“Dilin kemiği yok” sözü burjuva politikacıları
için her zaman söylenir ama bugünlerde öyle görünüyor
ki ipin ucu iyice kopmuş durumda. Türkiye tarihinin
en şımarık, en yüzsüz hükümetlerinden biri ile
karşı karşıyayız; AKP, gerçekten de işbirlikçilikte
ve emperyalizme hizmette sınır tanımıyor. Bir
yandan ağzı bozuk bir Maliye Bakanı halkın gözünün
içine baka baka hakaretler yağdırıyor, diğer yandan
ise Başbakan Tayyip Erdoğan, “ben ülkemi pazarlamakla
mükellefim”den başlayıp, “yabancı sermaye düşmanları”nı
“vatan hainliği” ile suçlamaya dek varan bir yığın
lafı getirip önümüze yığıyor. Ve bunlar artık
“gaf” da değildir; onlar gerçekten de işbirlikçilik
mesleğinin en açık tanımlarını yapıyorlar.
Yabancı Sermaye Nedir?
Peki ama nedir yabancı sermaye? Bir ülkeye ne
getirir, ne götürür? Sermayenin hepsi aynı sermaye
olduğuna göre emekçilerin ve devrimcilerin yabancı
sermayeye düşmanlık etmesi mantıklı mıdır? Ya
da örneğin “ne var canım işte, yerli ya da yabancı
olsun sermaye geliyor, fabrika kuruyor, biz de
iş buluyoruz” diyebilir miyiz?
Çok kabaca tanımlanırsa eğer, “yabancı sermaye
girişi” denilen şey, adı üstünde, “yabancı” ülkelere,
yani emperyalist ülkelere ve şirketlere ait sermayenin
bir biçimde bir başka ülkeye (örneğin Türkiye’ye)
girişi ve oradaki ticari-sınai sürece katılması
anlamına gelir. Ve kuşkusuz, yabancı sermaye,
kapitalizmin altın kuralına bağlı olarak bir ülkeye
“kâr sağlamak” amacıyla gider. Yani burada sözü
edilen şey, bir “hayır işi” değil, kapitalist
düzen koşullarında gerçekleşen bir yatırımdır.
Ama bu kâr, normal ölçülerde bir miktar da değildir.
Son derece basitçe anlatırsak, bir tekelci şirket,
binlerce kilometre ötedeki bir ülkeye düşük ya
da ortalama bir kâr oranı için gitmez. Sermaye
varlığını böyle bir sıradan kârlılık için riske
atmayacağı gibi, ayrıca bunun transferle ilgili
sıkıntılarına da katlanmaz. Yani, sonuç olarak
yabancı sermaye yatırımı denilen şey, ancak karşı
taraftaki ülkede son derece tatlı, tehlikesiz
ve fahiş kâr sağlayan bir ortam varsa gerçekleşir.
Başka bir deyişle, yabancı sermaye yatırımı, geriye
transfer edeceği kâr miktarına bağlı olarak gelen
ya da giden bir şeydir. Yani kimse sizin ülkenize
size “iş alanı” yaratmak, vb. için gelmez; asıl
kural çok basittir: Üç koyup dört alıyorsa eğer,
bu yetmez. Ancak üç koyup on-yirmi alıyorsa bu
durum yatırım açısından anlamlıdır.
Hepsi bu kadar da değil, yabancı sermaye yatırımı,
aynı zamanda politik bir olgudur. Yani bir miktar
sermayenin, paranın, vb. sağa sola kaymasından
değil, bir ortama gelip yerleşmesinden söz ediyoruz.
Bu yüzden o, aynı zamanda hedef ülkedeki politik
ortamın da yatırım bakımından güvenli halde olmasını
ister. Bu hem mevcut hükümetlerin ve yönetim mekanizmalarının
yatırımı engellememesi, hatta onu kolaylaştırması
anlamına gelir, hem de o ülkedeki toplumsal hareketin
yapılan yatırımı tehdit etmeyecek düzeyde tutulması
demektir. Yani, birincisi yabancı sermaye konusundaki
yasalar son derece elverişli olmalıdır; o kadar
ki, yatırım, vergi, hammadde pahalılığı, çevre
kirliliği, vs. gibi unsurlar tarafından rahatsız
edilmesin! İkincisi ise, ücretlerin yükselmesine
yol açacak bir toplumsal hareket, sendikalar,
devrimci örgütler, vb. bastırılmış olmalıdır.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, yabancı sermaye
yatırımı, gideceği ülkede kesin, net bir işbirlikçilik
ortamını şart koşar. Dolayısıyla, dünyanın neresinde
bir hükümet ya da devlet, “yabancı sermaye yatırımlarının
arttığını” söylüyorsa, aynı zamanda kendisinin
sadık bir emperyalist uşağı olduğunu ve ülkesindeki
işçilerin-emekçilerin tepesinde bir balyoz gibi
durduğunu itiraf ediyor demektir. Gerçek de tam
böyledir zaten. Ve gerçek böyle olduğu içindir
ki, yabancı sermaye yatırımı ya da emperyalist
ilişkiler denilen şeyin bütünü, aynı zamanda politikadan
kültüre dek uzanan bir işgal demektir; her yatırım
aynı zamanda fazladan hapishaneleri, fazladan
polis panzerlerini ve yeni işkence aletlerini
gerekli kılar. Biri olmadan öbürü olmaz, süreç
böyle bir bütünlük içinde işler.
Türkiye’de 1940’lardan itibaren yoğunlaşan yabancı
sermaye yatırımları, işte tam da böyle bir işbirlikçilik
ortamında gerçekleşmiştir. Yeni-sömürgeci kapitalistleştirme
politikalarına uygun olarak ithal ikamecilik biçiminde
gelişen çarpık kapitalizm bunun tipik ifadesidir.
Aşağı yukarı 1980’lere dek uzanan süreçte, bu
işleyiş içersinde yerli işbirlikçilerin birikimiyle
iç içe geçen emperyalist sermaye, ülkede çarpık
bir kapitalistleşme yaratmış, özellikle 1950-1960’lı
yıllarda belli bir sanayileşme süreci yaşanmıştır.
Bu dönemde bazen doğrudan kendisi de yatırımlar
yapan emperyalist şirketler, çoğunlukla da yerli
işbirlikçilerle patent türü anlaşmalar yapmayı
tercih etmişlerdir. Böylece belli alanlarda koruma
altında, ucuz işgücü koşullarında hızla gerçekleşen
tekelleşmenin sonucu ise, yüksek kâr oranları
olmuş, süreç boyunca yabancı sermaye getirdiğinin
yüzlerce katı büyüklüğündeki kaynakları geri götürmüştür.
Ayrıca tabii ki hemen eklenmeli, bu sömürü süreci
yalnızca bu yoldan gerçekleşmemiş, bütün makine
ve teçhizatın, ara malların ana şirketten alınması
zorunluluğu bir başka soygunun da biçimi olmuştur.
Aynı biçimde dönem boyunca gerçekleştirilen yoğun
borçlandırma da bir başka yabancı sermaye girişi
olarak kendini göstermiş, krediler ve borçlar
biçiminde gelişen bu giriş bir yandan bağımlılık
düzeyini artırırken diğer yandan da ülkede derin
bir yoksulluğun ve giderek artan bir tıkanmanın
koşullarını yaratmıştır. Denilebilir ki bu dönem
emperyalist sömürünün (ve işbirlikçilik rezilliğinin)
zirvesidir.
İthal İkamesinden “Sıcak Para”ya...
Daha sonraları, 1970’lerden itibaren tarım ürünleri
ihracatı karşılığında yatırım malları ithalatına
dayalı bu sistem çöktüğünde ve borçlanma miktarları
devasa boyutlara ulaştığında, emperyalist-kapitalist
sistemdeki genel restorasyon sürecine paralel
olarak Türkiye ekonomisi de yeniden biçimlendirilmiş,
bir tür sanayisizleştirme operasyonundan geçirilmiştir.
Böylece büyük projelerden uzaklaştırılarak ihracata
yönelik “çapulcu” bir üretim sistemine yöneltilen
ekonomi daha büyük ölçüde spekülasyona, para ticaretine
kaymıştır.
Bu süreçten sonra gelen yabancı sermaye de artık
“kalıcı” denilebilecek sabit sermaye yatırımlarından
(fabrika gibi) çok, ağırlıklı olarak “sıcak para”
diye tanımlanan spekülatif alanlara (borsadan
hisse senedi, tahvil almak gibi) kaymıştır.
Basit olarak tanımlarsak eğer, bugün Türkiye’ye
yabancı sermaye başlıca üç biçimde girmektedir:
Birincisi, az önce sözünü ettiğimiz sabit sermaye
yatırımları, yani doğrudan tesis-fabrika kuran
ve üretim yapan yatırımlardır. Çoğunlukla yerli
ortaklarla birlikte yapılan bu yatırımlar, esas
olarak ucuz işgücü ve ucuz hammadde kaynakları
gibi unsurlara dayanmaktadır.
Portföy yatırımı denilen ikinci tür ise, borsadan
hisse senedi, bono, tahvil almak için gelmekte
ve tamamen gelip-geçici, ne zaman ne yapacağı
bilinmeyen bir tablo sergilemektedir. Gelirken
ülkeye döviz getirir ama, ne zaman çıkacağı belirsizdir.
Çıkarken de dövizleri toplar götürür.
Üçüncü tür ise uzun vadeli veya kısa vadeli kredi
(borç) olarak gelir. Bu krediyi kullanan devlet
veya özel sektör faizini, vadesinde anaparayı
öder.Bunlardan birincisi, ucuz işgücünün sömürülmesi
üzerinden şu ya da bu büyüklükte sanayi tesisleri
kurarken, diğer ikisi ise hem kalıcı değildir,
hem de ortaya bir istihdam ve üretim de çıkarmaz,
tamamen spekülatiftir. Özellikle “sıcak para”,
aşırı kâr oranlarını gördüğünde gelir (ki Türkiye’de
bu para girişi tamamen vergisizdir), en küçük
bir tehlike işaretinde ise kaçar. Üstelik kaçarken
geride bir yıkıntı bırakır.
Buraya 2001 krizinde özellikle emperyalist ülke
bankalarının krizin patlağı gece yaptığı vurgun
örnek verilebilir. Krizin planlayan emperyalist
güçler kendi bankalarını haberdar etmişler, hatta
denilebilir ki, bizzat bu bankalar krizi tetiklemiştir,
krizden birkaç gün önce ellerindeki tüm TL’yi
dolara çevrimişler ve kriz olduğunda bir gece
de ellerindeki dolarlar iki misline çıkmıştı...
Emperyalistler bu taktiği asya kaplanlarına karşı
98’de uyguladılar ve bu ülkelerin tüm bankalarını
ve büyük işletmelerini ele geçirdiler... Bunlar
somut olarak konulursa çok daha iyi olur... Rusya
krizi, asya kaplanları krizi ve 2001 krizinde
emperyalist yatırımların, bankaların rölü üç ayrı
kutu da olabilir...
Spekülatif para girişinin zaman zaman emlak piyasasına
yönelmesi ya da özelleştirme ihalelerine katılarak
kamu işletmeleri satın alması da durumu değiştirmez.
Çünkü bu alanlara giden sermaye de sonuçta kaygandır,
ek bir üretim kapasitesi yaratmaz.Bu çerçevede
son bir yılda Türkiye’ye giren yabancı sermayenin
dağılım oranları son derece ilginçtir.
Son bir yılda Türkiye’ye giren döviz miktarı 38.1
milyar dolardır. Bunun 7.2 milyar dolarının kaynağı
bile belirsizdir, yani kara para ya da gayrı-meşru
kanallardan akmaktadır. Bu miktar çıkarıldığında
geriye kalan 30.9 milyar dolarlık sermayenin ise
yalnızca 3.7 milyar doları bildiğimiz anlamda
sabit sermaye yatırımıdır. Buna karşın, hisse
senedi, bono, tahvil satın almak için 11.2 milyar
dolar. kredi olarak ise 15.1 milyar dolar yabancı
sermaye Türkiye’ye girmiştir.Bu paranın neredeyse
tamamının, yine iç ve dış borç ödemesine gittiği
bilinmektedir. Yani kaba bir hesapla Türkiye’ye
giren sermayenin yaklaşık %90’ı tamamen üretim
dışı alanda dönen paradan oluşmaktadır.
Bu tablonun anlamı nedir diye sorulduğunda yanıt
çok açıktır. “Yabancı sermaye girişine neden karşı
çıkıyorsunuz? Adamlar gelip yatırım yapıyor, memleketimiz
de kalkınıyor” diyerek emperyalist ilişkileri
savunanlar ve sağa sola hakaret yağdıranlar, kendi
tezleri açısından bile çarpık ve haksız bir yerdedirler.
Yabancı sermayenin neyi ne kadar “kalkındırdığı”(!)
bir yana bugünkü çok övünülen akışın böyle bir
işlevi bile yoktur.
Yani işbirlikçiler ve onların medya tekellerindeki
borazanları düpedüz, gözümüzün içine baka baka
yalan söylüyorlar. Bugüne kadar olduğu gibi, bugün
de Türkiye’ye giren yabancı sermaye ve genel olarak
emperyalist ilişkiler ülkeye en küçük bir değer
katmadığı gibi bütün kaynakları yoğun biçimde
sömürmekte ve sonuç olarak geriye yoksulluktan
başka bir şey bırakmamaktadır.
Bu yüzden biz emekçiler olarak, yatırımcı-spekülatif
ayrımı yapmaksızın yabancı sermayeye ve emperyalist
ilişkilerin tümüne karşı savaşmayı bir görev kabul
ediyoruz.
|