Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

35. Sayı - Kasım 2005

Son zamanlarda tarım üreticilerinin eylemleri yeniden medyada boy göstermeye başladı. En son Manisa mitingi ve onun öncesinde ürünleri yollara dökme, ürün fiyatlarının maliyetin altındaki fiyatlardan ötürü ürünü tarlada bırakma, traktörlü gösteriler, vb. eylemler giderek dikkati daha çok çekiyor.
Son dönemlerde IMF politikalarından kaynaklı olarak tarımın ve hayvancılığın ciddi bir krizin içinde bulunduğu, hatta bu iki sektörün, yok olmayla karşı karşıya kaldığı bir sır değil. Olayı biraz derinlemesine irdelediğimizde bu sonucun neoliberal politikalardan bağımsız olmadığını da çok rahatça anlayabilmekteyiz. Esasen restorasyonun bütün parçaları, yani esnek üretimden, özelleştirmelere, ekonominin militaristleştirilmesinden, “Kentsel Dönüşüm Projesi”ne Kamu Reformu’ndan, Terörle Mücadele Yasası’na dek tümü, birbirinden ayrılmaz parçalardan oluşuyor.
Bu sayımızdaki başka bir yazımızda da inceleyeceğimiz gibi aslında tarıma yönelik IMF-Dünya Bankası politikaları bütün yeni-sömürge ülkeleri kapsıyor ve hemen hemen hepsinde aşağı yukarı aynı biçimlerde gelişiyor. Tek bir amaç var; klasik tarımsal yapıyı parçalayarak bu alanı boylu boyunca uluslararası tekellerin talanına açmak. Bunun için her yol mubah görülüyor.
Bir tarımsal ürünü tamamen yok etmekten, bir diğerini patent altına alıp sahiplenmeye, bağımlı ülkeleri ürün ithaline zorlamaktan tarımsal alandaki kamu kurumlarını ortadan kaldırmaya dek her yolla pürüzler temizleniyor, tam bir soygun için hiçbir engel bırakılmıyor.

IMF-DB İkilisinin “Yapısal Uyum” Programları
Uluslararası sermayenin resmi kurumları olan IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan “yapısal uyum programı”nın ana hatları, ticaretin serbestleştirilmesi, tahıl piyasalarının kuralsızlaştırılması, destekleme alımlarının kaldırılması, tarım girdilerine uygulanan sübvansiyonların yok edilmesi, tarıma yönelik düşük faizli kredilere son verilmesi, ülkenin geleneksel tarım üretiminin gıda üretiminden ihracata dönük ticari tarım ürünlerine yönlendirilmesi, tarım hizmetlerinin özelleştirilmesi, kamu arazilerinin özelleştirilmesi olarak şekillenmektedir.
Bu programlar gereğince, bir çok yeni- sömürge ve bağımlı ülke, iç piyasasını dünya ekonomisine, yani gıda malları ithalatına ve tarım alanlarını yabancı yatırıma açtı. Böylece sermayenin tarım alanlarında da uluslararasılaşması hızlandı ve yeni bir uluslararası işbölümü şekillenmeye başladı. Emperyalist ülkelerde verimliliği yüksek ve devlet tarafından desteklenen hayvancılık ve tarım ürünlerinin bağımlı ülkelerin piyasalarına, ithalat serbestisi ile girmesi tam bir damping etkisi yaptı, hatta yeni tüketim normları yerleştirdi. Yerli üretici bu rekabete dayanamayarak yok olmaya başladı. Bu gelişmeye paralel, çok uluslu şirketler düşük ücret alanlarına kayarken tarım sektöründe, bağımlı ülkelerde yaptıkları yatırımlar, ihracatı teşvik tedbirleri ile birleşerek tarımsal üretimin şeklini değiştirmeye başladı. Sonuçta yeni-sömürge ya da bağımlı ülkeler kendi kendilerini beslemekten aciz bir duruma gelerek gıda maddeleri ithalatçısı konumuna getirildiler.
Ağırlıklı olarak tarıma dayalı ülkelerde ise IMF uyum politikaları, tam anlamıyla bir yıkıma yol açtı. Bilimsel olarak 1980- 90’larda kronik hale gelen açlık sorununun doğal nedenlerden daha çok, IMF politikalarının yeni-sömürge bağımlı ülkelerin tarımını ve hayvancılığını, dünya fiyatlarına bağımlı kılarak, yeni bir uluslararası işbölümüne zorlamasının hem tarımı hem de doğal çevreyi tahrip ettiği, böylece de bu durumun tahribatın sonucundan kaynaklandığı kanıtlanmıştır.

