştirecek
olan devletin) aslında “bütün toplum için gerekli
olduğu” tezini hakim kılmak daha akıllıca ve daha
kârlıdır. Ve çoğu kez durum bu bakımdan “liman”
örneğinden daha elverişlidir. Örneğin bir yol,
aynı zamanda genel bir toplumsal ihtiyaçtır ya
da kapitalist işletmelerin eğitilmiş insan ihtiyacı
ile toplumun genel eğitim ihtiyacı birbirine denk
düşer, vb…
Yani bu kez her şey daha “akla yakın” görünmektedir.
Toplumun genel anlamdaki “ilerleme”, “daha iyi
yaşama” ihtiyacı ile kapitalist üretimin ihtiyaçları
birbiriyle çelişkili de olsa bir uyum gösterdiği
ölçüde devlet kurumlarının sınıfsal konumları
ve nihai olarak kime hizmet ettikleri perdelenir.
Böylece egemen sınıf olarak kapitalistler, kendi
araçlarını bizzat kendi kaynaklarından beslemek
zorunluluğundan kurtulurlar. Bu yükü olabildiğince
bütün toplumun üstüne yıkarlar ve devleti bütün
topluma hizmet eden bir kurum olarak sunabildikleri
ölçüde bunda başarılı olurlar. Gerçekten de dışsal
bir bakışta, modern kapitalist devletin bir dizi
toplumsal hizmet için gerekli olan parayı halktan
toplamasından daha doğal bir şey yokmuş gibi görünür.
Feodal düzenin kör ve içe kapalı sisteminde yaşayan
insanlara keyfi bir zulüm gibi görünen vergi,
modern kapitalist toplumda bir ölçüde “rasyonalize”
olur. Bu yüzden de doğrudan vergiden değil, verginin
“adaletsizliği”nden yakınmak daha yaygın bir eğilimdir.
Daha doğrusu, özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde
örneğin 1960’larda olduğu gibi ücret düzeyleri
yoksulluk sınırının üstündeyse ve devletin sosyal
uygulamaları yürürlükteyse, vergi de tümüyle karşılıksız
bir yük gibi görünmemekte, bu vergilerle devasa
orduların beslenmesi, olağanüstü askeri harcamaların
yapılması ciddi bir rahatsızlık olarak ortaya
çıkmamakta, bütün bunlar ancak kriz dönemlerinde
ciddi sorunlara yol açmaktadır.
Yeni-sömürge Türkiye’nin Vergi Macerası:
“Ekende yok biçende yok Yiyende ortak Osmanlı”
Yeni-sömürgelere gelindiğinde ise durum kuşkusuz
daha karışıktır. Bilinen yoldan, kendi dinamikleriyle
gelişmeyen dışa bağımlı kapitalizm, bu ülkelerde
çoğu kez daha yoğun ve daha yozlaşmış bir vergi
toplama düzeni inşa etmiştir ve herbiri kendi
tarihsel köklerine bağlı olarak farkılıklar gösterse
de üç aşağı beş yukarı sistemler birbirine benzemektedir.
Kendi coğrafyamız bakımından biraz tarihe doğru
uzanırsak, Osmanlı’nın vergi düzeni, tam da yukarıdaki
ara başlıkta aktarılan halk deyişine uygun bir
düzendir. Kural olarak bütün mülkü tanrıya ve
devlete ait sayan ve ilk bakışta özel toprak mülkiyetini
dışlarmış gibi görünen Osmanlı toprak sistemi,
gerçekte dolaylı bir mülk sistemini ve yerel egemenlikleri
tanımaktadır. Vergi düzeninde de bu ikili yapı
vardır; genellikle ürün olarak alınan vergi, yoksul
köylülerin tepesine binmiş yerel egemenler, tımar
sahipleri, vb. tarafından toplanmakta ve bir bölümü
merkezi devlet hazinesine aktarılırken diğer bir
bölümü bu kesimin elinde kalmaktadır. Osmanlı
toplum düzeninin başlangıçta çok “adil” bir düzen
olduğu ama sonradan imparatorluğun zayıflamasıyla
işlerin bozulduğu tezleri de bu anlamda palavradan
ibarettir. İşin başından beri merkezi devlet,
yerel düzeylerde kendisini beyler, paşalar yoluyla
ifade etmektedir ve özellikle Anadolu coğrafyasında
köylülüğün iliğini sömürmek onun temel karakteridir.
