Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

37. Sayı - Ocak 2006

1955’te, Fidel ve yoldaşları Meksika’da devrimci general Alberto Bayo’nun kapısını çalıp ondan “bir gerilla grubunu eğitmesini” istediklerinde, herhalde böylece gerçekleştirecekleri Küba Devrimi’nin 2005 yılında ne kadar büyük bir önem ifade edeceğini tahmin edememişlerdir. Ama bu küçük adadaki büyük devrim, henüz 2000’lere de gelmeden, daha gerçekleştirilmesinden birkaç yıl sonra bile hem Latin Amerika, hem de dünya sosyalist hareketi için muazzam bir önem ifade eder hale geldi. Aradan geçen 50 yıla yakın süre içersinde dünyanın her köşesinde binlerce devrimci bu devrimi ve onun önderleri olan Che ve Fidel’i ilham kaynağı olarak gördüler.
Yalnızca bu kadar değil, belki biraz geç de olsa bu çizginin sosyalizmin kuruluşu, kitlelerin devrimci yönetime katılması gibi konularda da dönemin hakim anlayışlarından daha sağlıklı bir mantığı içerdiği fark edildi. En önemlisi de devrimin sonraki süreçlerde de devrimci-enternasyonalist ruhtan uzaklaşmaması ve hatta Kongo ve Bolivya gibi somut örneklerde bu tutumu pratiğe dönüştürmesiydi. Dönemin uluslararası revizyonist önderlikleri “devrim ihraç edilmez” gibi masum bir cümlenin arkasına sığınarak pasifizmi örgütlerken Küba devrimcilerinin gösterdiği bu yüksek dayanışma örnekleri, bugünün tartışmalarına dahi ışık tutmaktadır.
1959 yılında insanlığa bir yeni yıl armağanı olarak doğan Küba Devrimi, bugün hâlâ ayakta. Derslerle dolu bu devrimci deneyimi anlamak hâlâ çok önemli. Bu amaçla devrimin yıldönümünde Che’nin Küba deneyimini çözümleyen bir yazısını yayınlamayı uygun buluyoruz.
O’nun anısı önünde saygıyla eğilerek...

“İşçi sınıfı yaratıcı sınıftır. İşçi sınıfı bir ülkede maddi refahın gerektirdiği herşeyi üretir, iktidar işçi sınıfının elinde olmadığı sürece, işçi sınıfı, iktidarın sömürücü toprak sahiplerinin, haksız kazanç sağlayanların, tekellerin, yerli ve yabancı çıkar gruplarının elinde kalmasına izin verdikçe, silahlar işçi sınıfının değil de, çıkar gruplarına hizmet edenlerin elinde oldukça, bu çıkar gruplarının ziyafet sofralarından dökülmesine gözyumduğu kırıntılar ne denli çok olursa olsun, işçi sınıfı yoksul bir hayat sürmeye zorlanacaktır.”
Fidel Castro

Latin-Amerika’da, bugüne dek, devrimci savaşımız kadar olağanüstü özellikler taşıyan, böylesine derin köklere sahip olan ve kıtadaki ilerici hareketlerin geleceği için böylesine önemli sonuçlar veren bir başka olay görülmemiştir. Bazıları, devrimimizi Latin-Amerika tarihinin bir numaralı olayı olduğu; önem derecesi bakımından Rusya Devrimi, Hitler ordularına karşı kazanılan zafer ve bunun Doğu Avrupa’da getirdiği toplumsal sonuçlar ve Çin Devrimi’nin zaferinden hemen sonra geldiğini kabul ederler.
Biçim ve görünüm açısından son derece çeşitlilik gösteren hareket -başka türlü olamazdı- daha sonra, sömürgeciliğe karşı mücadeleler ve sosyalizme geçişle özellik kazanan yüzyılımızın tüm büyük tarihi olaylarının genel çizgilerini izledi.
Buna karşılık, bazı gruplar, iyi niyetle olsun, politik çıkar sağlamak amacıyla olsun, Küba Devrimi’nde, onu benzerlerinden ayıran, tek örnek haline getiren birtakım nedenler ve özellikler bulmaya çalıştılar. Bu neden ve özelliklerin genel toplumsal ve tarihi içeriğinin önemini öylesine abarttılar ki, bunları belirleyici etken olarak görmeye başladılar. Birçok kişi, Latin-Amerika’daki diğer ilerici partilerin çizgisiyle kıyaslandığında, Küba Devriminin ayırıcı özellikler taşıdığını, sonuçta Küba Devriminin biçiminin ve izlediği yolun tek olduğunu, başka Latin-Amerika ülkelerinde tarihi evrimin farklı olacağını öne sürer.
Kendine özgü etkenlerin Küba Devrimine belirleyici özellikler kazandırdığını kabul ediyoruz. Tüm devrimlerin özel etkenlere bağlı olduğu açıkça ortaya konmuş bir gerçektir, fakat devrimlerin hiçbir toplumun çiğneyemeyeceği bazı yasalara uyduğu da daha az doğru değildir. Öyleyse, Küba devriminin sözümona “farklılığını” oluşturan etkenleri inceleyelim.
En başta gelen ve belki de en önemli etken, büyüklüğü son yıllarda tarihi boyutlara ulaşan Fidel Castro Ruz adlı doğa gücüdür. Gelecek, Başbakanımızın erdemlerinin kesin değerlendirmesini yapacaktır, fakat onun çağdaşları olan bizler için, Fidel, Latin-Amerika tarihinin en büyük kişiliklerinin safındadır. Fidel Castro’yu çevreleyen olağanüstü koşullar nelerdi? Hayatında ve karakterinde onu yoldaşlarının ve ardısıra gelenlerin çok üstüne yücelten birçok etken vardı. Fidel’in kişiliği öylesine olağanüstüdür ki, hangi harekete katılsa kesinlikle lideri olurdu. Öğrenciliğinden başlayarak ülkemizin yöneticisi ve ezilen Latin-Amerika halklarının sözcüsü haline gelene kadar, tüm devrimcilik hayatı boyunca hep bu yüksek kişisel özellikleri taşıdı.
Bugün bulunduğu onur ve kişisel özveri doruğuna hakederek ulaştı. Bilgiyi ve deneyimi hemen özümlemek, belirli bir durumu, en küçük bir ayrıntıyı bile gözden kaçırmadan tümüyle anlamak, geleceğe sınırsız güven beslemek, gelecek konusunda yoldaşlarından daha uzak ve daha keskin bir görüşe sahip olmak gibi başka özellikleri de vardır. Büyük liderlik yeteneğine, cüret, kuvvet ve cesaret de eklenir. İnsanları birbirine bağlama, birleştirme, zayıflatıcı bölünmeleri önleme gücüyle, şef olarak kitle eylemini yönetmedeki ustalığıyla, halka karşı sevgisiyle, geleceğe inancıyla, halkın iradesine kulak vermek için duyduğu olağanüstü istekle, Fidel Castro hiç yoktan varedilen bugünkü Küba Devriminin hayranlık verici aygıtının kuruluşuna Küba’da herkesten çok emek verdi.
Yine de, Küba’daki politik ve toplumsal koşulların, öteki Latin-Amerika ülkelerindekinden tümüyle farklı olduğunu, devrimin bu farklar nedeniyle gerçekleştiğini kimse ileri süremez. Ne de, bu farklara karşın Fidel’in devrim yapmayı başardığı söylenebilir. Fidel büyük ve yetenekli bir liderdi, Küba Devrimini yönetti, halkı devrim yoluna doğru büyük sıçrayışa hazırlayan derin siyasi akımları doğru yorumlayarak, doğru zamanı ve doğru hareket biçimini seçti. Yalnızca Küba’ya özgü olmayan bazı koşullardan diğer halkların yararlanması zordu; çünkü birçok ilerici grubun tersine, emperyalizm yaptığı yanlışlardan ders alır.
Ayrı tutabileceğimiz tek koşul, Kuzey Amerika emperyalizminin yolunu şaşırması ve Küba Devrimi’nin hedeflerinin gerçekte çok uzaktaki menzillerini ölçmekte yanılmasıydı. Bu durum, sözümona Kuzey Amerikan “dördüncü kuvvetinin” içine düştüğü çelişkileri az da olsa açıklayabilir. Bu gibi hallerde hep görüldüğü gibi tekeller önce, Batista’nın yerine selefinin geçtiğini düşündüler. Çünkü, halkın diktatöre karşı olduğunu, devrimci düşünceli bir önder aradığını biliyorlardı. İşe yaramaz diktatörü görevinden alıp, sırasında emperyalizmin çıkarlarına pekala hizmet edebilecek yeni “gençleri” onun yerine geçirmekten daha akıllıca çözüm var mıydı? Emperyalizm kıtasal iskambil destesi içinden hep bu kartı oynadı durdu bir süre, sonra da acınacak biçimde kaybetti oyunu. Devrimden önce onları endişelendiriyorduk, ama bizden korkmuyorlardı. Gazeteci kılığına bürünmüş ABD hükümeti memurları, birçok kez dağlardaki devrimin derinliğini hesaplamak amacıyla sokulmaya çalıştı ama, yakın gelecekteki tehlikenin belirtilerini saptamayı başaramadılar. Emperyalizm harekete geçmeye hazır duruma geldiğinde, Havana sokaklarında muzaffer yürüyen deneyimsiz gençlerin, politik görevleri konusunda çok açık bir görüşe ve hayatlarını bu göreve atama yenilmez iradesine sahibolduklarını anladığında artık çok geçti. 1959 Ocağında, Karayiblerin ilk toplumsal devrimi ve tüm Latin-Amerika devrimlerinin en köklüsü işte böyle doğdu.
Burjuvazinin ya da en azından burjuvazinin büyük bir kısmının zorbalığa karşı devrimci savaşın tarafını tutması ve Batista’nın yerine devrimi denetim altına alabilecek adamların geçirilmesini amaçlayan, pazarlık yoluyla varılabilecek çözümler aramaya yönelik hareketlere kalkışması gibi olaylarda bir fevkaladelik bulunduğunu sanmıyoruz.
Devrimci savaşın içinde gerçekleştiği koşullar ve zorbalığa karşı çıkan siyasi güçlerin karmaşıklığı hesaba katılırsa, büyük toprak sahiplerinden bazılarının isyancı güçler karşısında tarafsız tavır almalarında ya da en azından seçimlerini savaşa katılmama yönünde yapmalarında şaşılacak birşey yoktur. Emperyalizm ve zulüm yönetiminin varını yoğunu elinden alıp batağa sürüklediği ulusal burjuvazinin, dağlardaki gençlerin emperyalizmin hizmetkarı kiralık orduyu cezalandırmasına sıcak bakmasında da anlaşılmayacak birşey yoktur. Devrimci olmayan bu güç, gerçekte Devrimin iktidara gelmesinde yardımcı olmuştur.
İncelememizi biraz daha ileriye vardırırsak, yukarıda saydıklarımıza yeni bir farklılık etkeni ekleyebiliriz. Bu ayrıcı etken, Küba topraklarının büyük bir kısmında, büyük sermayenin Küba’daki etkinliği sonucu kurulan geniş çaplı, yarı-makineleşmiş kapitalist tarım sisteminin köylülüğü örgütlendirip bilinçlendirerek proleterleştirmesiydi.
Bunu da kabul edebiliriz. Ama, gerçeği ortaya koymak amacıyla, Granma çıkarmasından sonra düşman güçlerce dağıtılan gerilla kolundan sağ kalanların oluşturduğu Direniş Ordusu’nun işgal ettiği ilk topraklarda yaşayan köylü nüfusun, Küba’nın yoğun ve yarı-makineleşmiş tarım yapılan bölgelerindeki köylülükten çok farklı toplumsal ve kültürel kökenlere sahib olduğunu önemle belirtmeliyiz. Aslında, devrimin ilk merkezi olan Sierra Maestra, o sıralarda Latifundiya sahiplerine karşı çarpışan köylülere sığınak olmuştu. Devletin ya da açgözlü toprak sahiplerinin elinden koparabilecekleri bir karış toprağı işlemek, üç-beş kuruş kazanmak için gelmişlerdi. Büyük latifundiya sahiplerinin emrindeki askerlerin bitmek tükenmek bilmez isteklerine karşı durmaksızın mücadele etmek zorundaydılar, ufukları küçük bir toprak parçasının tapusunu elde etmekten öteye varmıyordu. Bizim ilk köylü gerilla ordumuza katılan askerler, toprak sevgisi ve toprak özlemini en çarpıcı biçimde gösteren, “küçük-burjuva” denilen kafa yapısıyla aşılanmış kişilerdi. Köylü savaşır, çünkü kendisi için, çocukları için toprak ister, toprağı işlemek, yarar sağlamak, emeğiyle zenginleşmek ister.
Köylü “küçük-burjuva” eğilimine karşın, latifundiya sahipliği sistemini yıkmadan toprak elde etme arzusuna kavuşamayacağını çok çabuk öğrenir. Köylüye toprak vermenin tek yolu olan Tarım Reformu, doğrudan doğruya emperyalistlerin, büyük toprak sahiplerinin, şeker ve hayvancılıktan servet yapmış kodamanların çıkarlarıyla çarpışır. Burjuvazi çıkarlarını savunmak için savaşmaktan korkar. Proletaryanın böyle bir korkusu yoktur. Bu anlamda, devrimin yürüyüşü işçilerle köylüleri birleştirir. İşçiler, büyük toprak sahiplerine karşı ileri sürülen talepleri destekler. Toprak alan yoksul köylüyse, devrimci iktidarı büyük bir bağlılıkla savunur, emperyalist ve karşı-devrimci düşmanlarından korur.
Başka ayırıcı etken de yoktur, sanırız. Olanları da yeterince geniş biçimde açıkladık. Şimdi, zaten Latin-Amerika’daki tüm toplumsal olayların sürekli temellerini, çağdaş toplumların bağrında gelişen ve Küba’daki gibi bir devrim boyutuna ulaşabilecek değişimlere yolaçan çelişkileri inceleyelim.
Herşeyden önce, kronolojik sıralamaya göre, şu an için pek önemli olmasa bile, büyük toprak mülkiyeti sistemi gelir. Son yüzyılda sömürgeciliğe karşı verilen kurtuluş savaşlarından sonraki dönemde yönetici sınıfların ekonomik gücünün temeli toprak mülkiyetiydi. Tüm dünyada benzerleri görülen bu toprak sahipleri sınıfı, genellikle, dünyada olup biten toplumsal olayların gerisinde kalmıştır. Bu latifundiya sahipleri sınıfı içinde en uyanık ya da en açık görüşlü olanlar tehlikeyi sezer ve sermaye yatırımlarının biçimini değiştirmeye başlar, hatta tarım üretimini makineleştirir, servetlerinden bir kısmını sanayiye aktarır, kendilerini tekellerin ticari temsilcileri haline getirirler. İlk kurtuluş savaşları, latifundiyaları yıkmamış, onların ekonominin temeli oluşu gerçeğini değiştirmemişti. Böylelikle, köylülüğü toprak kölesi yapma ilkesini savunan gerici unsur dokunulmamış olarak kaldı. Bu olaya istisnasız tüm Latin-Amerika’da rastlanır. Bu sayede, İspanya krallarının geniş toprak parçalarını conquistador’ların (fatihlerin) en soylularına dağıttığı, Küba’da olduğu gibi, “yerlilere,” göçmenlere ve melezlere yalnızca realango’ları, yani krallığa ait, paylaşılmamış, üç dairesel toprak alanının ortasında kalan küçücük tarlaları verdiği zamanlardan beri tüm haksızlıklar hasıraltı ediliyordu. Çoğu ülkede, yalnız yaşayamayacağını anlayan toprak sahibi, Latin-Amerika halklarının kuşkusuz en güçlü ve en zalim sömürücüleri olan tekellerle ittifak yapıyordu. Kuzey Amerika sermayesi gelip bakir toprakları sömürmeye, “kârlı” ülkelerden kazanç sağlamaya başladı.
Latin-Amerika, emperyalist konsorsiyumların savaş alanıydı. Costa Rica ile Nikaragua arasındaki savaş; Panama’nın Kolombiya’dan ayrılması; Peru ile çatışmasında Ekvator’a karşı yapılan rezilce hareketler; Paraguay’la Bolivya arasındaki çarpışmalar, dünyadaki büyük tekelci güçler arasında sürüp giden devler savaşının kapışmalarından başka birşey değildir. Bu savaş, İkinci Dünya Savaşından sonra, tamamiyle Kuzey Amerika tekelleri lehine düzenlenmişti. Bundan sonra, emperyalistler, sömürgelerdeki imparatorluklarını güçlendirmeye, başka emperyalist ülkelerden eski ve yeni rakiplerin etki alanlarına girmesini engelleyecek duvarlar örmeye kendilerini adadılar. Sonuçta korkunç derecede çarpık bir ekonomi ortaya çıktı. Öylesine ki, kapitalist düzenlerin ekonomi uzmanları bize karşı duydukları acımayı ayıp kaçmayacak biçimde dile getirebilmek için yeni bir sözlük icadettiler. Sersefil ettikleri, zulmettikleri, kara cahilliğe mahkum ettikleri yerli halka “küçük yerliler”, aşağılanmanın, horlanmanın acısını çeken zenci ya da melezlere “renkli insanlar” adını taktılar. Bu terimleri birey olarak da, sınıf olarak da, daha iyi bir gelecek için, daha iyi ekonomik koşullar için mücadelede emekçi kitleleri bölmek için araç olarak kullanır, bize, Latin-Amerika halklarına “azgelişmiş” derler.

Azgelişmişlik nedir?
Koca kafalı, şişkin göğüslü bir cüce azgelişmiş sayılabilir. Çünkü, zayıf bacakları, kısa kolları vücut yapısının geri kalanına uygun değildir. Bu canlı, gelişimini bozan, onu ucubeye döndüren bir biçim bozukluğunun kurbanıdır. Bizler, kibarca “azgelişmiş” adı verilen ülkeler, ya sömürgeyiz ya yarı-sömürgeyiz yahut da bağımlıyız. Emperyalistlerin karmaşık ekonomilerinin tamamlayıcısı olsun diye sanayi ya da tarımımızı anormal biçimde geliştiren emperyalist politika ülkelerimizdeki ekonomiyi bozmuştur. Azgelişme ya da bozuk gelişme hammaddelerde tehlikeli bir uzmanlaşmaya götürür, bu ise açlık korkusunun halkların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanması demektir. Bizler, “azgelişmişler” aynı zamanda tek tip tarım maddesi üreten ülkeleriz. Güvenilmez satışı, koşullar koyan ve dayatan tek bir pazara bağlı, tek bir ürün. İşte, emperyalistlerin ekonomik egemenliğinin “böl ve yönet” diyen eski ve her zaman geçerli Roma atasözüne bağlı sihirli formülü.
Latifundiya sistemi, emperyalizmle ilişkileri içinde, sonuç olarak işsizliği ve düşük ücretleri getiren sözümona “azgelişmişliği” tam anlamıyla biçimlendirir. Düşük ücret ve işsizlik olayı düzenin çelişkileri keskinleştiği ölçüde, daha düşük ücretler ve daha çok işsizlik doğuran bir kısır döngüdür; sürekli ekonomik dalgalanmaların elinde oyuncak olan bu sistem Rio Bravo’dan Güney Kutbuna kadar tüm Latin-Amerika halklarının uğursuz ortak paydasıdır. Büyük harflerle yazdığımız, toplumsal olaylarla ilgilenen herkesin araştırmalarına temel oluşturması gereken bu ortak payda İNSANLARIN AÇLIĞI; son haddine kadar ezilmekten, zulüm görmekten, sömürülmekten bıkkınlık; her insanın vücudundan en büyük kâr çekilip çıkarılsın, sonra da sermayeyi ellerinde bulunduranlar tarafından saçılıp savrulsun diye, işsizler ordusunu kalabalıklaştırmak tehlikesi karşısında, her gün iş gücünü yok pahasına satmaktan bezginliktir.
Latin-Amerika’da temel ve kaçınılmaz ortak paydaların var olduğunu gördük, birbirine bağlı olan, birbirini güçlendiren bu kötü etkenlerin hiçbirinin dışında kaldığımızı söyleyemeyiz. Bu etkenlerin tümünün sonucuysa hepsinden daha korkunç ve daha uzun süreli olan açlıktır. Büyük toprak sahipliği sistemi, ilkel sömürü biçiminde olsun, kapitalist tekel biçiminde olsun, yeni koşullara uyar ve emperyalizmle bağdaşır. Yabancı sermayenin bu tür sömürüsü kibarca “azgelişmişlik” denilen sömürgeci tipte bir ekonomi yaratır; sonuç, düşük ücretler, geri bıraktırılmışlık, işsizlik ve açlıktır.
Tüm bunlar Küba’da da vardı. Burada da açlık vardı, işsizlik oranı öteki Latin-Amerika ülkelerindekinden daha yüksekti, emperyalizm başka birçok ülkedekinden daha yırtıcıydı. Latifundiya sistemi, diğer kardeş cumhuriyetlerdeki kadar güçlüydü.
Her ülkede kendisine eşlik eden kukla hükümetleriyle, kuklayı ve insanın insanı sömürmesine dayalı tüm toplumsal sistemi savunmaya hazır kiralık asker ordularıyla birlikte bu emperyalizm zebellasından kurtulmak için ne yaptık? Sevgili Latin-Amerika’mızı kemiren hastalığa çare olarak, deneysel tıp çalışmalarımız sonucunda elde ettiğimiz bir buluş olarak insanlığın hizmetine sunduğumuz bazı formülleri uyguladık. Deneysel tıptaki bu buluşumuz, derhal bilimsel bir gerçek olarak kabul edildi.
Mücadeleyi yaratan nesnel koşullar, halkın açlığı, bu açlığın yarattığı tepki, tepkiyi arttıran terör önlemleri ve baskının doğurduğu kin dalgasıydı. Latin-Amerika’da öznel koşullar yoktu; bunlardan en önemlisi emperyalist güçlere ve onların içteki bağlaşıklarına karşı şiddet yoluyla mücadelenin zafere götüreceği bilinciydi. Bu koşullar, değişim gereksinimini daha açık biçimde gözler önüne serdi, hükümet ordusunun halk güçleri tarafından tamamıyla yokedilmesini (tüm gerçek devrimlerin zorunlu koşulu) sağladı.
Bu koşulların silahlı mücadeleyle yerine getirileceğini belirttikten sonra, mücadele sahnesinin kırsal bölgeler olması gerektiğini, köylülüğün uğruna savaştığı büyük hedeflere erişmeye çalışan (ilk hedef toprağın eşit dağıtımıdır) köylü ordusuyla kırlardan yola çıkıp kentleri ele geçireceğimizi yeniden açıklamalıyız.
Büyük liderleri bizi yöneten toplumsal yasaları keşfeden işçi sınıfının ideolojik gücüne dayanan Latin-Amerika köylülüğü Küba’da olduğu gibi, geleceğin büyük kurtuluş ordusunu yaratacaktır. Kırsal bölgelerde oluşturulan ordu, iktidarı almak için gerekli öznel koşullar olgunlaştığında, işçi sınıfıyla birleşip ideolojik zenginliğini arttırarak kentleri dıştan fethedecektir. Baskı güçlerinin ordusu başlangıçta ve büyük nihai savaşlarda çatışmalar ve beklenmedik saldırılarla bozguna uğratılacaktır. Köylülüğün yarattığı ordu yeterince büyüdüğünde gerilla biçimini terkedecek, büyük bir halk kurtuluş ordusuna dönüşecektir. Devrimci gücün gelişme aşaması, daha önce de söylediğimiz gibi, eski ordunun yokolma dönemi olacaktır.
Küba’da varolan tüm bu koşullar öteki Latin-Amerika ülkelerinde yoksul sınıfların iktidarı alma mücadelesinde de mevcut olsaydı ne olurdu? Kırsal bölgelerde yaratılan silahlı gücümüz kentleri dıştan kuşatarak ele geçirdi, işçi kitlesiyle birleşip, işçi sınıfıyla kurduğu bağlantı sayesinde politik bilincini geliştirdi, demiştik. Diğer Latin-Amerika ülkelerinde de bu mümkün olur muydu? Daha mı kolay, yoksa daha mı zor olurdu? Bizim görüşümüze göre, Latin-Amerika’da yeni devrimci mücadeleleri zorlaştırabilecek etkenleri ele alalım. Tüm ülkeler için genel güçlükler ve gelişme dereceleri ya da ulusal özellikleri farklı ülkelerin karşılaşacağı özel güçlükler sözkonusudur. Yazımıza başlarken, o dönemde Küba devrimi karşısında şaşkınlığa düşen emperyalizmin tutumundan bir yere kadar, yine şaşıran, hatta emperyalistler yüzünden uğradığı zararlardan dolayı isyancılara sempatiyle bakan (bu durum öteki Latin-Amerika ülkeleri için de aynıdır) ulusal burjuvazinin tavrından sözetmiştik.
Küba yine kuma bir çizgi çekmiş, Pizarro’nun açmazı yine karşımıza çıkmıştı: çizginin bir yanında halkı sevenler, diğer yanında nefret edenler yer alıyordu. Aralarındaki çizgi, her seferinde biraz daha netlikle, iki büyük toplumsal gücü birbirinden ayırıyordu. Küba devrimi süreci ilerlediği ölçüde bir taraftan burjuvazi, öte taraftan işçi sınıfı giderek daha net biçimde kendi konumunu savunuyordu.
Ama emperyalizm de Küba’dan dersini almıştır, öteki yirmi Latin-Amerika Cumhuriyeti için, Amerika Kıtasında hâlâ var olan diğer sömürgeler için artık şaşkına dönmeyecektir. Mezar sessizliğini, zoraki kurulan Romalı barışını bozmaya kalkışacak olanı, güçlü istila ordusuna karşı geniş çaplı halk savaşları bekliyor. Bu önemli, çünkü iki yıllık sürekli savaş, endişe, belirsizlik pahasına ulaşılan Küba’nın kurtuluşu zor olduysa, Latin-Amerika’nın başka yerlerindeki halkları bekleyen savaşlar çok daha zor olacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri yıkılmaya yüz tuttuğunu gördüğü kukla hükümetlere silah teslimini hızlandırır, baskı ve ölüm araçları ve bu işlerle görevli askeri birlikler gönderilmesini, müdahaleyi, hatta istilayı yasal bakımdan kolaylaştıracak bağımlılık antlaşmaları imzalatır. Baskı ordularının, erleri durmadan eğitip halka karşı eylemlere önayak olacak araçlar haline getirdiğini söylemeye bile gerek yoktur.
Ya burjuvazi? Bu soru sorulmalıdır, çünkü pekçok Latin-Amerika ülkesinde gelişmek için çırpınan ulusal burjuvaziyle, eşitsizlik koşulları altında sürdürdüğü bir rekabet içinde ulusal sanayiyi boğacak biçimde pazarları daraltan emperyalizm arasında nesnel çelişkiler vardır. Bunun yanı sıra, değerler ve zenginlikler uğruna, daha başka mücadele biçimleri de görülür. Bu çelişkilere karşın, ulusal burjuvazi, genellikle, emperyalizme karşı azimle savaşma yeteneğine sahip değildir. Ulusallığı ayakları altında çiğneyen, yurtseverlik duygularına hakaret eden, ekonomiyi sömürgeleştiren emperyalizmin zorbaca egemenliği ve baskısı altında acı çekmekten korktuklarından çok daha fazla halkın devrim yapmasından korkarlar. Büyük burjuvazi devrime açıkça karşı çıkar, halka karşı savaşmak için, devrimin yolunu kesmek için emperyalizmle ve büyük toprak sahipleriyle hiç duraksamaksızın ittifak kurar.
Latin-Amerika’da yeni halk devrimlerine doğrudan doğruya karşı çıkan bağlaşık büyük güçler, ayaklanabilecek tüm halkları yoketmek üzere kuklalarına silah ve askeri birliklerle destek olurken hiçbir hareketten kaçınmayacak kadar umutsuz ve isterik bir emperyalizm, en vahşice baskı yöntemlerini uygulamaktan çekinmeyen yırtıcı bir latifundismo, ne yoldan olursa olsun, halk devrimini önlemeye hazır bir büyük burjuvazidir.
Bu saydığımız güçlükler, Küba Devrimi gerçekleştirilip güçleneli beri, Latin-Amerika’da oluşan yeni koşullar altında, bu tip bir mücadelenin alışılagelmiş zorluklarına eklenmelidir.
Daha özel türden, başka sorunlar da vardır. Kentsel yoğunlaşmanın fazla görüldüğü, hafif ve orta sanayisi daha iyi gelişmiş, yine de tam anlamıyla sanayileşmenin sözkonusu olmadığı ülkelerde gerilla grupları oluşturmak güçtür. Kentlerin ideolojik etkisi, barışçı yollardan örgütlenmiş kitle mücadelesi umutları yaratarak gerilla savaşını frenler. Koşulların halk için pek ağır olmadığı, az çok “normal” dönemlerde, bir çeşit “kurumculuk” eğilimi ortaya çıkar.
Parlamento temsilcileri arasında devrimcilerin sayıca artmasının niteliksel değişimler getirebileceği umutları artar. Bizim kanımızca, hiçbir Latin-Amerika ülkesi için böyle bir olasılık sözkonusu değildir.
Temel değişmenin seçim süreciyle başlama olanağını dışlamadan, tüm Latin-Amerika ülkelerinde bu olasılığın henüz pek uzak olduğunu belirtmeliyiz. Devrimciler, tüm kurtuluş mücadelesinde ortaya çıkabilecek taktik değişimleri önceden göremezler. Bir devrimcinin gerçek yeteneği durum değiştikçe, yeni durumlara uygun devrimci taktikleri bulmada gösterdiği başarıyla ölçülür. Devrimci bir programın, belirli bir seçim sürecinden kazanabileceklerini küçümsemek affedilmez bir yanlıştır. Ama yalnızca seçimi düşünmek, iktidara geçmek için tüm diğer mücadele biçimlerini, bu arada devrimci programı uygulamanın ve geliştirmenin vazgeçilmez aracı olan silahlı mücadeleyi de gözardı etmek yine affedilmez bir hatadır.
Bize seçim süreci aracılığıyla iktidara geçmekten sözeldiğinde, hep aynı soruyu sorarız: Halktan çok sayıda oy alıp iktidarı ele geçiren bir halk hareketi, programını oluşturan büyük toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmeye karar verdiğinde, ülkedeki gerici sınıflarla çatışma içine düşmez mi? Ordu, daima bu gerici sınıfların elinde bir araç değil midir? Bu böyle olduğuna göre, ordunun kendi sınıfının yanında yeralacağını, yeni hükümete karşı savaşa gireceğini düşünmek mantıklı olmaz mı? Az ya da çok kanlı bir darbeyle yeni hükümet devrilecek, eski oyun sonsuza dek tekrarlanmak üzere yeniden başlayacaktır. Baskı güçlerinin ordusu, yeni hükümeti savunan bir silahlı halk hareketi tarafından yenilgiye uğratılabilir. Bize olanaksız görünen, silahlı kuvvetlerin köklü toplumsal reformları kabul etmesi, toplum tabakası olarak yokedilmeye sessizce razı olmasıdır.
Savaşın gidişinde, asker tabakasının yardımına güveniliyorsa, iki sorun incelenmelidir: Önce, ordu gerçekten halk güçleriyle birleşiyor ve özerk karar alma yetkisi taşıyan bir örgütlü çekirdek olduğu varsayılıyorsa; bu durumda, askeri tabaka yapısının belki de dokunulmamış olarak bırakmak üzere, ordunun bir kısmının diğer kısma “darbe yapması” sözkonusudur. İkinci durumda, ordunun halk güçleriyle kendiliğinden ve hızla birleşmesi, bizim kanımızca, ordunun güçlü ve kararlı bir düşman tarafından yenilmesi ve bozguna uğratılmasıyla mümkün olur, yani bu hal, ancak yeni kurulan iktidar için felaket anlamına gelen koşullarda gerçekleşir. Ordu yenildiğinde, morali çöktüğünde bu olay görülebilir, fakat daha önce bir savaş geçirmesi zorunludur, böyle bir savaşın sonunun da ne olacağını kendi kendimize sormalıyız. Sorunun cevabı bizi şu sonuca götürür: Kırsal bölgelerde, elverişli arazide, kentlerdeki çarpışmaların desteğinde daima işçi kitlelerinin olanaklar elverdiğince geniş ölçüde harekete katılması sağlanmalı ve işçi sınıfının ideolojisi rehber alınmalıdır.
Latin-Amerika’da devrimci hareketlerin karşılaşabileceği güçlüklerden yeterince sözettik. Şimdi, Fidel Castro’nun Sierra Maestra’da savaşı başlattığı andaki gibi başlangıç için elverişli koşulların var olup olmadığı sorulmalıdır. Burada, isyan merkezlerinin ortaya çıkmasını kolaylaştıracak genel koşulların varolduğunu, bazı ülkelerde daha da elverişli özel koşullar bulunduğunu düşünüyoruz. Küba Devrimi’nde çok önemli sonuçlar veren iki öznel etken üzerinde ısrarla duracağız: Birincisi, kırlardan başlayan bir hareketin köylü kitleleri kendine çekerek zayıflıktan güçlülüğe doğru ilerleme olanağı bulması, cephe savaşında orduyu bozguna uğratması, kentleri ele geçirmesi ve ikincisi, savaşırken iktidara geçmek için gerekli öznel koşulları yaratmasıdır.
Asıl “ayrıksılık yanlıları” Küba devriminin dünyada eşi benzeri bir daha görülmeyecek, tek olay olduğunu öne süren tuhaf kişilerdir. Bundan daha yanlış birşey olamaz. Latin-Amerika’da halk kitlelerini eski sömürge dünyasının yapısını tamamıyla yıkan köylü ordusunun yürüttüğü bir gerilla savaşıyla zafere ulaşacağı açık biçimde görünmektedir.
Önemi ülkeden ülkeye değişen, daha az genel bazı etkenleri de sıralayabiliriz. Bunlardan biri, köylülüğün sömürülmesidir. Bu olguya, Küba’da, diğer birçok Latin-Amerika ülkesindekinden daha az rastlanıyordu. Savaşımızın isyan döneminde, kırsal bölgelerde işçi sınıfının oluşmasından sözedenler, iktidarın alınmasından ve tarım reformundan sonra kooperatiflerin kurulması sürecini hızlandırmada bu proleterleşmenin katkısı ne olursa olsun, direniş ordusunun merkezi, kanı-canı olan köylünün bugün sahip olduğu toprak parçasından gururlanarak Sierra Maestra’ya döndüğünü, son derece bireyci olduğunu hatırlamalılar. Latin-Amerika’da da yerel özellikler vardır, elbette. Arjantinli köylünün davranışları, Perulu köylününkine, Bolivyalınınki de Ekvatorlununkine benzemez. Ama toprak özlemi hepsinde aynıdır, Latin-Amerika’ya kendine özgü rengini veren onlardır. Başka ülkelerde yaşayan köylüler, Küba’dakilerden daha çok sömürüldüğünden ayaklanmaları olasılığı büyüktür.
Belirtmemiz gereken bir gerçek daha var. Batista’nın ordusu tüm eksiklerine, yanlışlarına karşın örgütlü bir orduydu. En basit erden generaline varıncaya kadar herkes halkı ezmenin uzmanıydı. Hepsi para karşılığı savaşan profesyonel askerlerdi. Bu durum baskı gücüne belirli bir düzen kazandırıyordu. Latin-Amerika’da ordular, genellikle, profesyonel subaylardan ve düzenli aralıklarla askere çağrılan acemi erlerden oluşur. Her yıl, askere çağrılan gençler, hergün akrabalarının acılarından şikayet ettiklerini duydukları, yoksulluğu, toplumsal adaletsizliği kendi gözleriyle görüp tanıdıkları evlerinden ayrılırlar. Eğer bir gün, doğru olduğuna bütün yürekleriyle inandıkları bir doktrinin savunucularıyla savaşmaya gönderilirlerse, vurucu güçlerinin azalacağı kesindir.
Halk savaşının haklılığı ve nedenleri yeni askere alınan gençlere özel bir propaganda yöntemiyle gösterilirse olumlu sonuçlar alınacaktır.
Devrimci olayların bu yüzeysel incelenişinden sonra, Küba devriminin kendisine özelliklerini kazandıran ayrıksı etkenler ve tüm Latin-Amerika halkları için böyle bir devrimin içsel zorunluluğunu çok iyi ortaya koyan ortak etkenler içerdiğini söyleyebiliriz. Yeni devrimlerin hareket noktasında kolaylık sağlayacak yeni koşulların oluştuğunu görüyoruz: Kitlelerin kendi kaderlerini belirleme bilinci yükseliyor, kaderlerini belirlemelerinin zorunlu ve mümkün olduğuna inançları artıyor. Aynı zamanda, kitlelerin sonuca varmaları, iktidarı almaları da kolaylaşıyor; ulusal burjuvaziler emperyalizme öylesine sıkı sıkıya bağlanmışlardır ki, halk güçleriyle doğrudan doğruya savaşmak zorunda kalacaklardır.
Latin-Amerika’yı zor günler bekliyor. Düşmanın en zayıf yerine, en güçlü darbeleri indirmek, hep indirmek gerekli. Sürüne sürüne geriye çekilmemeli, sert adımlarla ilerlemeli, her saldırıya, halk kitlelerinin daha güçlü bir baskısıyla karşılık verilmelidir, zafere götüren yol budur.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19