Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

35. Sayı - Kasım 2005

Belki sen de hatırlarsın, sanıyorum 1990’lardaki Dinar depreminden birkaç gün sonraydı, Sabah gazetesi kocaman bir manşet atmıştı: “Ne oldu bize?” Manşetin yanında, depremde acı çeken insanları hiç umursamaksızın gece kulüplerinde eğlenenlerin, oğlunun sünnet düğününde havalara dolar saçan zamane zenginlerinin fotoğrafları vardı. Ve gazete soruyordu: “Ne oldu bize?”
Hiç utanmaları yok değil mi? Hiç utanmıyorlar; bu duyguyu tamamen yitirmişler…
Üstelik, sık sık tekrarlıyorlar bunu, depremlerde, sel felaketlerinde, vs... Kendi yarattıkları bir ucubenin karşısına geçip sanki gerçekten şaşırmış gibi yapıyorlar: “Ne oldu bize?”
Kimi kast ediyorlar sence? Zenginleri, gece kulüplerinde tepinip duranları mı? Tabii ki değil! Onlar halkın acılarını hiç duymazlar ki; duymak istemezler ve zaten o yüzden müziğin sesini bu kadar yüksek tutuyorlar, iniltiler ve homurtular kendilerine kadar ulaşmasın diye... Yoksul halkın kanıyla beslenen bu asalaklar için böyle bir soru mantıklı değil; hele Sabah’ın sorması hiç mantıklı değil. Çünkü fotoğraflarda gördüklerimiz onların efendileridir ve efendilerini eleştirmek bu papağanların aklından bile geçmez.
Soru bize soruluyor, anlıyor musun? Bize, toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi yığınlarına soruyorlar. Elbette “biz ne yaptık bu insanlara” demiyorlar; onca yıldır her türlü “örgütlü davranış” ve toplu duyarlılığın tepesine binenler, genç insanlara “memleket meseleleriyle uğraşma da ne halt yersen ye” diye öğüt verenler, her gün bize “koyun ol ve kendi bacağından asıl” öğüdünü bıkmadan tekrarlayanlar, gık çıkaranı “terörist” olmakla suçlayıp zindanlara dolduranlar başka ne diyebilirler ki! Şu beş para etmez, insanlık onurunu ayaklar altına alan aşağılık TV programlarını hazırlayanlar onlar değil midir? Kaymak tabakadan birinin oğlu-kızı eroin komasından ölünce gözyaşı döküp sokaklarda “koyun koyuna yatan” binlerce çocuğumuzu yok sayanlar kimler peki?
Uzatmaya gerek yok... Nereden bakarsan bak soytarılık ve iki yüzlülük!
Ama sevgili dostum, bir an için soruyu kendimiz açısından ciddiye alamaz mıyız, ne dersin?
Gerçekten, ne oldu? Onları bırak bir tarafa, bize ne oldu? Kocaman bir duyarsızlık denizinin içinde mi yüzüyoruz artık? İnsani olan her şey tümüyle tüketildi mi, üç adım ötemizde olup bitenleri göremeyecek kadar karardı mı ufkumuz? İşimizi, hayatımızı, belleğimizi ve ufkumuzu parçalayarak bizi nasıl bir karanlık kuyunun dibine doğru ittiler? Bu ülkenin nüfusunun %90’ını oluşturan bizler, muazzam gücümüze ve kalabalığımıza rağmen nasıl bir yalnızlık ve güçsüzlük psikolojisi içine sokulduk? Günlük koşuşturmaların ve beynimize sokuşturulan saçmalıkların arasında binlerce kilometre ötede yoksulluktan ölen çocukların çığlığı ya da komşumuzun yıkılan gecekondusunun ağıdı nasıl bize ulaşmaz oldu? “İletişim çağı”nın muazzam olanaklarından ve dünyanın artık “global bir köy” olduğundan söz edenler bu kadar yalnız ve çırılçıplak bir insanı nasıl yaratabildiler?
Ve bir de tersinden bak istersen: Bütün bunlar, gerçeğin tamamını mı oluşturuyor? Bize görünenin arkasında ne var? Sabahları ve akşamları binlerce kez karşılaştığımız şu umursamaz, bezgin yüzlerin arkasında nasıl bir öfke gizleniyor? “Duyarsız toplum”dan söz edenler birazcık yerimizden kıpırdandığımızda neden telaş ediyorlar sence? Tehlikeli olduğumuzu, bugünkü karanlık çamur tabakasından biraz kurtulduğumuzda neler yapabileceğimizi bilmiyorlar mı? Toplanıp kazma küreklerimizi alsak elimize ve “bize bir şey olmadı, işte buradayız” desek ödleri patlamaz mı hepsinin? O kadarına da gerek yok, elimiz şöyle hafifçe şaltere doğru gitse, pabucumuzu giyip haklarını isteyenlerin arasına karışsak, o bile yetmez mi feryadı basmaları için?
“Devrimci bir halk hareketi yaratmak” diyoruz sık sık. Bir de şu slogan: “Tek Yol Devrim!” Bu sözü sık duyuyorsun değil mi? Sık duyuyorsun, çünkü gerçekten de başka bir yol yok! İnadımızdan söylemiyoruz bunu. Yıllar önce Marks, “bir devrim yalnızca iktidar başka türlü alaşağı edilemeyeceği için değil, sınıflı toplumun kirinden başka türlü arınmak mümkün olmadığı için de gereklidir” diyordu. Hadi o yıllar önce söylemiş, tamam, diyelim ki eskimiş; sen söyle o zaman; insandan insana yeni bir ilişki yaratmak, insanı yeniden ayağa kaldırmak için başka bir yol var mı? Devrim hareketi dışında, devrim için savaşan insanlar topluluğunun dışında bir yerde nerede bulabilirsin o ilişkiyi, bir ara bakalım, var mı? Var olduğunu sanıp devrimci saflardan başka yerlere gidenlere sor, ne bulmuşlar gittikleri o diyarlarda? Daha fazla mı oksijen varmış, daha mı çok aydınlıkmış oraları?
Devrim bir iktidarın yerini bir başkasının alması değil ki; devrim bir insan harmanıdır, toprağın alt üst oluşu ve bir insanın yerine bir başka insanın geçişidir. Kalabalıklar içinde yaşanan yalnızlığın yerine en yalnız olduğumuz yerde bile milyarlarca insanın uğultusunun kulaklarımızı doldurmasıdır.
Devrimcilerin dünyası kusursuz mu peki? Tabii ki değil! İnsanın olduğu her yerde insana özgü her şey vardır: düş kırıklıkları, insani zaaflar, bencillikler … O dünya, şu çamur deryasından koparak, arınarak yürüyor ve bu hiç kolay değil. Ancak yürüdükçe, gerçekten sokakta, sokağın tozunu yutarak savaştıkça, bu savaş içersinde ekmeğimizi, umutlarımızı paylaştıkça kimliğimizin düzen tarafından yerlere düşürülmüş parçaları bir araya gelecek ve bütünlüklü insana ulaşacağız.
Zor biliyorum, ama başka bir yol yok! Ancak böyle bir yoldan geçerek düzen şaklabanlarının karşısına dikilip “bize bir şey olmadı, buradayız, ama az sonra size bir şeyler olacak!” diyebiliriz. Yalnızca düzenden değil, soytarılar tarafından aşağılanmaktan da ancak böyle kurtulabiliriz.
Hep söylediğim gibi, umudunu diri tut!
Gelecek, sen nasıl istiyorsan öyle gelecek!

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul