Şimdi bak, öykü aynen şöyle... Üniversiteli bir
hanım kızımızın İstanbul’un Anadolu yakasında
bir işi var ve dolanıyor. İşini halledip öbür
yakaya, kaldığı öğrenci yurduna dönecek. Bu arada
da babasından gelecek bir havaleyi bekliyor; çünkü
cebinde çok az para var. Ama bir yaşlı kadın geliyor
yanına ve aç olduğunu söylüyor. Bir iki tereddüt
ve sonuçta kızımız bütün parasıyla kadına simit
alıyor, “Allah razı olsun” diyen kadın uzaklaştığında
da dımdızlak ortada kalıyor. Fakat, öte yanda
seyyar satıcı olan babası da zor durumdadır ve
telefonla yardım isteyen kızına para gönderememektedir...
Yani durum facia! Vapur ve otobüslere binemeyen
(ve nedense pasosu da olmayan) kızımız gece vakti
vapur iskelesinde umutsuz ve çaresiz bir şekilde
oturmaktadır...
İşte tam bu noktada ortaya yeniden yaşlı kadın
çıkıyor ve ruhani bir sesle kıza “git bankaya
bir daha bak” diyor... Kız umutsuz! Babası az
önce para gönderemediğini bildirmiştir; ama yine
de “hadi bir bakayım” diyor ve birden, Ziraat
Bankası bankamatiğinin ekranında hesaba 1 milyar
Türk Lirasının geçtiğini görüyor! “İyi” diyor
kız, “demek babam para gönderdi...” Atlayıp vapura
karşıya geçiyor. Mutlu son! Ama durun, öykü henüz
bitmedi, her şey bu kadar basit değil! Yurda vardığında
kız babasını yeniden arıyor ve “hayır” diyor babası,
“ben para göndermedim ki!”
Kız kaskatı kalıyor, biz ekran başındaki yarım
akıllı dizi izleyicileri ise tek kelimeyle şok
olmuş durumdayız. Çünkü hep birlikte keşfettiğimiz
gerçek dehşet verici: Tanrının Ziraat Bankası’nda
hesabı var!
İlk sarsıntıyı atlattıktan sonra mantıklı düşünmeye
çalışıyoruz. Örneğin, o “Yüce Varlığın” İmar Bankası
ya da Egebank yerine bir devlet bankasını seçmesini
“akıllıca” buluyoruz; O’nun üç puanlık faiz yüzünden
riske gireceğine inanmak istemiyoruz... Kızcağız
ise zaten parayı almış, korkudan meseleyi fazla
kurcalamıyor; yoksa gidip bir hesap ekstresi istese,
İsa’dan sonraki ilk doğrudan temas gerçekleşmiş
olacak!
Sen şimdi bu yazdıklarımın şaka olduğunu düşünüyorsun
ama değil. Bütün bu yazdıklarım son zamanlarda
her kanalda farklı adlarla yayınlanan şu “ruhani”
dizilerden birinden aynen alınmıştır, şu kadarcık
yalanım yok! Hem bu ne ki, daha neler var. Mafyaya
borcunu ödeyemeyen tekstil atölyesi sahibinin
hikayesi var örneğin; dikiş makinelerinin birden
(insansız!!!) çalışmaya başlayarak kotları dikip
sabaha yetiştirmesi ve adamın borçlarını bir çırpıda
ödeyebilmesi... Çünkü adam o gece yaşlı bir amcayı
hastaneye kaldırıp iyilikler etmiştir! Sonra kiracısına
kötü davranan ev sahibinin evinin (meçhul bir
“kundakçı”nın yardımıyla!) yanıp kül olması...
“Paran yoksa öl!” denilen bir hastanın birden
milyarlarca liralık ilaçlara kavuşması…
Şu kadarcık yalanım yok inan. Bunlar aynen yayınlanıyor
ve milyonlarca insan da izliyor.
Peki ne yapmak istiyorlar sence? Nereden çıktı
bütün bu diziler?
İliklerine kadar çürümekte olan toplumsal yapı
içersinde bir tür “iyilikseverlik” ya da “merhamet”
akımı mı yaratmak istiyorlar? Yaygın deyimle “evladın
babaya hayrının olmadığı”, kimsenin paradan başka
bir şeyi umursamadığı bir vurdumduymazlık ortamında
insanlar iyiliğe yönelsinler, kalpleri temizlensin
mi istiyorlar? Keşke böyle olsa! Merhamet duygusundan
şimdiye dek kim zarar görmüş? Ama yapmak istedikleri
bu mu gerçekten?
Tam tersine dostum, tam tersine, tiksinti verici
bir şey yapıyorlar aslında. Seni, beni, bütün
yoksulları, emekçileri avutmaya, kandırmaya çalışıyorlar.
Daha da kötüsü, bizimle alay ediyorlar. Bir atölye
sahibinin birilerine borcu varsa gırtlağına basar
alırlar, biz bunu biliyoruz. Ev sahibi evden atarsa
gidip daha kötü bir evi daha yüksek kirayla tutarsın,
hayat bundan ibarettir; baban çulsuzun tekiyse
bankamatikten kös kös geri dönersin; ve bin kişiye
de iyilik etsen herhangi bir ilaç senin çantana
(tezgahtan çaktırmadan yürütmemişsen eğer!) kendiliğinden
girmez, gidip bu hikayeyi bir Roche ya da Bayer
yetkilisine anlatırsan adam sana güler! Rockefeller’a
bir röportajda servetinin kaynağını sormuşlar;
“ilk iki yılı sormazsanız her şeyi anlatırım”
demiş, işte gerçek hayat budur! Bu kadar!
Bizimle alay ediyorlar dostum. Yani bu, televolelerden,
yarışmalardan, bol cinayetli kadın programlarından
daha iğrenç bir şey! İyi bakınca anlarsın, adamlar
derdimizin ne olduğunu, nasıl bir vahşi düzen
kurup bize ne yaptıklarını, biliyorlar. “İyilik”
denilen şeye öyle bir hasret kalmışız ki, çıkarsız
bir dünya, insanca bir yaşam, parasız sağlık-eğitim
hizmeti, kardeşçe insan ilişkileri özlemimiz öyle
büyük ki, tam da bunun üstüne basıyorlar ve bizimle
oyun oynuyorlar.
Bizimle alay ediyorlar dostum ve bana sorarsan
öyle büyük bir ahlaksızlık yapıyorlar ki, artık
iyi bir dersi hak ediyorlar! Her şeyi bağışlayabiliriz,
tamam, ama bunu asla! Bizimle dalga geçmelerine
izin veremeyiz. Aptal kutularını aptal kafalarına
geçirmek için ayağa kalkmak, ama gerçekten ayağa
kalkmak zorundayız. Kendimize ve dünyaya “iyilik”
etmenin tek yolu da bu aslında. Çünkü “iyilik”
denilen şey, ancak biz kötülüğün kalelerini yerle
bir ettiğimizde dünyamıza geri dönecek, daha önce
değil! Yani bu vahşi kapitalist düzeni yerle bir
ettiğimizde... Herkese iş, herkese insanca yaşamın
koşullarını yarattığımızda! Ve bunu ancak biz
yapabiliriz. Uyduruk hikayelerle değil, gerçek
bir devrimle!
Yeni yılda da umudunu diri tut, yolun açık olsun
dostum!
Gelecek, sen nasıl istiyorsan öyle gelecek!
gelecek!
|