Kasım ayı büyük halk mücadelelerinin kendini
bütün yakıcılığıyla, öfkesiyle, direnişçi gücüyle
ortaya koyduğu bir mücadele ayı olarak gelişti.
Rutin gündem bir anda alt-üst oldu. Dünyanın dört
bir yanından emperyalist girişimlere ve işbirlikçi
devletlerin halka dönük saldırılarına karşı büyük
kitlesel mücadelelerin haberleri tüm medyayı ve
dolayısıyla gündemi doldurdu.
Arjantin’den, Paris’e, oradan Seul sokaklarına,
Bağdat’a ve Ankara’ya, Şemdinli’ye, Yüksekova’ya
değin dünya, Türkiye ve Kürt coğrafyası emekçilerin
büyük mücadeleleriyle sarsıcı tarzda yüz yüze
geldi. Emperyalist barbarların ve işbirlikçilerinin
atakları emekçi halkların karşı ataklarıyla yanıtlandı
ve gündemin ön sırasına emekçi halkların eylemi
yükseldi.
Kuşkusuz, her sınıf, her toplumsal kesim ve bunların
politik yapıları bu büyük eylemlerde, direnişlerde,
öfke patlamalarında farklı şeyler görüyor. Gerçekleşen
pek çok militan mücadele ve öfke patlaması emperyalistleri
ve yerli işbirlikçilerini adeta dehşete sürükledi.
Onlar eylemlerin sadece görünen yüzüyle ilgili
değiller. Onları dehşete sürükleyen Paris’te 10
bin aracın yakılması, Buenos Aires’deki büyük
sokak çatışmaları, Şemdinli halkının kontrgerillaya
karşı büyük direnişi değil sadece... Daha ötesinde
onlar dünyanın dört bir yanında patlayan direnişlerde
mayalanan devrimi görüyorlar... Son 5-6 yıldır
dünyanın dört bir yanında kimi zaman “küreselleşme”
karşıtlığıyla, kimi zaman emperyalist savaş ve
işgal karşıtlığıyla dışa vuran, kimi zaman ise
tek tek ülkeler bağlamında büyük halk hareketleri
olarak gelişen direnişlerin artık gelgeç eylemlilikler
olmadığını, nesnel çelişkilerin sürekli biçimde
bu direnişlerin ve patlamaların nesnel zeminini
daha güçlü biçimde ürettiğini görüyorlar... Geliştirilen
çok yönlü kontrol stratejilerine, kontrgerilla
taktiklerine, vb.. karşın direnişler, karşı koyuşlar
gücünden ve dinamizminden hiçbir şey kaybetmiyor.
İşte emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin dehşeti
tam da bu noktada başlıyor. Gelgeç olmayan direnişler,
nesnel direniş zeminleri ve imkanları aynı zamanda
devrim imkanları demektir. Bu öfke patlamaları
ve direnişler içinde mayalanan bu anlamda devrimdir,
devrimci dinamizmdir. Devrimci sosyalist öncü
partinin yaratacağı mücadele kanallarıyla birleştiğinde,
kapitalist sistemin hiçbir setinin, hiçbir engelinin
durduramayacağı, emekçi insanlığın büyük kurtuluş
umudunun, arayışının yarattığı büyük enerjinin
kabına sığmazlığı var eylemlerde...
Emperyalistler ve işbirlikçileri bundan dehşet
duyacaklar elbette. Devrimci sosyalizm ise doğal
olarak büyük umutla bakıyor bu dinamizme. Son
bir ayın iç ve dış gelişmelerine daha ayrıntılı
olarak nereden bakılabilir sorusunun da yanıtı
da böylece ortaya çıkmış oluyor. Emperyalistlerin
ve işbirlikçilerinin emekçilere karşı duruşu saldırganlık,
yok sayma ve sefalete mahkum etme olurken, bunlara
karşı güçlü, sarsıcı direnişler de emekçi halkların
yanıtı oldu... Bu nedenle Kasım ayı, direnişlerin
aynasından bakılmayı hak ediyor. Kasım ayına Şemdinli’nin,
Arjantin’in ve Fransa’nın fotoğrafı; direnişle,
emeğin öfkesiyle biçimlenen üç fotoğraf karesi
damgasını vurdu...
Şemdinli’den Yüksekova’dan
Serhildanların, Ankara’da
Direnişçiliğin Dinamizmi...
Kasım ayının en önemli gelişmesi Şemdinli’de yükselen
halk direnişiydi... Aslında orada bir değil, iki
bomba patlamıştı... Hatta daha fazlası...
Birincisi, kitabevine atılan bombadır. Atılan
bomba bir provokasyon bombası değildir. Neyin
provokasyonu?.. Provoke edilip, devlet lehine
harekete geçirilecek bir kitle olmadığı gibi,
bombanın hedefi olan kitabevi bir yurtseverindir,
saldırı onu katletmeye dönüktür. Devletin bunun
üzerinden provokasyon üretme imkanı yoktur. Provokasyon
aranacaksa elbette onlarda var bu süreçte... Mart
ayında Mersin’deki bayrak provokasyonu, Eylül
başında Bozhöyük’deki faşist sürülerin linç saldırıları,
Şemdinli’nin hemen ardından Silopi’de Cumhuriyet
Savcısının makam otosunu ve Emniyet Müdürlüğü
binasının, astsubay ve korucular tarafından bombalanması
ve böylece Şemdinli’nin etkisinin dağıtılmaya
çalışılması doğrudan kontrgerillanın provokasyonlarının
ürünüydü... Medyadaki faşist propaganda üreticilerinin
de Şemdinli’deki saldırıyı karartmaya dönük olarak
“PKK provokasyonu” söylemi de kötü bir yalan olarak
kalmıştır. PKK’nin böylesi kitlesel eylemler için
bu tür provokasyonlara ihtiyacı bulunmuyor. Çünkü
Şemdinli ve Yüksekova aylardır bombalanıyor. Öfke
birikiyordu. Ve sonunda halk sömürgeci faşizme
suçüstü yaptı. Ordunun kontrgerilla timleri daha
önce geceleri gerçekleştirdikleri bombalamaları
gündüz yapmaya çalıştıklarında halkın cesur direniş
iradesine çarptılar.
Evet, ortada, provokasyon vb. değil, oldukça organize
biçimde geliştirilen Kürt yurtseverlerini sindirmeye
yönelik kapsamlı saldırı planlarının uygulaması
var. Şemdinli ve Yüksekova’da yurtseverlere dönük,
son aylarda kent merkezlerinde patlatılan ve büyük
yıkımlara yol açan bombalı saldırılar adeta rutin
hale gelmiş durumdaydı. Oligarşinin tutumu her
zamanki gibi inkardı. Ancak “iyi çocuklar”, “başarılı
asker”ler bu kez işlerini iyi yapamadılar ve halka
yakalandılar.
Bu tablonun hiçbir unsuru devrimci sosyalistler
açısından sürpriz ya da yeni değil... Ne oldu
da İmralı sonrasındaki 5 yıllık nisbi sessizlik
son 1 yıl içinde bozuldu? Tüm ideolojik politik
çizgisini postmodern milliyetçi İmralı çizgisi
eksenine oturtan, silahlı mücadeleyi bıraktığını,
devrimler döneminin kapandığını, bağımsız birleşik
demokratik Kürdistan hedefinin yanlış ve gereksiz
olduğunu iddia eden PKK, ne oldu da silahlı eylemlere
başladı? Bu sorunun yanıtı, İmralı’nın tüm iddia
ve öngörülerinin boşa çıkması, sürecin iflas etmesidir.
İmralı sürecinin Kürt ulusal sorununa ilişkin
politik çözümleri boş çıktığı gibi, bu süreçte
PKK’de ciddi iç gerilemeler; derin moral ve politik
kırılmalar yaşadı. Geniş emekçi kitle zemininde
politik ve örgütsel çözülme ve parti otoritesinin
zayıflaması ciddi boyutlar kazandı. En az bunlar
kadar önemli bir diğer faktör ise Güney Kürdistan’da
federe bir Kürt devletinin PKK tamamen devre dışı
bırakılarak inşa edilmesidir. Güneyde Kürt federe
devletinin kuruluşu ve Barzani’nin sürekli olarak
bağımsız Kürdistan hedefini telefuz etmesi, onun
dört parçada da özellikle gelenekselci Kürtler
arasında önder olarak kabul edilmesi sürecini
hızlandırdı. Tüm Kürt ulusunun önderliği noktasında
en güçlü konuma sahip olan ve bu durumu kuzeyde
tartışmasız durumda bulunan PKK’nin bu konumu
tüm parçalarda hızlı bir aşınma sürecine girdi.
İşte, PKK’nin bugün giriştiği eylemler esas olarak
kendi iç dinamiklerini güçlendirmeye, Kürt ulusal
hareketi içinde yaşadığı irtifa kaybını engellemeye
dönüktür. Ortada bağımsız, birleşik, demokratik
bir ülke yaratma hedefi, bunun için sonuna kadar
yürüme iradesi yoktur. Bir gerilla savaşının arka
planını oluşturacak hedefler yoktur. Kürt yurtsever
kitlesi açısından özel bir önemi olan gerilla
gibi güçlü bir yapıştırıcı, birleştirici, safları
sağlamlaştırıcı bir faktör üzerinden iç çözülmeyi
sonlandırmak, safları diri hale getirmek, ve “genel
af, İmralı’ya dönük tecritin kaldırılması, vb.”
gibi kırıntı düzeyindeki demokratik hakları yeniden
gündemleştirilmek isteniyor.
Çatışmaların yeniden başlaması elbette salt PKK’nin
yukarıda ifade ettiğimiz niyetlerinden, istemlerinden
kaynaklanmıyor. Sürecin tekrar çatışmalı biçimler
kazanmasında devletin de belirleyici bir rolü
var. Çatışmaların başlamasından özellikle ordu
ve onunla birlikte hareket eden oligarşinin çekirdeğinin
sürece ilişkin yaklaşımları, hesapları özel bir
rol oynuyor. Oligarşi açısından PKK’yi çürütme
ve tasfiye sürecinin yeterince hızla işlememesi
problemi var, öncelikle... Ancak sorun sadece
bununla sınırlı kalsa belki çok problem olmazdı.
Çünkü PKK’yi çürütme sürecinin yeterince hızlı
olmasa da ciddi mesafeler kat ederek geliştiğini
görüyorlar. Devletin çatışmaları boyutlandırmasında,
operasyonları sıkılaştırarak PKK’yi ateşkesi bozmak
zorunda bırakmasında Güney Kürdistan’da gelişen
devletleşme sürecinin ve Türkiye’nin iç politik
süreçlerinde oligarşinin hakim kesimlerinin yaşadığı
sıkıntılarda belirleyici rol oynuyor. Güney Kürdistan’daki
gelişmelere doğrudan müdahale etmede; Türkmen
kartını sürekli gündemleştirme çabaları, kırmızı
çizgi hikayeleri vb. tüm girişimler boşa çıktı.
Bu noktada, yegane yol PKK’nin tasfiyesi sorununa
yüklenmek oldu. Oligarşi, PKK’yle çatışmaların
hızlandırılmasının G. Kürdistan’a müdahale için
en uygun zemin olduğunu düşünüyor. Bu nedenle,
çatışmaların ivme kazanmasıyla birlikte Güney
Kürdistan’da askeri operasyonların yoğun biçimde
gündeme getirilmesi atbaşı gelişti... Bu yönlü
söylemler uzunca bir süre yoğun biçimde dillendirildi.
Ancak ABD emperyalizmi sınır dışı operasyonda
asıl niyetin oradaki federe Kürt devletinin alt
yapısının tahribi olduğunu gördüğünden buna izin
vermedi. Bunun üzerine şu anda bu söylem nispeten
sınırlandırılmış durumda. Devletin çatışmaları
yoğunlaştırma çizgisinin bir diğer temel nedeni,
oligarşi içi güç çatışmalarıdır. Ordu ve onun
etrafında kümelenmiş olan oligarşinin çekirdeği,
hem AKP’yi sınırlamak ve güç duruma düşürmek,
hem de toplumun politik saflaşmasında daha etkin
olmak için Kürt sorunu ve “terör” demagojisi dışında
başka bir seçeneğinin kalmadığını görüyor. Provokasyonlar,
ölen askerlerin cenaze törenleri, yoğun bir şovenist
propaganda ve Kürt düşmanlığı yoluyla siyasal
alan yeniden faşist bir Türk milliyetçiliği ekseninde
biçimlendiriliyor. AKP’nin politik etki gücü kırılmaya
çalışılıyor. Ayrıca PKK karşıtlığını aşan ve Kürt
düşmanlığına dönüşen şovenist basınç yoluyla,
1990’lar boyunca ciddi bir yol almış olan Kürt
uluslaşması süreci darbelenmeye çalışılıyor. En
zayıf halkaların Kürdüm dahi deme noktasından
geriye çekilmesi hedefleniyor. Bu sürecin işlemesi
çatışmaların fazla büyümeden sürekli kılınmasına
bağlı. Kısacası kontrollü bir tırmandırma ve çatışma
politikası hedefleniyor. Bu politikanın alt yapısı,
“hukuki” zemini vb... de yapılan düzenlemeler
yoluyla doldurulmaya çalışılıyor. Milli Güvenlik
Siyaset Belgesi (MGSB) bunun kilit adımlarından
biri olmuştur. MGSB, TC’nin gizli anayasası olarak
biliniyor. Ancak hiçbir hukuki ve yasal dayanağı
bulunmuyor. Açıkça yasadışı biçimde yetkisiz olarak
hazırlanan ve yasa yerine ikame edilen bir belge
söz konusudur. Tablo açıkça gösteriyor ki, tüm
AB, “demokratikleşme” vb. teranelerine rağmen
bırakalım hukuk devleti olmayı, yasa devleti olmayı
bile beceremeyen, bir avuç oligarkın hazırladığı
belgelerle yönetilen bir devlet söz konusudur.
İç politik süreçlere müdahalesine sözde yasallık
kazandırmaya çalışan ordu, MGSB’ye iç güvenlikten
de sorumlu olduğunu koydurttu. TSK’nın bir iç
savaş ordusu olduğu ilan edilmiş oldu. Aslında
bu malumun ilanından başka bir şey değildi. AKP
hükümeti Haziran’dan bu yana buna ayak diremekteydi.
Güç mücadelesinde nefesi ancak Ekim sonuna kadar
yetti ve orduya iç politik alanda geniş bir hareket
alanı sağlayan bu tür ifadenin belgede bulunmasını
kabul etti. Ordunun bu sürecin politik arka planını
oluşturmaya dönük bir diğer adımı yine MGSB’de
sivil faşist hareketin devlet için tehdit unsuru
olmaktan çıkarılmasıydı. Bu da bir başka malumun
ilanından başka bir şey değildi. Çeteler bağlamında
yarım ağızla ve biraz da, ordunun klasik “aşırı
sağ’a da, aşırı sol’a da mesafeliyiz” demagojisinin
ürünü olarak tehlike olarak ifade edilen sivil
faşist çetelerin tehlike olmaktan çıkarılması,
aslında azgın bir şovenist milliyetçilik temelinde
iç politik alanda kendilerine yer açmaya çalışan
generallerin sivil faşist çetelere daha fazla
oynayacaklarını gösteriyor. Bu yoldan, sivil faşist
çetelerin önü açılmış, konumları sağlamlaştırılmış
ve ordu tarafından açıkça müttefik konumuna yükseltilmiştir.
Denilebilir ki, sivil faşist çetelerin ipi zaten
devletin elindedir. Bu tür belirlemelerin ne rolü
olabilir ki?.. Evet bu doğru tespittir. Bu tür
belirlemeler esas olarak bu tür çetelerin öne
mi çıkarılacağını, geride ve kontrol altında mı
tutulduklarını göstermek açısından önemlidir.
Ayrıca bu tür çetelerle birlikte hareket etmeyi
meşrulaştırmak açısından önemlidir. Ve ordu, bu
çeteleri tehlike unsuru olarak tanımlamaktan vazgeçmekle
“önünüz açıktır” demektedir. Kızıl elma koalisyonu
vb.. gibi tüm şovenist faşist kesimlerin birliğinin
önündeki moral ve hukuki zeminleri düzlemektedir.
PKK’nin oldukça sığ talepler eksenindeki sınırlı
gerilla eylemleri ile oligarşinin provokasyon
ve saldırı politikasının çıkış noktaları ve seyri
esas olarak böyle özetlenebilir.
İşte bu politik atmosfer içinde kontrgerilla bombasına
yanıt çok daha güçlü bir başka bombayla geldi;
bu bomba emekçi halkın direniş bombasıydı...
Kontgerillacıları yakalayan yurtsever halk, adalet
ve eşitlik iradesini ve ulusal varlığını ve hak
arayışını da güçlü biçimde büyük gösterilerle,
tüm kentin yaşamına el koyarak ortaya koydu. Kürt
yurtseverleri, sadece Şemdinli’de değil, Yüksekova,
Hakkari, Van, Batman ve diğer Kürt illerinde de
büyük gösteri ve direnişlerle taleplerini ve mücadele
kararlığını ortaya koydu. Başta Mersin, Adana
ve İstanbul olmak üzere tüm kentlerde Kürt yurtseverleri,
devrimci ve sol güçlerde hesap sorma iradesini
ve dayanışma tutumunu irili ufaklı eylemlerle
gösterdi. Tüm gündem Şemdinli saldırısı ve halkın
faşizme suçüstü yapması ve direniş eksenine kaydı...
Binlerle başlayan protestolar, onbinlere ulaştı.
Toplamda yüzbinlerce emekçinin katıldığı gösteriler,
ateş açılmasına ve şehitler verilmesine karşın
halkın büyüyen direnişi sömürgeci faşizmi kendi
oyununda alt etti. Saldırıları örtbas etme çabası
halkın direnişiyle şimdilik boşa çıkarıldı. Hiç
kuşkusuz, soruşturmaya ilişkin “nereye kadar giderse
oraya kadar gidilecek” denilmesine karşın, saldırının
baş rol oyuncusu genelkurmayın hukuki açıdan herhangi
bir soruşturmayla yüz yüze gelmesi düşünülemez
bile... Ancak hukuk bir yana sömürgecilik siyasal
olarak bu raundu kaybetmiştir. Kürt ulusu mücadele
içinde kenetlenmiş, her şeye rağmen politik olarak
demokratik tavrını, sesini yükseltmiştir.
Bir kez daha görüldü; Kürt sorunu yakıcı ve ayrıştırıcıdır.
Oligarşi içi çelişkilere bakınız, kimler ne kadar
“demokrat”, ne kadar bu demokratik sorunu çözme
perspektifine ve iradesine sahip? Alt-üst kimlik
tartışmaları, oligarşinin çelik çekirdeğinin soruna
ilişkin tutumu ile İmralı’nın “Ayrılıkçı değiliz...”
“Türkiyelilik...” vb. tezleri bu noktada bir anlam
taşıyor mu? Bütün bu soruların yanıtı bu süreç
içinde görülmüştür. Kürtler ‘Kürt sorunu var’
diyen Tayyip’in ağzından azarlanıp tehdit ediliyor.
CHP daha ‘şahin’ nasıl olunur, bunun aklını veriyor.
DTP sömürgecilikten ve oligarşinin siyasal sisteminden
kopma yönünde güçlü bir irade ortaya koyan Kürtleri
dizginlemeye çalışıyor.
Bütün bunlar açık. Ancak herşeye karşın mızrak
çuvala sığmıyor.
Şemdinli tüm Kuzey Kürt coğrafyasını direnişiyle
bir kez daha birleştirdi. Kürtler Şemdinli halkına
sahip çıktı. Şemdinli yalnız kalmadı. Yüksekova
ve Hakkari serhildanları onu izledi. Şemdinli
Şehitlerine Yüksekova şehitleri eklendi, halk
şehitlerine sahip çıktı. İmralı süreciyle geriye
çekilen, adata söndürülmeye çalışılan devrimci
dinamik yeniden, tıpkı ‘90’larda olduğu gibi dirildi.
Kürt liberalleri itfaiye rolü oynasa da, bu serhildanlar
Kürtlere yeniden özgüven verdi ve Türkiye emekçi
sınıflarıyla birleşik mücadele kanallarını güncelleştirdi.
Devrimci sosyalizmin sürekli ifade ettiği üzere
Kürt ulusu yorgun ya da dinamizm yoksunu değildir.
Kürt coğrafyası derin çelişkilerin toprağıdır.
Derin toplumsal çelişkiler derin devrimci dinamizm
ve büyük mücadele potansiyeli demektir. Şemdinli
bu potansiyelin çatlayan topraktan yeniden fışkırdığı
noktalardan biridir. Gerçekten bağımsız, demokratik
ve birleşik bir ülke yaratma ufkuna sahip bir
devrimci sosyalist öncünün tüm Kürt coğrafyasını
Şemdinli ve Yüksekova’ya çevirmesinin olanakları,
zeminleri vardır.
Şemdinli-Yüksekova serhildanlarını tamamlayan
başka direnişler de vardı Kasım ayında...
**
Devrimci ve sol gençlik, 12 Eylül ürünü olan YÖK’e
karşı her 6 Kasım’da olduğu gibi Ankara’da meydanlara
indi... Caddeleri, alanları gençliğe kapatan oligarşinin
yasakları bir kez daha gençliğin militan eylemleri
ile karşılaştı. Devrimci sosyalist gençliğinde
içinde yer aldığı militan mücadeleler alanların,
sokakların faşizme hiçbir koşulda bırakılmayacağını
gösterdi. Üniversitelerde devrimci ve sol güçlerin
yürümesi gereken yol oldukça uzundur. Açıktır
ki, üniversitelerde yaşanan güç ve hegemonya yaratma
mücadelesinde emekçilerin sesi olan devrimci ve
sol gençlik oldukça zayıflatılmış ve temel unsurlardan
biri olmaktan çıkarılmıştır. Üniversiteler YÖK
eliyle tekelci burjuvazinin kışla düzeni içindeki
basit bir araştırma laboratuarı ve düzeni meşrulaştıran
akıl-fikirlerin üretildiği bir tür propaganda
merkezi haline getirilmiş durumda... Üniversitelerdeki
güç mücadelesi ise esas olarak bu ilkel üniversite
düzenine hakim olmayan çalışan oligarşinin çekirdeği
ile hükümetin temsil ettiği islamcı güçler arasında
gelişmektedir. Van üniversitesi rektörünün tutuklanmasıyla
adeta şiddet zeminine de taşınan mücadele, türban
sorunun yeniden güncelleşmesiyle ve karşı ataklarla
daha da derinleşecektir. Bu tablo içinde dıştan
bir bakışla hükümetin gerici uygulamalarına karşı
‘çağdaş’ demokrat öğretim üyelerinin direnişi
havası ya da kastlaşmış 12 Eylül kalıntısı bürokratik
yapıya karşı liberal hükümet sınırlar çekiyor
görüntüsü yaratılmaya çalışılıyor. Hayır, hepsi
yalan. Ne 12 Eylül kalıntısı YÖK çağdaş ve demokratiktir
ne de hükümet YÖK’ün mantığına karşıdır. Sorun
bu büyük iktidar alanına kimin egemen olacağıdır.
Yoksa tümü birden işçilere, emekçi sınıflara ve
devrimci güçlere karşı üniversitelerde ittifak
halindedir.
6 Kasım gösterileri, direnişleri uzun bir süredir
gerçekleştirilmesine karşın, devrimci ve sol gençliğin
protestoları düzeyini aşarak, gençliğin YÖK’de
cisimleşen gerici-faşizan uygulamalarına ve üniversite
düzenine karşı birleşik eylemi haline gelemedi.
Öte yandan, 6 Kasım gösterileri üniversitelerde
etkisizleşen devrimci gençliğin yegane sığnağı
haline gelme riskini de bağrında taşıyor. Her
şeye karşın, 6 Kasımda gösterileri ve direnişler
gençliğin devrimci dinamizminin ve sökülüp atılamaz
biçimde kendini ortaya koyduğu bir kanaldı ve
devrimci gençlik bir kez daha eylemiyle bunu gösterdi,
direniş sürecine yeni bir halka daha eklendi...
**
Ay sonunda ise eğitim emekçilerinin sendikaları
Eğitim-Sen önderliğinde hemen hemen tümüyle ekonomik
eksenli taleplerini Ankara’da kitlesel gösteri
yoluyla ifade etmesine dönük büyük bir eylem süreci
söz konusuydu... Oligarşi Şemdinli serhildanlarından
çıkardığı derslerle bu gösteriyi engellemeye çalıştı.
Daha baştan yasadışı ilan etti. Engelleme tavrı
eylemden kısa bir süre önce Tayyip tarafından
toplanan güvenlik zirvesinin doğrudan sonucuydu.
Şemdinli sonrası gösterilerin serhildanlara dönüşmesi,
büyük bir mücadele potansiyelinin açığa çıkması
yeni gösterilere karşı tahammülsüzlüğün başlıca
nedeniydi. Bunun yanı sıra, önümüzdeki yıl gündeme
gelecek sosyal güvenlik yasası, genel sağlık sigortası
yasası gibi emekçilerin güçlü tepkilerinin söz
konusu olacağı yasaların çıkarılmasının hemen
öncesinde emekçilere moral olacak, böylesi eylemlerin
önünü açacak bir eylem tehlikeli bir sürecin başlangıcı
olarak görüldü. Böylece eğitim emekçilerinin meşru
mitingi tam bir barbarlığa dönüşen saldırılarla
karşılaştı. Çeşitli bölgelerden Ankara’ya gitmeye
çalışan eğitim emekçileri yollarda durduruldu
ve gidişleri engellendi. Eğitim emekçileri çeşitli
bölgelerde polis barikatlarını zorladı. Kimi durumlarda
yarım saati aşan çatışmalar yaşandı. Polisin yollardaki
engellemelerine sık sık yollar trafiğe kapatılarak
yanıt verildi. Onlarca eğitim emekçisi yaralandı.
Kolları, bacakları, kafaları, burunları, çeneleri
kırılan eğitim emekçileri yılmadı. Barbarların
saldırısı emekçilerce göğüslendi. Eğitim-Sen yönetiminin
direnişi mümkün olduğunca engelleme, engelleyemediği
yerde en geri sınırlara çekme tutumu mitinge katılmak
için yola çıkan eğitim emekçileri için sendika
yönetiminin uzlaşmacı politikasını daha doğru
biçimde kavrama açısından önemli bir ders oldu.
Sonuçta, birçok noktada Ankara’ya gidiş engellenmiş
olsa da eğitim emekçilerinin direnişi emperyalist
mali kuruluşlara ve oligarşiye sömürü ve sefalet
koşullarını ve yasalarını emekçilere dayatmanın
öyle çok da sorunsuz olmayacağını gösterdi.
Paris: ‘68 Yeniden mi Geldi?
Oligarşi, hatta özellikle liberal sol son yıllarda
en çok ne tartıştı, gündemi ne oldu diye sorsak;
bunun yanıtı sanırız tereddütsüz AB’dir. AB, her
şeyin ilacı olacak; refah gelecek, işsizlik bitecek,
sanayileşme olacak, farklı kültürler ve kimlikler
özgür olacak, eşitlik ve adalet gelecek, hatta
iç dinamikle gelişmeyen demokrasi AB ile gelecek
vb... Emperyalistlerin ve işbirlikçi güçlerin
AB konusundaki iddialarının ana unsurları bunlar...
Kuşkusuz bunlar sadece Türkiye ve Kuzey Kürt coğrafyasıyla
sınırlı olmayan yanılsamalar. AB’nin kendisi de
tüm dünya çapında yayıyor bu yanılsamaları. Kendisini
dünyanın barış, demokrasi ve refah adası olarak
sunuyor.
Ve Fransa; ışıltılı demokrasi ülkesi... Ve iki
göçmen çocuğun polis tarafından kovalanırken şüpheli
biçimde ölümü... Ve Paris’in işçi ve yoksul semtleri,
Şanzelizenin ışıltısının hiç uğramadığı diğer
Paris, bir anda başka tür bir ışıltıya boğuldu.
Bu öfkenin tutuşturduğu molotofların ışıltısıydı.
Ve Paris yıllar sonra yeniden yoksulların büyük
öfkesinin sokakları kuşatmasına tanık oldu. Haftalara
yayılan öfkeli isyan Fransa’nın birçok kentine
yayıldı. Hatta kısmen Belçika ve Almanya’ya da
sıçrattı.
10 bin civarında araç yakıldı. Yüzlerce okul,
kreş, spor salonu, polis binası vb. devlet kurumu
ateşe verildi. Yüzlerce genç tutuklandı. Yüzlerce
göçmen sınır dışı edildi.
Fransa; bir zamanların büyük sömürge imparatorluğu...
Ortadoğu’dan Afrika’ya, oradan Asya’ya, Okyanusya’ya,
hatta Latin Amerika’ya değin uzanan kendisinden
misliyle büyük toprakların sömürgeci asalağı Fransa...
II. Dünya savaşının ardından gelişen ulusal kurtuluş
mücadeleleri sonucu sömürgeler birer birer kaybedilirken,
bir yandan da yeni-sömürgecilik ilişkileri geliştiriliyordu.
Fransa bütün bu süreç boyunca sömürge topraklardan
büyük göçler aldı. Sömürgeler insanı, Fransa’daki
işgücü açığını ya da yedek işgücü ihtiyacını karşılamanın
en uygun yolu olarak görüldü. Özellikle başta
Cezayir olmak üzere tüm sömürge Arap ülkelerinden
milyonlara varan yoksul insan Fransız kentlerini
doldurdu. Tabii, varoşlar oluşturarak, tabii,
Fransızların yaşam düzeyinin kat be kat altında
gelir düzeyine sahip olarak... Gelen göçmenler,
ışıltılı ülke Fransa’nın demokrasisi tarafından
dışlanmış, toplumsal olarak yaşamın merkezinden
çeperine atılmış, toplumsal açıdan marjinalleştirilmişlerdi.
Birinci kuşak göçmenler için başlarını sokacak
bir konut ve geçimlerini sağlayacak bir iş önemliydi.
Üstelik buldukları iş ve yaşam koşullarını, aynı
işi yapan Fransızlarınkiyle değil, geride bıraktıkları
ülkelerindeki sefalet koşullarıyla karşılaştırıyorlardı.
Dolayısıyla içine düşürüldüklerini ikincil konumu,
dışlanmışlığı geldikleri yerle kıyaslayarak makul
görebiliyorlardı. Ancak ardından gelen ikinci
ve üçüncü kuşak derin çelişkilerin ortasına düşmüşlerdi.
Birinci kuşak kendini yabancı bir ülkede çalışan
göçmen sayıyordu. Kendini geldiği ülkeye ait hissediyordu.
Ancak ikinci ve üçüncü kuşak kimliksiz ve aidiyetsizdi.
Bir ne Fransızdılar, ne de başka bir şey... Fransız
vatandaşı olsalar bile ikinci sınıftılar, dışlanmışlık
kaçınılmaz kaderleri haline gelmişti. Çıkış noktası
ise genellikle gayrı-meşru yollar olarak biçimleniyordu.
Öte yandan sorun sadece bu da değil. İşin yukarıda
ifade edilen boyutu esas olarak tarihsel arka
planı ifade ediyor. İşin en az tarihsel boyutu
kadar can alıcı olan boyutu ise emperyalist kapitalist
dünyanın son 30 yılını belirleyen neoliberal politikaların
yoksulların dünyasında yarattığı derin yıkımdır.
Neoliberal politikalar yoksulların barınma, sağlık,
eğitim vb. kamusal haklarını gasp ederken, bundan
en yoğun biçimde göçmen işçiler olmuştur. Neoliberalizm
ve ona eşlik eden postmodernizm emekçilerin yaşamına
yoksulluğun yanı sıra, kültürel parçalanmayı ve
içe kapanmayı da getirmiştir. Emekçilerin büyük
kurtuluş hedefleri doğrultusunda birleşmesi yerine
dinsel, etnik, cemaatsal vd. “alt kimlik”ler yoluyla
parçalanması kutsanmış ve bu zeminde kendi içinde
boğulan, toplumsal yaşamın nimetlerinden büyük
olanaklarından koparılmış, birbirini dışlayan
bir yoksullar ve göçmenler topluluğu ortaya çıkmıştır.
Egemen ulus ve kültür tarafından dışlanan, siyasal
gericilik ve ırkçılığın sürekli saldırılarına
maruz kalan, genellikle devrimci ve sol güçler
tarafından da kucaklanamayan bu geniş topluluklar
sürekli biçimde öfke biriktirmişlerdir. Öfkeye,
vahşi sömürü, alkol ve uyuşturucunun eşlik ettiği
derin bir çürüme ve yozlaşma da eşlik etmektedir.
Bu noktada hemen küçük bir parantez açarak şunu
ifade etmek gerekiyor; Paris’teki isyana katılanların
ezici bir bölümü ikinci, üçüncü kuşak göçmenlerdir.
Ancak sadece onlarla sınırlı değildir. Varoşlarda
göçmenlerle benzer konumda olan Fransız gençlerinden
de az sayıda da olsa katılım söz konusudur. Ve
bu önemlidir.
Paris tablosu aslında “küreselleşme”, “tarihin
sonu”, “serbest piyasanın nimetleri”, “demokrasinin
gelişmesi” vb. konularda burjuvazinin ve devrimci,
sol güçlerin tezlerinin pratik bir testi olmuştur.
‘Küreselleşme’ ve bu temelde pompalanan ideolojik
tezlerin tek tek çöktüğü, dünyanın barış içinde,
‘aynı gemide’, ‘karşılıklı bağımlılık’ içinde
geniş bir ‘demokrasi’ ile değil, derinleşen vahşi
bir sömürü zemininde, dışlanma, yoksullaşma, yozlaşma
dayalı bir anafor içinde olduğu açıkça görülmüştür,
görülmektedir. Oligarşilerin aldatıcı sis perdelerinin
arkasında yoğun sınıfsal, ulusal ve cinsler arası
çelişkileri hızlanmıştır.
Yüzyılın başında, dünyanın tek emperyalizme gideceğini,
barış içinde sömürünün devam edeceğini, bundan
şiddete dayalı devrimin geride kaldığını iddia
edenlere karşı Lenin; tam tersine bu sürecin toplumun
bünyesinde ‘patlayıcı maddeler’ yarattığını görüp,
devrimin güncelliğine işaret etmişti. Bu tez ve
bakış açısı, bir kez daha, emperyalist merkezlerde
ezilenlerin öfkesiyle Paris’te güncelleşmiştir.
Kendiliğindenci karakteri olan Paris isyanında,
ezilenlerin şiddeti, bir programa bağlı olarak,
özellikle devrimci bir program temelinde hedefe
yönelmemiştir. Böyle olunca bu şiddet, seçici
ve devrimci politik hedefe yoğunlaşarak değil,
dağınık, özellikle küçük mülk sahiplerini tedirgin
eden bir niteliğe sahip olmuştur. Paris’teki isyan
spontanedir, örgütsüzdür, programsızdır ve politik
hedefi net bir hareket değildir. Bu nedenle öfke
emekçilerin hapsedildiği varoşların sınırlarını
çok az aşabilmiştir. Ateş burjuvazinin Paris’inin
hemen başında yanmıştır, ancak oraya çok az taşınabilmiştir.
Yakılan araçların, okulların ve kamu binalarının
çoğu emekçilerin yararlandığı araç ve mekanlardır.
Bu anlamda, yanan ateş çok fazla ön açıcı, yol
gösterici değildir, kör bir yana da sahiptir.
Ancak, Paris isyanı emperyalist metropollerde
neoliberal yıkımla birleşen kültürel ve ulusal
dışlanmanın ne denli büyük bir patlama dinamiği
yarattığını, ne denli büyük bir “patlayıcı” devrimci
öğenin biriktiğini gösteriyor. Fakat bundan hareketle
devrim ufkunu yitirmiş, küçük-burjuva mülkiyetçi
bağnazlığıyla cam-çerçeve edebiyatı yapanlara
da hiç söz düşmüyor. Bu noktada, yanan araba ve
kamu binalarına ah-vah etmek ve nezih ilerici,
demokrat teoriler üretmek yerine, oradaki ateşin
devrim için anlamını bulmaya çalışmak gerekiyor.
Kendiliğinden, örgütsüz, önderliksiz patlayan
bu denli yıkıcıdır. Sadece göçmenleri değil, tüm
varoşları, tüm yoksulları ve proletaryanın en
dinamik kesimlerini bağrında toplama yeteneğine
sahip bir devrimci önderlik ve programın varolması
durumunda böyle patlama anları neye dönüşür, 1917’nin
Şubat devrimi ya da Ekim’i gerçekten de çok mu
uzak bir şey olur?
Yanıtımız tereddütsüz hayırdır... Paris’in dersleri
elbette sadece bunlarla sınırlı değildir. Bir
kez daha gördük ki, AB’nin güzide demokrasisi
işlerin yolunda gittiği zamanlar için silah tutan
barbarların elini örten kadife bir eldivendir.
Paris’in dışlanmışları, ezilenleri, en alttaki
proleterleri ayağa kalktığında derhal belediyelere
dahi sıkıyönetim yetkisi veren, demokratik hakları
ortadan kaldıran yasalar üst üste geldi. İçişleri
bakanı en faşizan söylemleri kullanmaktan bir
an bile tereddüt etmedi. Emperyalist metropollerdeki
devrim ve karşı-devrim dinamikleri açısından daha
pek çok veri sunuyor Paris isyanı... Ama en önemlisinin
altı bir kez daha çizilmelidir; Devrim sadece
sömürge ve yeni-sömürgeler dünyasında değil, tüm
emperyalist-kapitalist dünyada hala günceldir...
Tüm güncel pratiğinin çıkış noktasını devrimi
örgütlemek üzerine kurmayan bir hareketin, söylemi
ve pratiği ne olursa olsun devrimci olması ve
insanlığın nihai kurtuluşunda rol oynaması mümkün
değildir.
Paris’in varoşlarında yanan ateşin fotoğrafının
ilk elde gösterdikleri budur.
Devrimci sosyalizm Paris’in bu fotoğrafını, bu
fotoğrafın taşıdığı-gösterdiği devrimci zeminleri,
olanakları yürekten selamlıyor. Bu fotoğraftan
devrimci öznenin de mayalanacağını umut ediyor...
Latin Amerika; Dinmeyen
Devrim Fırtınası...
Üçüncü fotoğraf karesi Latin Amerika’nın, Arjantin’in
devrimci dinamizmini taşıyor bize. Amerika kıtasının
devlet başkanlarının (Fidel hariç) yaptığı zirve
toplantısına Bush’un katılması ve Amerikan Serbest
Ticaret Bölgesi anlaşmasını dayatmasına karşı
gelişen büyük halk gösterileri tüm dünyada mayalanan
büyük devrimci dinamizmin en güçlü ifadelerinden
biriydi. Sokaklar CHE resimlerinin olduğu pankart
ve bayrak denizini taşıyan işçilerin ve ezilen
sınıfların denetimi altında girdi. Gaz bombaları
direnişle karşılandı. ABD emperyalizminin dayatmalarına
ve hükümet darbelerine karşı direnen halkçı demokrat
Chavez ve efsane futbolcu halkçı Maradona da göstericilerin
saflarındaydı. Gösterilerin başarısı Maradona’dan
hareketle, burjuva medyası tarafından “Maradona:
1, Bush: 0” olarak verilmişti.
Arjantin fotoğrafında, hem emperyalizmin ‘reel
sosyalizmin’ çözülüşü ile içine girdiği yeni tarihsel
sürecin tüm özellikleri vardır, hem de buna karşı
Latin Amerika halklarının tarihsel direnişinin
devamı vardır.
Emperyalizmin dünya halklarına yönelik saldırıları
bugüne özgü değildir. Latin Amerika halkları önce
İspanya sömürgeciliği ile sonra da ABD emperyalizminin
geliştirdiği yeni-sömürgecilik politikaları ile
500 yılı aşkın süredir tanışmaktadır. Bugün ise
yeni olan, yeni-sömürgecilik üzerinden geliştirilen
politikalar ile mal ve sermaye dolaşımı için tüm
engellerin kaldırılmak istenmesidir. Latin Amerika
Serbest Ticaret Anlaşması yoluyla ABD emperyalizmi
bu süreci kendi hegemonyası altında geliştirmek
istiyor.
Reel sosyalizmin çözülüşü ve aynı süreçte devrimci
kurtuluş hareketlerinde yaşanan nispi gerileme,
ABD emperyalizmi için emperyalist-kapitalist sistem
içinde mutlak egemenliği yeniden kurma, yeni-sömürge
ülkelerde yeni sömürü biçimlerini geliştirme imkanı
verdi. ABD ilk elden yeni pazarlara yöneldi; bu
pazar Avrasya’ydı. Bu alanlar üzerinde hegemonya
savaşını hızlandırdı; Kafkasya’da hükümet darbeleri,
‘kadife’, ‘turuncu’ renklerle anılan hareketler
yoluyla kendi egemenliğinde yeni hükümetler oluşturuyor.
Emperyalizm kendine bağımlı ya da kendi kontrolünden
uzaklaşan iktidarlar için ise Afganistan ve en
son Irak işgalinde olduğu gibi, açık işgale başvurdu.
Bu emperyalist saldırı politikaları çok yönlü
ve geniş bir coğrafi alanı kapsamaktadır; sadece
Kafkaslar değil, Ortadoğu ve Afrika’yı kapsadığından
BOP olarak tanımlandı. Bugünde bu büyük coğrafi
alanda egemenliğini sürdürüyor, dahası emperyalist-kapitalist
sistemin diğer emperyalist güçleri ile bu alanda
büyük bir nüfuz savaşı veriyor.
ABD emperyalizmi bu coğrafyaya yönelince, ‘arka
bahçesi’ olarak tanımlanan Latin Amerika kıtası
ülkelerini boş bıraktığı ileri sürüldü. Elbette
değil. Çünkü ABD emperyalizmi için bu kıta yaşamsaldır
ve hiç bir süreçte boş bırakmamıştır. Bugün Ortadoğu’da
olduğu gibi açık işgale bu ülkelerde başvurmamaktadır,
şimdilik koşulları da yoktur. Bu süreçte yeni-sömürgecilik
derinleştirilmekte, neo liberal politikalarla
sömürü yoğunlaştırılmakta, buna karşı direnen
ülke ve halklar üstünde baskılar yoğunlaşmaktadır.
Sosyalist Küba yıllardır baskılara direniyor.
Sosyalist ve halkçı mücadele damarı güçlü Latin
Amerika’da, her şey emperyalizmin istediği gibi
olmuyor. Venezuela ve diğer demokratik hükümetlerin
işbaşında olduğu ülkelerde (Ekvator, Uruguay,
Brezilya vb) hesaplar tutmuyor. Yani neo liberal
politikalar iflas ediyor, buna karşı tarihsel
geleneği olan mücadele yeni, demokratik, sol hükümetlerin
ortaya çıkmasına yol açıyor, emperyalizmin hareket
alanı sınırlanıyor. 1970’li yıllarda şehir gerillasının
ve devrimci şiddetin parlak bir örneğini ifade
eden Tupamarolar, reformist kanala girse de ‘geniş
cephe’de yer alıyor ve adayı devlet başkanı seçiliyor.
Devrimle iktidarı alan Sandinistler, emperyalizmin
destek ve baskıları ile seçimle iktidarı kaybettiği
günler geride kaldı. Sandinistler seçimlerde önemli
başarılar elde ediyor. Zapatistler programsal
düzeyde demokratizmi aşamasalar da pratik süreç
onları değişimlere zorluyor. Başta Kolombiya ve
Peru olmak üzere, 1980’ler de gerileyen gerilla
ve halk hareketi yeniden gelişiyor. Bu sosyalist
ve halkçı güçler, L. Amerika’da, emperyalizmin
hesaplarını bozan en önemli direniş odaklarıdır.
Arjantin ve Latin Amerika’da yükselen sese, ABD
emperyalizmin uzak doğu politikaları gereği, bu
bölgede ‘serbest dolaşım’ ve küresel saldırılarda
yeni bir hamle için sekiz ülkeyi içeren geziye
karşı, özellikle Güney Kore emekçilerinin sesi
de katıldı.
Arjantin’den Kore’ye değin uzanan militan gösteriler
ve Bush’un başarısızlığa uğratılması Latin Amerika’daki
devrimci dinamizmin büyük gücünü gösteriyor. Bush’un
gösteriler karşısında “ben ağırlanması zor bir
misafirim” demesi aslında aynı zamanda Amerikan
emperyalizminin dünya halkları nezdindeki yerini
de giderek çok daha iyi öğrendiğini, sıkışık bir
durum yaşadığını açıkça gösteriyor.
Dünyanın efendisi artık her yerde öfkeyle, militan
karşı duruşlarla karşılanıyor. Egemen güç olmanın
olmazsa olmazlarından biri olan kamuoyunu etkileme
ve yönlendirme olanaklarının ABD emperyalizminin
elinden giderek uçup gittiğini gösteriyor...
Üç Fotoğraf ve Kısa Sonuç
Tüm dünyada emekçilerin, daha iyi bir dünya isteyenlerin,
devrim isteyenlerin mücadelesi giderek güçlenerek
sürüyor. Emekçilerin saflarında patlayıcı öğeler
birikiyor. Bu öğeler kimi zaman sistemin yaşamda
yarattığı derin yıkıma karşı öfke olarak, bazen
halk düşmanı kontrgerilla çetelerine karşı büyük
halk direnişi olarak, bazen emperyalist efendilerin
neoliberal dayatmalarına karşı büyük sokak mücadeleleri
olarak dışa vuruyor kendini...
Son on beş yıldır “dünya değişiyor, buna uygun
davranmak lazım” dendiğinde, aslında kapitalizm
dünyaya egemen, adapte ol, denmek istenirdi. Artık
böyle değil... Evet, “dünya değişiyor”, ezilen
halklar, geniş proleter kesimler, geniş ezilen
yığınlar dünyanın dört bir yanında ayağa kalkıyor.
Emekçi patlamalarının sarsmadığı coğrafya parçası
kalmıyor. Henüz ürkek, henüz kırılgan, henüz çok
kendiliğindenci, henüz devrimci çizgi çok belirgin
değil, ama kesin olan şu ki, artık nerede bir
emperyalist girişim varsa, nerede işbirlikçilerin
yağma girişimi varsa orada emekçilerin de küçüklü
büyüklü direnişi var, öfkesi var. Evet, artık
her emekçi, her devrimci artık çok daha emin adımlarla
“buna uygun davranmalıdır”.
Devrimci sosyalist hareket olarak emekçi kitlelerin
bu büyük dinamizmini anlayarak, öğrenerek ve devrimci
sosyalist öncü politikalar, mücadeleler yoluyla
bütünleşerek ilerleyeceğiz... Buna uygun davranış
bir bilmece değil, öyleyse de çözeceğiz... Burada
başlangıç noktamız açıktır; emekçilerin sistemle
çelişki noktalarından, onların patlama ve direniş
noktalarından ve azminden hareket eden, bu çelişki
ve patlama noktalarına devrimci müdahaleyi esas
alan bir politika yapış tarzında ısrar edeceğiz.
Işığı görüyoruz: Devrim günceldir, devrimin örgütlenmesi
bugünün sorunudur. Türk ve Kürt emekçilerinin
birleşik mücadelesinde bu ışığı somutlaştıracağız.
Hakkari ile İstanbul arasında eşitlik ve özgürlük
temelinde bağımsız devrimci sosyalist iradelerin
emeğiyle halkların mücadele ve kardeşlik hattını
oluşturacağız.
Yanan isyan ateşlerini örgütlemek, dünyanın dört
bir yanında yanan isyan ateşlerine coğrafyamızdan
katılmak devrimci sosyalistlerin ve emeğini, yaşamını
savunmak isteyen her emekçinin görevidir. Che,
Mahir, Atilla, Mahsun Korkmaz... bu görevin önderi
ve savaşçısıdırlar. Onların izinde yürüyoruz...
Görevimize bu bilinçle sahip çıkıyoruz.
Oligarşinin egemenlik sistemini paramparça edip,
emperyalizmi yeryüzünden silene dek savaşı sürdüreceğiz.
Emperyalist zincir her halkasında darbeleniyor.
Onu kırıp, sosyalizmi yeryüzünde egemen kılacağız.
Başka bir seçenek yok; zafere kadar devrim!..
|