Uzun yılların ardından özellikle İmralı sonrası,
oligarşi kolay zafer kazandığını sanınca Kürt
sorunu adeta unutuldu, siyasal gündemin sıradan
bir sorununa dönüştü. Bu süreçte Kürt sorunu,
silahlı direnişin geri çekilmesiyle, İmralı’da
ideolojik ve felsefi boyutlar verilmeye çalışılarak
siyasal ve ideolojik karmaşaya sürüklendi. Liberal
beklentiler pompalandı, bu beklentiler içinde
AB ekseninde çözüleceği veya emperyalizmin önce
Afganistan sonra Irak’a müdahalesi ile Kürtlere
özgürlüğü getireceği yanılsamalar temelinde ele
alındı.
Oligarşi bu soruna ‘terör bitsin zamanla çözeriz..’
söylemleriyle, on yıllar boyunca ‘düşük yoğunluklu
savaş’ konsepti ile tasfiye edemediği gerilla
ve ulusal hareketi ‘yendim’ özgüveniyle sürece
yaymaya çalışıp uykuya bıraktı. Kürt liberalleri
başta olmak üzere bütün liberaller sorunu AB’ye
havale etti, “AB demokrasisi” kurtuluşun yol haritası
olarak görüldü. Zaten özellikle oligarşinin çelik
çekirdeği için böyle bir sorun yoktu. TDH ise
sorunu az çok dillendirdi ama daha çok İmralı’nın
eleştirisi ve iflası ile süreci açıkladı. Halbuki
sorun olduğu yerde duruyor, dahası özellikle ABD
emperyalizmin geliştirdiği BOP ile daha karmaşık
bir hal alıyor, oligarşi içi çelişkilerin rolü
ile yeni boyutlar kazanıyordu. Süreç hızla bu
ve daha karmaşık olgularla, ve özellikle emperyalist
güçlerin çıkar politikaları ile ilerliyor, her
gün yeni ve karmaşık bir boyut kazanıyor.
Gelinen aşamada, demokrasi sorunun en temel alanı
olan, Kürt sorununda, bir kez daha bazı noktaların
altını çizmek, durum değerlendirmesi yapmak yararlı
olacaktır.
Güncel Olanlar...
Bilindiği üzere, 1 Haziran 2004’ten bu yana postmodern
liberal yurtsever hareket, nasıl bir stratejiye
bağlı olduğu bir yana ‘savunma hakkı’nı kullanmaktadır.
Bu savunma savaşı, İmralı’dan bu yana adeta uyutulan,
‘düşünmezsen bu sorun yoktur’ denilerek yok sayılan
Kürt ulusal sorununu yeniden güncelleştirdi. Ancak,
önce aydınların ‘koşulsuz silahların susması’
çağrısı, bunu izleyen günlerde aydınlar heyeti
ile Tayyip Erdoğan’ın görüşmesi, 600 kişiye yapılan
ünlü Amed konuşması ve yurtsever hareketin önce
1 aylık eylemsizlik kararı, sonra bunun 3 Ekim
2005’e kadar uzatılması, İmralı üzerinde özel
tecrit ve Kürtlere yönelik Genelkurmay kaynaklı
linç girişimleri, AB tartışmaları ve güneyde emperyalizme
dayanarak devletleşme adımları içinde sorunu yeniden
güncelleştirdi.
Tayyip Erdoğan’ın Amed konuşmasını şimdi hatırlayan
var mı? Çok az belki... Ama o zaman, sorunun başbakanlık
düzeyinde ‘Kürt sorunu’ olarak tanımlanması bir
çok tartışmalara yol açtığı, en önemlisi de başta
Kürt liberalleri olmak üzere liberal çevrelerce
nasıl abartıldığı; ‘beyaz bir sayfa’, ‘çözüm için
adım’, ‘barışa verilen fırsat’, ‘cesur ve yeni
bir yönelim’ vb. olarak tanımlandığı biliniyor.
Evet, bu coğrafyada bugün değil TC tarihi boyunca
Kürt sorunu vardır ama oligarşinin bu sorunda
demokratik çözüm politikası yoktur. Daha doğru
bir deyişle, bilinen klasik inkâr politikaları
dışında yeni bir politikası yoktur. Daha fazla
demokrasi, bu çerçevede Kürt sorununun çözümü
beklentilerinin çok geçmeden, bu yönlü ifade edilen
sözler daha unutulmadan, tümden boş hayal olduğu
açığa çıktı. Zaten ifade edilen ‘Kürt sorunu’
tanımlaması çözüm için değil, ‘tek devlet, tek
millet, tek bayrak’ tezini sorunun kabulü üzerinden
güçlendirmek amacıyla dillendirmiş ve böylece
yeni bir beklenti yaratılmıştı, yeni bir oyalama
taktiği-zemini kazanılmıştı. Tayyip Erdoğan’ın
bu çıkışı aynı zamanda oligarşi içi çelişkilerle
(hükümet ve Genelkurmay arasındaki güç savaşımıyla,
karşılıklı hamlelerle) de doğrudan bağlantılıdır.
