Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

37. Sayı - Ocak 2006

D. SENA

Emekçilerin gündeminde her zaman önemli bir yer tutan vergi, öteden beri siyasal tartışmaların da odak noktalarından biri olmuştur. İstisnasız her emekçi, burjuva politikacılarının kör tartışmalarını izlerken sık sık “vergi kaçakçılığı”, “vergi adaletsizliği”, “vergi reformu” gibi kavramları duyar ve kendi durduğu yerden bunları anlamaya çalışır. Kendi durduğu yerden bunu anlaması çok zor değildir aslında; çünkü o eğer az çok düzenli bir işyerinde işçi olarak çalışıyorsa ya da kamu emekçisiyse, zaten baştan kaybetmiştir! Daha maaşı eline geçmeden vergisi kesilmekte, geriye kalan ise KDV gibi dolaylı vergilerle süpürülüp götürülmektedir. Bunların toplamı hesaplandığında aslında bir emekçinin toplam gelirinin neredeyse dörtte üçünün vergiye kurban gittiği ortaya çıkar. Dolayısıyla emekçi, bu işte kendisinin “kazıklandığı” konusunda daha en baştan sabit bir fikre sahiptir. Daha doğrusu, genel olarak emekçi, kendisinin vergiyle soyulduğunu ama aynı verginin başkalarından “alınabilirse” alındığını düşünür. Bu paranın nereye nasıl harcandığı da onun için çok tartışmalıdır elbette, özellikle neoliberal restorasyon ilerledikçe sosyal harcamaların azalması, devlete ait her hizmete ayrıca para ödemek zorunda kalması bu konudaki kuşkularını artırmaktadır; ama işin harcama kısmı bir yana verginin toplanışındaki “adaletsizlik” onun için nettir.
Aynı “adaletsizlik” kavramı, bizzat kendisi de mümkün olduğunca az vergi vermek ya da mümkünse hiç vermemek için çırpınan küçük esnaf ve küçük tarım üreticisi için de nettir. İçinde binlerce insanın çalıştığı devasa vergi daireleri onlar için bir haksızlık anıtıdır ve “devletin büyük soyguncuları bırakıp kendi küçük ekmeklerine musallat olduğu” fikri bu kesimlerde yaygındır. Her köşede dükkanını açıp müşteri bekleyen binlerce kişilik muhasebeciler ordusu biraz da bu küçük ve orta kesimlerin yükünü hafifletmek için vardır. En küçüğünden en büyüğüne tüm işletmelerin, hatta her bakkal dükkanının (aynen Cem Uzan’ın bankasında olduğu gibi) her zaman iki hesap defteri vardır. Birincisi, elle tutulan gerçek gelir-giderlerin hesabıdır; diğeri ise devlet için tutulan ve muhasebeciler tarafından mümkün olduğunca az vergi ödemek için yapay biçimde denk getirilen hesaplardır.
Ve nihayet, oligarşinin en kodoman üyeleri de “vergi adaletsizliği”nden yakınır dururlar. Kendilerinin göz önünde çalıştıkları için çok vergi verdiklerini, oysa göz önünde görünmeyen, kayıt dışında olan milyonlarca insanın “vatan haini” olduklarını ima ederek bunlara mutlaka bir çözüm bulunmasını isterler.
Kısacası, kimse, ama hiç kimse bu işten memnun değildir. Ve bütün bu memnuniyetsizler toplamı, çok açıkça skandal düzeyine ulaşmış bir vergi kaçakçılığı türü (şarkıcılar, futbolcular gibi) önlerine çıktığında birden birleşerek feryatlarını yükseltirler. Sonunda düzenin günah keçisi bulunmuştur! Ama bütün bu feryatlar yine de boşlukta kalır. Çünkü aklı başında her yeni-sömürge bürokratı, her ekonomi bakanı, sistemin belli bir ölçüde kaçak vergi üzerine kurulu olduğunu bilir ve polisiye önlemlerin kapitalist ekonominin keyfini kaçıran bir şey olduğunun da farkındadır. Yani bağırılır, çağırılır, birkaç “sert” tedbir alınır ama sonuçta polis-maliyeci orduları yollara düşüp dükkan dükkan genel bir taarruza geçmezler. Çünkü bu, paranın kaçması, piyasadan çekilip yastık altına geri dönmesi anlamına gelir.
