Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

36. Sayı - Aralık 2005

Dünya genelinde işsizliğin giderek büyüdüğü ve bu büyümeyle eşit oranda özelleştirme furyasının yaşandığı günümüzde işsizlik Türkiye’nin ve dünyanın temel sorunlarından biri haline dönüşmüştür. Temel kaynağını burjuva egemenliğinden alan işsizlik, ülkemizde yıllardan beri emperyalizm ve işbirlikçi sermayenin çabalarıyla daha da derinleşmiştir. KİT’lerin (Kamu İktisadi Teşebüsleri) zarar ediyor mantığı adı altında özelleştirilmesi (ki bu ideolojik bir saldırının ürünüdür) giderek emperyalizme bağımlı bir ülke haline gelmemize ve bu arada işsizler ordusunun daha da büyümesine neden olmaktadır. Bilindiği gibi, devletin kamu alanındaki etkinliğinin azaltılması küreselleşmenin en büyük saldırı ayağını oluşturan özelleştirmelerle yapıldı.
Küreselleşmeyle birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın ‘Yeniden Yapılanma’ adı altında tüm ülkelerin önüne koyduğu yaptırımlarından biri özelleştirme olmuştur. Emperyalizm dayatmalarıyla ve İMF ve Dünya Bankası (DB) programları ve politikalarıyla dayatılan özelleştirmeler, işsizler ordusu her geçen gün yenisini katmaktadır. AB ilişkilerinin bu bağımlılığı ve sorunları daha fazla artıracağı ise kesindir. Aslında özelleştirmenin mantığı sadece özelleştirilen iş yerindeki işçilerin işini kaybetmesiyle sınırlı değildir. Toplumun daha geniş bir kesimini içine alan ve daha geniş bir saldırdan söz ediyoruz. Özelleştirmenin tahrip gücü o kadar geniştir ki, tarımdan ekonomiye, ekonomiden alt yapıya, alt yapıdan ülkenin coğrafi yapısına (gecekondu yıkımları da buna dâhil) kadar geniş bir alanı kapsamaktadır ve hiçbiri bir diğerinden kopuk değildir. Örneğin Sümerbank’ın özelleştirilmesi sadece Sümerbank çalışanlarını değil, aynı zamanda pamuk üreticilerini ve genel olarak Türkiye tarımını etkileyen bir durumdur. Hepsinin de amacı, kar ve sermaye birikimi düzenine taze kan sağlamak, tıkanan sisteme yeni canlı hücreler sunmaktır.
Sistem kendisini yenilerken, bunu işçi sınıfını ezerek ve sömürü oranını artırarak yapmaktadır. Ayrıca, özelleştirme, artık sığ bir “KİT kamburu”ndan kurtulmak tartışmasının öznesi de değildir. KİT’ler karda da olsa, zararda da olsa satılıyor. Kaldı ki zarar eden bir kuruluşu bütün amacı daha fazla kazanmak olan tekeller neden alsın? Sonuçta, kamu, her tür ekonomik alandan çıkartılarak küresel kapitalizmin vahşi sömürüsüne sunuluyor. Bu zaten yeni bir tartışma değil.
Bunlar, dünya kapitalizminin, küresel sermaye birikiminin master planını çizen ve uygulatan Uluslararası Para Fonu (IMF)- Dünya Bankası (DB) ikilisinin “birinci kuşak reformlar” dedikleri paketin ana önlemleriydi. Dolayısıyla meclisten geçen yasalar da bu planın bir parçasıdır. (GAATS, Yerel Yönetimler Yasası ve benzeri birçok yasa bu planın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.) Yani, Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz Türkiye’ye has ve geçici bir kriz değildir. Emperyalist sistemin krizinin devamı olarak yerele yansıyan kriz devam ediyor ve bunun daha derin izleri yaşanacaktır. Bu anlamda işsizlik daha yoğun yaşanacak, sadece işten atılanlar değil, küçük esnafın sermayesine de göz diken büyük tekeller vasıtasıyla küçük esnaf işini kaybedip işsizler ordusuna katılacaktır. Aslında bugün yaşanan gecekondu yıkımları da tekellerin bu alanlara göz dikmesiyle ilgilidir. Temel kaynağı kapitalizm-emperyalizm olan işsizliğin ortadan kaldırılması ise, ancak kapitalizmi ayakta tutan ve emperyalizm işbirlikçilerine ve bunları ayakta tutan kurum ve kuruluşlara karşı verilecek tutarlı ve kararlı bir mücadele ile ortadan kalkacaktır..

Tarihsel Süreçte Kitlelerin
Ortaya Çıkışı

Kamu iktisadi Teşebbüslerinin (KİT) ortaya çıkışını anlamak ve bunların daha sonra neden özelleştirildiğini iyi kavramak için devlet yapısını biraz irdelemek gerekiyor. Kapitalist sistemde devlet sermayenin çıkarları doğrultusunda gerektiği zaman “sosyal devlet”, “refah devleti”, “kayırıcı devlet” anlayışına bürünür. Bu yapılanmalar tamamen sermayenin kar güdüsüyle ilgilidir. Sonuçta tümü burjuva devletin büründüğü biçimlerdir. Sonuç olarak devlet egemen sınıfın bir baskı aracı olarak kalacaktır.
Buna bağlı olarak devletin ekonomik alana sürekli müdahalesi söz konusudur ya dolaylı müdahale -bu daha çok özel sektöre yöneliktir- ya da üretim araçlarına hâkim olan devlet yatırımcı ve üretici ve bu üretimi destekleyen, kredi alıp verme şeklinde gelişir. Bunlar bir bütün olarak da devletin ekonomik bir planlama yapmasını gerektirir. Devletin yatırımcı olarak üretim alanına girmesi, bu anlamda 1930’ların ortamında özel sanayiye zemin yaratmak, kalıcı hammadde ve altyapı olanakları kurmayı amaçlamıştır. Gerçekten de bu dönemde, zayıf durumdaki özel sermaye kendi başına atılım yapamamaktadır.
Bu da devleti tamamen kamu sektöründe başlayacak ekonomik alanlarda hamle yapmaya zorlamış ve KİT’ler kurulmaya başlanmıştır. Diğer yandan ulus devlet olma ve ulus devletin yapısı gereğince “ulusal” bir ekonomi yaratma kaygısı da bir başka etkendir. Yani KİT’ler, bir anlamda zorunluluktan doğmuştur. O günün nesnel koşulları içinde var olmuştur. 1929 krizi sonrasında esen rüzgarda devlet müdahalesi olmadan sistemin ayakta durmasının zor olduğu kanısına varılmıştır.
Ayrıca böylece devlet büyük miktarlarda işçi ve memur çalıştırıyor, diğer yandan da ürünlerde uyguladığı fiyat politikalarıyla kitlelerin durumunu da kısmen rahatlatıyordu. Ancak daha sonra, 80’lerden itibaren değişen emperyalist politikalar çerçevesinde ve küreselleşen sermaye ortamında KİT’ler uluslararası sermaye için ayak bağı olmuştur. Egemen sermaye, bir dönem kendisine büyük avantajlar sağlayan KİT’lerin özelleştirilmesi noktasına geldi.
Bunun en çok tekrarlanan gerekçesi ise, KİT’lerin zarar ediyor olmasıydı.

Küreselleşmenin Bir Ayağı
Olarak Özelleştirme,
İşsizlik ve Eşitsizlik

2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Batı’da “refah devleti”, yeni sömürge ülkelerde ise “kalkınmacı devlet” adı altında yürütülen politikalar, kapitalizmin “yapısal krize” girmesiyle birlikte yeniden gündeme gelmiş ve tartışma konusu olmuştur. Özellikle 1980 öncesi süreçte devlet müdahalesini gerekli gören egemen burjuvazi şimdi ise tam tersi bir politikaya ihtiyaç duymaktadır. Bugün, devletin her şeye çok müdahale ettiği ve sorunlarının kaynağının da bu olduğu tezi ortaya konulmaktadır. Buna bağlı olarak yeni bir ideolojik anlayış yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Neoliberalizm adı altında formüle edilen bu ideolojik anlayışa göre, devlet ekonomiye dolaylı biçimde karışmalı ve bunu da yalnızca finans kredi politikalarıyla yapmalıdır.
Bu anlamıyla neoliberalizm emekçilerin sömürülmesinde tekellere tam bir özgürlük vermesini ister. Neoliberalizme göre, ücretlerin yükseltilmesi kapitalist birikimi yeterince önlemekte, bu durum da ekonomik bunalımlara ve işsizliğe yol açmaktadır. Neoliberal gericilik, bu savlarla kapitalizmdeki bunalım ve işsizliğin gerçek nedenlerini gizlemeye çalışmaktadırlar. Oysa gerçeğin bunun tam tersi olduğu her geçen gün çok daha iyi anlaşılıyor. Tersine, rekabet mekanizmasıyla güçlenen şirketler kendi konumunu korumak ve pazar payını genişletmek için ‘verimliliği’ artırmaya ve maliyetleri düşürmeye çalışıyorlar ve daha çok işçiyi işten çıkararak, alım gücünü de ortadan kaldırıyorlar. 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra sermayenin en büyük krizi 1979-1982 yılları arasında yaşandı. Bu yapısal kriz henüz aşılmış değil ve tam da bu dönemde “küresel kapitalizme” geçiş hamlesi başladı. Küreselleşmeyle birlikte dev şirketlerin sayısı artarken sermayenin dolaşımı kolaylaşıyor, pazarların sınırları azalıyordu. Devlet müdahalesinin ve devletin kamu üzerindeki gücünün azaltılması da bu dönemlere denk düşüyor. Böylece emperyalizm bütün kuruluşlarını batıda ‘refah devleti’, yeni sömürge ülkelerinde ise ’kalkınmacı devlet’ anlayışını tasfiyeye yöneltti. Çünkü yeni sömürge ülkelerindeki ‘kalkınmacı devlet’ anlayışı sanayi alanında gelişirken sermayeyi de kendi sınırlarında tutuyordu ki bu da büyük sermayeyi rahatsız etmeye başlamıştı.
Öte yandan sermaye için, krizi atlatmanın yolu, her zaman olduğu gibi, reel ücretleri düşürmekten, sömürü oranını yükseltmekten geçiyordu. Ya da sosyal amaçlı harcamaları kısarak bu sorun çözülebilirdi. Bunu Batı’da başarmak zordu. Çünkü geçmişte sosyalist dalganın da etkisiyle yerleşen “sosyal devlet’” anlayışı temelinde güçlü bir konuma sahip olan işçi sınıfı örgütlerini tasfiye etmek zordu.
Bu durum egemen burjuvaziyi öncelikle bağımlı ülkelere yönelterek, çözümü buralarda aramaya itti. Bu amaçla, yeni-sömürge ülkelere, dışa dönük bir ekonomik model dayatmasında bulunuldu; böylece büyük sanayi yatırımları en aza indirilerek bütün birikimlerin hızla emilmesi amaçlanıyordu. Diğer taraftan özelleştirme de bu ülkelerde bir kaynak transferi aracı olarak görülüyordu. Böylece hem kamu işletmelerinin “daha verimli” olması sağlanacak, hem de “devletin ekonomi üzerindeki etkisi” zayıflatılacaktı.
Oysa asıl amaç, kullanılabilecek bir kaynak alanı açmak, tam anlamıyla bir yağma gerçekleştirmekti. Diğer taraftan bu, işçi örgütlerini etkisiz hale getirmenin bir aracı olarak görülüyordu. Nitekim özelleştirmeyle beraber birçok işçi işten atıldı. İşçi örgütleri tasfiye edildi. Bunu anlamak için özelleştirme sürecinde Türkiye’deki işsizlik oranlarına şöyle bir bakmak yeterlidir. 1988-2000 yılları arasında işletmelere göre işten çıkarılanların oranı: (bu oranlar son dört yılda neredeyse ikiye katlanmıştır.) Küçük işletme % 19,2 Orta işletme % 10,4 Büyük işletme % 5,6 Öte yandan küreselleşme ile birlikte sömürü oranı daha da artarak küresel boyutta yaşanan eşitsizlikler derinleşmiştir.
Reel ücretler düştü, işsizlik arttı, sendikalar güç kaybına uğradı, gelir dağılımı daha da bozuldu. Örneğin 1962-1992 arasında Amerikan işçilerinin ortalama verimliliği % 30 artmış, buna karşılık ortalama reel ücretler % 13 oranında gerilemiştir. (Richard J. Bornet, John Cavanaglı, Küresel Düşler, İmparatorluk şirketleri ve Yeni Dünya Düzeni, )

Sermayenin Küresel Saldırısı ve
Sınıf Hareketi

Bugün sermayenin merkezleri durumundaki kapitalist ülkelerdeki sınıf hareketi tekellerin ve devletin ortak saldırılarına karşı mevcut ücret ve sosyal haklarını korumaya çalışırken, yeni-sömürge ülkelerdeki işçilerin koşulları daha da zorlaşmış durumdadır. Bugün tekeller ücretlerin ve diğer maliyetlerin daha düşük olduğu yerlerde üretim yapmakta, patent haklarını korumaya aldırarak o ülkeden bu ülkeye keyiflerine göre sermaye aktarmakta büyük özgürlükler kazanmışlardır. Tekellerin bu özgürlüğü emek gücünü satarak yaşamaya çalışan işçinin yaşam koşullarının daha ağırlaşmasına ve yaşam hakkının elinden alınmasına neden olmaktadır. 1970’li yılların sonu ile başlayan dünyadaki değişim, emperyalist politikaların iki yönüdür. Neo-liberalizm ve buna bağlı olarak geliştirilen üretimde esnekleşme, diğer taraftan gelişebilecek ulusal ve toplumsal hareketleri bastırma yönünde kontr-gerilla siyasetidir.
Bu siyaset dünyanın birçok yerine taşınarak küresel bir boyut kazanmıştır. Sermaye son 25-30 yıllık süreçte küresel boyutta işçi sınıfına ve ezilen halklara yönelik büyük saldırılar başlatılmıştır. Denilebilir ki işçi sınıfı geçmişte kazandığı mevzileri birer birer kaybetmiştir. İşçi sınıfı için kaybedilen her mevzi kapitalist-emperyalist sistem için birer kazanım olmuştur. İşçi sınıfına yönelik bu saldırılar esnek üretim adı altında; özelleştirme ve taşeranlaştırmayla sınıfın örgütlenmesinin önüne engel koyarak, bir yandan sınıfı örgütsüzleştirirken, diğer taraftan özelleştirme ve esnek üretimle milyonlarca insanı işsiz bırakarak sistemin devamını sağlamak için yedek sanayi ordusu yaratmaktadır.
Sermaye tarafından her geçen gün bu yedek orduyu yeni işsizler eklenerek büyümektedir. Yedek ordu aynı zamanda sermayenin elinde sınıf hareketine karşı kullanılan bir silahtır. Sermaye tarafından yaratılan işsizler ordusu sermayeye pek çok fayda sağlamaktadır. Birincisi bu yedek ordu kapitalistlere çok yüksek sömürü oranlarıyla işçi çalıştırma olanağı sağlamaktadır. İkincisi ise sermaye böylece emeği rahat bir şekilde denetim altına almaktadır. İşçi sınıfı içinde hak arayışlarının başladığı bir dönemde çalışan işçilerin yerini alabilecek büyük bir işsizler ordusunu el altında tutmak ücretlerin yükselmesini önlemeye yardımcı olur.
Ayrıca bir durgunluk döneminde ya da sermayenin üretim tesislerini daha ucuz işgücü arayışıyla yabancı bir ülkeye kaydırması durumunda, işçilerin işlerini kolayca kaybedeceklerini bilmeleri uysal bir işgücü yaratmaya da yardımcı olmaktadır. Bu durum aynı zamanda sınıf hareketinin gelişimini engellemektedir. Finans sermayesinin daha fazla uluslararasılaşması ve sermayenin ülkeden ülkeye daha rahat dolaşmasıyla dev şirketlerin varlıkları küresel olarak yayılmıştır. Bu sayede de üretimin parçalanmasıyla birlikte merkez teşkil edecek sermaye diğer çevre ülkelerin yedek işçi ordusuna doğrudan ulaşma olanağı sağlayarak ucuz işgücü transferi sağlamıştır. Küreselleşmeyle birlikte üretim süreçleri parçalanmış ve bu parçalanma emek ordusuna yeni özellikler kazandırmıştır. Bu durumla birlikte ABD ve diğer gelişmiş merkez ülkelerde işsizlik artmaya başlamıştır. Çünkü böylece merkez teşkil eden ülkelerin diğer ülkelerde düşük maliyetli üretim tesisleri aramaları ve doğrudan bu ülkelerdeki yedek işgücünü kullanmaları sonucunda kendi ülkelerindeki üretim tesislerini kapatmaları, buradaki çalışan işçilerin işlerinden olmalarına neden olmaktadır.
Aslında bu anlamıyla “Büyük Ortadoğu Projesi” de (BOP) yeni olan bir şey değildir. Adım adım işlenerek bugüne gelinmiştir. BOP’nin bir ayağını bölgedeki zenginlikler oluştururken, diğer ayağında ise bölgede var olan ucuz iş gücü potansiyelini kullanmak yatmaktadır. Bu tür projelerle ABD, yerel egemen sınıflarla ilişkisini dünya çapında gözden geçirmekte ve olası karşı çıkışları-kopuşları en başından itibaren önlemek istemektedir. Küresel boyutta emek cephesine karşı yürütülen bu kapsamlı saldırılar temel sorunun hala emek sermaye çelişkisi olduğunu bizlere göstermektedir. Buna karşın, bugün emek cephesi hem maddi ve sosyal haklarının savunucusu konumunda ve bunları politikayla birleştirecek sınıf örgütlerinden yoksundur, hem de öncüsüne kavuşamamıştır.

Sermayenin Özelleştirme
Saldırısındaki Başarısının Sırrı
Sendika Bürokrasisidir

Sermayenin toplumun bütün kesimlerini etkileyen böylesine geniş çaplı bir saldırıyı ciddi bir direnişle karşılaşmadan yaşama geçirmesinin sırrı sendikal bürokraside yatmaktadır. Sınıfın hiçbir talebine karşılık vermeyen, bırakın yeni hakları, alınmış hakları bile koruma becerisi gösteremeyen ama konuştuğunda mangalda kül bırakmayan sendika bürokratları reformizmin batağına düşmüş, defalarca kanıtladığı gibi düzenle işbirliği içine girmişlerdir. Bugünşçi sınıfına dönük saldırılar, birçok yasa ile hukuksal anlamda sermaye lehine güvence altına alınmıştır. (GATTS, İş Güvencesi Yasası, Yerel Yönetimler Yasası ve daha birçok yasa). Ancak, işçi ve emekçilere yönelik bu saldırılar önceden ilan edilerek gerçekleştirilmesine rağmen, sendikal bürokrasi, sınıfı eyleme çağırmaktar özellikle uzak durarak bu işbirliğini her gün kanrıtlamaktadır. Örneğin SEKA direnişinin yerelliğin dışına taşırılmaması ve taleplerin sadece ekonomik alanla sınırlanması sonucunda aslında burjuvaziye bir zafer armağan etmiştir. SEKA direnişi uzun zamandan beri hareketsiz kalan işçi sınıfı için iyi bir zemin yaratma olanağını sağladığı halde, bu değerlendirilememiştir. Bu olgu da göstermiştir ki, doğru bir siyasal mücadele ekseninden yoksun bugünkü sendikal anlayış kırılmadan, işçi sınıfı bugünkü sendikal bürokrasiden kurtarılmadan siyasal bir mücadele perspektifini yakalama şansı olmayacaktır. Sonuç olarak bugün sendikalar sınıfı bastırmanın birer aracı haline dönüşmüşlerdir. İşçi sınıfı var olan sendikal yapıların hiç biriyle bir yerlere varamaz. İşçi sınıfının örgütleri olan sendikaların asıl işlevi olan sınıf sendikacılığı ancak yeni bir sendikal anlayışla yaratılacaktır. Bunu yapacak olan ise işçi sınıfını kurtuluşa götürecek, sınıfın sınıf gibi davranmasını sağlayacak, komünist bir önderliktir.
Devrimci sosyalist hareket ve işçi sınıfının ileri unsurları kendilerini böyle bir önderliğe dönüştürecek potansiyele sahiptirler.




 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19