1955’te, Fidel ve yoldaşları Meksika’da devrimci
general Alberto Bayo’nun kapısını çalıp ondan
“bir gerilla grubunu eğitmesini” istediklerinde,
herhalde böylece gerçekleştirecekleri Küba Devrimi’nin
2005 yılında ne kadar büyük bir önem ifade edeceğini
tahmin edememişlerdir. Ama bu küçük adadaki büyük
devrim, henüz 2000’lere de gelmeden, daha gerçekleştirilmesinden
birkaç yıl sonra bile hem Latin Amerika, hem de
dünya sosyalist hareketi için muazzam bir önem
ifade eder hale geldi. Aradan geçen 50 yıla yakın
süre içersinde dünyanın her köşesinde binlerce
devrimci bu devrimi ve onun önderleri olan Che
ve Fidel’i ilham kaynağı olarak gördüler.
Yalnızca bu kadar değil, belki biraz geç de olsa
bu çizginin sosyalizmin kuruluşu, kitlelerin devrimci
yönetime katılması gibi konularda da dönemin hakim
anlayışlarından daha sağlıklı bir mantığı içerdiği
fark edildi. En önemlisi de devrimin sonraki süreçlerde
de devrimci-enternasyonalist ruhtan uzaklaşmaması
ve hatta Kongo ve Bolivya gibi somut örneklerde
bu tutumu pratiğe dönüştürmesiydi. Dönemin uluslararası
revizyonist önderlikleri “devrim ihraç edilmez”
gibi masum bir cümlenin arkasına sığınarak pasifizmi
örgütlerken Küba devrimcilerinin gösterdiği bu
yüksek dayanışma örnekleri, bugünün tartışmalarına
dahi ışık tutmaktadır.
1959 yılında insanlığa bir yeni yıl armağanı olarak
doğan Küba Devrimi, bugün hâlâ ayakta. Derslerle
dolu bu devrimci deneyimi anlamak hâlâ çok önemli.
Bu amaçla devrimin yıldönümünde Che’nin Küba deneyimini
çözümleyen bir yazısını yayınlamayı uygun buluyoruz.
O’nun anısı önünde saygıyla eğilerek...
“İşçi sınıfı yaratıcı sınıftır. İşçi sınıfı bir
ülkede maddi refahın gerektirdiği herşeyi üretir,
iktidar işçi sınıfının elinde olmadığı sürece,
işçi sınıfı, iktidarın sömürücü toprak sahiplerinin,
haksız kazanç sağlayanların, tekellerin, yerli
ve yabancı çıkar gruplarının elinde kalmasına
izin verdikçe, silahlar işçi sınıfının değil de,
çıkar gruplarına hizmet edenlerin elinde oldukça,
bu çıkar gruplarının ziyafet sofralarından dökülmesine
gözyumduğu kırıntılar ne denli çok olursa olsun,
işçi sınıfı yoksul bir hayat sürmeye zorlanacaktır.”
Fidel Castro
Latin-Amerika’da, bugüne dek, devrimci savaşımız
kadar olağanüstü özellikler taşıyan, böylesine
derin köklere sahip olan ve kıtadaki ilerici hareketlerin
geleceği için böylesine önemli sonuçlar veren
bir başka olay görülmemiştir. Bazıları, devrimimizi
Latin-Amerika tarihinin bir numaralı olayı olduğu;
önem derecesi bakımından Rusya Devrimi, Hitler
ordularına karşı kazanılan zafer ve bunun Doğu
Avrupa’da getirdiği toplumsal sonuçlar ve Çin
Devrimi’nin zaferinden hemen sonra geldiğini kabul
ederler.
Biçim ve görünüm açısından son derece çeşitlilik
gösteren hareket -başka türlü olamazdı- daha sonra,
sömürgeciliğe karşı mücadeleler ve sosyalizme
geçişle özellik kazanan yüzyılımızın tüm büyük
tarihi olaylarının genel çizgilerini izledi.
Buna karşılık, bazı gruplar, iyi niyetle olsun,
politik çıkar sağlamak amacıyla olsun, Küba Devrimi’nde,
onu benzerlerinden ayıran, tek örnek haline getiren
birtakım nedenler ve özellikler bulmaya çalıştılar.
Bu neden ve özelliklerin genel toplumsal ve tarihi
içeriğinin önemini öylesine abarttılar ki, bunları
belirleyici etken olarak görmeye başladılar. Birçok
kişi, Latin-Amerika’daki diğer ilerici partilerin
çizgisiyle kıyaslandığında, Küba Devriminin ayırıcı
özellikler taşıdığını, sonuçta Küba Devriminin
biçiminin ve izlediği yolun tek olduğunu, başka
Latin-Amerika ülkelerinde tarihi evrimin farklı
olacağını öne sürer.
Kendine özgü etkenlerin Küba Devrimine belirleyici
özellikler kazandırdığını kabul ediyoruz. Tüm
devrimlerin özel etkenlere bağlı olduğu açıkça
ortaya konmuş bir gerçektir, fakat devrimlerin
hiçbir toplumun çiğneyemeyeceği bazı yasalara
uyduğu da daha az doğru değildir. Öyleyse, Küba
devriminin sözümona “farklılığını” oluşturan etkenleri
inceleyelim.
En başta gelen ve belki de en önemli etken, büyüklüğü
son yıllarda tarihi boyutlara ulaşan Fidel Castro
Ruz adlı doğa gücüdür. Gelecek, Başbakanımızın
erdemlerinin kesin değerlendirmesini yapacaktır,
fakat onun çağdaşları olan bizler için, Fidel,
Latin-Amerika tarihinin en büyük kişiliklerinin
safındadır. Fidel Castro’yu çevreleyen olağanüstü
koşullar nelerdi? Hayatında ve karakterinde onu
yoldaşlarının ve ardısıra gelenlerin çok üstüne
yücelten birçok etken vardı. Fidel’in kişiliği
öylesine olağanüstüdür ki, hangi harekete katılsa
kesinlikle lideri olurdu. Öğrenciliğinden başlayarak
ülkemizin yöneticisi ve ezilen Latin-Amerika halklarının
sözcüsü haline gelene kadar, tüm devrimcilik hayatı
boyunca hep bu yüksek kişisel özellikleri taşıdı.
Bugün bulunduğu onur ve kişisel özveri doruğuna
hakederek ulaştı. Bilgiyi ve deneyimi hemen özümlemek,
belirli bir durumu, en küçük bir ayrıntıyı bile
gözden kaçırmadan tümüyle anlamak, geleceğe sınırsız
güven beslemek, gelecek konusunda yoldaşlarından
daha uzak ve daha keskin bir görüşe sahip olmak
gibi başka özellikleri de vardır. Büyük liderlik
yeteneğine, cüret, kuvvet ve cesaret de eklenir.
İnsanları birbirine bağlama, birleştirme, zayıflatıcı
bölünmeleri önleme gücüyle, şef olarak kitle eylemini
yönetmedeki ustalığıyla, halka karşı sevgisiyle,
geleceğe inancıyla, halkın iradesine kulak vermek
için duyduğu olağanüstü istekle, Fidel Castro
hiç yoktan varedilen bugünkü Küba Devriminin hayranlık
verici aygıtının kuruluşuna Küba’da herkesten
çok emek verdi.
Yine de, Küba’daki politik ve toplumsal koşulların,
öteki Latin-Amerika ülkelerindekinden tümüyle
farklı olduğunu, devrimin bu farklar nedeniyle
gerçekleştiğini kimse ileri süremez. Ne de, bu
farklara karşın Fidel’in devrim yapmayı başardığı
söylenebilir. Fidel büyük ve yetenekli bir liderdi,
Küba Devrimini yönetti, halkı devrim yoluna doğru
büyük sıçrayışa hazırlayan derin siyasi akımları
doğru yorumlayarak, doğru zamanı ve doğru hareket
biçimini seçti. Yalnızca Küba’ya özgü olmayan
bazı koşullardan diğer halkların yararlanması
zordu; çünkü birçok ilerici grubun tersine, emperyalizm
yaptığı yanlışlardan ders alır.
Ayrı tutabileceğimiz tek koşul, Kuzey Amerika
emperyalizminin yolunu şaşırması ve Küba Devrimi’nin
hedeflerinin gerçekte çok uzaktaki menzillerini
ölçmekte yanılmasıydı. Bu durum, sözümona Kuzey
Amerikan “dördüncü kuvvetinin” içine düştüğü çelişkileri
az da olsa açıklayabilir. Bu gibi hallerde hep
görüldüğü gibi tekeller önce, Batista’nın yerine
selefinin geçtiğini düşündüler. Çünkü, halkın
diktatöre karşı olduğunu, devrimci düşünceli bir
önder aradığını biliyorlardı. İşe yaramaz diktatörü
görevinden alıp, sırasında emperyalizmin çıkarlarına
pekala hizmet edebilecek yeni “gençleri” onun
yerine geçirmekten daha akıllıca çözüm var mıydı?
Emperyalizm kıtasal iskambil destesi içinden hep
bu kartı oynadı durdu bir süre, sonra da acınacak
biçimde kaybetti oyunu. Devrimden önce onları
endişelendiriyorduk, ama bizden korkmuyorlardı.
Gazeteci kılığına bürünmüş ABD hükümeti memurları,
birçok kez dağlardaki devrimin derinliğini hesaplamak
amacıyla sokulmaya çalıştı ama, yakın gelecekteki
tehlikenin belirtilerini saptamayı başaramadılar.
Emperyalizm harekete geçmeye hazır duruma geldiğinde,
Havana sokaklarında muzaffer yürüyen deneyimsiz
gençlerin, politik görevleri konusunda çok açık
bir görüşe ve hayatlarını bu göreve atama yenilmez
iradesine sahibolduklarını anladığında artık çok
geçti. 1959 Ocağında, Karayiblerin ilk toplumsal
devrimi ve tüm Latin-Amerika devrimlerinin en
köklüsü işte böyle doğdu.
Burjuvazinin ya da en azından burjuvazinin büyük
bir kısmının zorbalığa karşı devrimci savaşın
tarafını tutması ve Batista’nın yerine devrimi
denetim altına alabilecek adamların geçirilmesini
amaçlayan, pazarlık yoluyla varılabilecek çözümler
aramaya yönelik hareketlere kalkışması gibi olaylarda
bir fevkaladelik bulunduğunu sanmıyoruz.
Devrimci savaşın içinde gerçekleştiği koşullar
ve zorbalığa karşı çıkan siyasi güçlerin karmaşıklığı
hesaba katılırsa, büyük toprak sahiplerinden bazılarının
isyancı güçler karşısında tarafsız tavır almalarında
ya da en azından seçimlerini savaşa katılmama
yönünde yapmalarında şaşılacak birşey yoktur.
Emperyalizm ve zulüm yönetiminin varını yoğunu
elinden alıp batağa sürüklediği ulusal burjuvazinin,
dağlardaki gençlerin emperyalizmin hizmetkarı
kiralık orduyu cezalandırmasına sıcak bakmasında
da anlaşılmayacak birşey yoktur. Devrimci olmayan
bu güç, gerçekte Devrimin iktidara gelmesinde
yardımcı olmuştur.
İncelememizi biraz daha ileriye vardırırsak, yukarıda
saydıklarımıza yeni bir farklılık etkeni ekleyebiliriz.
Bu ayrıcı etken, Küba topraklarının büyük bir
kısmında, büyük sermayenin Küba’daki etkinliği
sonucu kurulan geniş çaplı, yarı-makineleşmiş
kapitalist tarım sisteminin köylülüğü örgütlendirip
bilinçlendirerek proleterleştirmesiydi.
Bunu da kabul edebiliriz. Ama, gerçeği ortaya
koymak amacıyla, Granma çıkarmasından sonra düşman
güçlerce dağıtılan gerilla kolundan sağ kalanların
oluşturduğu Direniş Ordusu’nun işgal ettiği ilk
topraklarda yaşayan köylü nüfusun, Küba’nın yoğun
ve yarı-makineleşmiş tarım yapılan bölgelerindeki
köylülükten çok farklı toplumsal ve kültürel kökenlere
sahib olduğunu önemle belirtmeliyiz. Aslında,
devrimin ilk merkezi olan Sierra Maestra, o sıralarda
Latifundiya sahiplerine karşı çarpışan köylülere
sığınak olmuştu. Devletin ya da açgözlü toprak
sahiplerinin elinden koparabilecekleri bir karış
toprağı işlemek, üç-beş kuruş kazanmak için gelmişlerdi.
Büyük latifundiya sahiplerinin emrindeki askerlerin
bitmek tükenmek bilmez isteklerine karşı durmaksızın
mücadele etmek zorundaydılar, ufukları küçük bir
toprak parçasının tapusunu elde etmekten öteye
varmıyordu. Bizim ilk köylü gerilla ordumuza katılan
askerler, toprak sevgisi ve toprak özlemini en
çarpıcı biçimde gösteren, “küçük-burjuva” denilen
kafa yapısıyla aşılanmış kişilerdi. Köylü savaşır,
çünkü kendisi için, çocukları için toprak ister,
toprağı işlemek, yarar sağlamak, emeğiyle zenginleşmek
ister.
Köylü “küçük-burjuva” eğilimine karşın, latifundiya
sahipliği sistemini yıkmadan toprak elde etme
arzusuna kavuşamayacağını çok çabuk öğrenir. Köylüye
toprak vermenin tek yolu olan Tarım Reformu, doğrudan
doğruya emperyalistlerin, büyük toprak sahiplerinin,
şeker ve hayvancılıktan servet yapmış kodamanların
çıkarlarıyla çarpışır. Burjuvazi çıkarlarını savunmak
için savaşmaktan korkar. Proletaryanın böyle bir
korkusu yoktur. Bu anlamda, devrimin yürüyüşü
işçilerle köylüleri birleştirir. İşçiler, büyük
toprak sahiplerine karşı ileri sürülen talepleri
destekler. Toprak alan yoksul köylüyse, devrimci
iktidarı büyük bir bağlılıkla savunur, emperyalist
ve karşı-devrimci düşmanlarından korur.
Başka ayırıcı etken de yoktur, sanırız. Olanları
da yeterince geniş biçimde açıkladık. Şimdi, zaten
Latin-Amerika’daki tüm toplumsal olayların sürekli
temellerini, çağdaş toplumların bağrında gelişen
ve Küba’daki gibi bir devrim boyutuna ulaşabilecek
değişimlere yolaçan çelişkileri inceleyelim.
Herşeyden önce, kronolojik sıralamaya göre, şu
an için pek önemli olmasa bile, büyük toprak mülkiyeti
sistemi gelir. Son yüzyılda sömürgeciliğe karşı
verilen kurtuluş savaşlarından sonraki dönemde
yönetici sınıfların ekonomik gücünün temeli toprak
mülkiyetiydi. Tüm dünyada benzerleri görülen bu
toprak sahipleri sınıfı, genellikle, dünyada olup
biten toplumsal olayların gerisinde kalmıştır.
Bu latifundiya sahipleri sınıfı içinde en uyanık
ya da en açık görüşlü olanlar tehlikeyi sezer
ve sermaye yatırımlarının biçimini değiştirmeye
başlar, hatta tarım üretimini makineleştirir,
servetlerinden bir kısmını sanayiye aktarır, kendilerini
tekellerin ticari temsilcileri haline getirirler.
İlk kurtuluş savaşları, latifundiyaları yıkmamış,
onların ekonominin temeli oluşu gerçeğini değiştirmemişti.
Böylelikle, köylülüğü toprak kölesi yapma ilkesini
savunan gerici unsur dokunulmamış olarak kaldı.
Bu olaya istisnasız tüm Latin-Amerika’da rastlanır.
Bu sayede, İspanya krallarının geniş toprak parçalarını
conquistador’ların (fatihlerin) en soylularına
dağıttığı, Küba’da olduğu gibi, “yerlilere,” göçmenlere
ve melezlere yalnızca realango’ları, yani krallığa
ait, paylaşılmamış, üç dairesel toprak alanının
ortasında kalan küçücük tarlaları verdiği zamanlardan
beri tüm haksızlıklar hasıraltı ediliyordu. Çoğu
ülkede, yalnız yaşayamayacağını anlayan toprak
sahibi, Latin-Amerika halklarının kuşkusuz en
güçlü ve en zalim sömürücüleri olan tekellerle
ittifak yapıyordu. Kuzey Amerika sermayesi gelip
bakir toprakları sömürmeye, “kârlı” ülkelerden
kazanç sağlamaya başladı.
Latin-Amerika, emperyalist konsorsiyumların savaş
alanıydı. Costa Rica ile Nikaragua arasındaki
savaş; Panama’nın Kolombiya’dan ayrılması; Peru
ile çatışmasında Ekvator’a karşı yapılan rezilce
hareketler; Paraguay’la Bolivya arasındaki çarpışmalar,
dünyadaki büyük tekelci güçler arasında sürüp
giden devler savaşının kapışmalarından başka birşey
değildir. Bu savaş, İkinci Dünya Savaşından sonra,
tamamiyle Kuzey Amerika tekelleri lehine düzenlenmişti.
Bundan sonra, emperyalistler, sömürgelerdeki imparatorluklarını
güçlendirmeye, başka emperyalist ülkelerden eski
ve yeni rakiplerin etki alanlarına girmesini engelleyecek
duvarlar örmeye kendilerini adadılar. Sonuçta
korkunç derecede çarpık bir ekonomi ortaya çıktı.
Öylesine ki, kapitalist düzenlerin ekonomi uzmanları
bize karşı duydukları acımayı ayıp kaçmayacak
biçimde dile getirebilmek için yeni bir sözlük
icadettiler. Sersefil ettikleri, zulmettikleri,
kara cahilliğe mahkum ettikleri yerli halka “küçük
yerliler”, aşağılanmanın, horlanmanın acısını
çeken zenci ya da melezlere “renkli insanlar”
adını taktılar. Bu terimleri birey olarak da,
sınıf olarak da, daha iyi bir gelecek için, daha
iyi ekonomik koşullar için mücadelede emekçi kitleleri
bölmek için araç olarak kullanır, bize, Latin-Amerika
halklarına “azgelişmiş” derler.
Azgelişmişlik nedir?
Koca kafalı, şişkin göğüslü bir cüce azgelişmiş
sayılabilir. Çünkü, zayıf bacakları, kısa kolları
vücut yapısının geri kalanına uygun değildir.
Bu canlı, gelişimini bozan, onu ucubeye döndüren
bir biçim bozukluğunun kurbanıdır. Bizler, kibarca
“azgelişmiş” adı verilen ülkeler, ya sömürgeyiz
ya yarı-sömürgeyiz yahut da bağımlıyız. Emperyalistlerin
karmaşık ekonomilerinin tamamlayıcısı olsun diye
sanayi ya da tarımımızı anormal biçimde geliştiren
emperyalist politika ülkelerimizdeki ekonomiyi
bozmuştur. Azgelişme ya da bozuk gelişme hammaddelerde
tehlikeli bir uzmanlaşmaya götürür, bu ise açlık
korkusunun halkların tepesinde Demokles’in kılıcı
gibi sallanması demektir. Bizler, “azgelişmişler”
aynı zamanda tek tip tarım maddesi üreten ülkeleriz.
Güvenilmez satışı, koşullar koyan ve dayatan tek
bir pazara bağlı, tek bir ürün. İşte, emperyalistlerin
ekonomik egemenliğinin “böl ve yönet” diyen eski
ve her zaman geçerli Roma atasözüne bağlı sihirli
formülü.