Sonuçta bu devran böyle döner gider… Ve bu coğrafyada hiçir zaman hiçbir tartışma düzenin temel kavram ve uygulamalarının bizzat kendisine, özüne yönelmez. Tekel medyası, her zaman bu tartışmaların sorunun kenarından dolaşmasını, daha çok da soygun kurallarının açıkça istismar edildiği durumlar üzerinde yoğunlaşmasını sağlar.

Vergi: Devletin Asalaklığının Tipik Örneği
Peki ama vergi nedir? Yaygın eğilimin dışına çıkarak şu soruyu sorabilir miyiz: “Adaletli” toplanması ya da toplanmaması bir yana, vergi kavramının kendisi ne anlama geliyor?
Bu konuda yapılan klasik tanım şöyledir: “Devlet hazinesini güçlendirmek, kamu hizmetlerinde harcanmak üzere hükümetin ya da yerel yönetimlerin yasalara uygun olarak ya da kimi mal ve hizmetlerin fiyatlarına ekleyerek dolaylı yoldan kişi ya da topluluklardan topladığı para.” (Büyük Larusse Ansiklopedisi)
Demek ki, en basit ve en anlaşılır bir yerden tanımlarsak, bir devlet var ve o devlet, “toplum yararına hizmetler yapabilmek için” gerekli olan parayı yine toplumdan alıyor, bu parayı bir havuzda ya da resmi dilde devlet hazinesi denilen yerde topluyor, daha sonra da bir bütçe hazırlayarak harcamaya başlıyor. Böylece, ilk bakışta her şey, mantıklı ve makul görünüyor; toplumdan alınan topluma dönüyor! Uzayda yaşıyor olsaydık eğer, bugünkü toplumun gerçeklerinden habersiz olsaydık, bu mantık kurgusunu biz de doğru sayabilirdik. Başka nasıl olabilir ki! Yol, su, elektrik, sağlık, eğitim, “güvenlik”, vb. gibi hizmetleri talep eden tek tek bireyler, bu devasa işlerin yapılması, organize edilmesi için “kendi seçtikleri” temsilcilerine (yine teorik olarak devleti bu temsilcilerin yönetmesi gerekiyor!) ve onların belirledikleri bürokratlara kaynak ve yetki veriyor, onlarla bir tür kontrat yapıyor… Bu arada yine bireyler, bütün bu işleri yapan eden büyük bir görevliler topluluğunun da geçimlerini sağlamayı, yani maaşlarının ödenmesini yine vergileriyle garanti altına alıyorlar. Gerçi böylece ortaya çıkan bütçenin hatırı sayılır bir bölümü bireylerin günlük sosyal hayatını kolaylaştırmak bakımından hiçbir anlam ifade etmeyen, hatta tersine zorlaştıran ordu ve polis gibi kurumlara gitmektedir ama devlet bütün bunların da yurttaşların önemli ihtiyaçları olduğuna insanları ikna etmeye çalışır.
Ama işte tam bu noktada, devletin kime ait olduğu, kime hizmet ettiği, toplumun ortak temsilcisi olup olmadığı gibi can alıcı sorular gündeme gelir. Ve doğal olarak, vergi ile ilgili her tartışma, devletin niteliği ile ilgili daha temel bir tartışmaya kilitlenir.
Esasında vergi kavramının ortaya çıkışı, aşağı yukarı devletin doğuşuna dek uzanan bir süreçtir. Egemen sınıfın zor ve baskı aracı olarak beliren devlet, oluşumundan itibaren, bu en temel fonksiyonlarını (ordu beslemek ve imar işleri, vb.) yerine getirebilmek için belli bir kaynağa ihtiyaç duymuş ve bunu da toplumun şu ya da bu kesimini haraca bağlayarak sağlamıştır. Kuşkusuz başlangıçta -kölelerin canından başka verecek bir şeyleri olmadığı için- bu kaynak daha ağırlıklı olarak özgür yurttaşlar olmuş ama çoğu kez bu kaynağın da ötesinde sorun savaşlar yoluyla çözülmüştür. Başka toprakların zenginliklerinin yağmalanarak bunlardan bir bölümünün devlet hazinesine aktarılması, ele geçirilen ülkelerin yöneticilerinin haraca bağlanması vb. bu sürecin yaygın uygulamalarıdır.
Feodalizmde ise sorun daha çetrefilli hale gelmiştir. Bir anlamda süreç daha keyfileşmiş, (Osmanlı gibi toplumlar bir an dışta tutulursa) genel olarak feodal süreç, toplumun haraca bağlanmasını büyük toprak sahiplerinin yerel egemenlikleri üzerinden yürütmüştür. Zaman içersinde ortaya çıkan krallıklar ve az çok merkezi devletlerin finansmanı yine büyük ölçüde feodal toprak sahipleri tarafından karşılanmakta ama onlar da bu kaynağı, köylüler üzerindeki korkunç bir zulüm ile sağlamaktadırlar. Ve bu zulüm, (işin içine Kilise’nin soygun düzeninin de girdiği hesaplanırsa) gitgide daha keyfi, daha akıl-dışı bir noktaya ulaşmaktadır. Büyük kuraklıklar, salgın hastalıklarla boğuşan yoksul köylüler, kendilerini zalimce soyan ve açlığa mahkum eden feodal devletin temsilcilerinden (sopa dışında!) herhangi bir “hizmet” de görmemekte, yani yağma düzeni kendisini bir parçacık da olsa rasyonelleştirme zahmetine katlanmamaktadır. En kötüsünden de olsa genel bir sağlık-eğitim düzeni, vs. söz konusu değildir.
Kapitalist dönem ise bu bakımdan gerçek bir devrim niteliği gösterir. Adım adım modern bir toplumsal yapı ve modern burjuva devleti inşa eden kapitalizm, bütün alanlarda olduğu gibi vergi düzeninde de keyfiliği sona erdirerek yazılı kayıt altına alınmış, az çok akılcı hale getirilmiş, topluma kabul edilebilir görünen bir sistem kurmuştur. Modern burjuva devlet, kopuk kopuk yöresel egemenlikler düzeninden devamlılığa geçiştir ve artık komplike bir aygıttır. Toplumun baskı altında tutulmasını sağlayan ordu-polis kurumu yine onun temeli olarak kalır ama bu kez kapitalist üretimin ve ticaretin olmazsa olmaz altyapısını (yollar kentler, vb.) inşa etmek, nüfusun çoğunluğunu oluşturan emekçileri çalışabilecek kadar sağlıklı tutmak, yine kapitalizmin gelişimi için zorunlu olan belli bir eğitim düzeyini yaratmak gibi başka ve daha karışık işlevler ortaya çıkmıştır.
Ancak, bireysel olarak herhangi bir kapitalist, esasında bizzat kendi işine yarayan ve dolayısıyla bizzat kendisi tarafından yapılması gereken bu işleri asla kendisi üstlenmez. Bütün bu işlerin finansmanını kendi sermayesinden karşılamak, onun için büyük bir haksızlık ve aynı zamanda aptallıktır. Yani örneğin bir limanın inşası, esas olarak onun ihtiyacıdır ama bizzat kendisi bu işi üstlenmediği gibi, bu işi yapacak olan devlet mekanizmasını da salt kendi kaynaklarından finanse etmeyi düşünmez. Bunun yerine limanın inşasının (ve bu inşayı gerçekleştirecek olan devletin) aslında “bütün toplum için gerekli olduğu” tezini hakim kılmak daha akıllıca ve daha kârlıdır. Ve çoğu kez durum bu bakımdan “liman” örneğinden daha elverişlidir. Örneğin bir yol, aynı zamanda genel bir toplumsal ihtiyaçtır ya da kapitalist işletmelerin eğitilmiş insan ihtiyacı ile toplumun genel eğitim ihtiyacı birbirine denk düşer, vb…
Yani bu kez her şey daha “akla yakın” görünmektedir. Toplumun genel anlamdaki “ilerleme”, “daha iyi yaşama” ihtiyacı ile kapitalist üretimin ihtiyaçları birbiriyle çelişkili de olsa bir uyum gösterdiği ölçüde devlet kurumlarının sınıfsal konumları ve nihai olarak kime hizmet ettikleri perdelenir. Böylece egemen sınıf olarak kapitalistler, kendi araçlarını bizzat kendi kaynaklarından beslemek zorunluluğundan kurtulurlar. Bu yükü olabildiğince bütün toplumun üstüne yıkarlar ve devleti bütün topluma hizmet eden bir kurum olarak sunabildikleri ölçüde bunda başarılı olurlar. Gerçekten de dışsal bir bakışta, modern kapitalist devletin bir dizi toplumsal hizmet için gerekli olan parayı halktan toplamasından daha doğal bir şey yokmuş gibi görünür. Feodal düzenin kör ve içe kapalı sisteminde yaşayan insanlara keyfi bir zulüm gibi görünen vergi, modern kapitalist toplumda bir ölçüde “rasyonalize” olur. Bu yüzden de doğrudan vergiden değil, verginin “adaletsizliği”nden yakınmak daha yaygın bir eğilimdir. Daha doğrusu, özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde örneğin 1960’larda olduğu gibi ücret düzeyleri yoksulluk sınırının üstündeyse ve devletin sosyal uygulamaları yürürlükteyse, vergi de tümüyle karşılıksız bir yük gibi görünmemekte, bu vergilerle devasa orduların beslenmesi, olağanüstü askeri harcamaların yapılması ciddi bir rahatsızlık olarak ortaya çıkmamakta, bütün bunlar ancak kriz dönemlerinde ciddi sorunlara yol açmaktadır.

Yeni-sömürge Türkiye’nin Vergi Macerası:
“Ekende yok biçende yok Yiyende ortak Osmanlı”

Yeni-sömürgelere gelindiğinde ise durum kuşkusuz daha karışıktır. Bilinen yoldan, kendi dinamikleriyle gelişmeyen dışa bağımlı kapitalizm, bu ülkelerde çoğu kez daha yoğun ve daha yozlaşmış bir vergi toplama düzeni inşa etmiştir ve herbiri kendi tarihsel köklerine bağlı olarak farkılıklar gösterse de üç aşağı beş yukarı sistemler birbirine benzemektedir.
Kendi coğrafyamız bakımından biraz tarihe doğru uzanırsak, Osmanlı’nın vergi düzeni, tam da yukarıdaki ara başlıkta aktarılan halk deyişine uygun bir düzendir. Kural olarak bütün mülkü tanrıya ve devlete ait sayan ve ilk bakışta özel toprak mülkiyetini dışlarmış gibi görünen Osmanlı toprak sistemi, gerçekte dolaylı bir mülk sistemini ve yerel egemenlikleri tanımaktadır. Vergi düzeninde de bu ikili yapı vardır; genellikle ürün olarak alınan vergi, yoksul köylülerin tepesine binmiş yerel egemenler, tımar sahipleri, vb. tarafından toplanmakta ve bir bölümü merkezi devlet hazinesine aktarılırken diğer bir bölümü bu kesimin elinde kalmaktadır. Osmanlı toplum düzeninin başlangıçta çok “adil” bir düzen olduğu ama sonradan imparatorluğun zayıflamasıyla işlerin bozulduğu tezleri de bu anlamda palavradan ibarettir. İşin başından beri merkezi devlet, yerel düzeylerde kendisini beyler, paşalar yoluyla ifade etmektedir ve özellikle Anadolu coğrafyasında köylülüğün iliğini sömürmek onun temel karakteridir.
Daha sonraları, imparatorluk gerilemeye başladığında olan şey ise, fetihlerden elde edilen ganimetlerin azalması ve devasa orduların beslenmesi, saray ihtiyaçlarının karşılanması için bu zulmün daha da artırılmasıdır. Üstelik bu kez, merkezi devlet otoritesinin zayıflamasıyla birlikte yerel despotların başına buyrukluğu artmış, rüşvet-kayırma gibi unsurlar daha fazla devreye girmiş ve vergi düzeninde de katmerli bir talan ortaya çıkmıştır. Yani bir yandan sarayın vergi talebi artarken, diğer yandan da küpünü doldurmak isteyen herkes köylülüğün tepesine binmekte, böylece özellikle Anadolu’nun sömürülmesi had safhaya çıkmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde gerçekleşen bir dizi halk ayaklanmasının temelinde -Alevilik gibi unsurlarla birlikte- bu soygun düzeni vardır. Ayaklanmaların çoğu, artık katlanılamaz hale gelen bu talanın o somut andaki bir yerel temsilcisine yönelik olarak patlamakta ve büyük bir hızla tüm yoksul köylüleri kapsamaktadır.
