Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

36. Sayı - Aralık 2005

Kasım ayı büyük halk mücadelelerinin kendini bütün yakıcılığıyla, öfkesiyle, direnişçi gücüyle ortaya koyduğu bir mücadele ayı olarak gelişti. Rutin gündem bir anda alt-üst oldu. Dünyanın dört bir yanından emperyalist girişimlere ve işbirlikçi devletlerin halka dönük saldırılarına karşı büyük kitlesel mücadelelerin haberleri tüm medyayı ve dolayısıyla gündemi doldurdu.
Arjantin’den, Paris’e, oradan Seul sokaklarına, Bağdat’a ve Ankara’ya, Şemdinli’ye, Yüksekova’ya değin dünya, Türkiye ve Kürt coğrafyası emekçilerin büyük mücadeleleriyle sarsıcı tarzda yüz yüze geldi. Emperyalist barbarların ve işbirlikçilerinin atakları emekçi halkların karşı ataklarıyla yanıtlandı ve gündemin ön sırasına emekçi halkların eylemi yükseldi.
Kuşkusuz, her sınıf, her toplumsal kesim ve bunların politik yapıları bu büyük eylemlerde, direnişlerde, öfke patlamalarında farklı şeyler görüyor. Gerçekleşen pek çok militan mücadele ve öfke patlaması emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini adeta dehşete sürükledi. Onlar eylemlerin sadece görünen yüzüyle ilgili değiller. Onları dehşete sürükleyen Paris’te 10 bin aracın yakılması, Buenos Aires’deki büyük sokak çatışmaları, Şemdinli halkının kontrgerillaya karşı büyük direnişi değil sadece... Daha ötesinde onlar dünyanın dört bir yanında patlayan direnişlerde mayalanan devrimi görüyorlar... Son 5-6 yıldır dünyanın dört bir yanında kimi zaman “küreselleşme” karşıtlığıyla, kimi zaman emperyalist savaş ve işgal karşıtlığıyla dışa vuran, kimi zaman ise tek tek ülkeler bağlamında büyük halk hareketleri olarak gelişen direnişlerin artık gelgeç eylemlilikler olmadığını, nesnel çelişkilerin sürekli biçimde bu direnişlerin ve patlamaların nesnel zeminini daha güçlü biçimde ürettiğini görüyorlar... Geliştirilen çok yönlü kontrol stratejilerine, kontrgerilla taktiklerine, vb.. karşın direnişler, karşı koyuşlar gücünden ve dinamizminden hiçbir şey kaybetmiyor. İşte emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin dehşeti tam da bu noktada başlıyor. Gelgeç olmayan direnişler, nesnel direniş zeminleri ve imkanları aynı zamanda devrim imkanları demektir. Bu öfke patlamaları ve direnişler içinde mayalanan bu anlamda devrimdir, devrimci dinamizmdir. Devrimci sosyalist öncü partinin yaratacağı mücadele kanallarıyla birleştiğinde, kapitalist sistemin hiçbir setinin, hiçbir engelinin durduramayacağı, emekçi insanlığın büyük kurtuluş umudunun, arayışının yarattığı büyük enerjinin kabına sığmazlığı var eylemlerde...
Emperyalistler ve işbirlikçileri bundan dehşet duyacaklar elbette. Devrimci sosyalizm ise doğal olarak büyük umutla bakıyor bu dinamizme. Son bir ayın iç ve dış gelişmelerine daha ayrıntılı olarak nereden bakılabilir sorusunun da yanıtı da böylece ortaya çıkmış oluyor. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin emekçilere karşı duruşu saldırganlık, yok sayma ve sefalete mahkum etme olurken, bunlara karşı güçlü, sarsıcı direnişler de emekçi halkların yanıtı oldu... Bu nedenle Kasım ayı, direnişlerin aynasından bakılmayı hak ediyor. Kasım ayına Şemdinli’nin, Arjantin’in ve Fransa’nın fotoğrafı; direnişle, emeğin öfkesiyle biçimlenen üç fotoğraf karesi damgasını vurdu...

Şemdinli’den Yüksekova’dan
Serhildanların, Ankara’da
Direnişçiliğin Dinamizmi...

Kasım ayının en önemli gelişmesi Şemdinli’de yükselen halk direnişiydi... Aslında orada bir değil, iki bomba patlamıştı... Hatta daha fazlası...
Birincisi, kitabevine atılan bombadır. Atılan bomba bir provokasyon bombası değildir. Neyin provokasyonu?.. Provoke edilip, devlet lehine harekete geçirilecek bir kitle olmadığı gibi, bombanın hedefi olan kitabevi bir yurtseverindir, saldırı onu katletmeye dönüktür. Devletin bunun üzerinden provokasyon üretme imkanı yoktur. Provokasyon aranacaksa elbette onlarda var bu süreçte... Mart ayında Mersin’deki bayrak provokasyonu, Eylül başında Bozhöyük’deki faşist sürülerin linç saldırıları, Şemdinli’nin hemen ardından Silopi’de Cumhuriyet Savcısının makam otosunu ve Emniyet Müdürlüğü binasının, astsubay ve korucular tarafından bombalanması ve böylece Şemdinli’nin etkisinin dağıtılmaya çalışılması doğrudan kontrgerillanın provokasyonlarının ürünüydü... Medyadaki faşist propaganda üreticilerinin de Şemdinli’deki saldırıyı karartmaya dönük olarak “PKK provokasyonu” söylemi de kötü bir yalan olarak kalmıştır. PKK’nin böylesi kitlesel eylemler için bu tür provokasyonlara ihtiyacı bulunmuyor. Çünkü Şemdinli ve Yüksekova aylardır bombalanıyor. Öfke birikiyordu. Ve sonunda halk sömürgeci faşizme suçüstü yaptı. Ordunun kontrgerilla timleri daha önce geceleri gerçekleştirdikleri bombalamaları gündüz yapmaya çalıştıklarında halkın cesur direniş iradesine çarptılar.
Evet, ortada, provokasyon vb. değil, oldukça organize biçimde geliştirilen Kürt yurtseverlerini sindirmeye yönelik kapsamlı saldırı planlarının uygulaması var. Şemdinli ve Yüksekova’da yurtseverlere dönük, son aylarda kent merkezlerinde patlatılan ve büyük yıkımlara yol açan bombalı saldırılar adeta rutin hale gelmiş durumdaydı. Oligarşinin tutumu her zamanki gibi inkardı. Ancak “iyi çocuklar”, “başarılı asker”ler bu kez işlerini iyi yapamadılar ve halka yakalandılar.
Bu tablonun hiçbir unsuru devrimci sosyalistler açısından sürpriz ya da yeni değil... Ne oldu da İmralı sonrasındaki 5 yıllık nisbi sessizlik son 1 yıl içinde bozuldu? Tüm ideolojik politik çizgisini postmodern milliyetçi İmralı çizgisi eksenine oturtan, silahlı mücadeleyi bıraktığını, devrimler döneminin kapandığını, bağımsız birleşik demokratik Kürdistan hedefinin yanlış ve gereksiz olduğunu iddia eden PKK, ne oldu da silahlı eylemlere başladı? Bu sorunun yanıtı, İmralı’nın tüm iddia ve öngörülerinin boşa çıkması, sürecin iflas etmesidir. İmralı sürecinin Kürt ulusal sorununa ilişkin politik çözümleri boş çıktığı gibi, bu süreçte PKK’de ciddi iç gerilemeler; derin moral ve politik kırılmalar yaşadı. Geniş emekçi kitle zemininde politik ve örgütsel çözülme ve parti otoritesinin zayıflaması ciddi boyutlar kazandı. En az bunlar kadar önemli bir diğer faktör ise Güney Kürdistan’da federe bir Kürt devletinin PKK tamamen devre dışı bırakılarak inşa edilmesidir. Güneyde Kürt federe devletinin kuruluşu ve Barzani’nin sürekli olarak bağımsız Kürdistan hedefini telefuz etmesi, onun dört parçada da özellikle gelenekselci Kürtler arasında önder olarak kabul edilmesi sürecini hızlandırdı. Tüm Kürt ulusunun önderliği noktasında en güçlü konuma sahip olan ve bu durumu kuzeyde tartışmasız durumda bulunan PKK’nin bu konumu tüm parçalarda hızlı bir aşınma sürecine girdi.
İşte, PKK’nin bugün giriştiği eylemler esas olarak kendi iç dinamiklerini güçlendirmeye, Kürt ulusal hareketi içinde yaşadığı irtifa kaybını engellemeye dönüktür. Ortada bağımsız, birleşik, demokratik bir ülke yaratma hedefi, bunun için sonuna kadar yürüme iradesi yoktur. Bir gerilla savaşının arka planını oluşturacak hedefler yoktur. Kürt yurtsever kitlesi açısından özel bir önemi olan gerilla gibi güçlü bir yapıştırıcı, birleştirici, safları sağlamlaştırıcı bir faktör üzerinden iç çözülmeyi sonlandırmak, safları diri hale getirmek, ve “genel af, İmralı’ya dönük tecritin kaldırılması, vb.” gibi kırıntı düzeyindeki demokratik hakları yeniden gündemleştirilmek isteniyor.
Çatışmaların yeniden başlaması elbette salt PKK’nin yukarıda ifade ettiğimiz niyetlerinden, istemlerinden kaynaklanmıyor. Sürecin tekrar çatışmalı biçimler kazanmasında devletin de belirleyici bir rolü var. Çatışmaların başlamasından özellikle ordu ve onunla birlikte hareket eden oligarşinin çekirdeğinin sürece ilişkin yaklaşımları, hesapları özel bir rol oynuyor. Oligarşi açısından PKK’yi çürütme ve tasfiye sürecinin yeterince hızla işlememesi problemi var, öncelikle... Ancak sorun sadece bununla sınırlı kalsa belki çok problem olmazdı. Çünkü PKK’yi çürütme sürecinin yeterince hızlı olmasa da ciddi mesafeler kat ederek geliştiğini görüyorlar. Devletin çatışmaları boyutlandırmasında, operasyonları sıkılaştırarak PKK’yi ateşkesi bozmak zorunda bırakmasında Güney Kürdistan’da gelişen devletleşme sürecinin ve Türkiye’nin iç politik süreçlerinde oligarşinin hakim kesimlerinin yaşadığı sıkıntılarda belirleyici rol oynuyor. Güney Kürdistan’daki gelişmelere doğrudan müdahale etmede; Türkmen kartını sürekli gündemleştirme çabaları, kırmızı çizgi hikayeleri vb. tüm girişimler boşa çıktı. Bu noktada, yegane yol PKK’nin tasfiyesi sorununa yüklenmek oldu. Oligarşi, PKK’yle çatışmaların hızlandırılmasının G. Kürdistan’a müdahale için en uygun zemin olduğunu düşünüyor. Bu nedenle, çatışmaların ivme kazanmasıyla birlikte Güney Kürdistan’da askeri operasyonların yoğun biçimde gündeme getirilmesi atbaşı gelişti... Bu yönlü söylemler uzunca bir süre yoğun biçimde dillendirildi.
Ancak ABD emperyalizmi sınır dışı operasyonda asıl niyetin oradaki federe Kürt devletinin alt yapısının tahribi olduğunu gördüğünden buna izin vermedi. Bunun üzerine şu anda bu söylem nispeten sınırlandırılmış durumda. Devletin çatışmaları yoğunlaştırma çizgisinin bir diğer temel nedeni, oligarşi içi güç çatışmalarıdır. Ordu ve onun etrafında kümelenmiş olan oligarşinin çekirdeği, hem AKP’yi sınırlamak ve güç duruma düşürmek, hem de toplumun politik saflaşmasında daha etkin olmak için Kürt sorunu ve “terör” demagojisi dışında başka bir seçeneğinin kalmadığını görüyor. Provokasyonlar, ölen askerlerin cenaze törenleri, yoğun bir şovenist propaganda ve Kürt düşmanlığı yoluyla siyasal alan yeniden faşist bir Türk milliyetçiliği ekseninde biçimlendiriliyor. AKP’nin politik etki gücü kırılmaya çalışılıyor. Ayrıca PKK karşıtlığını aşan ve Kürt düşmanlığına dönüşen şovenist basınç yoluyla, 1990’lar boyunca ciddi bir yol almış olan Kürt uluslaşması süreci darbelenmeye çalışılıyor. En zayıf halkaların Kürdüm dahi deme noktasından geriye çekilmesi hedefleniyor. Bu sürecin işlemesi çatışmaların fazla büyümeden sürekli kılınmasına bağlı. Kısacası kontrollü bir tırmandırma ve çatışma politikası hedefleniyor. Bu politikanın alt yapısı, “hukuki” zemini vb... de yapılan düzenlemeler yoluyla doldurulmaya çalışılıyor. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) bunun kilit adımlarından biri olmuştur. MGSB, TC’nin gizli anayasası olarak biliniyor. Ancak hiçbir hukuki ve yasal dayanağı bulunmuyor. Açıkça yasadışı biçimde yetkisiz olarak hazırlanan ve yasa yerine ikame edilen bir belge söz konusudur. Tablo açıkça gösteriyor ki, tüm AB, “demokratikleşme” vb. teranelerine rağmen bırakalım hukuk devleti olmayı, yasa devleti olmayı bile beceremeyen, bir avuç oligarkın hazırladığı belgelerle yönetilen bir devlet söz konusudur. İç politik süreçlere müdahalesine sözde yasallık kazandırmaya çalışan ordu, MGSB’ye iç güvenlikten de sorumlu olduğunu koydurttu. TSK’nın bir iç savaş ordusu olduğu ilan edilmiş oldu. Aslında bu malumun ilanından başka bir şey değildi. AKP hükümeti Haziran’dan bu yana buna ayak diremekteydi. Güç mücadelesinde nefesi ancak Ekim sonuna kadar yetti ve orduya iç politik alanda geniş bir hareket alanı sağlayan bu tür ifadenin belgede bulunmasını kabul etti. Ordunun bu sürecin politik arka planını oluşturmaya dönük bir diğer adımı yine MGSB’de sivil faşist hareketin devlet için tehdit unsuru olmaktan çıkarılmasıydı. Bu da bir başka malumun ilanından başka bir şey değildi. Çeteler bağlamında yarım ağızla ve biraz da, ordunun klasik “aşırı sağ’a da, aşırı sol’a da mesafeliyiz” demagojisinin ürünü olarak tehlike olarak ifade edilen sivil faşist çetelerin tehlike olmaktan çıkarılması, aslında azgın bir şovenist milliyetçilik temelinde iç politik alanda kendilerine yer açmaya çalışan generallerin sivil faşist çetelere daha fazla oynayacaklarını gösteriyor. Bu yoldan, sivil faşist çetelerin önü açılmış, konumları sağlamlaştırılmış ve ordu tarafından açıkça müttefik konumuna yükseltilmiştir. Denilebilir ki, sivil faşist çetelerin ipi zaten devletin elindedir. Bu tür belirlemelerin ne rolü olabilir ki?.. Evet bu doğru tespittir. Bu tür belirlemeler esas olarak bu tür çetelerin öne mi çıkarılacağını, geride ve kontrol altında mı tutulduklarını göstermek açısından önemlidir. Ayrıca bu tür çetelerle birlikte hareket etmeyi meşrulaştırmak açısından önemlidir. Ve ordu, bu çeteleri tehlike unsuru olarak tanımlamaktan vazgeçmekle “önünüz açıktır” demektedir. Kızıl elma koalisyonu vb.. gibi tüm şovenist faşist kesimlerin birliğinin önündeki moral ve hukuki zeminleri düzlemektedir.
PKK’nin oldukça sığ talepler eksenindeki sınırlı gerilla eylemleri ile oligarşinin provokasyon ve saldırı politikasının çıkış noktaları ve seyri esas olarak böyle özetlenebilir.
İşte bu politik atmosfer içinde kontrgerilla bombasına yanıt çok daha güçlü bir başka bombayla geldi; bu bomba emekçi halkın direniş bombasıydı...
Kontgerillacıları yakalayan yurtsever halk, adalet ve eşitlik iradesini ve ulusal varlığını ve hak arayışını da güçlü biçimde büyük gösterilerle, tüm kentin yaşamına el koyarak ortaya koydu. Kürt yurtseverleri, sadece Şemdinli’de değil, Yüksekova, Hakkari, Van, Batman ve diğer Kürt illerinde de büyük gösteri ve direnişlerle taleplerini ve mücadele kararlığını ortaya koydu. Başta Mersin, Adana ve İstanbul olmak üzere tüm kentlerde Kürt yurtseverleri, devrimci ve sol güçlerde hesap sorma iradesini ve dayanışma tutumunu irili ufaklı eylemlerle gösterdi. Tüm gündem Şemdinli saldırısı ve halkın faşizme suçüstü yapması ve direniş eksenine kaydı...
Binlerle başlayan protestolar, onbinlere ulaştı. Toplamda yüzbinlerce emekçinin katıldığı gösteriler, ateş açılmasına ve şehitler verilmesine karşın halkın büyüyen direnişi sömürgeci faşizmi kendi oyununda alt etti. Saldırıları örtbas etme çabası halkın direnişiyle şimdilik boşa çıkarıldı. Hiç kuşkusuz, soruşturmaya ilişkin “nereye kadar giderse oraya kadar gidilecek” denilmesine karşın, saldırının baş rol oyuncusu genelkurmayın hukuki açıdan herhangi bir soruşturmayla yüz yüze gelmesi düşünülemez bile... Ancak hukuk bir yana sömürgecilik siyasal olarak bu raundu kaybetmiştir. Kürt ulusu mücadele içinde kenetlenmiş, her şeye rağmen politik olarak demokratik tavrını, sesini yükseltmiştir.
Bir kez daha görüldü; Kürt sorunu yakıcı ve ayrıştırıcıdır. Oligarşi içi çelişkilere bakınız, kimler ne kadar “demokrat”, ne kadar bu demokratik sorunu çözme perspektifine ve iradesine sahip? Alt-üst kimlik tartışmaları, oligarşinin çelik çekirdeğinin soruna ilişkin tutumu ile İmralı’nın “Ayrılıkçı değiliz...” “Türkiyelilik...” vb. tezleri bu noktada bir anlam taşıyor mu? Bütün bu soruların yanıtı bu süreç içinde görülmüştür. Kürtler ‘Kürt sorunu var’ diyen Tayyip’in ağzından azarlanıp tehdit ediliyor. CHP daha ‘şahin’ nasıl olunur, bunun aklını veriyor. DTP sömürgecilikten ve oligarşinin siyasal sisteminden kopma yönünde güçlü bir irade ortaya koyan Kürtleri dizginlemeye çalışıyor.
Bütün bunlar açık. Ancak herşeye karşın mızrak çuvala sığmıyor.
Şemdinli tüm Kuzey Kürt coğrafyasını direnişiyle bir kez daha birleştirdi. Kürtler Şemdinli halkına sahip çıktı. Şemdinli yalnız kalmadı. Yüksekova ve Hakkari serhildanları onu izledi. Şemdinli Şehitlerine Yüksekova şehitleri eklendi, halk şehitlerine sahip çıktı. İmralı süreciyle geriye çekilen, adata söndürülmeye çalışılan devrimci dinamik yeniden, tıpkı ‘90’larda olduğu gibi dirildi. Kürt liberalleri itfaiye rolü oynasa da, bu serhildanlar Kürtlere yeniden özgüven verdi ve Türkiye emekçi sınıflarıyla birleşik mücadele kanallarını güncelleştirdi. Devrimci sosyalizmin sürekli ifade ettiği üzere Kürt ulusu yorgun ya da dinamizm yoksunu değildir. Kürt coğrafyası derin çelişkilerin toprağıdır. Derin toplumsal çelişkiler derin devrimci dinamizm ve büyük mücadele potansiyeli demektir. Şemdinli bu potansiyelin çatlayan topraktan yeniden fışkırdığı noktalardan biridir. Gerçekten bağımsız, demokratik ve birleşik bir ülke yaratma ufkuna sahip bir devrimci sosyalist öncünün tüm Kürt coğrafyasını Şemdinli ve Yüksekova’ya çevirmesinin olanakları, zeminleri vardır.
Şemdinli-Yüksekova serhildanlarını tamamlayan başka direnişler de vardı Kasım ayında...

**
Devrimci ve sol gençlik, 12 Eylül ürünü olan YÖK’e karşı her 6 Kasım’da olduğu gibi Ankara’da meydanlara indi... Caddeleri, alanları gençliğe kapatan oligarşinin yasakları bir kez daha gençliğin militan eylemleri ile karşılaştı. Devrimci sosyalist gençliğinde içinde yer aldığı militan mücadeleler alanların, sokakların faşizme hiçbir koşulda bırakılmayacağını gösterdi. Üniversitelerde devrimci ve sol güçlerin yürümesi gereken yol oldukça uzundur. Açıktır ki, üniversitelerde yaşanan güç ve hegemonya yaratma mücadelesinde emekçilerin sesi olan devrimci ve sol gençlik oldukça zayıflatılmış ve temel unsurlardan biri olmaktan çıkarılmıştır. Üniversiteler YÖK eliyle tekelci burjuvazinin kışla düzeni içindeki basit bir araştırma laboratuarı ve düzeni meşrulaştıran akıl-fikirlerin üretildiği bir tür propaganda merkezi haline getirilmiş durumda... Üniversitelerdeki güç mücadelesi ise esas olarak bu ilkel üniversite düzenine hakim olmayan çalışan oligarşinin çekirdeği ile hükümetin temsil ettiği islamcı güçler arasında gelişmektedir. Van üniversitesi rektörünün tutuklanmasıyla adeta şiddet zeminine de taşınan mücadele, türban sorunun yeniden güncelleşmesiyle ve karşı ataklarla daha da derinleşecektir. Bu tablo içinde dıştan bir bakışla hükümetin gerici uygulamalarına karşı ‘çağdaş’ demokrat öğretim üyelerinin direnişi havası ya da kastlaşmış 12 Eylül kalıntısı bürokratik yapıya karşı liberal hükümet sınırlar çekiyor görüntüsü yaratılmaya çalışılıyor. Hayır, hepsi yalan. Ne 12 Eylül kalıntısı YÖK çağdaş ve demokratiktir ne de hükümet YÖK’ün mantığına karşıdır. Sorun bu büyük iktidar alanına kimin egemen olacağıdır. Yoksa tümü birden işçilere, emekçi sınıflara ve devrimci güçlere karşı üniversitelerde ittifak halindedir.
6 Kasım gösterileri, direnişleri uzun bir süredir gerçekleştirilmesine karşın, devrimci ve sol gençliğin protestoları düzeyini aşarak, gençliğin YÖK’de cisimleşen gerici-faşizan uygulamalarına ve üniversite düzenine karşı birleşik eylemi haline gelemedi. Öte yandan, 6 Kasım gösterileri üniversitelerde etkisizleşen devrimci gençliğin yegane sığnağı haline gelme riskini de bağrında taşıyor. Her şeye karşın, 6 Kasımda gösterileri ve direnişler gençliğin devrimci dinamizminin ve sökülüp atılamaz biçimde kendini ortaya koyduğu bir kanaldı ve devrimci gençlik bir kez daha eylemiyle bunu gösterdi, direniş sürecine yeni bir halka daha eklendi...

**
Ay sonunda ise eğitim emekçilerinin sendikaları Eğitim-Sen önderliğinde hemen hemen tümüyle ekonomik eksenli taleplerini Ankara’da kitlesel gösteri yoluyla ifade etmesine dönük büyük bir eylem süreci söz konusuydu... Oligarşi Şemdinli serhildanlarından çıkardığı derslerle bu gösteriyi engellemeye çalıştı. Daha baştan yasadışı ilan etti. Engelleme tavrı eylemden kısa bir süre önce Tayyip tarafından toplanan güvenlik zirvesinin doğrudan sonucuydu. Şemdinli sonrası gösterilerin serhildanlara dönüşmesi, büyük bir mücadele potansiyelinin açığa çıkması yeni gösterilere karşı tahammülsüzlüğün başlıca nedeniydi. Bunun yanı sıra, önümüzdeki yıl gündeme gelecek sosyal güvenlik yasası, genel sağlık sigortası yasası gibi emekçilerin güçlü tepkilerinin söz konusu olacağı yasaların çıkarılmasının hemen öncesinde emekçilere moral olacak, böylesi eylemlerin önünü açacak bir eylem tehlikeli bir sürecin başlangıcı olarak görüldü. Böylece eğitim emekçilerinin meşru mitingi tam bir barbarlığa dönüşen saldırılarla karşılaştı. Çeşitli bölgelerden Ankara’ya gitmeye çalışan eğitim emekçileri yollarda durduruldu ve gidişleri engellendi. Eğitim emekçileri çeşitli bölgelerde polis barikatlarını zorladı. Kimi durumlarda yarım saati aşan çatışmalar yaşandı. Polisin yollardaki engellemelerine sık sık yollar trafiğe kapatılarak yanıt verildi. Onlarca eğitim emekçisi yaralandı. Kolları, bacakları, kafaları, burunları, çeneleri kırılan eğitim emekçileri yılmadı. Barbarların saldırısı emekçilerce göğüslendi. Eğitim-Sen yönetiminin direnişi mümkün olduğunca engelleme, engelleyemediği yerde en geri sınırlara çekme tutumu mitinge katılmak için yola çıkan eğitim emekçileri için sendika yönetiminin uzlaşmacı politikasını daha doğru biçimde kavrama açısından önemli bir ders oldu. Sonuçta, birçok noktada Ankara’ya gidiş engellenmiş olsa da eğitim emekçilerinin direnişi emperyalist mali kuruluşlara ve oligarşiye sömürü ve sefalet koşullarını ve yasalarını emekçilere dayatmanın öyle çok da sorunsuz olmayacağını gösterdi.

Paris: ‘68 Yeniden mi Geldi?
Oligarşi, hatta özellikle liberal sol son yıllarda en çok ne tartıştı, gündemi ne oldu diye sorsak; bunun yanıtı sanırız tereddütsüz AB’dir. AB, her şeyin ilacı olacak; refah gelecek, işsizlik bitecek, sanayileşme olacak, farklı kültürler ve kimlikler özgür olacak, eşitlik ve adalet gelecek, hatta iç dinamikle gelişmeyen demokrasi AB ile gelecek vb... Emperyalistlerin ve işbirlikçi güçlerin AB konusundaki iddialarının ana unsurları bunlar...
Kuşkusuz bunlar sadece Türkiye ve Kuzey Kürt coğrafyasıyla sınırlı olmayan yanılsamalar. AB’nin kendisi de tüm dünya çapında yayıyor bu yanılsamaları. Kendisini dünyanın barış, demokrasi ve refah adası olarak sunuyor.
Ve Fransa; ışıltılı demokrasi ülkesi... Ve iki göçmen çocuğun polis tarafından kovalanırken şüpheli biçimde ölümü... Ve Paris’in işçi ve yoksul semtleri, Şanzelizenin ışıltısının hiç uğramadığı diğer Paris, bir anda başka tür bir ışıltıya boğuldu. Bu öfkenin tutuşturduğu molotofların ışıltısıydı. Ve Paris yıllar sonra yeniden yoksulların büyük öfkesinin sokakları kuşatmasına tanık oldu. Haftalara yayılan öfkeli isyan Fransa’nın birçok kentine yayıldı. Hatta kısmen Belçika ve Almanya’ya da sıçrattı.
10 bin civarında araç yakıldı. Yüzlerce okul, kreş, spor salonu, polis binası vb. devlet kurumu ateşe verildi. Yüzlerce genç tutuklandı. Yüzlerce göçmen sınır dışı edildi.
Fransa; bir zamanların büyük sömürge imparatorluğu... Ortadoğu’dan Afrika’ya, oradan Asya’ya, Okyanusya’ya, hatta Latin Amerika’ya değin uzanan kendisinden misliyle büyük toprakların sömürgeci asalağı Fransa... II. Dünya savaşının ardından gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucu sömürgeler birer birer kaybedilirken, bir yandan da yeni-sömürgecilik ilişkileri geliştiriliyordu. Fransa bütün bu süreç boyunca sömürge topraklardan büyük göçler aldı. Sömürgeler insanı, Fransa’daki işgücü açığını ya da yedek işgücü ihtiyacını karşılamanın en uygun yolu olarak görüldü. Özellikle başta Cezayir olmak üzere tüm sömürge Arap ülkelerinden milyonlara varan yoksul insan Fransız kentlerini doldurdu. Tabii, varoşlar oluşturarak, tabii, Fransızların yaşam düzeyinin kat be kat altında gelir düzeyine sahip olarak... Gelen göçmenler, ışıltılı ülke Fransa’nın demokrasisi tarafından dışlanmış, toplumsal olarak yaşamın merkezinden çeperine atılmış, toplumsal açıdan marjinalleştirilmişlerdi. Birinci kuşak göçmenler için başlarını sokacak bir konut ve geçimlerini sağlayacak bir iş önemliydi. Üstelik buldukları iş ve yaşam koşullarını, aynı işi yapan Fransızlarınkiyle değil, geride bıraktıkları ülkelerindeki sefalet koşullarıyla karşılaştırıyorlardı. Dolayısıyla içine düşürüldüklerini ikincil konumu, dışlanmışlığı geldikleri yerle kıyaslayarak makul görebiliyorlardı. Ancak ardından gelen ikinci ve üçüncü kuşak derin çelişkilerin ortasına düşmüşlerdi. Birinci kuşak kendini yabancı bir ülkede çalışan göçmen sayıyordu. Kendini geldiği ülkeye ait hissediyordu. Ancak ikinci ve üçüncü kuşak kimliksiz ve aidiyetsizdi. Bir ne Fransızdılar, ne de başka bir şey... Fransız vatandaşı olsalar bile ikinci sınıftılar, dışlanmışlık kaçınılmaz kaderleri haline gelmişti. Çıkış noktası ise genellikle gayrı-meşru yollar olarak biçimleniyordu.
Öte yandan sorun sadece bu da değil. İşin yukarıda ifade edilen boyutu esas olarak tarihsel arka planı ifade ediyor. İşin en az tarihsel boyutu kadar can alıcı olan boyutu ise emperyalist kapitalist dünyanın son 30 yılını belirleyen neoliberal politikaların yoksulların dünyasında yarattığı derin yıkımdır. Neoliberal politikalar yoksulların barınma, sağlık, eğitim vb. kamusal haklarını gasp ederken, bundan en yoğun biçimde göçmen işçiler olmuştur. Neoliberalizm ve ona eşlik eden postmodernizm emekçilerin yaşamına yoksulluğun yanı sıra, kültürel parçalanmayı ve içe kapanmayı da getirmiştir. Emekçilerin büyük kurtuluş hedefleri doğrultusunda birleşmesi yerine dinsel, etnik, cemaatsal vd. “alt kimlik”ler yoluyla parçalanması kutsanmış ve bu zeminde kendi içinde boğulan, toplumsal yaşamın nimetlerinden büyük olanaklarından koparılmış, birbirini dışlayan bir yoksullar ve göçmenler topluluğu ortaya çıkmıştır. Egemen ulus ve kültür tarafından dışlanan, siyasal gericilik ve ırkçılığın sürekli saldırılarına maruz kalan, genellikle devrimci ve sol güçler tarafından da kucaklanamayan bu geniş topluluklar sürekli biçimde öfke biriktirmişlerdir. Öfkeye, vahşi sömürü, alkol ve uyuşturucunun eşlik ettiği derin bir çürüme ve yozlaşma da eşlik etmektedir. Bu noktada hemen küçük bir parantez açarak şunu ifade etmek gerekiyor; Paris’teki isyana katılanların ezici bir bölümü ikinci, üçüncü kuşak göçmenlerdir. Ancak sadece onlarla sınırlı değildir. Varoşlarda göçmenlerle benzer konumda olan Fransız gençlerinden de az sayıda da olsa katılım söz konusudur. Ve bu önemlidir.
Paris tablosu aslında “küreselleşme”, “tarihin sonu”, “serbest piyasanın nimetleri”, “demokrasinin gelişmesi” vb. konularda burjuvazinin ve devrimci, sol güçlerin tezlerinin pratik bir testi olmuştur. ‘Küreselleşme’ ve bu temelde pompalanan ideolojik tezlerin tek tek çöktüğü, dünyanın barış içinde, ‘aynı gemide’, ‘karşılıklı bağımlılık’ içinde geniş bir ‘demokrasi’ ile değil, derinleşen vahşi bir sömürü zemininde, dışlanma, yoksullaşma, yozlaşma dayalı bir anafor içinde olduğu açıkça görülmüştür, görülmektedir. Oligarşilerin aldatıcı sis perdelerinin arkasında yoğun sınıfsal, ulusal ve cinsler arası çelişkileri hızlanmıştır.
Yüzyılın başında, dünyanın tek emperyalizme gideceğini, barış içinde sömürünün devam edeceğini, bundan şiddete dayalı devrimin geride kaldığını iddia edenlere karşı Lenin; tam tersine bu sürecin toplumun bünyesinde ‘patlayıcı maddeler’ yarattığını görüp, devrimin güncelliğine işaret etmişti. Bu tez ve bakış açısı, bir kez daha, emperyalist merkezlerde ezilenlerin öfkesiyle Paris’te güncelleşmiştir.
Kendiliğindenci karakteri olan Paris isyanında, ezilenlerin şiddeti, bir programa bağlı olarak, özellikle devrimci bir program temelinde hedefe yönelmemiştir. Böyle olunca bu şiddet, seçici ve devrimci politik hedefe yoğunlaşarak değil, dağınık, özellikle küçük mülk sahiplerini tedirgin eden bir niteliğe sahip olmuştur. Paris’teki isyan spontanedir, örgütsüzdür, programsızdır ve politik hedefi net bir hareket değildir. Bu nedenle öfke emekçilerin hapsedildiği varoşların sınırlarını çok az aşabilmiştir. Ateş burjuvazinin Paris’inin hemen başında yanmıştır, ancak oraya çok az taşınabilmiştir. Yakılan araçların, okulların ve kamu binalarının çoğu emekçilerin yararlandığı araç ve mekanlardır. Bu anlamda, yanan ateş çok fazla ön açıcı, yol gösterici değildir, kör bir yana da sahiptir. Ancak, Paris isyanı emperyalist metropollerde neoliberal yıkımla birleşen kültürel ve ulusal dışlanmanın ne denli büyük bir patlama dinamiği yarattığını, ne denli büyük bir “patlayıcı” devrimci öğenin biriktiğini gösteriyor. Fakat bundan hareketle devrim ufkunu yitirmiş, küçük-burjuva mülkiyetçi bağnazlığıyla cam-çerçeve edebiyatı yapanlara da hiç söz düşmüyor. Bu noktada, yanan araba ve kamu binalarına ah-vah etmek ve nezih ilerici, demokrat teoriler üretmek yerine, oradaki ateşin devrim için anlamını bulmaya çalışmak gerekiyor.
Kendiliğinden, örgütsüz, önderliksiz patlayan bu denli yıkıcıdır. Sadece göçmenleri değil, tüm varoşları, tüm yoksulları ve proletaryanın en dinamik kesimlerini bağrında toplama yeteneğine sahip bir devrimci önderlik ve programın varolması durumunda böyle patlama anları neye dönüşür, 1917’nin Şubat devrimi ya da Ekim’i gerçekten de çok mu uzak bir şey olur?
Yanıtımız tereddütsüz hayırdır... Paris’in dersleri elbette sadece bunlarla sınırlı değildir. Bir kez daha gördük ki, AB’nin güzide demokrasisi işlerin yolunda gittiği zamanlar için silah tutan barbarların elini örten kadife bir eldivendir. Paris’in dışlanmışları, ezilenleri, en alttaki proleterleri ayağa kalktığında derhal belediyelere dahi sıkıyönetim yetkisi veren, demokratik hakları ortadan kaldıran yasalar üst üste geldi. İçişleri bakanı en faşizan söylemleri kullanmaktan bir an bile tereddüt etmedi. Emperyalist metropollerdeki devrim ve karşı-devrim dinamikleri açısından daha pek çok veri sunuyor Paris isyanı... Ama en önemlisinin altı bir kez daha çizilmelidir; Devrim sadece sömürge ve yeni-sömürgeler dünyasında değil, tüm emperyalist-kapitalist dünyada hala günceldir... Tüm güncel pratiğinin çıkış noktasını devrimi örgütlemek üzerine kurmayan bir hareketin, söylemi ve pratiği ne olursa olsun devrimci olması ve insanlığın nihai kurtuluşunda rol oynaması mümkün değildir.
Paris’in varoşlarında yanan ateşin fotoğrafının ilk elde gösterdikleri budur.
Devrimci sosyalizm Paris’in bu fotoğrafını, bu fotoğrafın taşıdığı-gösterdiği devrimci zeminleri, olanakları yürekten selamlıyor. Bu fotoğraftan devrimci öznenin de mayalanacağını umut ediyor...

Latin Amerika; Dinmeyen
Devrim Fırtınası...

Üçüncü fotoğraf karesi Latin Amerika’nın, Arjantin’in devrimci dinamizmini taşıyor bize. Amerika kıtasının devlet başkanlarının (Fidel hariç) yaptığı zirve toplantısına Bush’un katılması ve Amerikan Serbest Ticaret Bölgesi anlaşmasını dayatmasına karşı gelişen büyük halk gösterileri tüm dünyada mayalanan büyük devrimci dinamizmin en güçlü ifadelerinden biriydi. Sokaklar CHE resimlerinin olduğu pankart ve bayrak denizini taşıyan işçilerin ve ezilen sınıfların denetimi altında girdi. Gaz bombaları direnişle karşılandı. ABD emperyalizminin dayatmalarına ve hükümet darbelerine karşı direnen halkçı demokrat Chavez ve efsane futbolcu halkçı Maradona da göstericilerin saflarındaydı. Gösterilerin başarısı Maradona’dan hareketle, burjuva medyası tarafından “Maradona: 1, Bush: 0” olarak verilmişti.
Arjantin fotoğrafında, hem emperyalizmin ‘reel sosyalizmin’ çözülüşü ile içine girdiği yeni tarihsel sürecin tüm özellikleri vardır, hem de buna karşı Latin Amerika halklarının tarihsel direnişinin devamı vardır.
Emperyalizmin dünya halklarına yönelik saldırıları bugüne özgü değildir. Latin Amerika halkları önce İspanya sömürgeciliği ile sonra da ABD emperyalizminin geliştirdiği yeni-sömürgecilik politikaları ile 500 yılı aşkın süredir tanışmaktadır. Bugün ise yeni olan, yeni-sömürgecilik üzerinden geliştirilen politikalar ile mal ve sermaye dolaşımı için tüm engellerin kaldırılmak istenmesidir. Latin Amerika Serbest Ticaret Anlaşması yoluyla ABD emperyalizmi bu süreci kendi hegemonyası altında geliştirmek istiyor.
Reel sosyalizmin çözülüşü ve aynı süreçte devrimci kurtuluş hareketlerinde yaşanan nispi gerileme, ABD emperyalizmi için emperyalist-kapitalist sistem içinde mutlak egemenliği yeniden kurma, yeni-sömürge ülkelerde yeni sömürü biçimlerini geliştirme imkanı verdi. ABD ilk elden yeni pazarlara yöneldi; bu pazar Avrasya’ydı. Bu alanlar üzerinde hegemonya savaşını hızlandırdı; Kafkasya’da hükümet darbeleri, ‘kadife’, ‘turuncu’ renklerle anılan hareketler yoluyla kendi egemenliğinde yeni hükümetler oluşturuyor. Emperyalizm kendine bağımlı ya da kendi kontrolünden uzaklaşan iktidarlar için ise Afganistan ve en son Irak işgalinde olduğu gibi, açık işgale başvurdu. Bu emperyalist saldırı politikaları çok yönlü ve geniş bir coğrafi alanı kapsamaktadır; sadece Kafkaslar değil, Ortadoğu ve Afrika’yı kapsadığından
BOP olarak tanımlandı. Bugünde bu büyük coğrafi alanda egemenliğini sürdürüyor, dahası emperyalist-kapitalist sistemin diğer emperyalist güçleri ile bu alanda büyük bir nüfuz savaşı veriyor.
ABD emperyalizmi bu coğrafyaya yönelince, ‘arka bahçesi’ olarak tanımlanan Latin Amerika kıtası ülkelerini boş bıraktığı ileri sürüldü. Elbette değil. Çünkü ABD emperyalizmi için bu kıta yaşamsaldır ve hiç bir süreçte boş bırakmamıştır. Bugün Ortadoğu’da olduğu gibi açık işgale bu ülkelerde başvurmamaktadır, şimdilik koşulları da yoktur. Bu süreçte yeni-sömürgecilik derinleştirilmekte, neo liberal politikalarla sömürü yoğunlaştırılmakta, buna karşı direnen ülke ve halklar üstünde baskılar yoğunlaşmaktadır. Sosyalist Küba yıllardır baskılara direniyor. Sosyalist ve halkçı mücadele damarı güçlü Latin Amerika’da, her şey emperyalizmin istediği gibi olmuyor. Venezuela ve diğer demokratik hükümetlerin işbaşında olduğu ülkelerde (Ekvator, Uruguay, Brezilya vb) hesaplar tutmuyor. Yani neo liberal politikalar iflas ediyor, buna karşı tarihsel geleneği olan mücadele yeni, demokratik, sol hükümetlerin ortaya çıkmasına yol açıyor, emperyalizmin hareket alanı sınırlanıyor. 1970’li yıllarda şehir gerillasının ve devrimci şiddetin parlak bir örneğini ifade eden Tupamarolar, reformist kanala girse de ‘geniş cephe’de yer alıyor ve adayı devlet başkanı seçiliyor. Devrimle iktidarı alan Sandinistler, emperyalizmin destek ve baskıları ile seçimle iktidarı kaybettiği günler geride kaldı. Sandinistler seçimlerde önemli başarılar elde ediyor. Zapatistler programsal düzeyde demokratizmi aşamasalar da pratik süreç onları değişimlere zorluyor. Başta Kolombiya ve Peru olmak üzere, 1980’ler de gerileyen gerilla ve halk hareketi yeniden gelişiyor. Bu sosyalist ve halkçı güçler, L. Amerika’da, emperyalizmin hesaplarını bozan en önemli direniş odaklarıdır.
Arjantin ve Latin Amerika’da yükselen sese, ABD emperyalizmin uzak doğu politikaları gereği, bu bölgede ‘serbest dolaşım’ ve küresel saldırılarda yeni bir hamle için sekiz ülkeyi içeren geziye karşı, özellikle Güney Kore emekçilerinin sesi de katıldı.
Arjantin’den Kore’ye değin uzanan militan gösteriler ve Bush’un başarısızlığa uğratılması Latin Amerika’daki devrimci dinamizmin büyük gücünü gösteriyor. Bush’un gösteriler karşısında “ben ağırlanması zor bir misafirim” demesi aslında aynı zamanda Amerikan emperyalizminin dünya halkları nezdindeki yerini de giderek çok daha iyi öğrendiğini, sıkışık bir durum yaşadığını açıkça gösteriyor.
Dünyanın efendisi artık her yerde öfkeyle, militan karşı duruşlarla karşılanıyor. Egemen güç olmanın olmazsa olmazlarından biri olan kamuoyunu etkileme ve yönlendirme olanaklarının ABD emperyalizminin elinden giderek uçup gittiğini gösteriyor...

Üç Fotoğraf ve Kısa Sonuç
Tüm dünyada emekçilerin, daha iyi bir dünya isteyenlerin, devrim isteyenlerin mücadelesi giderek güçlenerek sürüyor. Emekçilerin saflarında patlayıcı öğeler birikiyor. Bu öğeler kimi zaman sistemin yaşamda yarattığı derin yıkıma karşı öfke olarak, bazen halk düşmanı kontrgerilla çetelerine karşı büyük halk direnişi olarak, bazen emperyalist efendilerin neoliberal dayatmalarına karşı büyük sokak mücadeleleri olarak dışa vuruyor kendini...
Son on beş yıldır “dünya değişiyor, buna uygun davranmak lazım” dendiğinde, aslında kapitalizm dünyaya egemen, adapte ol, denmek istenirdi. Artık böyle değil... Evet, “dünya değişiyor”, ezilen halklar, geniş proleter kesimler, geniş ezilen yığınlar dünyanın dört bir yanında ayağa kalkıyor. Emekçi patlamalarının sarsmadığı coğrafya parçası kalmıyor. Henüz ürkek, henüz kırılgan, henüz çok kendiliğindenci, henüz devrimci çizgi çok belirgin değil, ama kesin olan şu ki, artık nerede bir emperyalist girişim varsa, nerede işbirlikçilerin yağma girişimi varsa orada emekçilerin de küçüklü büyüklü direnişi var, öfkesi var. Evet, artık her emekçi, her devrimci artık çok daha emin adımlarla “buna uygun davranmalıdır”.
Devrimci sosyalist hareket olarak emekçi kitlelerin bu büyük dinamizmini anlayarak, öğrenerek ve devrimci sosyalist öncü politikalar, mücadeleler yoluyla bütünleşerek ilerleyeceğiz... Buna uygun davranış bir bilmece değil, öyleyse de çözeceğiz... Burada başlangıç noktamız açıktır; emekçilerin sistemle çelişki noktalarından, onların patlama ve direniş noktalarından ve azminden hareket eden, bu çelişki ve patlama noktalarına devrimci müdahaleyi esas alan bir politika yapış tarzında ısrar edeceğiz.
Işığı görüyoruz: Devrim günceldir, devrimin örgütlenmesi bugünün sorunudur. Türk ve Kürt emekçilerinin birleşik mücadelesinde bu ışığı somutlaştıracağız. Hakkari ile İstanbul arasında eşitlik ve özgürlük temelinde bağımsız devrimci sosyalist iradelerin emeğiyle halkların mücadele ve kardeşlik hattını oluşturacağız.
Yanan isyan ateşlerini örgütlemek, dünyanın dört bir yanında yanan isyan ateşlerine coğrafyamızdan katılmak devrimci sosyalistlerin ve emeğini, yaşamını savunmak isteyen her emekçinin görevidir. Che, Mahir, Atilla, Mahsun Korkmaz... bu görevin önderi ve savaşçısıdırlar. Onların izinde yürüyoruz...
Görevimize bu bilinçle sahip çıkıyoruz.
Oligarşinin egemenlik sistemini paramparça edip, emperyalizmi yeryüzünden silene dek savaşı sürdüreceğiz. Emperyalist zincir her halkasında darbeleniyor. Onu kırıp, sosyalizmi yeryüzünde egemen kılacağız. Başka bir seçenek yok; zafere kadar devrim!..



 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19