Belki sen de hatırlarsın, sanıyorum 1990’lardaki
Dinar depreminden birkaç gün sonraydı, Sabah gazetesi
kocaman bir manşet atmıştı: “Ne oldu bize?” Manşetin
yanında, depremde acı çeken insanları hiç umursamaksızın
gece kulüplerinde eğlenenlerin, oğlunun sünnet
düğününde havalara dolar saçan zamane zenginlerinin
fotoğrafları vardı. Ve gazete soruyordu: “Ne oldu
bize?”
Hiç utanmaları yok değil mi? Hiç utanmıyorlar;
bu duyguyu tamamen yitirmişler…
Üstelik, sık sık tekrarlıyorlar bunu, depremlerde,
sel felaketlerinde, vs... Kendi yarattıkları bir
ucubenin karşısına geçip sanki gerçekten şaşırmış
gibi yapıyorlar: “Ne oldu bize?”
Kimi kast ediyorlar sence? Zenginleri, gece kulüplerinde
tepinip duranları mı? Tabii ki değil! Onlar halkın
acılarını hiç duymazlar ki; duymak istemezler
ve zaten o yüzden müziğin sesini bu kadar yüksek
tutuyorlar, iniltiler ve homurtular kendilerine
kadar ulaşmasın diye... Yoksul halkın kanıyla
beslenen bu asalaklar için böyle bir soru mantıklı
değil; hele Sabah’ın sorması hiç mantıklı değil.
Çünkü fotoğraflarda gördüklerimiz onların efendileridir
ve efendilerini eleştirmek bu papağanların aklından
bile geçmez.
Soru bize soruluyor, anlıyor musun? Bize, toplumun
çoğunluğunu oluşturan emekçi yığınlarına soruyorlar.
Elbette “biz ne yaptık bu insanlara” demiyorlar;
onca yıldır her türlü “örgütlü davranış” ve toplu
duyarlılığın tepesine binenler, genç insanlara
“memleket meseleleriyle uğraşma da ne halt yersen
ye” diye öğüt verenler, her gün bize “koyun ol
ve kendi bacağından asıl” öğüdünü bıkmadan tekrarlayanlar,
gık çıkaranı “terörist” olmakla suçlayıp zindanlara
dolduranlar başka ne diyebilirler ki! Şu beş para
etmez, insanlık onurunu ayaklar altına alan aşağılık
TV programlarını hazırlayanlar onlar değil midir?
Kaymak tabakadan birinin oğlu-kızı eroin komasından
ölünce gözyaşı döküp sokaklarda “koyun koyuna
yatan” binlerce çocuğumuzu yok sayanlar kimler
peki?
Uzatmaya gerek yok... Nereden bakarsan bak soytarılık
ve iki yüzlülük!
Ama sevgili dostum, bir an için soruyu kendimiz
açısından ciddiye alamaz mıyız, ne dersin?
Gerçekten, ne oldu? Onları bırak bir tarafa, bize
ne oldu? Kocaman bir duyarsızlık denizinin içinde
mi yüzüyoruz artık? İnsani olan her şey tümüyle
tüketildi mi, üç adım ötemizde olup bitenleri
göremeyecek kadar karardı mı ufkumuz? İşimizi,
hayatımızı, belleğimizi ve ufkumuzu parçalayarak
bizi nasıl bir karanlık kuyunun dibine doğru ittiler?
Bu ülkenin nüfusunun %90’ını oluşturan bizler,
muazzam gücümüze ve kalabalığımıza rağmen nasıl
bir yalnızlık ve güçsüzlük psikolojisi içine sokulduk?
Günlük koşuşturmaların ve beynimize sokuşturulan
saçmalıkların arasında binlerce kilometre ötede
yoksulluktan ölen çocukların çığlığı ya da komşumuzun
yıkılan gecekondusunun ağıdı nasıl bize ulaşmaz
oldu? “İletişim çağı”nın muazzam olanaklarından
ve dünyanın artık “global bir köy” olduğundan
söz edenler bu kadar yalnız ve çırılçıplak bir
insanı nasıl yaratabildiler?
Ve bir de tersinden bak istersen: Bütün bunlar,
gerçeğin tamamını mı oluşturuyor? Bize görünenin
arkasında ne var? Sabahları ve akşamları binlerce
kez karşılaştığımız şu umursamaz, bezgin yüzlerin
arkasında nasıl bir öfke gizleniyor? “Duyarsız
toplum”dan söz edenler birazcık yerimizden kıpırdandığımızda
neden telaş ediyorlar sence? Tehlikeli olduğumuzu,
bugünkü karanlık çamur tabakasından biraz kurtulduğumuzda
neler yapabileceğimizi bilmiyorlar mı? Toplanıp
kazma küreklerimizi alsak elimize ve “bize bir
şey olmadı, işte buradayız” desek ödleri patlamaz
mı hepsinin? O kadarına da gerek yok, elimiz şöyle
hafifçe şaltere doğru gitse, pabucumuzu giyip
haklarını isteyenlerin arasına karışsak, o bile
yetmez mi feryadı basmaları için?
“Devrimci bir halk hareketi yaratmak” diyoruz
sık sık. Bir de şu slogan: “Tek Yol Devrim!” Bu
sözü sık duyuyorsun değil mi? Sık duyuyorsun,
çünkü gerçekten de başka bir yol yok! İnadımızdan
söylemiyoruz bunu. Yıllar önce Marks, “bir devrim
yalnızca iktidar başka türlü alaşağı edilemeyeceği
için değil, sınıflı toplumun kirinden başka türlü
arınmak mümkün olmadığı için de gereklidir” diyordu.
Hadi o yıllar önce söylemiş, tamam, diyelim ki
eskimiş; sen söyle o zaman; insandan insana yeni
bir ilişki yaratmak, insanı yeniden ayağa kaldırmak
için başka bir yol var mı? Devrim hareketi dışında,
devrim için savaşan insanlar topluluğunun dışında
bir yerde nerede bulabilirsin o ilişkiyi, bir
ara bakalım, var mı? Var olduğunu sanıp devrimci
saflardan başka yerlere gidenlere sor, ne bulmuşlar
gittikleri o diyarlarda? Daha fazla mı oksijen
varmış, daha mı çok aydınlıkmış oraları?
Devrim bir iktidarın yerini bir başkasının alması
değil ki; devrim bir insan harmanıdır, toprağın
alt üst oluşu ve bir insanın yerine bir başka
insanın geçişidir. Kalabalıklar içinde yaşanan
yalnızlığın yerine en yalnız olduğumuz yerde bile
milyarlarca insanın uğultusunun kulaklarımızı
doldurmasıdır.
Devrimcilerin dünyası kusursuz mu peki? Tabii
ki değil! İnsanın olduğu her yerde insana özgü
her şey vardır: düş kırıklıkları, insani zaaflar,
bencillikler … O dünya, şu çamur deryasından koparak,
arınarak yürüyor ve bu hiç kolay değil. Ancak
yürüdükçe, gerçekten sokakta, sokağın tozunu yutarak
savaştıkça, bu savaş içersinde ekmeğimizi, umutlarımızı
paylaştıkça kimliğimizin düzen tarafından yerlere
düşürülmüş parçaları bir araya gelecek ve bütünlüklü
insana ulaşacağız.
Zor biliyorum, ama başka bir yol yok! Ancak böyle
bir yoldan geçerek düzen şaklabanlarının karşısına
dikilip “bize bir şey olmadı, buradayız, ama az
sonra size bir şeyler olacak!” diyebiliriz. Yalnızca
düzenden değil, soytarılar tarafından aşağılanmaktan
da ancak böyle kurtulabiliriz.
Hep söylediğim gibi, umudunu diri tut!
Gelecek, sen nasıl istiyorsan öyle gelecek!
|