Cumhuriyet’le birlikte, az çok modern kapitalist bir vergi düzenine geçilmesi amaçlanmış ama bu süreç de çok sayıda deneme-yanılmayı ve güçlükleri içinde barındırmıştır. Öncelikle ürüne el koyma biçimindeki Aşar vergisinin kaldırılması gerçekleştirilmiş ama bunun yerine sistemli bir vergi düzeninin (ve kurumlarının) inşası zaman almıştır. Bütün kapitalist devletler gibi, ticareti, emlak işlerini, kısacası kazanç sağlayan her alanı kayıt altına alarak vergilendirmeyi hedefleyen TC, 1930’larda bile hâlâ bu konuda başarısızdır. Osmanlı’nın kayıt düzeninin yerine sağlam bir kayıt düzeni konulamamış, mülklerin, ürünlerin bir elden diğer ele geçişi, özellikle tarım alanında tam olarak denetlenememiştir. Özellikle bölünmüş Kürt coğrafyası hâlâ “pasaporta ısınmamış”tır ve bu bölgedeki ticari hayat, toprak gelirleri uzun süre kontrol dışı kalmıştır. Medeni Kanun bu bakımdan toplumsal ilişkileri kayıt altına alma, miras, vs. işlerini düzenleme anlamında önemli bir adımdır; ama hayat uzun süre yasaya uymamıştır. Tipik kapitalist vergi biçimi olan kazanç esaslı vergi 1940’lara kadar geçen sürede bir türlü yerine oturmamış, ara ara 1931 Buhran Vergisi gibi ataklar gerçekleşmiş, 1934’te stopaj uygulaması getirilmiş, özel uygulamalar olarak da 1940’larda Varlık Vergisi gibi azınlıklara yönelik ırkçı denemeler yapılmıştır.
Nihayet 1940’ların sonunda bu alanda ciddi bir atılım yapılarak gelir vergisi ve kurumlar vergisi, bugünkü anlamdaki temellerine oturtulmuştur ama tarımsal alanda durum yine de çok değişmemiştir; çünkü bu, doğrudan doğruya siyasal bir sorundur. Süreç boyunca tarımı vergilendirme girişimleri her seferinde büyük toprak sahiplerinin muhalafetine çarparak geri çekilmiştir. Örneğin 1936 ile 1960 arasında arazi değeri yaklaşık 50 misli artarken, arazi üzerinden alınan vergi sadece 2.7 misli artmıştır. 1936’da tarımdan alınan vergi bütçenin % 4’ünü oluştururken 1960’ta yalnızca % 0.3 düzeyindedir. Bu arada Türkiye’de işler artık yeni-sömürge mantığına, ithal ikameci, dışa bağımlı kapitalistleşme modeline uygun biçimde gelişmektedir, vergi düzeni de bu kapitalistleşme biçimini kolaylaştıracak biçimde düzenlenmektedir ama yine de büyük toprak sahipleriyle hesaplaşma zamanı henüz gelmemiştir.
Hesaplaşma zamanı henüz gelmemiştir ama şikayetler de hiç bitmez. Örneğin bir zamanlar Adana Sanayi Odası Başkanı olan Sakıp Sabancı’nın 4 Mart 1971 gibi çok anlamlı bir tarihte (12 Mart cuntasından bir hafta önce) “vergi kolay alınabilenden değil çeşitli tesirlerden uzak, ilmi esaslara, adil ölçülere göre ödeme gücü olan bütün zümrelerden alınmalıdır” (İktisat Gazetesi, akt. Yalçın Küçük) derken kastettiği “zümre” büyük toprak sahipleridir. Muslukları tekellerin çıkarlarına göre düzenlemek isteyen 12 Mart’ın ilk hükümetinin programında da zaten bu hedef vardır. Ama işler istendiği gibi yürümez ve geri adımlar atılır.
Öte yandan bütün bu “haksızlık” feryatlarına karşın, yeni-sömürge Türkiye’nin vergi düzeni yeni palazlanan tekelleri gerçekten rahatsız edecek durumda değildir. Yabancı şirketlerle ortak yapılan yatırımlar için getirilen vergi kolaylıkları ve gümrük indirimleri inanılmaz boyutlardadır; öyle ki, bu bakımlardan Türkiye kapitalizmi tam anlamıyla bir dikensiz gül bahçesinde gelişmektedir.
Sonuç olarak 1980’lere, yani restorasyon günlerine doğru gelinirken, Türkiye’nin vergi düzeni, temelde çalışan kesimlerin ve tekel dışı işletmelerin üzerine kurulmuş haldedir diyebiliriz.

Neoliberal Restorasyon ve Dolaylı Vergilerin Önlenemez Yükselişi
Ancak bu durum, kalıcı değildir. 1970’lerde dünya kapitalist sistemindeki krize bağlı olarak yeni-sömürgeci kapitalistleşme sistemi darboğaza girdiğinde, “vergi reformu” çığlıkları yeniden duyulmaya başlayacaktır. Dağ gibi yığılmış dış borçlarla yürüyen Türkiye ekonomisi 24 Ocak 1980’den itibaren IMF tarafından yeniden yapılandırılırken bütün diğer alanların yanında vergi sistemi de elden geçirilir. Yaşanan büyük kriz ortamında iç kaynaklara gözünü diken emperyalistler ve işbirlikçileri bir yandan bir “sanayisizleştirme” operasyonu yaparak Türkiye kapitalizminin yapısını değiştirirken, diğer yandan da o güne dek yeterince değerlendirilemeyen gelir kaynaklarını da gündemlerine almışlardır. Üstelik Türkiye tekelci burjuvazisi 12 Eylül cuntası koşullarında artık kendisini toprak sahipleri ile de hesaplaşabilecek kadar güçlü hissetmektedir.
Bunun ilk adımlarından biri, 1982’de Özal tarafından getirilen “hayat standardı” uygulamasıdır. Bütün işletmeler için belli değerleri önceden belirleyen ve işletme zarar etse bile ödenmesi zorunlu vergi miktarları koyan bu sistem, esasen aynı yıllarda İngiltere’de uygulamaya konulan “kelle vergisi”ni andırmaktadır ve özellikle küçük esnaf açısından ağır bir darbe olmuştur.
Ancak, asıl “bir taşla çok kuş vuran” uygulama 1984 sonrasında ağırlıklı olarak KDV yasasında ifadesini bulan “dolaylı vergiler” paketidir. Kısaca özetlenirse, ürünlerin fiyatlarına eklenerek tahsil edilen bu vergi türü, gelir vergisi gibi kazanç esasına dayanmamakta, yani geliri ne olursa olsun toplumun bütününe yönelmektedir. Böylece Sabancı’nın 1971’de dile getirdiği talep karşılanmış, 1920’lerden beri gelir vergileri ile yola getirilemeyen tarım kesimi, bu mucize yöntemle bütün üretim girdilerinde haraca bağlandığı gibi bakkaldan aldığı şekerde bile paşa paşa vergi mükellefi olmuştur.
Ama işin bu hesaplaşma boyutu bir yana, herhangi bir bireyin ödemekten hiçbir biçimde kaçamayacağı bu vergi türü, mantığı itibariyle korkunç bir adaletsizlik örneğidir; çünkü bu kez klasik vergi teorisinde ikiyüzlü bir dille hep sözü edilen “kazanandan vergi alma” esası tümüyle bir kenara bırakılmakta, yoksul ya da mültimilyoner olsun herkesten aynı miktarda parayı haraç olarak gasp etmektedir.
Yani çok basit bir dille açıklarsak eğer, Sabancı ya da sıradan bir konfeksiyon işçisi, bir paket sigara ya da bir ayakkabı, kitap, vb. aldığında aynı miktarda vergi ödemektedirler. Oysa, söylemeye bile gerek yok ki, Sabancı ile bizim sıradan konfeksiyon işçimizin gelirleri arasında kocaman bir uçurum vardır. Yani, dolaylı vergi türünün alt gelir grubundaki insanların bütçesindeki payı ile yüksek gelir grubundaki insanların bütçesindeki payı arasında bir kıyaslama bile yapılamaz!
Kolayca anlaşılabilecek sebeplerden ötürü bu tür vergi, toplumun cebinden büyük miktarlarda parayı sızdırmak için en elverişli yoldur. Kazanca dayalı vergilerde olduğu gibi beyan esası yoktur, dolayısıyla kaçabilmeniz de mümkün değildir. Bütün ürünler için ayrıntılı listeler kategoriler halinde hazırlanmakta, her kategori için ayrı oranlar belirlenmekte ve bu listeler sürekli olarak güncellenmektedir. Bu kategoriler ve oranlar düzenlenirken yoksulların kullandığı temel ihtiyaç maddelerine özen gösterildiği söylense de bu tümüyle palavradır. Örneğin eğitim ve sağlık hizmetleriyle ilgili KDV oranı en yüksek kategori olan %18’lik listenin içindedir. Ayrıca temel ihtiyaç maddesi olan ürünlerde de çok miktarda kullanım olduğu için durum değişmemekte, emekçilerin bütçesine yine devasa bir yük binmektedir.
Böylece gerçekleşen şey, devasa miktardaki kaynakların halkın cebinden çekilerek büyük tekellerin kasalarına aktarılmasıdır. Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) ya da akaryakıt tüketim vergisi, haberleşme ücretlerine konulan vergiler gibi yeni uygulamalarla büyüyen bu talan, Türkiye’de tam bir dünya rekoru boyutlarındadır. 1984’ten itibaren sistemli bir biçimde artan dolaylı vergiler, 2004 yılında toplam vergilerin %69.2’sine ulaşmış, 2005’te ise bu oran %72.8’i bulmuştur. Daha çarpıcı bir karşılaştırma yaparsak eğer, 1980’de toplam vergiler içersinde dolaylı vergilerin payı %37, dolaysız vergilerinki ise %63 iken, 2005’te dolaylı vergiler %72.8 dolaysız vergiler ise %27 oranındadır. Görüldüğü gibi, 25 yıl içersinde bütün oranlar tam tersine dönmüş, emekçi halkın soyulması had safhaya çıkmıştır.
Yani sonuç olarak Türkiye devletinin bugün elde ettiği vergi gelirlerinin dörtte üçü klasik vergi teorisine göre bile korkunç bir adaletsizliğe denk düşen bir yoldan toplanmaktadır.
Oysa KDV uygulaması olmayan ABD’de dolaylı vergilerin toplam vergilere oranı %17,6, Almanya’da 29,2, İsveç’te 26,4, İngiltere’de 32,7 ve Japonya’da 20,1 düzeyindedir. Aynı oranlar Yunanistan’da %37,3, Polonya’da yüzde 36,9, Portekiz’de 41,1 seviyesindedir. Konuya bu rakamların çerçevesinden baktığımızda Türkiye’de yaşanan çılgınlığın boyutları daha iyi anlaşılmaktadır.
Ve tabii hemen eklenmeli, (tevkif) stopaj denilen yolla elde edilen vergi de aslında “gelir vergisi” kategorisinde olmakla birlikte bir tür dolaylı vergi gibidir. Çünkü bu yolla toplanan vergide de kazanç tutarı ne olursa olsun sabit bir oranda vergi alınmakta, yani 1 milyar kazanandan da, 100 milyar kazanandan da aynı oranda vergi alınmaktadır.
Sonuç olarak, ücret üzerinden kesilen vergi ve stopaj birlikte hesaplandığında ve bütün bunların üzerine devasa dolaylı vergiler bindirildiğinde ortaya çıkan tablo dört başı mamur bir soygun düzenidir. Öyle ki, bu yolla emekçilerin ve küçük üreticilerin, esnafların elde ettiği gelirin neredeyse tamamına yakın bir bölümü yeniden devlet tarafından hortumlanmaktadır.
“Neredeyse tamamı” derken bir abartma yapmıyoruz. Hesap açık ve ortadadır: Asgari ücretli, eline net geçen paranın yüzde 36’sı kadar prim ve vergi ödemekte, işverenin de işçi istihdamından dolayı, (en azından teorik olarak!) işçinin eline net geçen paranın yüzde 45’i kadar vergi ve prim ödemesi gerekiyor. Böylece iki taraftan devlete ödenen vergi, prim ve diğer kesintiler, işçinin eline geçenin yüzde 80’ini aşıyor. Ve sonra, geriye kalan, dolaylı vergilerle geriye dönüyor! Buna karşın, büyük şirketlerin, holdinglerin 2005’te ödediği 3.5 katrilyon kurumlar vergisi vergi gelirlerinin yalnızca yüzde 6.2’sidir!
Bununla kıyaslanabilecek herhangi bir hırsızlık biçimi yoktur! Üstelik, bu kadar büyük bir hırsızlık, kayıtdışı çalıştırma denilen bir başka hırsızlığa da yol açmakta, hiçbir güvenceye sahip olmaksızın çalıştırılan emekçilerin sayısı her geçen gün daha fazla artmaktadır.
Ayrıca, son olarak unutmadan eklemek gerekiyor; bu tür vergiler, sadece halkın parasının çalınmasına değil, başka türden dalaverelere de uygundur. Örneğin, bir malın pazarının genişlemesini istediğinizde, o malın KDV’sini düşürerek bazı avantajlar sağlamanız mümkündür. Nitekim, cep telefonu kullanımında yüzde 18 olan KDV oranının, konutlarda ve işyerlerinde kullanılan sabit telefonlarda yüzde 26 oranında olması, cep telefonu pazarının büyümesi için yapılan son derece açık bir destektir.

Vergilendirilmiş Kazancın Kutsallığı ve Tekellerin Hortumu
Bitirirken, en can alıcı soruyu sormadan geçemeyeceğiz: Nereye gidiyor bütün bu katrilyonlar? Başka bir deyişle, verginin toplanışındaki “adaletsizlik” bir yana, harcanışı ne kadar “adaletli?”
En baştaki genel tanıma dönersek, burjuva ideologlara göre “bütün toplumun temsilcisi” olması gereken devlet, emekçilerden sızdırdığı bu büyük parayı nereye harcıyor?
Sanırız Türkiye’de yaşayan herkesin bu konuda yeterince açık bir bilgisi vardır. En azından bütün bu vergi toplamının bize pek hayırlı bir biçimde dönmediği açık. Bu toplamın önemli bir bölümü, her şeyden önce, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin yarattığı dış borçların ödenmesine gidiyor. Yani, bu borçların yapılmasında en küçük bir sorumluluğu olmayan, bu borçlarla yaratılan kaynakları hiçbir biçimde kullanmamış olan milyonlarca emekçi, hiç yemedikleri bir yemeğin hesabını öder gibi her gün uluslararası finans şebekelerine milyonlarca dolar ödüyor. Ve tabii yine milyonlarca emekçi, ceplerinden çalınmış olan bu parayla, her gün tekellere spekülasyon dünyasında harcayıp bitirsinler diye trilyonlarca kredi veriyor! Ve yine emekçiler, milyarlarca doları hortumlayıp giden bir avuç hırsıza, bu hırsızlıkta kendilerinin hiçbir suçu olmadığı halde haraç ödüyorlar!
Ve sonra, devlet işleri geliyor. Milyonlarca emekçinin cebinden hortumlanan bu paranın hayli önemli bir bölümü de, egemenleri halkın öfkesinden korumakla görevli olan büyük bir şiddet aygıtının, ordunun, polisin, mahkemelerin, hapishanelerin, sömürgeci-asimilasyoncu mekanizmaların ve bütün diğer baskı araçlarının ayakta tutulmasına, beslenmesine ve her geçen gün daha da güçlendirilmesine harcanıyor.
Ve sonra, diğer asalak devlet organlarına sıra geliyor… Kocaman binalarda hesapları bir yerden bir yere aktaran, kayıtları bir defterden ötekine geçiren, sonuç olarak şöyle ya da böyle kapitalist düzenin olmazsa olmaz işlerini gören binlerce memurdan oluşan ağır ve pahalı bir bürokrasi…
Ve eğer bunlardan geriye bir şey kalırsa, ki pek fazla bir şey kalmıyor, o da eğitim, sağlık, vs. gibi “gereksiz”(!) bazı işlere harcanıyor…
Özellikle 1980’lerden sonra geliştirilen neoliberal politikalarla zaten bu harcama alanları da oldukça azaltılmış durumdadır.
Sonuç olarak denilebilir ki, yeni-sömürge Türkiye’de vergi, mümkün olan en yüksek miktardaki paranın halktan çalınması ve halkla hiçbir biçimde ilgisi olmayan kanallara akıtılması anlamına geliyor.
Açıktır ki, bu son derece akıldışı sistemi sona erdirmek, artık ufak tefek reformlarla, düzeltmelerle yapılabilecek bir iş değildir. Bir bütün olarak sistem değiştirilip demokratik bir halk iktidarı yoluyla sosyalizme doğru yürünmedikçe, bu işleyişin tersine döndürülmesi mümkün değildir. Aksi takdirde emekçinin cebinden çıkan her kuruş vergi, şu eski reklamda söylenene benzer bir biçimde, cop, hapishane ve kurşun olarak geri dönmeye devam edecektir!

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19