Daha sonraları, imparatorluk gerilemeye başladığında
olan şey ise, fetihlerden elde edilen ganimetlerin
azalması ve devasa orduların beslenmesi, saray
ihtiyaçlarının karşılanması için bu zulmün daha
da artırılmasıdır. Üstelik bu kez, merkezi devlet
otoritesinin zayıflamasıyla birlikte yerel despotların
başına buyrukluğu artmış, rüşvet-kayırma gibi
unsurlar daha fazla devreye girmiş ve vergi düzeninde
de katmerli bir talan ortaya çıkmıştır. Yani bir
yandan sarayın vergi talebi artarken, diğer yandan
da küpünü doldurmak isteyen herkes köylülüğün
tepesine binmekte, böylece özellikle Anadolu’nun
sömürülmesi had safhaya çıkmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu
döneminde gerçekleşen bir dizi halk ayaklanmasının
temelinde -Alevilik gibi unsurlarla birlikte-
bu soygun düzeni vardır. Ayaklanmaların çoğu,
artık katlanılamaz hale gelen bu talanın o somut
andaki bir yerel temsilcisine yönelik olarak patlamakta
ve büyük bir hızla tüm yoksul köylüleri kapsamaktadır.
Cumhuriyet’le birlikte, az çok modern kapitalist
bir vergi düzenine geçilmesi amaçlanmış ama bu
süreç de çok sayıda deneme-yanılmayı ve güçlükleri
içinde barındırmıştır. Öncelikle ürüne el koyma
biçimindeki Aşar vergisinin kaldırılması gerçekleştirilmiş
ama bunun yerine sistemli bir vergi düzeninin
(ve kurumlarının) inşası zaman almıştır. Bütün
kapitalist devletler gibi, ticareti, emlak işlerini,
kısacası kazanç sağlayan her alanı kayıt altına
alarak vergilendirmeyi hedefleyen TC, 1930’larda
bile hâlâ bu konuda başarısızdır. Osmanlı’nın
kayıt düzeninin yerine sağlam bir kayıt düzeni
konulamamış, mülklerin, ürünlerin bir elden diğer
ele geçişi, özellikle tarım alanında tam olarak
denetlenememiştir. Özellikle bölünmüş Kürt coğrafyası
hâlâ “pasaporta ısınmamış”tır ve bu bölgedeki
ticari hayat, toprak gelirleri uzun süre kontrol
dışı kalmıştır. Medeni Kanun bu bakımdan toplumsal
ilişkileri kayıt altına alma, miras, vs. işlerini
düzenleme anlamında önemli bir adımdır; ama hayat
uzun süre yasaya uymamıştır. Tipik kapitalist
vergi biçimi olan kazanç esaslı vergi 1940’lara
kadar geçen sürede bir türlü yerine oturmamış,
ara ara 1931 Buhran Vergisi gibi ataklar gerçekleşmiş,
1934’te stopaj uygulaması getirilmiş, özel uygulamalar
olarak da 1940’larda Varlık Vergisi gibi azınlıklara
yönelik ırkçı denemeler yapılmıştır.
Nihayet 1940’ların sonunda bu alanda ciddi bir
atılım yapılarak gelir vergisi ve kurumlar vergisi,
bugünkü anlamdaki temellerine oturtulmuştur ama
tarımsal alanda durum yine de çok değişmemiştir;
çünkü bu, doğrudan doğruya siyasal bir sorundur.
Süreç boyunca tarımı vergilendirme girişimleri
her seferinde büyük toprak sahiplerinin muhalafetine
çarparak geri çekilmiştir. Örneğin 1936 ile 1960
arasında arazi değeri yaklaşık 50 misli artarken,
arazi üzerinden alınan vergi sadece 2.7 misli
artmıştır. 1936’da tarımdan alınan vergi bütçenin
% 4’ünü oluştururken 1960’ta yalnızca % 0.3 düzeyindedir.
Bu arada Türkiye’de işler artık yeni-sömürge mantığına,
ithal ikameci, dışa bağımlı kapitalistleşme modeline
uygun biçimde gelişmektedir, vergi düzeni de bu
kapitalistleşme biçimini kolaylaştıracak biçimde
düzenlenmektedir ama yine de büyük toprak sahipleriyle
hesaplaşma zamanı henüz gelmemiştir.
Hesaplaşma zamanı henüz gelmemiştir ama şikayetler
de hiç bitmez. Örneğin bir zamanlar Adana Sanayi
Odası Başkanı olan Sakıp Sabancı’nın 4 Mart 1971
gibi çok anlamlı bir tarihte (12 Mart cuntasından
bir hafta önce) “vergi kolay alınabilenden değil
çeşitli tesirlerden uzak, ilmi esaslara, adil
ölçülere göre ödeme gücü olan bütün zümrelerden
alınmalıdır” (İktisat Gazetesi, akt. Yalçın Küçük)
derken kastettiği “zümre” büyük toprak sahipleridir.
Muslukları tekellerin çıkarlarına göre düzenlemek
isteyen 12 Mart’ın ilk hükümetinin programında
da zaten bu hedef vardır. Ama işler istendiği
gibi yürümez ve geri adımlar atılır.
Öte yandan bütün bu “haksızlık” feryatlarına karşın,
yeni-sömürge Türkiye’nin vergi düzeni yeni palazlanan
tekelleri gerçekten rahatsız edecek durumda değildir.
Yabancı şirketlerle ortak yapılan yatırımlar için
getirilen vergi kolaylıkları ve gümrük indirimleri
inanılmaz boyutlardadır; öyle ki, bu bakımlardan
Türkiye kapitalizmi tam anlamıyla bir dikensiz
gül bahçesinde gelişmektedir.
Sonuç olarak 1980’lere, yani restorasyon günlerine
doğru gelinirken, Türkiye’nin vergi düzeni, temelde
çalışan kesimlerin ve tekel dışı işletmelerin
üzerine kurulmuş haldedir diyebiliriz.
Neoliberal Restorasyon ve Dolaylı Vergilerin
Önlenemez Yükselişi
Ancak bu durum, kalıcı değildir. 1970’lerde dünya
kapitalist sistemindeki krize bağlı olarak yeni-sömürgeci
kapitalistleşme sistemi darboğaza girdiğinde,
“vergi reformu” çığlıkları yeniden duyulmaya başlayacaktır.
Dağ gibi yığılmış dış borçlarla yürüyen Türkiye
ekonomisi 24 Ocak 1980’den itibaren IMF tarafından
yeniden yapılandırılırken bütün diğer alanların
yanında vergi sistemi de elden geçirilir. Yaşanan
büyük kriz ortamında iç kaynaklara gözünü diken
emperyalistler ve işbirlikçileri bir yandan bir
“sanayisizleştirme” operasyonu yaparak Türkiye
kapitalizminin yapısını değiştirirken, diğer yandan
da o güne dek yeterince değerlendirilemeyen gelir
kaynaklarını da gündemlerine almışlardır. Üstelik
Türkiye tekelci burjuvazisi 12 Eylül cuntası koşullarında
artık kendisini toprak sahipleri ile de hesaplaşabilecek
kadar güçlü hissetmektedir.
Bunun ilk adımlarından biri, 1982’de Özal tarafından
getirilen “hayat standardı” uygulamasıdır. Bütün
işletmeler için belli değerleri önceden belirleyen
ve işletme zarar etse bile ödenmesi zorunlu vergi
miktarları koyan bu sistem, esasen aynı yıllarda
İngiltere’de uygulamaya konulan “kelle vergisi”ni
andırmaktadır ve özellikle küçük esnaf açısından
ağır bir darbe olmuştur.
Ancak, asıl “bir taşla çok kuş vuran” uygulama
1984 sonrasında ağırlıklı olarak KDV yasasında
ifadesini bulan “dolaylı vergiler” paketidir.
Kısaca özetlenirse, ürünlerin fiyatlarına eklenerek
tahsil edilen bu vergi türü, gelir vergisi gibi
kazanç esasına dayanmamakta, yani geliri ne olursa
olsun toplumun bütününe yönelmektedir. Böylece
Sabancı’nın 1971’de dile getirdiği talep karşılanmış,
1920’lerden beri gelir vergileri ile yola getirilemeyen
tarım kesimi, bu mucize yöntemle bütün üretim
girdilerinde haraca bağlandığı gibi bakkaldan
aldığı şekerde bile paşa paşa vergi mükellefi
olmuştur.
Ama işin bu hesaplaşma boyutu bir yana, herhangi
bir bireyin ödemekten hiçbir biçimde kaçamayacağı
bu vergi türü, mantığı itibariyle korkunç bir
adaletsizlik örneğidir; çünkü bu kez klasik vergi
teorisinde ikiyüzlü bir dille hep sözü edilen
“kazanandan vergi alma” esası tümüyle bir kenara
bırakılmakta, yoksul ya da mültimilyoner olsun
herkesten aynı miktarda parayı haraç olarak gasp
etmektedir.
Yani çok basit bir dille açıklarsak eğer, Sabancı
ya da sıradan bir konfeksiyon işçisi, bir paket
sigara ya da bir ayakkabı, kitap, vb. aldığında
aynı miktarda vergi ödemektedirler. Oysa, söylemeye
bile gerek yok ki, Sabancı ile bizim sıradan konfeksiyon
işçimizin gelirleri arasında kocaman bir uçurum
vardır. Yani, dolaylı vergi türünün alt gelir
grubundaki insanların bütçesindeki payı ile yüksek
gelir grubundaki insanların bütçesindeki payı
arasında bir kıyaslama bile yapılamaz!
Kolayca anlaşılabilecek sebeplerden ötürü bu tür
vergi, toplumun cebinden büyük miktarlarda parayı
sızdırmak için en elverişli yoldur. Kazanca dayalı
vergilerde olduğu gibi beyan esası yoktur, dolayısıyla
kaçabilmeniz de mümkün değildir. Bütün ürünler
için ayrıntılı listeler kategoriler halinde hazırlanmakta,
her kategori için ayrı oranlar belirlenmekte ve
bu listeler sürekli olarak güncellenmektedir.
Bu kategoriler ve oranlar düzenlenirken yoksulların
kullandığı temel ihtiyaç maddelerine özen gösterildiği
söylense de bu tümüyle palavradır. Örneğin eğitim
ve sağlık hizmetleriyle ilgili KDV oranı en yüksek
kategori olan %18’lik listenin içindedir. Ayrıca
temel ihtiyaç maddesi olan ürünlerde de çok miktarda
kullanım olduğu için durum değişmemekte, emekçilerin
bütçesine yine devasa bir yük binmektedir.
Böylece gerçekleşen şey, devasa miktardaki kaynakların
halkın cebinden çekilerek büyük tekellerin kasalarına
aktarılmasıdır. Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) ya
da akaryakıt tüketim vergisi, haberleşme ücretlerine
konulan vergiler gibi yeni uygulamalarla büyüyen
bu talan, Türkiye’de tam bir dünya rekoru boyutlarındadır.
1984’ten itibaren sistemli bir biçimde artan dolaylı
vergiler, 2004 yılında toplam vergilerin %69.2’sine
ulaşmış, 2005’te ise bu oran %72.8’i bulmuştur.
Daha çarpıcı bir karşılaştırma yaparsak eğer,
1980’de toplam vergiler içersinde dolaylı vergilerin
payı %37, dolaysız vergilerinki ise %63 iken,
2005’te dolaylı vergiler %72.8 dolaysız vergiler
ise %27 oranındadır. Görüldüğü gibi, 25 yıl içersinde
bütün oranlar tam tersine dönmüş, emekçi halkın
soyulması had safhaya çıkmıştır.
Yani sonuç olarak Türkiye devletinin bugün elde
ettiği vergi gelirlerinin dörtte üçü klasik vergi
teorisine göre bile korkunç bir adaletsizliğe
denk düşen bir yoldan toplanmaktadır.
Oysa KDV uygulaması olmayan ABD’de dolaylı vergilerin
toplam vergilere oranı %17,6, Almanya’da 29,2,
İsveç’te 26,4, İngiltere’de 32,7 ve Japonya’da
20,1 düzeyindedir. Aynı oranlar Yunanistan’da
%37,3, Polonya’da yüzde 36,9, Portekiz’de 41,1
seviyesindedir. Konuya bu rakamların çerçevesinden
baktığımızda Türkiye’de yaşanan çılgınlığın boyutları
daha iyi anlaşılmaktadır.
Ve tabii hemen eklenmeli, (tevkif) stopaj denilen
yolla elde edilen vergi de aslında “gelir vergisi”
kategorisinde olmakla birlikte bir tür dolaylı
vergi gibidir. Çünkü bu yolla toplanan vergide
de kazanç tutarı ne olursa olsun sabit bir oranda
vergi alınmakta, yani 1 milyar kazanandan da,
100 milyar kazanandan da aynı oranda vergi alınmaktadır.
Sonuç olarak, ücret üzerinden kesilen vergi ve
stopaj birlikte hesaplandığında ve bütün bunların
üzerine devasa dolaylı vergiler bindirildiğinde
ortaya çıkan tablo dört başı mamur bir soygun
düzenidir. Öyle ki, bu yolla emekçilerin ve küçük
üreticilerin, esnafların elde ettiği gelirin neredeyse
tamamına yakın bir bölümü yeniden devlet tarafından
hortumlanmaktadır.
“Neredeyse tamamı” derken bir abartma yapmıyoruz.
Hesap açık ve ortadadır: Asgari ücretli, eline
net geçen paranın yüzde 36’sı kadar prim ve vergi
ödemekte, işverenin de işçi istihdamından dolayı,
(en azından teorik olarak!) işçinin eline net
geçen paranın yüzde 45’i kadar vergi ve prim ödemesi
gerekiyor. Böylece iki taraftan devlete ödenen
vergi, prim ve diğer kesintiler, işçinin eline
geçenin yüzde 80’ini aşıyor. Ve sonra, geriye
kalan, dolaylı vergilerle geriye dönüyor! Buna
karşın, büyük şirketlerin, holdinglerin 2005’te
ödediği 3.5 katrilyon kurumlar vergisi vergi gelirlerinin
yalnızca yüzde 6.2’sidir!
Bununla kıyaslanabilecek herhangi bir hırsızlık
biçimi yoktur! Üstelik, bu kadar büyük bir hırsızlık,
kayıtdışı çalıştırma denilen bir başka hırsızlığa
da yol açmakta, hiçbir güvenceye sahip olmaksızın
çalıştırılan emekçilerin sayısı her geçen gün
daha fazla artmaktadır.
Ayrıca, son olarak unutmadan eklemek gerekiyor;
bu tür vergiler, sadece halkın parasının çalınmasına
değil, başka türden dalaverelere de uygundur.
Örneğin, bir malın pazarının genişlemesini istediğinizde,
o malın KDV’sini düşürerek bazı avantajlar sağlamanız
mümkündür. Nitekim, cep telefonu kullanımında
yüzde 18 olan KDV oranının, konutlarda ve işyerlerinde
kullanılan sabit telefonlarda yüzde 26 oranında
olması, cep telefonu pazarının büyümesi için yapılan
son derece açık bir destektir.
Vergilendirilmiş Kazancın Kutsallığı ve Tekellerin
Hortumu
Bitirirken, en can alıcı soruyu sormadan geçemeyeceğiz:
Nereye gidiyor bütün bu katrilyonlar? Başka bir
deyişle, verginin toplanışındaki “adaletsizlik”
bir yana, harcanışı ne kadar “adaletli?”
En baştaki genel tanıma dönersek, burjuva ideologlara
göre “bütün toplumun temsilcisi” olması gereken
devlet, emekçilerden sızdırdığı bu büyük parayı
nereye harcıyor?
Sanırız Türkiye’de yaşayan herkesin bu konuda
yeterince açık bir bilgisi vardır. En azından
bütün bu vergi toplamının bize pek hayırlı bir
biçimde dönmediği açık. Bu toplamın önemli bir
bölümü, her şeyden önce, emperyalist bağımlılık
ilişkilerinin yarattığı dış borçların ödenmesine
gidiyor. Yani, bu borçların yapılmasında en küçük
bir sorumluluğu olmayan, bu borçlarla yaratılan
kaynakları hiçbir biçimde kullanmamış olan milyonlarca
emekçi, hiç yemedikleri bir yemeğin hesabını öder
gibi her gün uluslararası finans şebekelerine
milyonlarca dolar ödüyor. Ve tabii yine milyonlarca
emekçi, ceplerinden çalınmış olan bu parayla,
her gün tekellere spekülasyon dünyasında harcayıp
bitirsinler diye trilyonlarca kredi veriyor! Ve
yine emekçiler, milyarlarca doları hortumlayıp
giden bir avuç hırsıza, bu hırsızlıkta kendilerinin
hiçbir suçu olmadığı halde haraç ödüyorlar!
Ve sonra, devlet işleri geliyor. Milyonlarca emekçinin
cebinden hortumlanan bu paranın hayli önemli bir
bölümü de, egemenleri halkın öfkesinden korumakla
görevli olan büyük bir şiddet aygıtının, ordunun,
polisin, mahkemelerin, hapishanelerin, sömürgeci-asimilasyoncu
mekanizmaların ve bütün diğer baskı araçlarının
ayakta tutulmasına, beslenmesine ve her geçen
gün daha da güçlendirilmesine harcanıyor.
Ve sonra, diğer asalak devlet organlarına sıra
geliyor… Kocaman binalarda hesapları bir yerden
bir yere aktaran, kayıtları bir defterden ötekine
geçiren, sonuç olarak şöyle ya da böyle kapitalist
düzenin olmazsa olmaz işlerini gören binlerce
memurdan oluşan ağır ve pahalı bir bürokrasi…
Ve eğer bunlardan geriye bir şey kalırsa, ki pek
fazla bir şey kalmıyor, o da eğitim, sağlık, vs.
gibi “gereksiz”(!) bazı işlere harcanıyor…
Özellikle 1980’lerden sonra geliştirilen neoliberal
politikalarla zaten bu harcama alanları da oldukça
azaltılmış durumdadır.
Sonuç olarak denilebilir ki, yeni-sömürge Türkiye’de
vergi, mümkün olan en yüksek miktardaki paranın
halktan çalınması ve halkla hiçbir biçimde ilgisi
olmayan kanallara akıtılması anlamına geliyor.
Açıktır ki, bu son derece akıldışı sistemi sona
erdirmek, artık ufak tefek reformlarla, düzeltmelerle
yapılabilecek bir iş değildir. Bir bütün olarak
sistem değiştirilip demokratik bir halk iktidarı
yoluyla sosyalizme doğru yürünmedikçe, bu işleyişin
tersine döndürülmesi mümkün değildir. Aksi takdirde
emekçinin cebinden çıkan her kuruş vergi, şu eski
reklamda söylenene benzer bir biçimde, cop, hapishane
ve kurşun olarak geri dönmeye devam edecektir!
|