Türkiye Macerasında Bir Durak: DB Raporu
1990’ların sonunda tarihinde hazırlanarak sonraki bütün politikalara temel teşkil eden Dünya Bankası raporu, 1980 sonrasında zaten Özal tarafından başlatılan restorasyonun en önemli adımıydı. Raporda DB’nin Türkiye tarımı için önerdiği “Reform Programı”nın temel çerçevesi özetle şöyleydi:
- Girdi, kredi ve fiyat desteklerine dayanan mevcut sistemin doğrudan gelir desteği (DGD) sistemiyle değiştirilmesi,
- DGD programı tam olarak uygulanıncaya kadar destekleme fiyatlarının dünya piyasa fiyatları ve hedeflenen enflasyon oranına göre belirlenmesi,
- Tarımsal kredilere uygulanan sübvansiyonların kaldırılması,
- Gübre ve diğer girdilere ilişkin sübvansiyonların sabit tutulması, daha sonra da bu uygulamaya son verilmesi,
- Destekleme alımlarının nicel olarak sınırlandırılması,
- Bazı ürünlerin (fındık, tütün, şekerpancarı) üretim alanlarının daraltılması, üretimlerinin azaltılması,
- Tarım ürünleri ithalatında koruma oranlarının düşürülmesi,
- DGD Sistemine geçilmesi nedeniyle Tarımsal KİT’lerin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi,
- TSKB’nın işlevsiz hale getirilmesi, ürün işleme birimlerinin anonim şirket statüsüyle özelleştirilmesi ya da tasfiyesi,
- Tarım ürünleri fiyatlarının dünya fiyatları düzeyine çekilmesi,
- Tarım ve satış kredi kooperatiflerinin imtiyazlarının kaldırılması,
- Uluslararası sermayenin tarım ve gıda üretiminde rolünün artırılması,
Kolayca anlaşılacağı gibi bu program, Türkiye’nin tarımsal üretiminin çökertilmesi anlamına geliyordu. Zaman zaman zorluklarla karşılaşılsa da program özellikle 2000’li yıllarda uygulandı. Öyle ki, zaman zaman ABD’den paraşütle gelen Kemal Derviş gibi IMF memurları uygulamayı bizzat denetlediler, hatta meclisi gece gündüz çalıştırarak özel yasalar bile çıkarmayı ihmal etmediler.
Sonuçta, 2005’e gelindiğinde artık tablo iyice yerine oturmaya başlamış, Türkiye tarımı ve hayvancılığı bir enkaz haline getirilmişti.
Her şeyden önce, tarım girdileri, kredileri, ve fiyat destekleri bu süreçte kaldırılmış, uluslararası tekeller tarafından el konulmak istenen bazı ürünlerde ise ekim-dikim alanları sınırlanarak emirler yerine getirilmiştir. Örneğin Şeker Pancarı üretimini sınırlandıran yasanın ardında yapay tatlandırıcılar üreten dev Cargill tekelinin durduğu artık bilinmeyen şey değildir.

Doğrudan Gelir Desteği: Üretimden Koparmanın Bir Yolu...
Bu amaçlara ulaşmak için Dünya Bankası emriyle uygulanan Doğrudan Gelir Desteği (DGD) ise özellikle belli tarımsal ürünlerin kısıtlanmasının, yani üretimin engellenmesinin aracı olmuştur. Çok basit olarak özetlenirse DGD, çiftçiye “sen şunu üretme, karşılığında şu parayı al ve sus” demek anlamına gelmiş, böylece yüzbinlerce insan tarımdan koparılmıştır. Bu arada küçük ve orta çiftçi tekellere yem edilmiştir. Bu arada toplam çiftçi kitlesinin yüzde 5’i DGD ödemelerinin yüzde 25’ini alırken, yüzde 65’i ise ancak yüzde 25’ini alabilmiştir. 50 dekarın altında tarım arazisi olan küçük üreticiye ödeme yapılmamakta, ödemeleri gerçekleştirmede bir dizi zorluklar çıkarılmakta, ödeme yapılan üreticilerden üretim yapmamaları istenmekte, buna rağmen üretim gerçekleştiğinde de ürünü alınmayarak çiftçi cezalandırılmakta, binlerce dönüm arazi boş bırakılmakta, erozyona uğratılmaktadır. Dekar başına 15 milyon gibi çok komik bir rakam ödenmekte, ödenen bu miktar küçük üreticinin hiç bir ihtiyacını karşılamamakta, giderek mülksüzleşmesine, işsizler kervanına katılmasına yol açmaktadır. 1977-2002 döneminde tarım sektörü yüzde 31 oranında büyürken gelirinin ise yüzde 40 gerilemesi, bunun bir göstergesidir.

ABD ve AB’de DGD İşleyişi
Oysa aynı süreçte emperyalist ülkeler kendi tarımsal alanlarında DGD’yi bir güçlendirme ve belli üretim alanlarına yöneltme sistemi olarak kullanmış, örneğin ABD’de 1996 yılından itibaren fark ödeme sistemi (üreticilerin aleyhine giderek artan maliyet fiyatı ile ürünün sürekli düşen piyasa alış fiyat farkı arasındaki açığın kapanması) yerine doğrudan gelir desteği (DGD) getirilmiştir. Bu sistemde çiftçi başına 40.000 dolara kadar ödeme yapılmaktadır. Ayrıca tarımsal üretim maliyetini önceden hesaplayabilmek, üretici gelirini piyasa zararlarından korumak, üretim üzerindeki kontrolü azaltmak, dış piyasalardaki payı artırmak hedeflenmektedir. Bunların dışında da üreticilere yönelik “kredi pazarlama programı”, ürün sigortası programı (verim kaybı, afetlerden doğan zararın karşılanması için), ve çevre koruma programı (özellikle hormonsuz doğal şartlarda yetiştirilecek ürünleri teşvik amacıyla) uygulanmaktadır...
Aynı şekilde AB’de de DGD, üreticinin pazara sürdüğü ürünün fiyatının maliyetin altına düşmesi durumuna karşı, aradaki açığı kapatmak amacıyla uygulanmaktadır. AB’de uygulanan DGD, ABD’de uygulanandan farklı olarak üretimle bağlantılı, etkin yönetim ve denetimin sağlanması amacıyla “uzaktan kontrol” denilen ve tüm tarımsal verilerin elektronik ortamlara taşındığı, planlama ve koordinasyonun sağlandığı bir sistemdir. Bu sistemde üretim, önceden belirlenen çeşitli limitlere göre gerçekleşmekte, belirlenen miktar aşıldığı zaman DGD ödenmemektedir. Böylece tarımsal üretim yönlendirilerek kârlı alanlara çekilmekte ve piyasaya bağlanmaktadır. Avrupa Birliği’nde tarım politikası, 1992’de oluşturulan Ortak Tarım Politikası (OTP) ile yürütülüyor. OTP, tarımsal üretimi artırmak, piyasaları istikrara kavuşturmak, tarımsal üretimi piyasanın denetimine sokmak amaçlarını gütmektedir.
Sonuç olarak, dünyada her yıl tarıma verilen 300 milyar dolarlık desteğin 284 milyar dolarının, yani % 95’inin G7 ülkelerinin üreticilerine gittiğini söylemek durumu açıklamak için yeterlidir. AB’nin doğrudan tarıma verdiği destek, kişi başına yıllık 2.500 dolar, ABD’ninki ise kişi başına yıllık 4.500 dolar iken, Türkiye’nin yıllık kişi başına verdiği destek ise yalnızca 40 dolardır. Her şey bu kadar açık ve nettir.