Bu ülkede oligarşi ne zaman ‘demokrasi’ lafını
üst düzeyde eder, o zaman yeni saldırı dalgası
güncelleşir. Bu rutin seyir, yeni-sömürgecilik
sürecinde en çok ‘demokrasi’ sözü edilerek, faşizmin
süreklileştirilmesiyle hiç bozulmadı. Bundan dolayı,
Amed konuşmasını daha kapsamlı saldırılar, bizzat
örgütlenen şovenist linç eylemleri, hak gaspları,
yeni yasalarla devlet terörünün hızlanması vb..
izledi. Yurtsever harekete ‘koşulsuz silahları
bırakın’ çağrısı yapan, Tayyip Erdoğan ile yaptıkları
görüşmeye önemli misyon yükleyen ve ‘karşılıklı
adımlar’ bekleyip, ‘bu sorunun takipçisi olacağız’
diyen aydınlar, -bunların liberal solun sesi ‘Birgün’
Gazetesi’ndeki köşelerinde yazanlar da dahil olmak
üzere tümü sorunu yazmaya ve daha fazla konuşmaya
bile cesaret edemeyip tümden seslerini kestiler.
Adalet Ağaoğlu gibiler ise aydın olmanın onurunu
bile bir yana atıp, oligarşinin, Genelkurmayın
sınırlarına gönüllü çekildiler. Güneyde Kürdistan’da
emperyalizm desteğinde devletleşme, yeni gerilim
alanı oldu, bir süre önce ilan edilen ‘kırmızı
çizgiler’ çoktan aşıldı. Hatta bir Kürt, Talabani,
kukla Irak devleti Başkanı oldu; bir diğer Kürt,
Barzani, ABD ve İngiltere tarafından ‘Başkan’
olarak karşılandı. ‘konfedaralizm’ gibi, devletleşmeye
karşı, sözüm ona tezlerle yurtsever hareketin
silahlı savunması, siyasal stratejiden bağımsız,
oligarşi içi çelişkileri hızlandırdı, hatta bu
çelişkilerin oynanacağı bir alana dönüştü. İmralı’da
geliştirilen konseptler temelinde, Kürt cephesinde,
öteden beri dillendirilen ama bir türlü gerçekleşemeyen
‘Türkiyeleşme’, bir dizi iç sancı ve çelişki ile
‘DTH’ olarak yeniden ama oldukça zayıf olarak
yeniden biçim aldı. Abdullah Öcalan üzerinde keyfi
ve özel baskı, tecrit politikası yoğunlaştı, hem
bu tecrit politikasına hem de PKK’yi tecrit ederek
yeni Kürt oluşumu yaratma oyunlarına karşı ‘Kürt
ulusal önderi olarak Abdullah Öcalan’ı tanıyorum’
kampanyaları gelişti. Özcesi, Kürt sorunu bir
kez daha güncelleşti, siyasal gündemin en önemli
sorunlarının başında yerini aldı.
Kürt Sorunu Sömürgecilik Zinciri İçinde Ağırlaşmıştır
Aslında gelinen aşamada Kürt sorunu daha da ağırlaşmıştır.
Bunun nedenlerini özetle şöyle ifade etmek mümkün.
Bir: Kürt ulusal sorunu tarihseldir... Kürt ulusal
sorunu, aynı zamanda Ortadoğu’nun en köklü bir
halkının, yukarı Mezopotamya halkının sömürgeleştirilmesi
sorunudur, tarihidir. Kapitalizmin şafağında ortaya
çıkan ulusallaşma ve bu temelde ulusal hareketler,
merkezi feodal Osmanlı İmparatorluğu’nun adeta
altını oymuş, özellikle Balkanlar’da gelişen ulusal
uyanış, imparatorluğu geriletmiştir. Türk milliyetçiliği
de bu süreçte canlanmış, Osmanlı İmparatorluğu’nda,
emperyalizme bağımlı ve egemen bir sınıf olarak
gelişen gayri-müslim sermayeye karşı Türk burjuvazisi
kendi pazarını yaratmak istemiştir. İttihat-Terakki
cemiyeti, Türk burjuvazisinin ve Türk milliyetçiliğinin
ana rahmidir. Bu okul ya da örgütlenme imparatorluğun
küçülmesine karşı, önce Osmanlıcılık, İslamcılık
ve Türkçülük arasında gidip gelmiş, son dönemlerinde
ise rotayı Türkçülüğe doğru kırmıştır. I. Emperyalist
Paylaşım Savaşı, yenilen ve daralan Osmanlı İmparatorluğu’nun
yeniden paylaşılmasına yol açmış, İttihat-Terakki
okulunda yetişen Kemalizm, bu ortamda, Türk burjuvazisi
adına, ulusal pazar için, ulusal devleti yaratmıştır.
Emperyalizme karşı, işçi hareketine dayanan sosyalist
hareketi; köylülüğe dayanan yeşil ordu ve çete
hareketini, binbir politik manevra ile etkisizleştiren
Kemalizm; Lozan sürecine karşı Kürtlerle çeşitli
ilişkiler kurmuş, bunu politik manevra olarak
kullanmış, burjuvazi siyasal egemenliğini kurunca,
Kürt ulusuna ve ulusal haklarına karşı inkar ve
imhaya yönelmiştir. 1925-40 yılları, ‘İngiliz
oyunu’, ‘feodalizm ve gericiliğin tasfiyesi’ adına,
Misak-ı Milli sınırları içinde, Türk burjuvazisinin
ulusal pazarı zorla oluşturma, ayrı bir ülke olan
Kürt coğrafyasını ve ayrı bir ulus olan Kürtlerin
sömürgeleşmesi ve zorla “Türkleştirilmesi” yıllarıdır.
Sadece askeri zorla değil, aynı zamanda uyduruk
‘güneş dil teorisi’, ‘Türk tarih tezi’, ‘Tunceli
kanunu’ ile bu süreçte, Kürt ulusunun aslında
Türk olduğu işlenmiştir ve dayatılmıştır.
Böylece sömürgecilik siyasal ve kültürel arka
planı oluşturmuş; zorla Türkleştirme asimilasyon
politikalarıyla sistemleşmiştir. Kürt isyanları,
Kürt feodalleri öncülüğünde, ulusal taleplidir.
Önderliğin feodal olması, ulusal temeldeki taleplerin
haksızlığını göstermez. Tam tersine, Türk burjuvazisinin
ulusal devleti oluştururken Kürt ulusu ve diğer
ulusal toplukları şovenizm zehiriyle ve zorla
kendine bağlaması asla kabul edilemez. Bu süreçte
yaşanan, bizzat Genelkurmay belgelerinde mevcut
olan 28 isyan zaman zaman merkezi örgütlenme çabaları
olsa da yerelliği aşamamış, iç ihanetlerden de
güç alınarak kanlı bastırılmıştır. Kürt ulusunun
Kemalizm tarafından bir daha dirilmemek üzere
“beton”lanıp gömülmesi hedeflenmiştir. Bu tarihte
Kürt ulusu politik özne değil, inkâr ve imha edilendir.
Bu nedenle son yıllarda, özellikle İmralı süreciyle
ifade edilen ve tarihin tozları arasında bulunan
bazı kısır kültürel vaatleri farklılaştırarak,
adeta o dönemlerde Kürt ulusu TC’nin kurucu unsuru
gibi tanımlanmış göstermek; ya da sol ve devrimci
hareketlerde çok sık yapıldığı gibi TC’yi “çok
uluslu devlet” olarak tanımlamak, bu tarihsel
gerçeklere aykırıdır.
Bu tarihsel süreçte, 1925-40 sürecinde, daha öncesi
bir yana, TKP ve III.Enternasyonal somutunda sosyalist
hareket, hem içte hem de dışta sorunu kavramaktan
bile uzaktır; dahası ‘feodalizme ve gericiliğe
karşı’, örneğin Dersim isyanında, ünlü ‘Tunceli
Kanun’un da olduğu gibi Kemalizme destek vardır.
2. Paylaşım Savaşı sonrası, emperyalizme bağımlı,
yeni-sömürgecilik ilişkileri içinde gelişen kapitalizm,
modern sınıfların daha güçlü tarih sahnesine çıkmasına
yol açmıştır. Sanıldığı veya çokça ileri sürüldüğü
gibi, 2. Paylaşım Savaşı sonrası değil, Osmanlı’nın
son yüz yılında iç dinamik önce çarpıtılıp tahrip
edilmiş, sonra emperyalizme bağımlı kapitalizm
gelişmiştir. Kemalizm, olmayan bir kapitalizm
ve burjuvaziyi yaratmayı değil, bizzat üretim
sürecinde var olan, en örgütlü sınıf olarak Türk
burjuvazisinin siyasal temsilcisi olarak, 1929’a
kadar dünya kapitalist sistemine egemen olan liberal
ekonomi politikalarıyla, 1929 krizi sonrasında
ise yine dünya kapitalist sistemindeki ana eğilime
bağlı olarak daha çok devlet kapitalizmine dayanarak
kapitalist sistemi geliştirmeyi önüne koymuştur.
Bu süreçte, hem iç sömürü yoğunlaşmış, hem de
Kürt coğrafyası sömürgeleştirilmiş; böylece sermaye
birikimi hızlanmıştır. 2. Paylaşım Savaşı sonrası,
emperyalizmin geliştirdiği yeni-sömürgecilik,
bu toplumsal ve siyasal zemin üzerinde yaşam bulmuştur.
Toplumsal açıdan, bağımlı kapitalizm sürece egemen
olmuş; siyasal olarak, Bonapartist karakterli
diktatörlük, yeni-sömürgecilik ilişkilerinin gelişim
seyri içinde faşizme dönüşmüştür. Bu süreç, tarih
sahnesine 1830’larda çıkan iki modern sınıfın,
burjuvazi ve proletaryanın iki ana sınıf olarak
sürece egemen olmasına yol açmıştır. Özellikle
işçi ve öğrenci hareketindeki canlanma, sosyalizm
ve ulusal kurtuluş hareketlerinin dünya ölçüsünde
etkisi, Kürt sorunu da, ürkek de olsa, önce ‘demokrasi’
adına ortaya çıkan benimseyen burjuva partisinde,
DP de 55 Kürt toprak sahibinin Batı ve Orta Anadolu’ya
sürgün edilmesi, 1961 cuntasının Sivas toplama
kampı ve sonrada sosyalizmden etkilenen aydın
hareketi olarak tekrar gündemleştirmiştir.
Yani,1940’larda ‘betonlanan’ sorun, bu kez, modern
sınıfların süreçte yerini alması, bu temelde sınıf
mücadelesinin yükselmesi, bu süreçte sosyalizm
ve ulusal hareketlerin artan etkisi vb. ile, 1960’larda
yeniden tarih sahnesindeki yerini almaya başlamıştır.
TKP ve 3. Enternasyonalin olumsuz etkisi devam
etmektedir. Ama artık sol ve devrimci hareket,
sosyalizm ile Kemalizm arasında devinirken Kürt
sorununa bu etkilerle yaklaştı. Kürt yurtseverleri
önce TİP içinde yerini aldı, bunu ‘doğu mitingleri’
ve bağımsız Kürt örgütlenmeleri izledi. Oligarşi
için Kürt yoktu; sömürgecilik politikalarında
hiç esnemeden devam ediyordu. Zaten artık Kürt
sorunu sol ve devrimci hareketin gündeminde yerini
alıyordu. Kürtler ulus mu, ulusal azınlık mı?
Kürt coğrafyası nasıl bir statüdedir? Hatta ayrı
mı, ortak mı örgütlenmelidir? Geleneksel sol,
TKP ve bu süreçte TİP, Kürtleri azınlık görür,
Kürt coğrafyası ise ‘doğu’dur. Hikmet Kıvılcımlının
1930’larda sorunu ele alması dışında gün yüzüne
çıkan bir çalışma yoktur. Dr. Hikmet Kıvılcımlının
bu çalışması da TKP tarafından hasır altı edilmiştir.
İşte 71 silahlı devrimci hareketi ve Kürt sorunu
ile bağı açısından, bazı yanlış değerlendirmelere
rağmen İ. Kaypakkaya’nın geliştirdiği tezler,
önemli bir yeri tutmuştur. Oligarşi, devrimci
yükselişi budamak için TDH’ine yönelmiş ve Kürt
ulusal demokratik canlanması da bundan payına
düşeni almıştır; 12 Mart faşizmi, tekelci burjuvazi
ve emperyalizm tarafından bunun için örgütlenmiştir.
Yani, bu tarihsel süreçte, Kürt sorunu ve ulusal
demokratik haklar için filizlenen mücadele bir
kez daha, sömürgecilik tarihine paralel yok sayılıp,
şiddetle tasfiyeye yönelinmiştir.
