2006’dayız artık… 2000’lerin ilk on yılını yarıladık
geçtik bile. Yeni binyılın “ebedi gerçekleri”
çatırdıyor dünyanın her yanında. Homurtular ve
inlemeler uğultulara, uğultular da çığlıklara
dönüşüyor giderek; fısıltılar ve yakınma sözcükleri
isyan haykırışlarına doğru evriliyor. Epeydir
zafer kutlamaları yapmadık evet, epeydir kuşatılmış
kentlere çiçek yağmurları altında girmedik ve
sistemin soytarıları bize hep bu durumun kalıcı
olduğunu söylediler.
Gerçekten de yirminci yüzyıl, hani şu büyük kaynaşmaların,
muazzam devrimlerin yüzyılı, şimdilerde tarih
öncesi bir şeymiş gibi gösteriliyor bize. Sanki
aradan epi topu 5 yıl değil de, binlerce yıl geçmiş
gibi… Zihinsel bir temizlik! Berlin’e hiç girilmemiş
sanki; sanki kuyruklarını kıstırıp Vietnam’dan
defolup gidenler onlar değilmiş ve Dolmabahçe
rıhtımından canlarını zor bela kurtarmamışlar!
Sanki biz hep “acıların çocuğu” olmuşuz da onlar
hep bugünkü gibi canları istediğinde birilerinin
ensesine vurup lokmasını almışlar!
Biz çağımızın gericiliği diye tanımladığımız postmodernizmin
en az uçak gemileri kadar tehlikeli olduğunu söylerken
işte bunu kast ediyorduk: Tarih kayıtlarını silmek…
Bize bunu yapmak istediler son yirmi yılda.
Ama şimdi işler değişiyor. Okurlarımız hatırlayacaktır;
Ocak 2004’te yayınlanan 18. sayımızda uluslararası
durum ve devrimci dinamikler üzerine bir değerlendirme
yaparken “Dünyanın Yeniden Biçimlendirilmesi ve
Sistem Karşıtı Güçler ile Devrimci Hareketler”
diye bir başlık attıktan sonra şöyle demiştik:
“1990’ların başında böyle bir başlığın altını
doldurabilmek herhalde oldukça zahmetli bir iş
olurdu.” Ve sonra yazımıza şöyle devam etmiştik:
“2000’lerin dünyası ise önemli ölçüde farklılaşmış
bir tablo sunmaktadır.”
Şimdi, 2006’ya girerken dünyaya yeniden baktığımızda,
bunun boş bir iyimserlik olmadığını görüyoruz.
Belki hâlâ şöyle ağız tadıyla zafer kutlamaları
yapabilecek durumda değiliz; ama tablo gerçekten
de istikrarlı bir biçimde değişiyor. 2005’in son
birkaç ayında bile Arjantin’den Fransa’ya ve Şemdinli’ye
dek ciddi işaretler birbiri ardına geldi, gündemimize
yerleşti. Bir ekolojik felaketin adı olan “Küresel
Isınma” kavramı, politik bir mecaz olarak da kullanılabilir
aslında ve gerçekten de ısınmakta olan bir dünyanın
üzerinde yaşıyoruz artık.
Dünyada Durum: Direniş Havzaları Belirginleşiyor
Tarih, olayların basitçe uç uca eklenmesi değildir;
o, bir birikimler ve sıçramalar diyalektiği içinde
anlaşılabilir. Ve tarihe böyle baktığımızda, ne
Paris’teki alevli geceler yalnızca göçmenlerin
öfkesiyle sınırlıdır, ne de Arjantin’deki Bush
karşıtı gösteriler her zamanki protestoların basit
bir tekrarıdır. Yoksa her büyük kentte öfkeli
birkaç yüz insan vardır ve bunların sokaklara
çıkması zor değildir. Ama özellikle Arjantin,
ancak Latin Amerika’nın bütününe bakıldığında
önemi anlaşılacak bir şeydir. Politik yönelimleri,
ideolojik zeminleri ve mücadele yöntemleri bakımından
çok karmaşık bir tabloya sahip olsa da Latin Amerika
halklarının direnişi bugün çok güçlü bir anti-emperyalist
dalga olarak gündemdedir. Her zaman vurguladığımız
gibi, bu yeni dalga, bizim ideolojik belirlemelerimizin
ve politik önderliklere bakışımızın da ötesinde,
halkların dövüşme iradesi olarak anlamlıdır. Devlet
ve İhtilal’de temel taşları konulan ve Allende’nin
trajik sonunda -ters yönden- yeterince yeniden
kanıtlanmış olan Marksist-Leninist devrim teorisi,
bugün düne göre bin kat daha fazla geçerlidir.
Ama öte yandan, politik bir gerileme döneminin
ardından en azından kendisini emperyalizmin vahşetinden
korumaya çalışan halkların şu ya da bu yoldan
ortaya koydukları performans da, geleceğe taşınacak
bir devrimci potansiyel olarak önemlidir. Bu noktadan
bakıldığında Arjantin gösterileri, derinlikli
bir arka planın yansımasıdır. Aynı arka plan,
solun ardı ardına yaşadığı seçim başarılarının
da gerçek nedenidir. Brezilya, Arjantin, Uruguay,
Venezuela ve son olarak Bolivya örnekleri, birbirinin
aynı değildir; hatta özellikle Venezuela bu toplamdan
daha ayrı bir yerde durmaktadır ama bütün bu gelişmelerin
toplamının ardında Latin Amerika emekçi halklarının
neoliberal politikalar bağlamında kapitalizme
duydukları derin öfke vardır. Bu derin öfke, herhangi
bir “solcu” seçim politikacısının basitçe kitleleri
kandırmasına belki bir süre izin vermekte ama
sonra mutlaka sokak yeniden kaynamaya başlamaktadır.
Anahtar sözcük de budur zaten: Sokak! Pek yakında
seçim kazanabilecek olan Ortega (Nikaragua) ve
Bachelet (Şili) örneklerinde yaşanacak olan da
budur. Latin Amerika sokakları artık basit kandırmacalara
izin vermemektedir. Brezilya’da Lula iktidarına
karşı gelişmekte olan muhalefet de, sol gösterip
sonra IMF politikalarına teslim olan politikacıların
sıkıştığı dar alanın bir göstergesidir. Öyle ki,
Lula, Topraksız Köylüler Hareketi’yle şimdiden
karşı karşıya gelmiştir bile.
Venezuela’nın diğer örmeklerden nispeten farklı
oluşunun nedeni de yine “sokak” faktörüdür. Chavez’in
tutarlılığı-tutarsızlığı bir yana Venezuela’da
asıl olan, emekçi mahallelerinde oluşan taban
örgütlülükleri ve kitlelerin kendini koruma kararlılıklarıdır.
Bolivya’da Morales’in başarısını ya da sonunu
belirleyecek olan da yine aynı işçiler, mahalleler
ve emekçi kitleleri olacaktır.
Ve nihayet Kolombiya gerillası, bütün olumsuz
koşullara karşın ilerleyişini sürdürüyor; dünyanın
balkonunda iktidara ilerleyen Maoist Nepal gerillaları
ile birlikte dünya halklarına iyi bir örnek teşkil
ediyor.
Bütün bu gelişmelerin odağında ise kuşkusuz bir
lokomotif olarak Küba ve Fidel duruyor. Yeni bin
yılın bu ilk alacakaranlık zamanlarında hiçbir
ülke ve hiçbir politik önder bu kadar saygıyı
hak etmemiştir. On yıl sonra, yirmi yıl sonra
ne olacağı üzerine spekülatif gevezelikler yapmanın
hiç gereği yok; bugün, şu anda bu kahraman ülke
hepimize gurur veriyor. Ve Fidel, emperyalizm
karşısında bir adım geri basmayan ama öte yandan
bütün kıtadaki ilerici güçleri birbirine yapıştıran
tutumuyla tarihsel bir görevi yerine getiriyor.
Onun 2005’in son günlerinde yine “zalim Küba diktatörünün
yıkılması” için çağrı yapan ABD Dışişleri Bakanı
Condolezza Rice’a verdiği yanıt yılın en çok akıllarda
kalacak sözlerinden olacaktır: “Bunlar budalalar
çetesidir, saygıyı hak etmeyen bok yiyicileridir.”
Ve ekliyor Fidel: “Küba’da bir geçiş yaşıyoruz
evet, ama sosyalizme, komünizme!”
Washington’dan Paris’e… Küstahlık Yerini Endişeye
Bırakıyor
Elbette genel olarak “Batı” diye tarif edilen
dünyadaki 2005 yılının gelişmeleri yalnızca bunlarla
sınırlı değildir. Bu kez Kuzey Amerika ve Avrupa
kıtasında da “normal” sınırları zorlayan şeylere
tanık olduk. New York’taki son ulaşım işçileri
grevi belki çok abartılması gerekmeyen bir şeydir
ama ondan da önemlisi, dünyanın her köşesine zulüm
ve dehşet götüren yeni-sağcı çetenin artık kendi
anavatanında da sıkıntıya girmesiydi. ABD halkının
kendi hükümetlerinin jandarmalık politikalarını
desteklediği yolundaki genel kabul, 2005 yılında
ardı arkası kesilmeyen protesto gösterileriyle
belli bir kırılmaya uğradı. Irak’tan gelmeye devam
eden asker cenazeleri ve birbiri ardına patlayarak
Bush ekibinin inandırıcılığını zayıflatan skandallar,
Catrina Tayfunu felaketindeki ırkçı rezaletle
de birleşerek sonunda bu ekibi kendi partisi içinde
bile tartışılır hale getiren bir tablo yarattı.
Newsweek Dergisi’nin Bush’u “Yılın Yalancısı”
ilan etmesi, bunun bir göstergesiydi. Irak’taki
işkencelerden gizli telefon dinlemelere ve gezici
CIA hapishanelerine kadar her konuda tam bir yüzsüzlük
örneği gösteren ABD yönetimi, en son “Yurtseverlik
Yasası” örneğinde olduğu gibi kısmi yenilgilere
de uğramaya başladı. Sonuçta, bir dönem “terör
paranoyası” ile her türden baskı yasalarına ikna
edilen ABD toplumu, daha fazla soru sormaya başlamıştır.
Aynı kirli savaş, İspanya’da da Bush dalkavuklarının
başını yerken, Almanya’da solun kısmi de olsa
silkinişi daha çok neoliberalizmin yarattığı toplumsal
felaket yüzünden gerçekleşti.
2005 sonbaharının en çarpıcı olgusu ise kuşkusuz
Paris varoşlarının ayaklanması oldu. Günlerce
süren ve on binin üzerinde arabanın ateşe verildiği
olaylar, elbette salt sınıf açısından bakıldığında
“toplum dışı güçlerin” ve “lümpen gençlerin” hareaketi
gibi algılanabilir. Oysa olaylar, öncelikle sosyal
güvenliği ortadan kaldıran ve ırkçılığı öne çıkaran
vahşi kapitalist politikaların hangi patlama dinamiklerini
biriktirdiğini görmek açısından dikkat çekiciydi.
Yoksulluk çukurunun en dibine itilen ve insan
yerine konulmayan göçmenler, Paris’in ışıltılı
dünyasına olan öfkelerini dile getirdiler. Bütün
bunlar, belki şu anda bizim toplumsal hareket
ölçütlerimize uymayabilir ama en azından metropollerdeki
ezilenlerin nasıl direniş potansiyellerine sahip
olduklarının ve bu potansiyellerin dünyadaki genel
bir devrimci yükseliş ortamında nerelere doğru
evrilebileceğinin işaretlerini vermiştir.
Bütün bu olup bitenlerin genel sonucu ise, emperyalist
cephenin aktörlerinde meydana gelen bir güven
zayıflamasıdır. Artık Bush dahil hiç kimse örneğin
Irak konusunda o eski sınırsız küstahlık diliyle
konuşmamakta ya da örneğin Avrupa başkentlerinde
“varoşlardaki patlama dinamiklerini törpüleyecek
politikalar” tartışılmaktadır. En azından, hani
şu Thatcher gibi azgın sağcıların yoksullara yönelik
olarak kullandığı “geberen gebersin” ses tonu,
giderek zayıflamakta ve o pervasız güvenin yerini
endişe almaktadır… Yani sonuç olarak, 1990’larda
sol basında sık sık kullanılan “emperyalistlerin
dünyada pervasızca at koşturması” gibi bir cümle
kalıbı, bugün artık tam olarak geçerli değildir.
Sapasağlammış gibi görünen bir duvar, yavaş yavaş
çatlamaya başlamıştır; bu, henüz çok büyük umutlar
vaat etmemektedir ama önemlidir.
Ortadoğu: Dünyanın Kaynayan Kazanı
Reuters haber ajansı’na göre, emperyalist ordular
Irak işgali boyunca şu ana kadar 2 bin 165’i Amerikalı,
geriye kalanları İngiliz ve diğer müttefik ordulardan
olmak üzere 2357 kayıp verdiler… Irak halkının
toplam kaybının ise 100 bini geçtiği geçtiğimiz
aylarda açıklanmıştı.
Filistin Ulusal Haber Merkezi’nin raporuna göre
ise İsrail ordusunun İntifada’nın başladığı 29
Eylül 2000’den bu yana katlettiği Filistinli sayısı
4032, yaraladıkları ise 44.666’dır. Bunlardan
750’si ise çocuktur. Ama hepsi bu kadar değil;
I. İntifada’dan farklı olarak II. İntifada boyunca
Siyonistler de hatırı sayılır kayıplar vermişlerdir.
Ve Kürtler… Şu malum 30 bin rakamının üzerine
ne eklendi tam bilinmiyor. Sabit bir 30 bin rakamı
var ve Orhan Pamuk vakasında da ortaya çıktığı
gibi, bunların kaçı gerilla, kaçı kurşuna dizilen
köylüler, kaçı asker, kimse bunu tartışmıyor.
Ama kesin olan şey, Güneyiyle Kuzeyiyle Kürt coğrafyasının
önderlik yapılarındaki bütün karışıklığa rağmen
büyük bir direniş potansiyeline sahip olduğudur.
Esasen bütün bu rakamlar, Ortadoğu’daki direniş
potansiyelinin üç temel ayağını, Irak, Filistin
ve Kürdistan’ı işaret etmektedir.
Esasen emperyalizm de bunun farkındadır. Irak’taki
direniş -kimler tarafından yönetiliyor olursa
olsun- ciddi bir sıkıntı kaynağıdır. İmparatorun
askerleri, duruma bir türlü hakim olamamışlar,
işgale karşı olan nefreti dizginleyememişlerdir.
Ama bunun yanında emperyalizm, orada kurmak istediği
düzen açısından da çok başarılı değildir. Güney
Kürdistan’ın durumu şimdilik bağlanmış bir sorun
gibi görünse de, Kürt halkının yüzlerce yıldan
beri kesintisiz devam eden bağımsızlık arzusu,
potansiyel bir risk olarak mevcuttur. Öte yandan
seçimler sonucunda ortaya çıkan Şii İttifakı,
zaten problemli bir başka sorun olan İran’la ilişkiler
bakımından çok da istenen bir durum değildir,
vb. vb… Aynı şey, Filistin açısından da geçerlidir.
Radikal unsurları tasfiye ederek mevcut Filistin
yönetimi ile İsrail arasında bir işbirliği sağlama
planları pek parlak sonuçlar vermemiştir. Seçimlerdeki
HAMAS faktörünün yanında son aylarda bizzat El-Fetih
kitlesinin kamu binalarını sık sık işgal ederek
ortaya koyduğu tepkiler, dikkat çekicidir.
Şu pek şişirilen CIA güdümlü “İran Muhalefeti”nin(!)
pratik hiçbir başarı sağlayamaması ve İran’da
Soros türü bir “turuncu devrim” ihtimalinin giderek
zayıflaması; öte yandan Suriye’nin de (Lübnan’daki
bütün provokasyonlara rağmen) tam olarak teslimiyet
noktasına getirilememesi, bölgedeki diğer büyük
sorunlardır. Büyük sorunlardır; çünkü bu ülkelere
yönelik bir askeri harekât planlamak Washington’dan
göründüğü kadar kolay bir iş değildir.
Yani emperyalizm, Büyük Ortadoğu Projesi gibi
kaç tane proje yaparsa yapsın, sonuçta bunların
tümünün başarısı, pratikte halkların tümüyle pasifize
edilmesine bağlıdır ve bu da Ortadoğu coğrafyasında
imkânsız bir iştir. Ankara’ya daha bir sürü CIA-FBI-NATO
yöneticisi gelip gidebilir, masa başında yüzlerce
plan yapılıp Türkiye oligarşisine de bu planlarda
görev verilebilir ama bunların gerçekleşmesi,
Ortadoğu halklarının izin verip vermemesine bağlıdır.
Türkiye: Yeniden “Gerçek Gündem” Kavramı Üzerine…
Türkiye cephesi bakımından 2005’te, yine hakim
politik güçler bir yandan kendi aralarında tepişirlerken,
diğer yandan da halk düşmanı emperyalist politikaları
hayata geçirmeye devam ettiler. Ve doğrusu, kendi
tepişmelerine kitleleri dahil ettikleri ölçüde
onların zihnini bulandırmayı ve neoliberal politikaları
hayata geçirmeyi başardılar.
Yüzde bilmem kaç “büyüme” rakamları ile resmi
olarak %10’ları aşmış olan işsizlik oranı, artan
yoksulluk ve çürüme, şatafatlı düğünlerle açlıktan
ölenlerin çarpıcı çelişkisi, zirveye çıkan suç
oranları yüzünden sokakların tamamen “güvensiz”
hale gelişi, uyuşturucu ve fuhuşun giderek daha
genç nüfus kesimlerini pençesine alması, vb. vb…
2005’in temel çizgileriydi.
Ve nihayet, yılın son günlerinde işçilerin eline
380 milyon gibi komik bir asgari ücretin sadaka
olarak tutuşturulması geldi. Geçen yıl aynı tarihlerde
IMF yöneticileri işçilere “akıllı olun bu para
size çok bile” deyip alay etmişlerdi; bu yıl çenelerini
tuttular.
Çenelerini tutan başkaları da vardı ama! Özellikle
bu olay özgülünde sendikacılar, sahte gündem maddelerinin
peşinden koşma eğiliminin en iyi örneklerinden
birini sergilediler. Bu kadar rezil bir asgari
ücret düzeyi işçi sınıfına dayatıldığında gökkubbeyi
patronların başına yıkması gereken DİSK çok meşguldü
örneğin! DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, aynı
günlerde TÜSİAD’ı desteklemek için “sokağa çıkma”
planları yapmanın peşindeydi! Van Rektörü Yücel
Aşkın’a yapılan haksızlığa karşı “isyan” eden
TÜSİAD ile hükümet çevreleri kendi aralarında
(sonradan uzlaşmak üzere) dalaşırlarken, Süleyman
Çelebi, DİSK tarihine kirli bir sayfa ekliyor
ve “TÜSİAD’ı desteklemek için sokağa bile çıkarız”
nutukları atıyordu. Üstelik aynı Çelebi -ve diğer
tüm Van sevdalıları- son mahkemede açığa çıktığı
üzere bizzat jandarma emriyle okulda-bölgede herkesin
fişlenmiş olmasına sesini bile çıkarmıyordu!
Böylece S. Çelebi, yalnızca “sahte gündem peşinde
koşma”nın bir örneğini vermekle kalmadı; aynı
zamanda o, 12 Eylül 2005 mitingi öncesinde ortaya
koyduğu şovenist tutumun ve sonradan devam eden
parti kurma çalışmalarının birbirine bağlı olduğunu
kanıtlamış oluyordu. Kürtleri sevmeyen ama TÜSİAD’ı
seven, neoliberal ve AB yanlısı bir sol parti…
Baykal beceriksizliğinden bıkmış, ÖDP’nin solup
gitmesinden üzgün olanlara yeni bir soluk!
Hemen hatırlatmak gerekiyor: Bu cahil cesaretinin
daha da artarak 1 Mayıs’a kadar uzanması ve 1
Mayıs mitingleri öncesinde de yine şovenist ve
devrimci düşmanı bir atak geliştirerek suyu bulandırmak
istemesi mümkündür ve devrimci güçler, Kürtler,
herkes bu konuda uyanık olmalıdır. 1 Mayıs, bu
topraklarda bütün devrimci güçlerin ve emekçilerin,
ezilen halkların gözbebeği gibidir; karşı cephenin
bütün uğraşılarına rağmen şu ana kadar bir tür
karnaval şaklabanlığına dönüştürülememiş, devrimci
özünü her zaman korumuştur. Bundan sonra da bu
özü korumak bütün devrimcilerin görevidir.
Elbette “sahte gündem” dediğimiz olgu yalnızca
Van Rektörü ile sınırlı değildir. 2005 boyunca,
özellikle de son aylarda başka tipik örnekler
de gördük. Birden icat edilen “içki yasağı” tartışmasından
AB görüşmelerinin şu ya da bu ayrıntısına, ulema
tartışmalarından İzmir’in “gavur” olup olmamasına
dek bir dizi saçmalık yıl boyunca ülkenin gündemine
taşındı ve bunlar da Çelebi türünden solcuları
epey meşgul etti. Son alarak da Orhan Pamuk davası
tam bir ortaoyunu olarak şöyle bir esip geçti.
Bir yanda “düşünce özgürlüğünün yılmaz savunucuları”
(Sevda Aydın’a yapılanları bir an olsun akıllarına
getirmeden) bir “demokrasi” fırtınası estirirlerken
diğer yandan ise seyyar linç grupları TC’nin kirli
işleri konusunda konuşanlara, konuşacak olanlara
gözdağı üzerine gözdağı verdiler. Bütün bunlar
olurken, bir yandan IMF’nin emriyle hazırlanan
“Kamu Reformu” tasarısının son ayrıntıları yerine
konuluyor, bir yandan da Ankara FBI-CIA başkanları
tarafından şereflendiriliyordu.
Uğur Kaymaz’ın kocaman gözlerini, Malatya’daki
çocukların korkulu bakışlarını kolayca unutanlar,
bütün dikkatlerini Şişli Adliyesi’ne toplamışlar,
Türkiye tablosunun geri kalan bölümünü yok saymışlardı.
Bütün bu güruh, ne Avrupalı parlamenterlerin dava
izlemesini “Türk milletinin iradesine müdahale”
sayanlar, ne de “demokrasi” ve “hoşgörü” şampiyonları
(ve tabii Çelebi gibi diğer aktörler de) Türkiye’deki
FBI bürolarını, bunların ne iş yaptıklarını, hangi
operasyonlara katıldıklarını, istese telefonla
da talimat verebilecek olan CIA Başkanı’nın şahsen
Ankara’ya niye geldiğini kendilerine hiç sorun
etmediler.
Oysa aynı tarihlerde Türkiye’nin gerçek gündemi,
tam da bunlardır: İşsizlik, yoksulluk, kamu alanının
yağmalanıp yok edilmesi, sağlığın-eğitimin talana
uğratılması ve emperyalist politikaların kapalı
kapılar ardında tezgâhlanıp uygulanması… Bunlar,
işgal altındaki yeni sömürge Türkiye’nin somut,
açık gerçekleridir. Bu topraklardaki her somut
devrimci girişim, tam da bu gerçeklerin üzerine
basarak yürümek zorundadır.
Karışık Bir Zihin ve Güçlü Bir Potansiyel:
Kürtler
2005 yılı Kürt coğrafyası açısından gergin ve
karmaşık bir süreç izledi. TC’nin tam bir kâbus
gibi öne sürdüğü Bağımsız Kürt Devleti elbette
oluşmadı ama şu andaki haliyle bile olsa Güney
Kürdistan, bölgedeki bütün Kürtler için belli
bir çekim merkezi olma özelliği sergiliyor. ABD
işgal kuvvetleri ile işbirliğinin ne Kürtlere
ne de bölgedeki herhangi bir halka, herhangi bir
siyasi topluluğa hayır getirmeyeceğini daha önce
yazdık. Öte yandan devrimcilerin TC’nin “Kürt
Devleti” paranoyasının bir parçası olmaması gerektiğini,
Güney’de oluşabilecek bir Kürt devletine karşı
çıkmanın doğru olmadığını da söyledik.
Güney Kürtleri, eğer ABD himayesinde bir devlet
kurmak, böyle yaşamak istiyorlarsa, bu hem boş
bir hayaldir, hem de kendileri ve bölge halkları
açısından doğru bir iş değildir. Ama bunu yapmak
istediklerinde de biz devrimci sosyalistler olarak,
TC’nin şovenist saldırganlığının önünde durmakla
mükellefiz.
Bütün bu değerlendirmeler bir yana, Güney’de şu
andaki (resmi değilse de) fiili durum, -şimdilik-
bir federatif özellik gösteriyor. Resmi durum
ne olursa olsun, kapıdan içeri “Kürdistan’a hoş
geldiniz” davetiyle giriliyor ve okullarından
yerel yönetimlerine dek ayrı bir atmosfer sergiliyor.
Bütün bunlar, Kuzey dahil olmak üzere Kürt halkını
etkiliyor, onların yüreğinde yüzyıllardır yatan
bağımsız ülke düşüne değilse de o düşün daha alt
bir versiyonuna denk düşüyor. Bu, TC oligarşisi
için de öyle bir sıkıntı oluşturmakta ki, fiilen
engelleyemedikleri bu duruma karşı bir yandan
saldırgan bir tutumu canlı tutarlarken, diğer
yandan da özel olarak MİT yetkililerini gönderip
belli bir denetim mekanizması oluşturmaya çalışıyorlar.
Diğer yandan ise Kuzey’de, İmralı’nın sistem-içi
çözüm arayan tutumu sık sık hayat tarafından zorlanıyor.
Ayrı bir ülke tezinden tümüyle vazgeçtiğini açıklayan
İmralı’ya karşın, Kürt halkı, devlet kuvvetleriyle
ne zaman sıcak bir çatışma durumu ortaya çıksa,
mutlaka bağımsız ülke talebine sarılıyor. Şemdinli’de,
Yüksekova’da, Mersin’de, vb. ne zaman halkın üzerine
ateş açılsa, gerilla sloganları ve en çok da “gerilla
vuruyor, Kürdistan’ı kuruyor” cümlesi ön palana
çıkıyor. Ve kuşkusuz böyle bir ruh hali içersinde
olan insanlar da Güney’deki gelişmeleri büyük
bir ilgiyle izliyor.
Sonuç olarak, 2006, bütün parçalardaki Kürtleri
çok kritik bir sürecin içindeyken yakalamıştır.
Muazzam bir direniş potansiyeli ile politik kafa
karışıklıkları şu anda Kürt halkının içinde bulunduğu
durumun özetidir.
Bu sıkıntılı durumu aşmak, kuşkusuz zaman alacaktır;
çünkü işin doğrusu, artık bu durumu aşmak ve Kürdün
talihini değiştirmek klasik yollardan mümkün değildir.
Ne İmralı’dan yayılan “Demokratik Cumhuriyet”
ve “Konfederasyon” düşünceleri, ne de Güney’deki
ABD icazetli ara çözümler bu talihi değiştirebilecektir;
tersine yeni yıkımlar, yeni düş kırıklıkları Kürt
halkının peşini bırakmayacaktır. Gerçek bir çözüm
ise artık devrimci sosyalist bir akımın yaratılması
yolundan geçmektedir.
Devrimci Sosyalizm:
Bir Adım Daha İleri!
Devrimci sosyalist hareket, böyle bir dünya ve
ülke tablosu içersinde 2005’ten geçip 2006’ya
geldi. Yeni deneyimler ve yeni perspektiflerle…
2005, çeşitli vesilelerle söylediğimiz gibi devrimci
sosyalist hareket açısından taşların yerine oturduğu,
toparlanmanın tamamlandığı bir yıl oldu. Bir yandan
ideolojik açılımlarını sürdürürken diğer yandan
ilişkilerini ve yapısını toparlayan, çeşitli kampanyalarla
ve Güzeltepe direnişi gibi özgün direnişlerle
deneyimler kazanan devrimci sosyalizm, artık daha
cesaretli ve kapsamlı adımlar atabilecek duruma
gelmiştir.
2006, bu bakımdan kritik bir yıldır. Devrimci
sosyalizm, hiçbir alanda geçen yılın pratiklerini
aynen tekrarlayamaz, tekrarlamayacaktır. Yayında,
politik kültürel odaklarda ve her alanda, her
geçen yıla göre daha kapsamlı adımlar atmak, mevcut
kurum ve işleyişlerimizi pekiştirir ve niteliğini
yükseltirken, yeni adımlar planlayıp başlatmak,
önümüzde somut görevler olarak durmaktadır.
Devrimci sosyalizm, bir devrim hareketidir. Durumu
idare etme, birkaç adım atıp orada durma, orta
boy bir politik örgütlenme haline gelip o kadarıyla
yetinme, bize ait tutumlar olamaz. Devrim, halkın
bayramıdır. Biz, böyle bir bayramın peşindeyiz.
Bundan daha azına ise razı değiliz. Ne yapacağımızı
biliyoruz. Nasıl yapacağımızı da biliyoruz. Bilmediğimizi
de hayattan öğreniyoruz ve öğreneceğiz. Yürüyüşümüzün
gerçek anlamı budur.
Gerçek Sloganlarla Geleceğe Doğru...
Ve son olarak dille ilgili küçük bir ayrıntı:
“Slogan” kavramı, İskoç dilinden geliyor ve “savaş
çığlığı, savaş sırasında atılan çığlık” anlamına
denk düşüyor. Ama herhalde sol cenahta devinen
herkes biraz farkındadır: Anadolu coğrafyasında,
“slogan” denilen şey, uzun süredir, bir tepki
ve zaman zaman da “yakınma-talep etme” tonuyla
atılmaktadır.
Devrimci sosyalizmin yola çıkarken yaptığı en
önemli belirlemelerinden biri, işte tam da bu
durumu köklü bir biçimde değiştirmek, devrimci
hareketi yeniden o meydan okuyucu savaş çığlığına
kavuşturmaktır. Ve bugün, yürüyüşümüzün geldiği
bu noktada, artık bu görev kendini daha fazla
dayatıyor. Devrimci sloganları, gerçek anlamına
kavuşturmak için 2006’da adımları hızlandırmak
devrimci sosyalizmin temel hedefi olacaktır. 2006’da
bu perspektifle yürünecektir.
|