Türkiye-ABD İlişkileri ve Tarım
ABD’nin yeni-sömürgesi olan Türkiye’nin misyonu ABD’nin dünya politikalarını ve ekonomik çıkarlarını korumaktan ibarettir. ABD emperyalizminin tarım alanında üretiminin büyümesinin sonucunda, tarım ürünleri stoku da büyümüştür. Büyüyen stokları eritmesi için yeni pazarlara ihtiyacı vardır ve buna uygun politikalar geliştirmesi gerekmektedir. ABD emperyalizmi elindeki fazla tarım ürünlerini pazarlamak için, daha 1950’lerde PL 480 diye anılan bir yasa çıkarmıştır. Yasada kredi verme şartları çok nettir:
“.... Yerli ve yabancı firmalara Amerikan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin arttırılması, dağıtılması ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurmak için verilir. Ancak Amerika’da üretilen veya imal edilen mallara rekabet maksadıyla ABD’ye ihraç edilmek için yahut Amerikan tarım malları veya imalatına dış pazarlarda Amerika ile rekabet edecek herhangi bir üretim veya imal için bu istikraz yapılmayacaktır.”
Aradan geçen zaman içerisinde ABD ile Türkiye arasında tarım ürünleri hakkındaki tüm anlaşmalar bu sözleşmeye göre yapılmış, Türkiye’nin zararına olan her durumda ABD çıkarları her zaman gözetilmiş, yasalar ABD’nin lehine uygulanmıştır. Örneğin Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen tarım ürünlerinin, Amerika’ya ihracatının Amerika tarafından kontrol edileceği açıkça anlaşmada vardır. “.... Türk ve Amerikan hükümetleri Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir....” Kısacası her şey ABD’nin çıkarlarına göre düzenlenmiştir. Ayrıca ABD’den ithal edilen tarım ürünleri karşılığında Merkez Bankası’nda biriken parayı, ABD’nin istediği gibi kullanabileceği yolunda bir hüküm getirilerek, emperyalist tekellerin önü açılmış, rahat çalışmaları sağlanmıştır. Bu süreç boyunca ABD’den ithal edilen tarım ürünleri, buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süttozu, pamuk tohumu, soya yağıdır ki, bu ürünlerin hepsi Türkiye’de üretimi gerçekleşen ve bizim gibi ülkeler için can alıcı üç önemli sektörü içermektedir, Hububat, Şeker Pancarı ve Hayvancılık. Temel besin maddeleri olması dolayısıyla bu üç sektörün stratejik önemi vardır. ABD’den İthal edilen tarım ürünlerine baktığımızda hububat üretiminin bugün düştüğü durumun, hayvancılığın iflas etmesinin koşullarının rastlantısal olmadığını, her şeyin baştan tezgahlandığını görürüz.
Öte yandan bugün Türkiye’ye tarım ürünlerinin desteklenmesini yasaklayan AB ve ABD, kendi ülkelerinde tarım sektörünün çıkarlarını korumak amacıyla ithalatı sınırlamakta, gümrük duvarlarını yükseltmekte, çiftçilere düşük faizli krediler vermektedirler. Bugün tarımda destekleme oranı ABD’de %38, AB’de %39, İsviçre’de %54 iken, Türkiye’deki yüzde %5’lik komik destekleme oranı çok bulunmakta ve kaldırılması IMF ile “iyi ilişkiler”in ön şartı olarak öne sürülmektedir. Böylece tam liberalizasyona uğratılan Türkiye tarımında çiftçiler mazotu dünya fiyatlarının 3 katına, traktörü 2.6 katına almaktadır. Gübre, tohum, ilaç, yem gibi tarım girdilerinde de aynı durum yaşandığı için Türkiye çiftçisinin rekabet etme şansı tamamen ortadan kalkmaktadır. Bütün bunlara taban fiyatlarının maliyetin altında olmasını, destekleme alımlarının kaldırılmasını, piyasanın tüccara terk edilmesini, ödemelerin zamanında ödenmemesini vb. eklediğimizde çiftçinin bir facia yaşadığı anlaşılabilir bir şeydir. Ekilemeyen tarım arazilerinin giderek artmakta olduğunu da hesap ettiğimizde çiftçinin zarar etmemesi tek kelimeyle ayıp olurdu. Sonuçta, 1960’lı yıllarda, hatta 70’li yılların başında, gıda maddeleri ihtiyacı yönünden dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olan Türkiye, artık tarım ürünleri yönünden de emperyalizmin açık pazarı haline gelmektedir.

Tarımda IMF Serüveni: Çöküşün Bilançosu
Burada biraz durup IMF müdahalesi sonrasındaki tarımsal durumu rakamlarla incelediğimizde durum daha iyi anlaşılacaktır.
Örneğin,1977-2002 döneminde tarım üreticisinin gelirinin yüzde 40 oranında azalması somut bir örnektir. Aynı şekilde 1980-99 arasında tarım sektörü Gayri Safi Milli Hasılaya yüzde 18 oranında katkı sağlarken bu oran 2000-04’de IMF politikaları sonucunda yüzde 13’e inmiştir. 1980’den önce tarım sektörü milli gelirin yüzde 30’unu sağlar iken, günümüzde ise ancak yüzde 12’sini sağlamaktadır. Yine aynı dönemde tarımın istihdamda yüzde 48 olan payı, 2000-04’de yüzde 35’e gerilemiştir.
Aynı nedenlerle 1990-99 döneminde tarım ürünleri ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 12.8 iken, 2000-04 döneminde yüzde altıya kadar düşmüştür. Sözde tarım reformunun uygulanmaya başladığı 1999’dan 2002’ye kadar geçen dönemde, tarımsal fiyatlarla sanayi arasındaki fark yüzde 36 oranında tarım aleyhine açılmıştır.
Öte yandan, iktisatçı M. Sönmez’in hesaplamalarına göre; 1980’de toplam ithalatın yüzde 0.64’ü olan tarım ürünleri ithalatı, on kat artarak 1997’de yüzde 6.37’ye çıkmış, ihracat yüzde 57.46’dan, yüzde 11.02’ye gerilemiştir. Aynı dönemde ABD’nin toplam tarım ürünleri ihracatı ise yaklaşık üç kat artmıştır...
Bu süreçte, IMF politikaları sonucunda Ziraat Bankası tarımdan koparılmış, Tarişbank’a el konulup başka bir bankaya devredilmiş, Mart 2000’de tarımda uygulanan sübvansiyon, Ekim 2001’de kimyasal gübre desteği, Aralık 2001’den itibaren de tohum ve tarımsal ilaç destekleri kaldırılmıştır.
1998-2004 döneminde buğday fiyatları 7 kat artarken, girdi fiyatları 8.4 kat artmış, gübre fabrikalarının tümünün özelleştirilmesiyle birlikte gübre fiyatları 2004 yılında % 40 yükselmiştir. Buna karşın, 1999 yılında 5.6 milyon ton olan kimyasal gübre tüketimi, 2004 yılında yüzde 7 dolayında bir gerileme ile 5.2 milyon tona düşmüş, aynı süreçte gübre ithalatı yüzde 24.8’den yüzde 43.9’a çıkmıştır.
2000-05 yılları tarımda özelleştirmenin ivme kazandığı bir dönemdir. EBK, ORÜS, TZDK ve TÜGSAŞ’a ait işletmelerin özelleştirilmesine, TİGEM işletmelerinin ortaklık yöntemiyle özel sektöre kiralanmasına devam edildi. Sigara ve Şeker fabrikaları özelleştirme kapsamına alındı.
Şeker pancarı üretimi, IMF’ye verilen ekim alanlarının daraltılması taahhüdü ve şeker yasasının ardından 2000 yılında 18.8 milyon ton iken, 2004’de 13.5 milyon tona düştü. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi öngörülürken, şeker üretimi kısıtlanarak suni tatlandırıcılara geniş kota tanınması gündeme geldi.
2002 yılında çıkarılan Tütün Yasası ile destekleme alımları kaldırılarak sözleşmeli üretim sistemine geçildi. 1999 yılında 251 bin ton olan tütün üretimi 2004’te 129 bin tona; 578 bin olan üretici sayısı 274 bin kişiye düştü. Tekel’in destekleme alımlarının toplam üretimdeki payı 1999’da yüzde 72 iken, 2004’de sözleşmeli alımla birlikte payı yüzde 28’e indi.
Böylece, 1990-99 döneminde tarım ürünleri ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 12.8 iken, 2000-04 döneminde yüzde 6’ya geriledi.
Öte yandan, IMF politikaları tarımla birlikte hayvancılık da büyük oranda gerilemiş ve Türkiye hayvansal ürünler ihraç eden ülke konumunu yitirerek et ithal eden ülke konumuna getirilmiştir. Örneğin, 1990-2003 yılları arasında koyun sayısı 30.3 milyondan 25.4 milyona, sığır sayısı 11 milyondan 9.8 milyona geriledi. Kırmızı et üretimi ise yüzde 28’lik bir gerilemeyle 511 bin tondan 367 bin tona düştü.
Sonuç olarak IMF politikaları Türkiye tarımını tümüyle dış pazara ve piyasa ilişkilerine bağımlı hale getirmiş, neoliberalizmin mantığına uygun olarak Türkiye’nin iç pazarı tarım alanındaki dev uluslararası şirketlere açılmıştır. Bugün artık hiçbir üründe yerli üretimin üstünlüğünden söz etmek mümkün değildir, tütünden pamuğa, şekerden buğdaya dek bütün alanlarda emperyalist tekellerin belirleyici üstünlüğü vardır ve işbirlikçi hükümetler her geçen gün bu sistemi daha da güçlendirmektedirler.

AB Süreci ve Gelecekteki Yeni Darbeler
Bu noktaya gelmiş olan Türkiye tarımı, şimdi AB sürecinde yeni açmazlarla karşı karşıyadır. Bilindiği gibi AB, yeni kapitalist politikalar doğrultusunda 1992’de tarım sektöründe “Ortak Tarım Politikası”nı (OTP) düzenlemiş ve uygulamaya koymuştur. Böylece, Avrupa Birliği Tarım Bakanları Konseyi, önceki dönemlerde uygulanan politikalarından vazgeçmiştir. AB’deki bu yeniden yapılandırma politikaları ABD benzeri; çiftçiliği ortadan kaldıran, yerine şirket tarımcılığını ikame eden bir durumdur. OTP ile birlikte bir yandan AB’de de yılda 200 bin çiftçi iflas edip çiftçiliği bırakır duruma gelmiş, diğer yandan da ticaret savaşları başlamış, dünya pazarlarında yapay düşük fiyatlar ve spekülasyonlar ortaya çıkmış, dünyanın önde gelen ihracatçıları arasında çatışmalar başlamıştır.
Tarım alanında Türkiye AB ilişkilerinde en öncelikli konuyu tarımın OPT’ye uyumu oluşturuyor. Bu uyum gerçekleştiğinde, Türkiye ile AB arasında tarım ürünlerinin serbest dolaşımı sağlanacak. Ancak, AB sistemine uygun yeterli bir alt yapı oluşturulmadan, OTP Türkiye’de mümkün görünmüyor. AB, bütçesinin yarısıyla tarımı desteklerken, Türkiye’nin tarıma desteği ise bütçesinin %10’unu bile bulmamaktadır. Bunu bir de AB ile Türkiye arasındaki gelir eşitsizliğini düşünerek hesap ettiğimizde aradaki fark çok daha iyi anlaşılacaktır. Türkiye’de tarımda çalışan nüfus %35,2, AB’de %5’tir; Türkiye’de tarım işletmeleri sayısı 4 milyon, AB ülkelerinin tamamında 7 milyondur; AB üyesi 15 ülkede tarımda çalışan insan sayısı 6.9 milyon iken Türkiye 9.6 milyonla 15 ülkeden fazla sayıda insanı tarımda istihdam etmektedir. AB son zamanlarda OTP kapsamında 15 üye ülkenin tarım faaliyetleri için tahsis edilen ödenekleri indirmeyi tartışırken, bu aşamada tarımda istihdam edilen nüfusu 9.6 milyonu bulan bir ülkeyi OTP’ye dahil etmesi şüpheli gözükmektedir.
Bu kadar eşitsiz koşullara rağmen Türkiye’nin AB üyesi olması halinde ise, elbette ki her zaman emperyalist-kapitalist ülkeler kârlı çıkacaklardır. Öncelikle OTP’ye uyumla birlikte hayvancılıkta rekabet koşulları ağırlaşacak, temel gıda ve beslenme ürünleri bu süreçten olumsuz etkilenecek, Türkiye’deki işletmelerin bir bölümünün tasfiye süreci hızlanacak ve tarımda sürekli olarak azaltılan desteklemeler sonucunda bu tasfiye iyice artacaktır.

Sonuç: Emperyalizm Kovulmadan Ekmeğimiz Büyümeyecek
Gelinen noktada manzara yeterince açıktır. Yeni süreçte, tarımsal alandaki küçük üreticilerin tasfiyesi hızlanmakta ve bu durum artık tek tek insanların kafasında da doğrudan emperyalizmle ilişkilendirilmektedir. Bütün üretici eylemlerinde -muhalif sağ partiler tarafından organize edilmiş olsalar bile- sadece mevcut hükümete yönelik eleştirilerin değil, IMF karşıtı sloganların öne çıkması, bu açıdan rastlantı değildir. Önümüzdeki süreç bu bakımdan neoliberalizme ve emperyalizme karşı mücadelenin birleştirilmesi imkânlarını potansiyel olarak içinde barındırmaktadır. Kuşkusuz son derece dağınık bir niteliğe sahip köylü hareketini devrimcileştirmek çeşitli zorlukları içinde taşıyan bir iştir ve açıkçası politik güç ve prestijle de ilgilidir. Ama bugün de mümkün olan her noktadan bu hareketin içine girmek, orada sıçrama noktaları yaratmak mümkündür ve sürece bütünlüklü bir müdahale tarzını benimseyen devrimci sosyalizm açısından zorunludur.









 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul