Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

35. Sayı - Kasım 2005

“Dilin kemiği yok” sözü burjuva politikacıları için her zaman söylenir ama bugünlerde öyle görünüyor ki ipin ucu iyice kopmuş durumda. Türkiye tarihinin en şımarık, en yüzsüz hükümetlerinden biri ile karşı karşıyayız; AKP, gerçekten de işbirlikçilikte ve emperyalizme hizmette sınır tanımıyor. Bir yandan ağzı bozuk bir Maliye Bakanı halkın gözünün içine baka baka hakaretler yağdırıyor, diğer yandan ise Başbakan Tayyip Erdoğan, “ben ülkemi pazarlamakla mükellefim”den başlayıp, “yabancı sermaye düşmanları”nı “vatan hainliği” ile suçlamaya dek varan bir yığın lafı getirip önümüze yığıyor. Ve bunlar artık “gaf” da değildir; onlar gerçekten de işbirlikçilik mesleğinin en açık tanımlarını yapıyorlar.

Yabancı Sermaye Nedir?
Peki ama nedir yabancı sermaye? Bir ülkeye ne getirir, ne götürür? Sermayenin hepsi aynı sermaye olduğuna göre emekçilerin ve devrimcilerin yabancı sermayeye düşmanlık etmesi mantıklı mıdır? Ya da örneğin “ne var canım işte, yerli ya da yabancı olsun sermaye geliyor, fabrika kuruyor, biz de iş buluyoruz” diyebilir miyiz?
Çok kabaca tanımlanırsa eğer, “yabancı sermaye girişi” denilen şey, adı üstünde, “yabancı” ülkelere, yani emperyalist ülkelere ve şirketlere ait sermayenin bir biçimde bir başka ülkeye (örneğin Türkiye’ye) girişi ve oradaki ticari-sınai sürece katılması anlamına gelir. Ve kuşkusuz, yabancı sermaye, kapitalizmin altın kuralına bağlı olarak bir ülkeye “kâr sağlamak” amacıyla gider. Yani burada sözü edilen şey, bir “hayır işi” değil, kapitalist düzen koşullarında gerçekleşen bir yatırımdır.
Ama bu kâr, normal ölçülerde bir miktar da değildir. Son derece basitçe anlatırsak, bir tekelci şirket, binlerce kilometre ötedeki bir ülkeye düşük ya da ortalama bir kâr oranı için gitmez. Sermaye varlığını böyle bir sıradan kârlılık için riske atmayacağı gibi, ayrıca bunun transferle ilgili sıkıntılarına da katlanmaz. Yani, sonuç olarak yabancı sermaye yatırımı denilen şey, ancak karşı taraftaki ülkede son derece tatlı, tehlikesiz ve fahiş kâr sağlayan bir ortam varsa gerçekleşir. Başka bir deyişle, yabancı sermaye yatırımı, geriye transfer edeceği kâr miktarına bağlı olarak gelen ya da giden bir şeydir. Yani kimse sizin ülkenize size “iş alanı” yaratmak, vb. için gelmez; asıl kural çok basittir: Üç koyup dört alıyorsa eğer, bu yetmez. Ancak üç koyup on-yirmi alıyorsa bu durum yatırım açısından anlamlıdır.
Hepsi bu kadar da değil, yabancı sermaye yatırımı, aynı zamanda politik bir olgudur. Yani bir miktar sermayenin, paranın, vb. sağa sola kaymasından değil, bir ortama gelip yerleşmesinden söz ediyoruz. Bu yüzden o, aynı zamanda hedef ülkedeki politik ortamın da yatırım bakımından güvenli halde olmasını ister. Bu hem mevcut hükümetlerin ve yönetim mekanizmalarının yatırımı engellememesi, hatta onu kolaylaştırması anlamına gelir, hem de o ülkedeki toplumsal hareketin yapılan yatırımı tehdit etmeyecek düzeyde tutulması demektir. Yani, birincisi yabancı sermaye konusundaki yasalar son derece elverişli olmalıdır; o kadar ki, yatırım, vergi, hammadde pahalılığı, çevre kirliliği, vs. gibi unsurlar tarafından rahatsız edilmesin! İkincisi ise, ücretlerin yükselmesine yol açacak bir toplumsal hareket, sendikalar, devrimci örgütler, vb. bastırılmış olmalıdır.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, yabancı sermaye yatırımı, gideceği ülkede kesin, net bir işbirlikçilik ortamını şart koşar. Dolayısıyla, dünyanın neresinde bir hükümet ya da devlet, “yabancı sermaye yatırımlarının arttığını” söylüyorsa, aynı zamanda kendisinin sadık bir emperyalist uşağı olduğunu ve ülkesindeki işçilerin-emekçilerin tepesinde bir balyoz gibi durduğunu itiraf ediyor demektir. Gerçek de tam böyledir zaten. Ve gerçek böyle olduğu içindir ki, yabancı sermaye yatırımı ya da emperyalist ilişkiler denilen şeyin bütünü, aynı zamanda politikadan kültüre dek uzanan bir işgal demektir; her yatırım aynı zamanda fazladan hapishaneleri, fazladan polis panzerlerini ve yeni işkence aletlerini gerekli kılar. Biri olmadan öbürü olmaz, süreç böyle bir bütünlük içinde işler.
Türkiye’de 1940’lardan itibaren yoğunlaşan yabancı sermaye yatırımları, işte tam da böyle bir işbirlikçilik ortamında gerçekleşmiştir. Yeni-sömürgeci kapitalistleştirme politikalarına uygun olarak ithal ikamecilik biçiminde gelişen çarpık kapitalizm bunun tipik ifadesidir. Aşağı yukarı 1980’lere dek uzanan süreçte, bu işleyiş içersinde yerli işbirlikçilerin birikimiyle iç içe geçen emperyalist sermaye, ülkede çarpık bir kapitalistleşme yaratmış, özellikle 1950-1960’lı yıllarda belli bir sanayileşme süreci yaşanmıştır. Bu dönemde bazen doğrudan kendisi de yatırımlar yapan emperyalist şirketler, çoğunlukla da yerli işbirlikçilerle patent türü anlaşmalar yapmayı tercih etmişlerdir. Böylece belli alanlarda koruma altında, ucuz işgücü koşullarında hızla gerçekleşen tekelleşmenin sonucu ise, yüksek kâr oranları olmuş, süreç boyunca yabancı sermaye getirdiğinin yüzlerce katı büyüklüğündeki kaynakları geri götürmüştür. Ayrıca tabii ki hemen eklenmeli, bu sömürü süreci yalnızca bu yoldan gerçekleşmemiş, bütün makine ve teçhizatın, ara malların ana şirketten alınması zorunluluğu bir başka soygunun da biçimi olmuştur.
Aynı biçimde dönem boyunca gerçekleştirilen yoğun borçlandırma da bir başka yabancı sermaye girişi olarak kendini göstermiş, krediler ve borçlar biçiminde gelişen bu giriş bir yandan bağımlılık düzeyini artırırken diğer yandan da ülkede derin bir yoksulluğun ve giderek artan bir tıkanmanın koşullarını yaratmıştır. Denilebilir ki bu dönem emperyalist sömürünün (ve işbirlikçilik rezilliğinin) zirvesidir.

İthal İkamesinden “Sıcak Para”ya...
Daha sonraları, 1970’lerden itibaren tarım ürünleri ihracatı karşılığında yatırım malları ithalatına dayalı bu sistem çöktüğünde ve borçlanma miktarları devasa boyutlara ulaştığında, emperyalist-kapitalist sistemdeki genel restorasyon sürecine paralel olarak Türkiye ekonomisi de yeniden biçimlendirilmiş, bir tür sanayisizleştirme operasyonundan geçirilmiştir. Böylece büyük projelerden uzaklaştırılarak ihracata yönelik “çapulcu” bir üretim sistemine yöneltilen ekonomi daha büyük ölçüde spekülasyona, para ticaretine kaymıştır.
Bu süreçten sonra gelen yabancı sermaye de artık “kalıcı” denilebilecek sabit sermaye yatırımlarından (fabrika gibi) çok, ağırlıklı olarak “sıcak para” diye tanımlanan spekülatif alanlara (borsadan hisse senedi, tahvil almak gibi) kaymıştır.
Basit olarak tanımlarsak eğer, bugün Türkiye’ye yabancı sermaye başlıca üç biçimde girmektedir: Birincisi, az önce sözünü ettiğimiz sabit sermaye yatırımları, yani doğrudan tesis-fabrika kuran ve üretim yapan yatırımlardır. Çoğunlukla yerli ortaklarla birlikte yapılan bu yatırımlar, esas olarak ucuz işgücü ve ucuz hammadde kaynakları gibi unsurlara dayanmaktadır.
Portföy yatırımı denilen ikinci tür ise, borsadan hisse senedi, bono, tahvil almak için gelmekte ve tamamen gelip-geçici, ne zaman ne yapacağı bilinmeyen bir tablo sergilemektedir. Gelirken ülkeye döviz getirir ama, ne zaman çıkacağı belirsizdir. Çıkarken de dövizleri toplar götürür.
Üçüncü tür ise uzun vadeli veya kısa vadeli kredi (borç) olarak gelir. Bu krediyi kullanan devlet veya özel sektör faizini, vadesinde anaparayı öder.Bunlardan birincisi, ucuz işgücünün sömürülmesi üzerinden şu ya da bu büyüklükte sanayi tesisleri kurarken, diğer ikisi ise hem kalıcı değildir, hem de ortaya bir istihdam ve üretim de çıkarmaz, tamamen spekülatiftir. Özellikle “sıcak para”, aşırı kâr oranlarını gördüğünde gelir (ki Türkiye’de bu para girişi tamamen vergisizdir), en küçük bir tehlike işaretinde ise kaçar. Üstelik kaçarken geride bir yıkıntı bırakır.
Buraya 2001 krizinde özellikle emperyalist ülke bankalarının krizin patlağı gece yaptığı vurgun örnek verilebilir. Krizin planlayan emperyalist güçler kendi bankalarını haberdar etmişler, hatta denilebilir ki, bizzat bu bankalar krizi tetiklemiştir, krizden birkaç gün önce ellerindeki tüm TL’yi dolara çevrimişler ve kriz olduğunda bir gece de ellerindeki dolarlar iki misline çıkmıştı... Emperyalistler bu taktiği asya kaplanlarına karşı 98’de uyguladılar ve bu ülkelerin tüm bankalarını ve büyük işletmelerini ele geçirdiler... Bunlar somut olarak konulursa çok daha iyi olur... Rusya krizi, asya kaplanları krizi ve 2001 krizinde emperyalist yatırımların, bankaların rölü üç ayrı kutu da olabilir...
Spekülatif para girişinin zaman zaman emlak piyasasına yönelmesi ya da özelleştirme ihalelerine katılarak kamu işletmeleri satın alması da durumu değiştirmez. Çünkü bu alanlara giden sermaye de sonuçta kaygandır, ek bir üretim kapasitesi yaratmaz.Bu çerçevede son bir yılda Türkiye’ye giren yabancı sermayenin dağılım oranları son derece ilginçtir.
Son bir yılda Türkiye’ye giren döviz miktarı 38.1 milyar dolardır. Bunun 7.2 milyar dolarının kaynağı bile belirsizdir, yani kara para ya da gayrı-meşru kanallardan akmaktadır. Bu miktar çıkarıldığında geriye kalan 30.9 milyar dolarlık sermayenin ise yalnızca 3.7 milyar doları bildiğimiz anlamda sabit sermaye yatırımıdır. Buna karşın, hisse senedi, bono, tahvil satın almak için 11.2 milyar dolar. kredi olarak ise 15.1 milyar dolar yabancı sermaye Türkiye’ye girmiştir.Bu paranın neredeyse tamamının, yine iç ve dış borç ödemesine gittiği bilinmektedir. Yani kaba bir hesapla Türkiye’ye giren sermayenin yaklaşık %90’ı tamamen üretim dışı alanda dönen paradan oluşmaktadır.
Bu tablonun anlamı nedir diye sorulduğunda yanıt çok açıktır. “Yabancı sermaye girişine neden karşı çıkıyorsunuz? Adamlar gelip yatırım yapıyor, memleketimiz de kalkınıyor” diyerek emperyalist ilişkileri savunanlar ve sağa sola hakaret yağdıranlar, kendi tezleri açısından bile çarpık ve haksız bir yerdedirler. Yabancı sermayenin neyi ne kadar “kalkındırdığı”(!) bir yana bugünkü çok övünülen akışın böyle bir işlevi bile yoktur.
Yani işbirlikçiler ve onların medya tekellerindeki borazanları düpedüz, gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar. Bugüne kadar olduğu gibi, bugün de Türkiye’ye giren yabancı sermaye ve genel olarak emperyalist ilişkiler ülkeye en küçük bir değer katmadığı gibi bütün kaynakları yoğun biçimde sömürmekte ve sonuç olarak geriye yoksulluktan başka bir şey bırakmamaktadır.
Bu yüzden biz emekçiler olarak, yatırımcı-spekülatif ayrımı yapmaksızın yabancı sermayeye ve emperyalist ilişkilerin tümüne karşı savaşmayı bir görev kabul ediyoruz.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul