Geçtiğimiz ay, Türkiye’nin dört bir yanından
gelen çiftçilerin Manisa mitingi dikkatleri yeniden
tarımdaki IMF-DB yıkımına çekti. Bu sayımızda
konuya belli bir yoğunlaşma gösterdik ve konuya
bir giriş olarak bu sayımızda tarım alanındaki
sorunları yakından bilen Tarım Orkam-Sen (Tarım
ve Ormancılık Hizmet Kolu Kamu Emekçileri Sendikası)
Genel Başkanı Sezai Kaya’ya sorularımızı yönelttik.
Aşağıda bu röportajı bulacaksınız. Gösterdiği
duyarlık ve sıcak tavırları için Başkan Kaya’ya
özel olarak teşekkürlerimizi iletiyoruz.
Sosyalist Barikat : Tarımın IMF ve Dünya
Bankası direktifleriyle yeniden düzenlenmesi,
bir yanıyla 1980’lere dek uzanan bir süreç. Bütün
ayrıntılar bir yana, bu kurumların temel amacı
ne? Daha doğrusu, geçmişteki “tütün-pamuk üretin
satın bizden de makine alın” politikasını değiştirme
ihtiyacı nereden doğdu?
Sezai Kaya: Türkiye’de tarım politikaları
içsel etkilerle yönetilmiyor. 1950’li yıllardan
beri, bizim ikiz kardeşler dediğimiz IMF ve Dünya
Bankası ile Dünya Ticaret Örgütü’nün etkisi altında...
1980 sonrasında neoliberal politikalara geçişle
beraber bu süreç kuşkusuz son derece hızlandı
ve 54. Hükümet döneminde 1999’da IMF anlaşması
ve Tarımsal Reform Uygulama Anlaşması (TURUP)
yapıldı. Bunlar, Türkiye tarımının şu an içinde
bulunduğu çöküşten sorumlu olan kuruluşlar ve
anlaşmalardır. Bunların tümünün altında, bir genel
sömürge düzeninin ipuçlarını aramak lazımdır.
Bu kuruluşların temel amacı da zaten budur. Sağlıkta,
eğitimde, ulaşımda, tarımda ve akla gelebilecek
her alanda, tüm sosyal devlet özelliklerinin tasfiye
edilmesi, kamunun küçültülerek alandan çıkarılması
ve bunun yerine çokuluslu şirketler ve o da taşeron
olan bir avuç ne kadar yerli denebilirse sermayenin
konulması, ulusları giderek yoksullaştırmıştır.
SB: Aynı politikalar Türkiye’den önce
ve Türkiye ile birlikte birçok başka ülkede uygulandı.
Bu ülkelerdeki sonuçlar üzerinde bize bilgi verebilir
misiniz?
Sezai Kaya: Örneğin, Arjantin, Endonezya,
Hindistan ve benzeri bağımlı ülkelerin üreticileri,
mülksüzleşerek plantasyonlarda Çok Uluslu Şirketlerin
işçileri olmakta veya kendi mülklerinde Çok Uluslu
Şirketlerin her türlü baskı ve denetimi altında,
sözleşmeli üreticilik sarmalında yok olmaktadırlar.
Özelleştirme uygulamaları, çevre ülkelerin piyasalarında
Çok Uluslu Şirketlerin egemenliğini pekiştirirken,
tohum - gübre - tarım ilacı başta olmak üzere
kurgulanan dışa bağımlı yapılar, katma değerin
yurt dışına çıkarılmasına neden olmuştur. Ayrıca
tüketici yararı ve halk sağlığı ciddi tehditler
ile karşı karşıya bırakılmıştır.
SB: 1998’de Dünya Bankası açıkça “Türkiye’de
uygulanan tarımsal destekleme politikaları mali
açıdan pahalı ve ekonomik olarak verimsizdir”
diye ilan ederek işe girişmişti. Aradan geçen
yıllar boyunca, tarım ürünleri fiyatlarının uluslar
arası piyasaya bağlanması, fiyat-gübre-kredi desteklerinin
kaldırılması, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi
konularında bir dizi adım atıldı. Bugün bakıldığında
bütün bunlar tarımda bir verimlilik mi yarattı?
Sezai Kaya: Sorunuza Dünya Bankası’nın
tarım reformu uygulama projesinin sonuçlarına
ilişkin olarak kendi web sayfasında yayınlandığı
bir rapor ile yanıt verebilirim. Söz konusu rapor
bırakın verimliliği, Dünya Bankası politikalarının
tarımdaki tek etkisinin tahribat olduğunu açıkça
ortaya koyuyor. Rapora göre, 3 yılda Türkiye,
tarımsal gayri safi milli hasılada 5 milyar dolar
kaybetti. 1980-99 arasında tarım sektörü Gayri
Safi Milli Hasıla’ya ortalama yüzde 18 katkı sağlarken,
2000-2004 döneminde bu rakam yüzde 13’e düştü.
Bu gerçekten çok büyük bir kayıp.
Tarımın en önemli lokomotifleri olan KİT’lere
el atıldı. Ziraat Bankası tarımdan kopartıldı.
Tarişbank’a el konulup başka bir bankaya devredildi.
Tarımsal kredi faiz oranlarında uygulanan sübvansiyon
Mart 2000, kimyasal gübre desteği Ekim 2001, tohum
ve tarımsal ilaç destekleri ise Aralık 2001 sonundan
itibaren kaldırıldı. 1998-2004 döneminde buğday
fiyatları 7 kat artarken girdi fiyatları 8.4 kat
arttı. Türkiye, tarımsal girdilerde daha da dışa
bağımlı hale geldi.
Tarımdaki tüm girdi, kredi fiyat ve desteklerin
kaldırılarak dünyanın hiçbir ülkesinde tek başına
uygulanmayan doğrudan gelir desteğine (DGD) geçilmesi;
gerek üreticiler gerekse bölgeler arasındaki gelir
eşitsizliklerinin daha da artmasına yol açtı.
1977-2002 döneminde tarım sektörü yüzde 31 oranında
büyürken, çiftçinin cebine giren para yüzde 40
geriledi. 2000 yılında 18.8 milyon ton olan şekerpancarı
üretimi, IMF’ye verilen ekim alanlarının daraltılması
taahhüdü ve Şeker Yasası’nın ardından 2004 yılında
13.5 milyon tona düştü.
1980-2003 arasında nüfus yılda ortalama yüzde
2 dolayında artarken, tarımdaki üretim artışı
yüzde 1’de kaldı. 1990 yılında yaklaşık 27.3 milyon
hektar olan tarım alanı, günümüzde 26 milyon hektara
düştü. 1994’te 9.8 milyon hektar olan buğday ekim
alanı 2003 yılında 9.3 milyon hektara geriledi.
Bu ülkede işlenebilir 450 bin hektar alan işlenmekten
vazgeçildi. Artık insanlarımız tarımdan kopuyorlar,
kopmak mecburiyetinde bırakılıyorlar.
Hayvan varlığındaki erime de devam etti. 1999-2003
yılları arasında koyun sayısı 30.3 milyon baştan
25.4 milyon başa, sığır sayısı 11 milyon baştan
9.8 milyon başa geriledi. Kırmızı et üretimi ise
yüzde 28’lik bir gerilemeyle 511 bin tondan 367
bin tona düştü. Üretim azalması Türkiye’nin ihtiyacını
karşılayamaz duruma gelmesi, ithalat ve ihracatı
da etkiledi. 1990-1999 döneminde tarım ürünleri
ihracatının toplam ihracat içerisindeki payı yüzde
12.8 iken, 2000-2004 döneminde yüzde 6’ya geriledi.
SB: Aynı politikaların devamı olarak gündeme
gelen Doğrudan Gelir Desteği (DGD) sonuçta bir
üretimden koparma rüşveti olarak görüldü. Doğrudan
tarımsal sürecin içindeki bir sendikacı olarak
sizin bu konudaki somut gözlemleriniz nedir?
Sezai Kaya: DGD köylüyü üretime yabancılaştırmaktadır.
Çıktı fiyatlarını baskılamak, köylünün ürettiği
ürüne maliyet bedelleri altında fiyat vermek,
hükümetlere siyaseten fatura edilir. Oysa ürettiği
ile ilgilenmeyip cebe konulan bir para (harçlık)
niteliğine dönüşen yardım, azaltıldığında ya da
tümüyle kaldırıldığında önemli bir karşı çıkışa
konu olmamaktadır. Bunun nedeni, köylünün üretime
yabancılaştırılmasıdır.
Tarımsal üretimin en önemli gereklerinden olan
finans, DGD sistemi ile tarımdan daha da uzaklaşmaktadır.
Özellikle girdi desteği, kaynağın tarımda kalmasını
sağlar. Oysa DGD ödemelerinin tarıma geri dönüş
oranı, yoksulluk içinde temel giderlerini karşılayamayan
köylü yapısı veri iken, her geçen gün biraz daha
düşmektedir.
Üretimden bağımsız DGD sistemi ile Türkiye’nin
çok gereksinim duyduğu üretim planlamasını gerçekleştirmek
olanaksızdır. Tüm bu etkiler, tarımsal üretim
yapısını kırmaktadır.
Mevcut DGD sistemi, işleyiş itibariyle, toprağı
işleyeni değil mülk sahibini desteklemektedir.
Anadolu’da kira ilişkilerinde mülk sahipleri,
DGD ödemelerini kendilerinin almalarını koşul
olarak dayatmaktadırlar. Bu bağlamda kentlerde
yaşayan ve toprakla hiç ilgileri olmayan mülk
sahiplerinin tarımsal desteklerden yararlandırılmaları
söz konusu olmaktadır.
Mevcut sistem varsıl köylüyü desteklemektedir.
Halen 500 dekara kadar toprağı olanlara dekar
başına ödeme yapılmaktadır. Bu çerçevede çok daha
geniş toprağa sahip olanlar arazilerini noter
sözleşmeleri ile 500’er dekarlık bölümlere ayırıp
akrabaları üzerine göstererek ödemelerden geniş
oranda yararlanmaktadırlar. Buna karşılık küçük
toprak sahipleri, ödemeleri almak için yerine
getirmek zorunda oldukları çeşitli işlemler (TZOB’a
belge ücreti, Tarım İl - İlçe Müdürlüklerine başvuru
masrafları - yol giderleri vb..) karşılığında
yapacakları masrafların alacakları ödemeleri geçmesi
nedeniyle, başvuru dahi yapmamaktadırlar.
Nihayet DGD sistemi, Dünya Bankası Anlaşması gereğince
5 yıllık bir süre için uygulanmaktadır, bu nedenle
de geçici bir yardımdır. Süre sonunda DGD ödemeleri
de kaldırılacak, tarlasını ekemez - hayvanını
besleyemez konuma sürüklenmiş olan köylü bir kez
daha “kaderi” ile başbaşa kalacaktır.
SB: 1980’den bu yana tarımsal üretim artışının
nüfus artışının gerisinde kaldığı, tarımın payının
da gitgide azaldığı biliniyor. Fakat öte yandan
bir ülkedeki sanayi ücretlerinin düşüklüğü biraz
da işçilerin tükettiği temel gıda fiyatlarının
düşüklüğüne bağlı değil midir? Yani böylece tekeller
kendi açılarından da bir patlamanın fitilini ateşlemiş
olmuyorlar mı? Bir yandan kırdan kente yeni göçler,
bir yandan düşük ücretler ve işsizlik sizce yakın
gelecekte ortaya nasıl bir tablo çıkaracaktır?
Sezai Kaya: Görüldüğü gibi, 1980 yılında
kurgulanan ve 1999 yılında IMF ve Dünya Bankası’nca
bizzat Türkiye içinden yönetilen düzen, Türkiye
tarım sektörünü çökertti, üretim yapılarını kırdı,
ülkeyi dışa bağımlı hale getirdi. Krizler ile
sarmalanan ekonomide, ülkenin değerleri ucuzlatıldı,
özelleştirmelerle KİT’ler pazarlandı. Gıda sektörü
çokuluslu şirketlerin kontrolüne geçti. Türkiye
köyleri satılığa çıkarıldı. Kırsal nüfus, yoksulluk,
işsizlik, kente göç ve sigortasız çalışmaya zorlandı.
Halen Türkiye köylülerinin % 25’i yoksulluk sınırı
altında yaşamaktadır ve kırsal kesimde sürekli
artan yoksulluk ülke genelinde ciddi sorunlara
neden olmaktadır.
Tüm bu sorunların aşılması, ülkenin yararına olan
günü kurtarmaya yönelik palyetif çözümler ile
değil, sorunu doğru tespit eden, kalıcı çözümler
getiren, Türkiye’nin tarımsal yapı sorunlarını
çözen, sulanabilir alan miktarını artıran, maliyetleri
aşağıya çeken, verimliliği yükselten bir politika
seti ile mümkündür. Türkiye’de karar vericiler
bu yönde hareket etmelidir. Tersi durumda kırsal
kesimdeki bu tablo, gelecekte Türkiye için vahim
sonuçlar doğuracaktır.
SB: Eski zamanlarda köylülüğün mücadelesi
daha çok tarımdaki toprağın adaletsiz dağıtımı
zeminine yaslanırdı.Şimdi bütün bu gelişmelerden
sonra (artık sıradan bir tütün üreticisinin bile
IMF temsilcisinin adını bildiğini düşünürsek!)
ortaya aynı zamanda anti-emperyalist bir zemin
çıkmış olmuyor mu?
Sezai Kaya: Anti-emperyalist bir zeminin
bu anlamıyla yeni oluştuğuna ilişkin bir değerlendirmenin
eksik ya da yanlış olacağını sanıyorum. Ancak,
emperyalizmin sömürü araçlarından IMF, DTÖ, DB
vb. gibi kurumların halkın gözünde iyice açığa
çıkması, söz konusu zeminin anti-emperyalist mücadelenin
büyütülmesi anlamında önemini daha da ortaya çıkarmıştır.
Bu gerçeğin kavranılmasının da tek başına yeterli
olmadığı açıktır. Bu konuda örgütlülüğün geliştirilmesi
hepsinden önemlidir. Üretici köylünün bu kavrayışının
mutlaka örgütlü bir zemine oturtulması gerekmektedir.
Bu nedenle halen sürdürülmekte olan üreticinin
sendikal zemindeki örgütlenme çalışmalarının önemli
yanları vardır ve bu deneyimleri geliştirmek gerekir
diye düşünüyorum.
|