Latifundiya sistemi, emperyalizmle ilişkileri
içinde, sonuç olarak işsizliği ve düşük ücretleri
getiren sözümona “azgelişmişliği” tam anlamıyla
biçimlendirir. Düşük ücret ve işsizlik olayı düzenin
çelişkileri keskinleştiği ölçüde, daha düşük ücretler
ve daha çok işsizlik doğuran bir kısır döngüdür;
sürekli ekonomik dalgalanmaların elinde oyuncak
olan bu sistem Rio Bravo’dan Güney Kutbuna kadar
tüm Latin-Amerika halklarının uğursuz ortak paydasıdır.
Büyük harflerle yazdığımız, toplumsal olaylarla
ilgilenen herkesin araştırmalarına temel oluşturması
gereken bu ortak payda İNSANLARIN AÇLIĞI; son
haddine kadar ezilmekten, zulüm görmekten, sömürülmekten
bıkkınlık; her insanın vücudundan en büyük kâr
çekilip çıkarılsın, sonra da sermayeyi ellerinde
bulunduranlar tarafından saçılıp savrulsun diye,
işsizler ordusunu kalabalıklaştırmak tehlikesi
karşısında, her gün iş gücünü yok pahasına satmaktan
bezginliktir.
Latin-Amerika’da temel ve kaçınılmaz ortak paydaların
var olduğunu gördük, birbirine bağlı olan, birbirini
güçlendiren bu kötü etkenlerin hiçbirinin dışında
kaldığımızı söyleyemeyiz. Bu etkenlerin tümünün
sonucuysa hepsinden daha korkunç ve daha uzun
süreli olan açlıktır. Büyük toprak sahipliği sistemi,
ilkel sömürü biçiminde olsun, kapitalist tekel
biçiminde olsun, yeni koşullara uyar ve emperyalizmle
bağdaşır. Yabancı sermayenin bu tür sömürüsü kibarca
“azgelişmişlik” denilen sömürgeci tipte bir ekonomi
yaratır; sonuç, düşük ücretler, geri bıraktırılmışlık,
işsizlik ve açlıktır.
Tüm bunlar Küba’da da vardı. Burada da açlık vardı,
işsizlik oranı öteki Latin-Amerika ülkelerindekinden
daha yüksekti, emperyalizm başka birçok ülkedekinden
daha yırtıcıydı. Latifundiya sistemi, diğer kardeş
cumhuriyetlerdeki kadar güçlüydü.
Her ülkede kendisine eşlik eden kukla hükümetleriyle,
kuklayı ve insanın insanı sömürmesine dayalı tüm
toplumsal sistemi savunmaya hazır kiralık asker
ordularıyla birlikte bu emperyalizm zebellasından
kurtulmak için ne yaptık? Sevgili Latin-Amerika’mızı
kemiren hastalığa çare olarak, deneysel tıp çalışmalarımız
sonucunda elde ettiğimiz bir buluş olarak insanlığın
hizmetine sunduğumuz bazı formülleri uyguladık.
Deneysel tıptaki bu buluşumuz, derhal bilimsel
bir gerçek olarak kabul edildi.
Mücadeleyi yaratan nesnel koşullar, halkın açlığı,
bu açlığın yarattığı tepki, tepkiyi arttıran terör
önlemleri ve baskının doğurduğu kin dalgasıydı.
Latin-Amerika’da öznel koşullar yoktu; bunlardan
en önemlisi emperyalist güçlere ve onların içteki
bağlaşıklarına karşı şiddet yoluyla mücadelenin
zafere götüreceği bilinciydi. Bu koşullar, değişim
gereksinimini daha açık biçimde gözler önüne serdi,
hükümet ordusunun halk güçleri tarafından tamamıyla
yokedilmesini (tüm gerçek devrimlerin zorunlu
koşulu) sağladı.
Bu koşulların silahlı mücadeleyle yerine getirileceğini
belirttikten sonra, mücadele sahnesinin kırsal
bölgeler olması gerektiğini, köylülüğün uğruna
savaştığı büyük hedeflere erişmeye çalışan (ilk
hedef toprağın eşit dağıtımıdır) köylü ordusuyla
kırlardan yola çıkıp kentleri ele geçireceğimizi
yeniden açıklamalıyız.
Büyük liderleri bizi yöneten toplumsal yasaları
keşfeden işçi sınıfının ideolojik gücüne dayanan
Latin-Amerika köylülüğü Küba’da olduğu gibi, geleceğin
büyük kurtuluş ordusunu yaratacaktır. Kırsal bölgelerde
oluşturulan ordu, iktidarı almak için gerekli
öznel koşullar olgunlaştığında, işçi sınıfıyla
birleşip ideolojik zenginliğini arttırarak kentleri
dıştan fethedecektir. Baskı güçlerinin ordusu
başlangıçta ve büyük nihai savaşlarda çatışmalar
ve beklenmedik saldırılarla bozguna uğratılacaktır.
Köylülüğün yarattığı ordu yeterince büyüdüğünde
gerilla biçimini terkedecek, büyük bir halk kurtuluş
ordusuna dönüşecektir. Devrimci gücün gelişme
aşaması, daha önce de söylediğimiz gibi, eski
ordunun yokolma dönemi olacaktır.
