Son zamanlarda tarım üreticilerinin eylemleri
yeniden medyada boy göstermeye başladı. En son
Manisa mitingi ve onun öncesinde ürünleri yollara
dökme, ürün fiyatlarının maliyetin altındaki fiyatlardan
ötürü ürünü tarlada bırakma, traktörlü gösteriler,
vb. eylemler giderek dikkati daha çok çekiyor.
Son dönemlerde IMF politikalarından kaynaklı olarak
tarımın ve hayvancılığın ciddi bir krizin içinde
bulunduğu, hatta bu iki sektörün, yok olmayla
karşı karşıya kaldığı bir sır değil. Olayı biraz
derinlemesine irdelediğimizde bu sonucun neoliberal
politikalardan bağımsız olmadığını da çok rahatça
anlayabilmekteyiz. Esasen restorasyonun bütün
parçaları, yani esnek üretimden, özelleştirmelere,
ekonominin militaristleştirilmesinden, “Kentsel
Dönüşüm Projesi”ne Kamu Reformu’ndan, Terörle
Mücadele Yasası’na dek tümü, birbirinden ayrılmaz
parçalardan oluşuyor.
Bu sayımızdaki başka bir yazımızda da inceleyeceğimiz
gibi aslında tarıma yönelik IMF-Dünya Bankası
politikaları bütün yeni-sömürge ülkeleri kapsıyor
ve hemen hemen hepsinde aşağı yukarı aynı biçimlerde
gelişiyor. Tek bir amaç var; klasik tarımsal yapıyı
parçalayarak bu alanı boylu boyunca uluslararası
tekellerin talanına açmak. Bunun için her yol
mubah görülüyor.
Bir tarımsal ürünü tamamen yok etmekten, bir diğerini
patent altına alıp sahiplenmeye, bağımlı ülkeleri
ürün ithaline zorlamaktan tarımsal alandaki kamu
kurumlarını ortadan kaldırmaya dek her yolla pürüzler
temizleniyor, tam bir soygun için hiçbir engel
bırakılmıyor.
IMF-DB İkilisinin “Yapısal Uyum” Programları
Uluslararası sermayenin resmi kurumları olan IMF
ve Dünya Bankası tarafından dayatılan “yapısal
uyum programı”nın ana hatları, ticaretin serbestleştirilmesi,
tahıl piyasalarının kuralsızlaştırılması, destekleme
alımlarının kaldırılması, tarım girdilerine uygulanan
sübvansiyonların yok edilmesi, tarıma yönelik
düşük faizli kredilere son verilmesi, ülkenin
geleneksel tarım üretiminin gıda üretiminden ihracata
dönük ticari tarım ürünlerine yönlendirilmesi,
tarım hizmetlerinin özelleştirilmesi, kamu arazilerinin
özelleştirilmesi olarak şekillenmektedir.
Bu programlar gereğince, bir çok yeni- sömürge
ve bağımlı ülke, iç piyasasını dünya ekonomisine,
yani gıda malları ithalatına ve tarım alanlarını
yabancı yatırıma açtı. Böylece sermayenin tarım
alanlarında da uluslararasılaşması hızlandı ve
yeni bir uluslararası işbölümü şekillenmeye başladı.
Emperyalist ülkelerde verimliliği yüksek ve devlet
tarafından desteklenen hayvancılık ve tarım ürünlerinin
bağımlı ülkelerin piyasalarına, ithalat serbestisi
ile girmesi tam bir damping etkisi yaptı, hatta
yeni tüketim normları yerleştirdi. Yerli üretici
bu rekabete dayanamayarak yok olmaya başladı.
Bu gelişmeye paralel, çok uluslu şirketler düşük
ücret alanlarına kayarken tarım sektöründe, bağımlı
ülkelerde yaptıkları yatırımlar, ihracatı teşvik
tedbirleri ile birleşerek tarımsal üretimin şeklini
değiştirmeye başladı. Sonuçta yeni-sömürge ya
da bağımlı ülkeler kendi kendilerini beslemekten
aciz bir duruma gelerek gıda maddeleri ithalatçısı
konumuna getirildiler.
Ağırlıklı olarak tarıma dayalı ülkelerde ise IMF
uyum politikaları, tam anlamıyla bir yıkıma yol
açtı. Bilimsel olarak 1980- 90’larda kronik hale
gelen açlık sorununun doğal nedenlerden daha çok,
IMF politikalarının yeni-sömürge bağımlı ülkelerin
tarımını ve hayvancılığını, dünya fiyatlarına
bağımlı kılarak, yeni bir uluslararası işbölümüne
zorlamasının hem tarımı hem de doğal çevreyi tahrip
ettiği, böylece de bu durumun tahribatın sonucundan
kaynaklandığı kanıtlanmıştır.
Türkiye Macerasında Bir Durak: DB Raporu
1990’ların sonunda tarihinde hazırlanarak sonraki
bütün politikalara temel teşkil eden Dünya Bankası
raporu, 1980 sonrasında zaten Özal tarafından
başlatılan restorasyonun en önemli adımıydı. Raporda
DB’nin Türkiye tarımı için önerdiği “Reform Programı”nın
temel çerçevesi özetle şöyleydi:
- Girdi, kredi ve fiyat desteklerine dayanan mevcut
sistemin doğrudan gelir desteği (DGD) sistemiyle
değiştirilmesi,
- DGD programı tam olarak uygulanıncaya kadar
destekleme fiyatlarının dünya piyasa fiyatları
ve hedeflenen enflasyon oranına göre belirlenmesi,
- Tarımsal kredilere uygulanan sübvansiyonların
kaldırılması,
- Gübre ve diğer girdilere ilişkin sübvansiyonların
sabit tutulması, daha sonra da bu uygulamaya son
verilmesi,
- Destekleme alımlarının nicel olarak sınırlandırılması,
- Bazı ürünlerin (fındık, tütün, şekerpancarı)
üretim alanlarının daraltılması, üretimlerinin
azaltılması,
- Tarım ürünleri ithalatında koruma oranlarının
düşürülmesi,
- DGD Sistemine geçilmesi nedeniyle Tarımsal KİT’lerin
ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi,
- TSKB’nın işlevsiz hale getirilmesi, ürün işleme
birimlerinin anonim şirket statüsüyle özelleştirilmesi
ya da tasfiyesi,
- Tarım ürünleri fiyatlarının dünya fiyatları
düzeyine çekilmesi,
- Tarım ve satış kredi kooperatiflerinin imtiyazlarının
kaldırılması,
- Uluslararası sermayenin tarım ve gıda üretiminde
rolünün artırılması,
Kolayca anlaşılacağı gibi bu program, Türkiye’nin
tarımsal üretiminin çökertilmesi anlamına geliyordu.
Zaman zaman zorluklarla karşılaşılsa da program
özellikle 2000’li yıllarda uygulandı. Öyle ki,
zaman zaman ABD’den paraşütle gelen Kemal Derviş
gibi IMF memurları uygulamayı bizzat denetlediler,
hatta meclisi gece gündüz çalıştırarak özel yasalar
bile çıkarmayı ihmal etmediler.
Sonuçta, 2005’e gelindiğinde artık tablo iyice
yerine oturmaya başlamış, Türkiye tarımı ve hayvancılığı
bir enkaz haline getirilmişti.
Her şeyden önce, tarım girdileri, kredileri, ve
fiyat destekleri bu süreçte kaldırılmış, uluslararası
tekeller tarafından el konulmak istenen bazı ürünlerde
ise ekim-dikim alanları sınırlanarak emirler yerine
getirilmiştir. Örneğin Şeker Pancarı üretimini
sınırlandıran yasanın ardında yapay tatlandırıcılar
üreten dev Cargill tekelinin durduğu artık bilinmeyen
şey değildir.
Doğrudan Gelir Desteği: Üretimden Koparmanın
Bir Yolu...
Bu amaçlara ulaşmak için Dünya Bankası emriyle
uygulanan Doğrudan Gelir Desteği (DGD) ise özellikle
belli tarımsal ürünlerin kısıtlanmasının, yani
üretimin engellenmesinin aracı olmuştur. Çok basit
olarak özetlenirse DGD, çiftçiye “sen şunu üretme,
karşılığında şu parayı al ve sus” demek anlamına
gelmiş, böylece yüzbinlerce insan tarımdan koparılmıştır.
Bu arada küçük ve orta çiftçi tekellere yem edilmiştir.
Bu arada toplam çiftçi kitlesinin yüzde 5’i DGD
ödemelerinin yüzde 25’ini alırken, yüzde 65’i
ise ancak yüzde 25’ini alabilmiştir. 50 dekarın
altında tarım arazisi olan küçük üreticiye ödeme
yapılmamakta, ödemeleri gerçekleştirmede bir dizi
zorluklar çıkarılmakta, ödeme yapılan üreticilerden
üretim yapmamaları istenmekte, buna rağmen üretim
gerçekleştiğinde de ürünü alınmayarak çiftçi cezalandırılmakta,
binlerce dönüm arazi boş bırakılmakta, erozyona
uğratılmaktadır. Dekar başına 15 milyon gibi çok
komik bir rakam ödenmekte, ödenen bu miktar küçük
üreticinin hiç bir ihtiyacını karşılamamakta,
giderek mülksüzleşmesine, işsizler kervanına katılmasına
yol açmaktadır. 1977-2002 döneminde tarım sektörü
yüzde 31 oranında büyürken gelirinin ise yüzde
40 gerilemesi, bunun bir göstergesidir.
ABD ve AB’de DGD İşleyişi
Oysa aynı süreçte emperyalist ülkeler kendi tarımsal
alanlarında DGD’yi bir güçlendirme ve belli üretim
alanlarına yöneltme sistemi olarak kullanmış,
örneğin ABD’de 1996 yılından itibaren fark ödeme
sistemi (üreticilerin aleyhine giderek artan maliyet
fiyatı ile ürünün sürekli düşen piyasa alış fiyat
farkı arasındaki açığın kapanması) yerine doğrudan
gelir desteği (DGD) getirilmiştir. Bu sistemde
çiftçi başına 40.000 dolara kadar ödeme yapılmaktadır.
Ayrıca tarımsal üretim maliyetini önceden hesaplayabilmek,
üretici gelirini piyasa zararlarından korumak,
üretim üzerindeki kontrolü azaltmak, dış piyasalardaki
payı artırmak hedeflenmektedir. Bunların dışında
da üreticilere yönelik “kredi pazarlama programı”,
ürün sigortası programı (verim kaybı, afetlerden
doğan zararın karşılanması için), ve çevre koruma
programı (özellikle hormonsuz doğal şartlarda
yetiştirilecek ürünleri teşvik amacıyla) uygulanmaktadır...
Aynı şekilde AB’de de DGD, üreticinin pazara sürdüğü
ürünün fiyatının maliyetin altına düşmesi durumuna
karşı, aradaki açığı kapatmak amacıyla uygulanmaktadır.
AB’de uygulanan DGD, ABD’de uygulanandan farklı
olarak üretimle bağlantılı, etkin yönetim ve denetimin
sağlanması amacıyla “uzaktan kontrol” denilen
ve tüm tarımsal verilerin elektronik ortamlara
taşındığı, planlama ve koordinasyonun sağlandığı
bir sistemdir. Bu sistemde üretim, önceden belirlenen
çeşitli limitlere göre gerçekleşmekte, belirlenen
miktar aşıldığı zaman DGD ödenmemektedir. Böylece
tarımsal üretim yönlendirilerek kârlı alanlara
çekilmekte ve piyasaya bağlanmaktadır. Avrupa
Birliği’nde tarım politikası, 1992’de oluşturulan
Ortak Tarım Politikası (OTP) ile yürütülüyor.
OTP, tarımsal üretimi artırmak, piyasaları istikrara
kavuşturmak, tarımsal üretimi piyasanın denetimine
sokmak amaçlarını gütmektedir.
Sonuç olarak, dünyada her yıl tarıma verilen 300
milyar dolarlık desteğin 284 milyar dolarının,
yani % 95’inin G7 ülkelerinin üreticilerine gittiğini
söylemek durumu açıklamak için yeterlidir. AB’nin
doğrudan tarıma verdiği destek, kişi başına yıllık
2.500 dolar, ABD’ninki ise kişi başına yıllık
4.500 dolar iken, Türkiye’nin yıllık kişi başına
verdiği destek ise yalnızca 40 dolardır. Her şey
bu kadar açık ve nettir.
Türkiye-ABD İlişkileri ve Tarım
ABD’nin yeni-sömürgesi olan Türkiye’nin misyonu
ABD’nin dünya politikalarını ve ekonomik çıkarlarını
korumaktan ibarettir. ABD emperyalizminin tarım
alanında üretiminin büyümesinin sonucunda, tarım
ürünleri stoku da büyümüştür. Büyüyen stokları
eritmesi için yeni pazarlara ihtiyacı vardır ve
buna uygun politikalar geliştirmesi gerekmektedir.
ABD emperyalizmi elindeki fazla tarım ürünlerini
pazarlamak için, daha 1950’lerde PL 480 diye anılan
bir yasa çıkarmıştır. Yasada kredi verme şartları
çok nettir:
“.... Yerli ve yabancı firmalara Amerikan tarım
ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin arttırılması,
dağıtılması ve kullanılmasına yardım edecek tesisler
kurmak için verilir. Ancak Amerika’da üretilen
veya imal edilen mallara rekabet maksadıyla ABD’ye
ihraç edilmek için yahut Amerikan tarım malları
veya imalatına dış pazarlarda Amerika ile rekabet
edecek herhangi bir üretim veya imal için bu istikraz
yapılmayacaktır.”
Aradan geçen zaman içerisinde ABD ile Türkiye
arasında tarım ürünleri hakkındaki tüm anlaşmalar
bu sözleşmeye göre yapılmış, Türkiye’nin zararına
olan her durumda ABD çıkarları her zaman gözetilmiş,
yasalar ABD’nin lehine uygulanmıştır. Örneğin
Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen
tarım ürünlerinin, Amerika’ya ihracatının Amerika
tarafından kontrol edileceği açıkça anlaşmada
vardır. “.... Türk ve Amerikan hükümetleri Amerikan
tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini
arttırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf
edeceklerdir....” Kısacası her şey ABD’nin çıkarlarına
göre düzenlenmiştir. Ayrıca ABD’den ithal edilen
tarım ürünleri karşılığında Merkez Bankası’nda
biriken parayı, ABD’nin istediği gibi kullanabileceği
yolunda bir hüküm getirilerek, emperyalist tekellerin
önü açılmış, rahat çalışmaları sağlanmıştır. Bu
süreç boyunca ABD’den ithal edilen tarım ürünleri,
buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir,
süttozu, pamuk tohumu, soya yağıdır ki, bu ürünlerin
hepsi Türkiye’de üretimi gerçekleşen ve bizim
gibi ülkeler için can alıcı üç önemli sektörü
içermektedir, Hububat, Şeker Pancarı ve Hayvancılık.
Temel besin maddeleri olması dolayısıyla bu üç
sektörün stratejik önemi vardır. ABD’den İthal
edilen tarım ürünlerine baktığımızda hububat üretiminin
bugün düştüğü durumun, hayvancılığın iflas etmesinin
koşullarının rastlantısal olmadığını, her şeyin
baştan tezgahlandığını görürüz.
Öte yandan bugün Türkiye’ye tarım ürünlerinin
desteklenmesini yasaklayan AB ve ABD, kendi ülkelerinde
tarım sektörünün çıkarlarını korumak amacıyla
ithalatı sınırlamakta, gümrük duvarlarını yükseltmekte,
çiftçilere düşük faizli krediler vermektedirler.
Bugün tarımda destekleme oranı ABD’de %38, AB’de
%39, İsviçre’de %54 iken, Türkiye’deki yüzde %5’lik
komik destekleme oranı çok bulunmakta ve kaldırılması
IMF ile “iyi ilişkiler”in ön şartı olarak öne
sürülmektedir. Böylece tam liberalizasyona uğratılan
Türkiye tarımında çiftçiler mazotu dünya fiyatlarının
3 katına, traktörü 2.6 katına almaktadır. Gübre,
tohum, ilaç, yem gibi tarım girdilerinde de aynı
durum yaşandığı için Türkiye çiftçisinin rekabet
etme şansı tamamen ortadan kalkmaktadır. Bütün
bunlara taban fiyatlarının maliyetin altında olmasını,
destekleme alımlarının kaldırılmasını, piyasanın
tüccara terk edilmesini, ödemelerin zamanında
ödenmemesini vb. eklediğimizde çiftçinin bir facia
yaşadığı anlaşılabilir bir şeydir. Ekilemeyen
tarım arazilerinin giderek artmakta olduğunu da
hesap ettiğimizde çiftçinin zarar etmemesi tek
kelimeyle ayıp olurdu. Sonuçta, 1960’lı yıllarda,
hatta 70’li yılların başında, gıda maddeleri ihtiyacı
yönünden dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden
biri olan Türkiye, artık tarım ürünleri yönünden
de emperyalizmin açık pazarı haline gelmektedir.
Tarımda IMF Serüveni: Çöküşün Bilançosu
Burada biraz durup IMF müdahalesi sonrasındaki
tarımsal durumu rakamlarla incelediğimizde durum
daha iyi anlaşılacaktır.
Örneğin,1977-2002 döneminde tarım üreticisinin
gelirinin yüzde 40 oranında azalması somut bir
örnektir. Aynı şekilde 1980-99 arasında tarım
sektörü Gayri Safi Milli Hasılaya yüzde 18 oranında
katkı sağlarken bu oran 2000-04’de IMF politikaları
sonucunda yüzde 13’e inmiştir. 1980’den önce tarım
sektörü milli gelirin yüzde 30’unu sağlar iken,
günümüzde ise ancak yüzde 12’sini sağlamaktadır.
Yine aynı dönemde tarımın istihdamda yüzde 48
olan payı, 2000-04’de yüzde 35’e gerilemiştir.
Aynı nedenlerle 1990-99 döneminde tarım ürünleri
ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde
12.8 iken, 2000-04 döneminde yüzde altıya kadar
düşmüştür. Sözde tarım reformunun uygulanmaya
başladığı 1999’dan 2002’ye kadar geçen dönemde,
tarımsal fiyatlarla sanayi arasındaki fark yüzde
36 oranında tarım aleyhine açılmıştır.
Öte yandan, iktisatçı M. Sönmez’in hesaplamalarına
göre; 1980’de toplam ithalatın yüzde 0.64’ü olan
tarım ürünleri ithalatı, on kat artarak 1997’de
yüzde 6.37’ye çıkmış, ihracat yüzde 57.46’dan,
yüzde 11.02’ye gerilemiştir. Aynı dönemde ABD’nin
toplam tarım ürünleri ihracatı ise yaklaşık üç
kat artmıştır...
Bu süreçte, IMF politikaları sonucunda Ziraat
Bankası tarımdan koparılmış, Tarişbank’a el konulup
başka bir bankaya devredilmiş, Mart 2000’de tarımda
uygulanan sübvansiyon, Ekim 2001’de kimyasal gübre
desteği, Aralık 2001’den itibaren de tohum ve
tarımsal ilaç destekleri kaldırılmıştır.
1998-2004 döneminde buğday fiyatları 7 kat artarken,
girdi fiyatları 8.4 kat artmış, gübre fabrikalarının
tümünün özelleştirilmesiyle birlikte gübre fiyatları
2004 yılında % 40 yükselmiştir. Buna karşın, 1999
yılında 5.6 milyon ton olan kimyasal gübre tüketimi,
2004 yılında yüzde 7 dolayında bir gerileme ile
5.2 milyon tona düşmüş, aynı süreçte gübre ithalatı
yüzde 24.8’den yüzde 43.9’a çıkmıştır.
2000-05 yılları tarımda özelleştirmenin ivme kazandığı
bir dönemdir. EBK, ORÜS, TZDK ve TÜGSAŞ’a ait
işletmelerin özelleştirilmesine, TİGEM işletmelerinin
ortaklık yöntemiyle özel sektöre kiralanmasına
devam edildi. Sigara ve Şeker fabrikaları özelleştirme
kapsamına alındı.
Şeker pancarı üretimi, IMF’ye verilen ekim alanlarının
daraltılması taahhüdü ve şeker yasasının ardından
2000 yılında 18.8 milyon ton iken, 2004’de 13.5
milyon tona düştü. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi
öngörülürken, şeker üretimi kısıtlanarak suni
tatlandırıcılara geniş kota tanınması gündeme
geldi.
2002 yılında çıkarılan Tütün Yasası ile destekleme
alımları kaldırılarak sözleşmeli üretim sistemine
geçildi. 1999 yılında 251 bin ton olan tütün üretimi
2004’te 129 bin tona; 578 bin olan üretici sayısı
274 bin kişiye düştü. Tekel’in destekleme alımlarının
toplam üretimdeki payı 1999’da yüzde 72 iken,
2004’de sözleşmeli alımla birlikte payı yüzde
28’e indi.
Böylece, 1990-99 döneminde tarım ürünleri ihracatının
toplam ihracat içindeki payı yüzde 12.8 iken,
2000-04 döneminde yüzde 6’ya geriledi.
Öte yandan, IMF politikaları tarımla birlikte
hayvancılık da büyük oranda gerilemiş ve Türkiye
hayvansal ürünler ihraç eden ülke konumunu yitirerek
et ithal eden ülke konumuna getirilmiştir. Örneğin,
1990-2003 yılları arasında koyun sayısı 30.3 milyondan
25.4 milyona, sığır sayısı 11 milyondan 9.8 milyona
geriledi. Kırmızı et üretimi ise yüzde 28’lik
bir gerilemeyle 511 bin tondan 367 bin tona düştü.
Sonuç olarak IMF politikaları Türkiye tarımını
tümüyle dış pazara ve piyasa ilişkilerine bağımlı
hale getirmiş, neoliberalizmin mantığına uygun
olarak Türkiye’nin iç pazarı tarım alanındaki
dev uluslararası şirketlere açılmıştır. Bugün
artık hiçbir üründe yerli üretimin üstünlüğünden
söz etmek mümkün değildir, tütünden pamuğa, şekerden
buğdaya dek bütün alanlarda emperyalist tekellerin
belirleyici üstünlüğü vardır ve işbirlikçi hükümetler
her geçen gün bu sistemi daha da güçlendirmektedirler.
AB Süreci ve Gelecekteki Yeni Darbeler
Bu noktaya gelmiş olan Türkiye tarımı, şimdi AB
sürecinde yeni açmazlarla karşı karşıyadır. Bilindiği
gibi AB, yeni kapitalist politikalar doğrultusunda
1992’de tarım sektöründe “Ortak Tarım Politikası”nı
(OTP) düzenlemiş ve uygulamaya koymuştur. Böylece,
Avrupa Birliği Tarım Bakanları Konseyi, önceki
dönemlerde uygulanan politikalarından vazgeçmiştir.
AB’deki bu yeniden yapılandırma politikaları ABD
benzeri; çiftçiliği ortadan kaldıran, yerine şirket
tarımcılığını ikame eden bir durumdur. OTP ile
birlikte bir yandan AB’de de yılda 200 bin çiftçi
iflas edip çiftçiliği bırakır duruma gelmiş, diğer
yandan da ticaret savaşları başlamış, dünya pazarlarında
yapay düşük fiyatlar ve spekülasyonlar ortaya
çıkmış, dünyanın önde gelen ihracatçıları arasında
çatışmalar başlamıştır.
Tarım alanında Türkiye AB ilişkilerinde en öncelikli
konuyu tarımın OPT’ye uyumu oluşturuyor. Bu uyum
gerçekleştiğinde, Türkiye ile AB arasında tarım
ürünlerinin serbest dolaşımı sağlanacak. Ancak,
AB sistemine uygun yeterli bir alt yapı oluşturulmadan,
OTP Türkiye’de mümkün görünmüyor. AB, bütçesinin
yarısıyla tarımı desteklerken, Türkiye’nin tarıma
desteği ise bütçesinin %10’unu bile bulmamaktadır.
Bunu bir de AB ile Türkiye arasındaki gelir eşitsizliğini
düşünerek hesap ettiğimizde aradaki fark çok daha
iyi anlaşılacaktır. Türkiye’de tarımda çalışan
nüfus %35,2, AB’de %5’tir; Türkiye’de tarım işletmeleri
sayısı 4 milyon, AB ülkelerinin tamamında 7 milyondur;
AB üyesi 15 ülkede tarımda çalışan insan sayısı
6.9 milyon iken Türkiye 9.6 milyonla 15 ülkeden
fazla sayıda insanı tarımda istihdam etmektedir.
AB son zamanlarda OTP kapsamında 15 üye ülkenin
tarım faaliyetleri için tahsis edilen ödenekleri
indirmeyi tartışırken, bu aşamada tarımda istihdam
edilen nüfusu 9.6 milyonu bulan bir ülkeyi OTP’ye
dahil etmesi şüpheli gözükmektedir.
Bu kadar eşitsiz koşullara rağmen Türkiye’nin
AB üyesi olması halinde ise, elbette ki her zaman
emperyalist-kapitalist ülkeler kârlı çıkacaklardır.
Öncelikle OTP’ye uyumla birlikte hayvancılıkta
rekabet koşulları ağırlaşacak, temel gıda ve beslenme
ürünleri bu süreçten olumsuz etkilenecek, Türkiye’deki
işletmelerin bir bölümünün tasfiye süreci hızlanacak
ve tarımda sürekli olarak azaltılan desteklemeler
sonucunda bu tasfiye iyice artacaktır.
Sonuç: Emperyalizm Kovulmadan Ekmeğimiz Büyümeyecek
Gelinen noktada manzara yeterince açıktır. Yeni
süreçte, tarımsal alandaki küçük üreticilerin
tasfiyesi hızlanmakta ve bu durum artık tek tek
insanların kafasında da doğrudan emperyalizmle
ilişkilendirilmektedir. Bütün üretici eylemlerinde
-muhalif sağ partiler tarafından organize edilmiş
olsalar bile- sadece mevcut hükümete yönelik eleştirilerin
değil, IMF karşıtı sloganların öne çıkması, bu
açıdan rastlantı değildir. Önümüzdeki süreç bu
bakımdan neoliberalizme ve emperyalizme karşı
mücadelenin birleştirilmesi imkânlarını potansiyel
olarak içinde barındırmaktadır. Kuşkusuz son derece
dağınık bir niteliğe sahip köylü hareketini devrimcileştirmek
çeşitli zorlukları içinde taşıyan bir iştir ve
açıkçası politik güç ve prestijle de ilgilidir.
Ama bugün de mümkün olan her noktadan bu hareketin
içine girmek, orada sıçrama noktaları yaratmak
mümkündür ve sürece bütünlüklü bir müdahale tarzını
benimseyen devrimci sosyalizm açısından zorunludur.
|