Küba’da varolan tüm bu koşullar öteki Latin-Amerika
ülkelerinde yoksul sınıfların iktidarı alma mücadelesinde
de mevcut olsaydı ne olurdu? Kırsal bölgelerde
yaratılan silahlı gücümüz kentleri dıştan kuşatarak
ele geçirdi, işçi kitlesiyle birleşip, işçi sınıfıyla
kurduğu bağlantı sayesinde politik bilincini geliştirdi,
demiştik. Diğer Latin-Amerika ülkelerinde de bu
mümkün olur muydu? Daha mı kolay, yoksa daha mı
zor olurdu? Bizim görüşümüze göre, Latin-Amerika’da
yeni devrimci mücadeleleri zorlaştırabilecek etkenleri
ele alalım. Tüm ülkeler için genel güçlükler ve
gelişme dereceleri ya da ulusal özellikleri farklı
ülkelerin karşılaşacağı özel güçlükler sözkonusudur.
Yazımıza başlarken, o dönemde Küba devrimi karşısında
şaşkınlığa düşen emperyalizmin tutumundan bir
yere kadar, yine şaşıran, hatta emperyalistler
yüzünden uğradığı zararlardan dolayı isyancılara
sempatiyle bakan (bu durum öteki Latin-Amerika
ülkeleri için de aynıdır) ulusal burjuvazinin
tavrından sözetmiştik.
Küba yine kuma bir çizgi çekmiş, Pizarro’nun açmazı
yine karşımıza çıkmıştı: çizginin bir yanında
halkı sevenler, diğer yanında nefret edenler yer
alıyordu. Aralarındaki çizgi, her seferinde biraz
daha netlikle, iki büyük toplumsal gücü birbirinden
ayırıyordu. Küba devrimi süreci ilerlediği ölçüde
bir taraftan burjuvazi, öte taraftan işçi sınıfı
giderek daha net biçimde kendi konumunu savunuyordu.
Ama emperyalizm de Küba’dan dersini almıştır,
öteki yirmi Latin-Amerika Cumhuriyeti için, Amerika
Kıtasında hâlâ var olan diğer sömürgeler için
artık şaşkına dönmeyecektir. Mezar sessizliğini,
zoraki kurulan Romalı barışını bozmaya kalkışacak
olanı, güçlü istila ordusuna karşı geniş çaplı
halk savaşları bekliyor. Bu önemli, çünkü iki
yıllık sürekli savaş, endişe, belirsizlik pahasına
ulaşılan Küba’nın kurtuluşu zor olduysa, Latin-Amerika’nın
başka yerlerindeki halkları bekleyen savaşlar
çok daha zor olacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri yıkılmaya yüz tuttuğunu
gördüğü kukla hükümetlere silah teslimini hızlandırır,
baskı ve ölüm araçları ve bu işlerle görevli askeri
birlikler gönderilmesini, müdahaleyi, hatta istilayı
yasal bakımdan kolaylaştıracak bağımlılık antlaşmaları
imzalatır. Baskı ordularının, erleri durmadan
eğitip halka karşı eylemlere önayak olacak araçlar
haline getirdiğini söylemeye bile gerek yoktur.
Ya burjuvazi? Bu soru sorulmalıdır, çünkü pekçok
Latin-Amerika ülkesinde gelişmek için çırpınan
ulusal burjuvaziyle, eşitsizlik koşulları altında
sürdürdüğü bir rekabet içinde ulusal sanayiyi
boğacak biçimde pazarları daraltan emperyalizm
arasında nesnel çelişkiler vardır. Bunun yanı
sıra, değerler ve zenginlikler uğruna, daha başka
mücadele biçimleri de görülür. Bu çelişkilere
karşın, ulusal burjuvazi, genellikle, emperyalizme
karşı azimle savaşma yeteneğine sahip değildir.
Ulusallığı ayakları altında çiğneyen, yurtseverlik
duygularına hakaret eden, ekonomiyi sömürgeleştiren
emperyalizmin zorbaca egemenliği ve baskısı altında
acı çekmekten korktuklarından çok daha fazla halkın
devrim yapmasından korkarlar. Büyük burjuvazi
devrime açıkça karşı çıkar, halka karşı savaşmak
için, devrimin yolunu kesmek için emperyalizmle
ve büyük toprak sahipleriyle hiç duraksamaksızın
ittifak kurar.
Latin-Amerika’da yeni halk devrimlerine doğrudan
doğruya karşı çıkan bağlaşık büyük güçler, ayaklanabilecek
tüm halkları yoketmek üzere kuklalarına silah
ve askeri birliklerle destek olurken hiçbir hareketten
kaçınmayacak kadar umutsuz ve isterik bir emperyalizm,
en vahşice baskı yöntemlerini uygulamaktan çekinmeyen
yırtıcı bir latifundismo, ne yoldan olursa olsun,
halk devrimini önlemeye hazır bir büyük burjuvazidir.
Bu saydığımız güçlükler, Küba Devrimi gerçekleştirilip
güçleneli beri, Latin-Amerika’da oluşan yeni koşullar
altında, bu tip bir mücadelenin alışılagelmiş
zorluklarına eklenmelidir.
Daha özel türden, başka sorunlar da vardır. Kentsel
yoğunlaşmanın fazla görüldüğü, hafif ve orta sanayisi
daha iyi gelişmiş, yine de tam anlamıyla sanayileşmenin
sözkonusu olmadığı ülkelerde gerilla grupları
oluşturmak güçtür. Kentlerin ideolojik etkisi,
barışçı yollardan örgütlenmiş kitle mücadelesi
umutları yaratarak gerilla savaşını frenler. Koşulların
halk için pek ağır olmadığı, az çok “normal” dönemlerde,
bir çeşit “kurumculuk” eğilimi ortaya çıkar.
Parlamento temsilcileri arasında devrimcilerin
sayıca artmasının niteliksel değişimler getirebileceği
umutları artar. Bizim kanımızca, hiçbir Latin-Amerika
ülkesi için böyle bir olasılık sözkonusu değildir.
Temel değişmenin seçim süreciyle başlama olanağını
dışlamadan, tüm Latin-Amerika ülkelerinde bu olasılığın
henüz pek uzak olduğunu belirtmeliyiz. Devrimciler,
tüm kurtuluş mücadelesinde ortaya çıkabilecek
taktik değişimleri önceden göremezler. Bir devrimcinin
gerçek yeteneği durum değiştikçe, yeni durumlara
uygun devrimci taktikleri bulmada gösterdiği başarıyla
ölçülür. Devrimci bir programın, belirli bir seçim
sürecinden kazanabileceklerini küçümsemek affedilmez
bir yanlıştır. Ama yalnızca seçimi düşünmek, iktidara
geçmek için tüm diğer mücadele biçimlerini, bu
arada devrimci programı uygulamanın ve geliştirmenin
vazgeçilmez aracı olan silahlı mücadeleyi de gözardı
etmek yine affedilmez bir hatadır.
Bize seçim süreci aracılığıyla iktidara geçmekten
sözeldiğinde, hep aynı soruyu sorarız: Halktan
çok sayıda oy alıp iktidarı ele geçiren bir halk
hareketi, programını oluşturan büyük toplumsal
dönüşümleri gerçekleştirmeye karar verdiğinde,
ülkedeki gerici sınıflarla çatışma içine düşmez
mi? Ordu, daima bu gerici sınıfların elinde bir
araç değil midir? Bu böyle olduğuna göre, ordunun
kendi sınıfının yanında yeralacağını, yeni hükümete
karşı savaşa gireceğini düşünmek mantıklı olmaz
mı? Az ya da çok kanlı bir darbeyle yeni hükümet
devrilecek, eski oyun sonsuza dek tekrarlanmak
üzere yeniden başlayacaktır. Baskı güçlerinin
ordusu, yeni hükümeti savunan bir silahlı halk
hareketi tarafından yenilgiye uğratılabilir. Bize
olanaksız görünen, silahlı kuvvetlerin köklü toplumsal
reformları kabul etmesi, toplum tabakası olarak
yokedilmeye sessizce razı olmasıdır.
Savaşın gidişinde, asker tabakasının yardımına
güveniliyorsa, iki sorun incelenmelidir: Önce,
ordu gerçekten halk güçleriyle birleşiyor ve özerk
karar alma yetkisi taşıyan bir örgütlü çekirdek
olduğu varsayılıyorsa; bu durumda, askeri tabaka
yapısının belki de dokunulmamış olarak bırakmak
üzere, ordunun bir kısmının diğer kısma “darbe
yapması” sözkonusudur. İkinci durumda, ordunun
halk güçleriyle kendiliğinden ve hızla birleşmesi,
bizim kanımızca, ordunun güçlü ve kararlı bir
düşman tarafından yenilmesi ve bozguna uğratılmasıyla
mümkün olur, yani bu hal, ancak yeni kurulan iktidar
için felaket anlamına gelen koşullarda gerçekleşir.
Ordu yenildiğinde, morali çöktüğünde bu olay görülebilir,
fakat daha önce bir savaş geçirmesi zorunludur,
böyle bir savaşın sonunun da ne olacağını kendi
kendimize sormalıyız. Sorunun cevabı bizi şu sonuca
götürür: Kırsal bölgelerde, elverişli arazide,
kentlerdeki çarpışmaların desteğinde daima işçi
kitlelerinin olanaklar elverdiğince geniş ölçüde
harekete katılması sağlanmalı ve işçi sınıfının
ideolojisi rehber alınmalıdır.
Latin-Amerika’da devrimci hareketlerin karşılaşabileceği
güçlüklerden yeterince sözettik. Şimdi, Fidel
Castro’nun Sierra Maestra’da savaşı başlattığı
andaki gibi başlangıç için elverişli koşulların
var olup olmadığı sorulmalıdır. Burada, isyan
merkezlerinin ortaya çıkmasını kolaylaştıracak
genel koşulların varolduğunu, bazı ülkelerde daha
da elverişli özel koşullar bulunduğunu düşünüyoruz.
Küba Devrimi’nde çok önemli sonuçlar veren iki
öznel etken üzerinde ısrarla duracağız: Birincisi,
kırlardan başlayan bir hareketin köylü kitleleri
kendine çekerek zayıflıktan güçlülüğe doğru ilerleme
olanağı bulması, cephe savaşında orduyu bozguna
uğratması, kentleri ele geçirmesi ve ikincisi,
savaşırken iktidara geçmek için gerekli öznel
koşulları yaratmasıdır.
Asıl “ayrıksılık yanlıları” Küba devriminin dünyada
eşi benzeri bir daha görülmeyecek, tek olay olduğunu
öne süren tuhaf kişilerdir. Bundan daha yanlış
birşey olamaz. Latin-Amerika’da halk kitlelerini
eski sömürge dünyasının yapısını tamamıyla yıkan
köylü ordusunun yürüttüğü bir gerilla savaşıyla
zafere ulaşacağı açık biçimde görünmektedir.
Önemi ülkeden ülkeye değişen, daha az genel bazı
etkenleri de sıralayabiliriz. Bunlardan biri,
köylülüğün sömürülmesidir. Bu olguya, Küba’da,
diğer birçok Latin-Amerika ülkesindekinden daha
az rastlanıyordu. Savaşımızın isyan döneminde,
kırsal bölgelerde işçi sınıfının oluşmasından
sözedenler, iktidarın alınmasından ve tarım reformundan
sonra kooperatiflerin kurulması sürecini hızlandırmada
bu proleterleşmenin katkısı ne olursa olsun, direniş
ordusunun merkezi, kanı-canı olan köylünün bugün
sahip olduğu toprak parçasından gururlanarak Sierra
Maestra’ya döndüğünü, son derece bireyci olduğunu
hatırlamalılar. Latin-Amerika’da da yerel özellikler
vardır, elbette. Arjantinli köylünün davranışları,
Perulu köylününkine, Bolivyalınınki de Ekvatorlununkine
benzemez. Ama toprak özlemi hepsinde aynıdır,
Latin-Amerika’ya kendine özgü rengini veren onlardır.
Başka ülkelerde yaşayan köylüler, Küba’dakilerden
daha çok sömürüldüğünden ayaklanmaları olasılığı
büyüktür.
Belirtmemiz gereken bir gerçek daha var. Batista’nın
ordusu tüm eksiklerine, yanlışlarına karşın örgütlü
bir orduydu. En basit erden generaline varıncaya
kadar herkes halkı ezmenin uzmanıydı. Hepsi para
karşılığı savaşan profesyonel askerlerdi. Bu durum
baskı gücüne belirli bir düzen kazandırıyordu.
Latin-Amerika’da ordular, genellikle, profesyonel
subaylardan ve düzenli aralıklarla askere çağrılan
acemi erlerden oluşur. Her yıl, askere çağrılan
gençler, hergün akrabalarının acılarından şikayet
ettiklerini duydukları, yoksulluğu, toplumsal
adaletsizliği kendi gözleriyle görüp tanıdıkları
evlerinden ayrılırlar. Eğer bir gün, doğru olduğuna
bütün yürekleriyle inandıkları bir doktrinin savunucularıyla
savaşmaya gönderilirlerse, vurucu güçlerinin azalacağı
kesindir.
Halk savaşının haklılığı ve nedenleri yeni askere
alınan gençlere özel bir propaganda yöntemiyle
gösterilirse olumlu sonuçlar alınacaktır.
Devrimci olayların bu yüzeysel incelenişinden
sonra, Küba devriminin kendisine özelliklerini
kazandıran ayrıksı etkenler ve tüm Latin-Amerika
halkları için böyle bir devrimin içsel zorunluluğunu
çok iyi ortaya koyan ortak etkenler içerdiğini
söyleyebiliriz. Yeni devrimlerin hareket noktasında
kolaylık sağlayacak yeni koşulların oluştuğunu
görüyoruz: Kitlelerin kendi kaderlerini belirleme
bilinci yükseliyor, kaderlerini belirlemelerinin
zorunlu ve mümkün olduğuna inançları artıyor.
Aynı zamanda, kitlelerin sonuca varmaları, iktidarı
almaları da kolaylaşıyor; ulusal burjuvaziler
emperyalizme öylesine sıkı sıkıya bağlanmışlardır
ki, halk güçleriyle doğrudan doğruya savaşmak
zorunda kalacaklardır.
Latin-Amerika’yı zor günler bekliyor. Düşmanın
en zayıf yerine, en güçlü darbeleri indirmek,
hep indirmek gerekli. Sürüne sürüne geriye çekilmemeli,
sert adımlarla ilerlemeli, her saldırıya, halk
kitlelerinin daha güçlü bir baskısıyla karşılık
verilmelidir, zafere götüren yol budur.
|