1975-80 süreci sınıf mücadelesi ve devrimci hareketin
yeniden canlandığı, kitleleri etkilediği süreçtir.
12 Mart açık faşizmi ile önü kesilen devrimci
hareket kendini yeniden örgütlemiş, 1965-70 sürecindeki
tartışmalar yeniden ve daha gelişmiş olarak gündemleşmiştir.
1965-70 sürecinde Kürt devrimci ve sosyalistleri,
TİP somutunda ortak örgütlenmeden yana tutum alırken,
bu kez ayrı örgütlenmeye yönelmiştir. Kürt ulusal
sorunu bu kez modern sınıf olan proletarya ve
sosyalizm açısından günceldir. Kürt sorunu ve
Kürt ulusal hareketi, 1970’lerle kıyaslanırsa
daha ileri ve yakıcıdır. Sol ve devrimci hareketin
‘71 silahlı devrimci atılımı değerlendirmeleri
temelinde kendini yeniden örgütlemesinin yanı
sıra, Kürt sorunu ve bu temelde aynı-ayrı örgütlenme,
sömürgecilik vb. tartışmaları, dahası Kürt devrimci
güçlerinin bağımsız olarak kendini ifade etme
süreci söz konusudur. Oligarşi, bu kez sadece
devrimci ve sosyalist hareketle değil, aynı zamanda
inkarı üzerinden yükseldiği ve en hassas noktası
olan Kürt sorununun yakıcı etkisi ile karşı karşıyadır.
12 Eylül,sadece TDH’ne (Türkiye Devrimci Hareketi)
karşı değil, Kürt yurtsever hareketine de karşı
geliştirilen imha hareketidir. Metris ve Mamak
hapishaneleri TDH, Diyarbakır hapishanesi Kürt
yurtsever hareketini yola getirme aracı olarak
faşizmin en vahşi uygulamaları olarak tarihteki
yerini aldı. Direnenler, geleceğinde önünü açtı,
teslim olanlar en ilerisinden liberal tasfiyecilikte
soluğu aldı. Diyarbakır zindan direnişi ve 15
Ağustos atılımı, Kürt ulusunun yeniden dirilişi
olarak gelişti. Gelişen gerilla hareketi, bunu
takip eden serhıldanlar, sadece Kürt kimliğini
değil, Kürt aydınlanmasını da yarattı. Artık Kürt
var; hem de kendi iradesi ve örgütlü mücadelesi
ile, sadece bu coğrafyada değil, uluslararası
alanda. Mızrak çuvala sığmıyor, oligarşi imha
ve inkarda ısrar etse de inandırıcılığı yok. ‘Kürt
realitesini tanıyoruz’ tam da bu uzun soluklu
ve devrimci mücadelenin sonucu dillendiriliyor.
Kürt ulusal kimliği ve hakları, bir çırpıda yok
sayılamaz konumdadır. ‘Düşük yoğunluklu savaş’
gibi konseptler bile bu mücadeleyi tasfiye edememektedir.
Ta ki, İmralı sürecine kadar. İmralı süreci Kürt
yurtsever hareketi için, devrimcilikten düzene
dönüş hareketidir. Ama oligarşi bu geriye dönüşü
değerlendirecek politik güçten yoksundur, sürece
yayarak her kazanımı tasfiye etme, uzatarak unutturma
çabasının dışında ciddi bir adım atmadığı yaşanan
bir gerçektir.
Toplamımndan bakarsak, Kürt ulusal sorununun böylesi
bir tarihselliği vardır. Bu tarih sömürgecilik
tarihidir. Her şeye rağmen Kürt ulusunun buna
karşı direnmesi, demokratik taleplerini savunması
söz konusudur.
İki: sorun BOP’a bağlı olarak yeni biçim almıştır...
Kürt coğrafyası Lozan anlaşması ile emperyalizm
ve yerli sömürgeci güçler tarafından, Kürt ulusunun
iradesi dışında dört parçaya bölünmüş, her bir
parça, egemen ulus burjuvazisi tarafından, her
bir parçada özgünlükler olsa da sömürgeleştirilmiştir.
Doğal olarak bu durum, tarihsel süreç içinde Kürt
sorununu bölgesel bir sorun haline dönüştürmüştür.
Bu nesnel bir durumdur, sömürgecilik sınırları
Kürt ulusunun ekonomik yaşam birliğini bozsa da,
dil, kültür, tarihsel süreçte oluşan ortak ruhsal
şekillenme vb. Kürt coğrafyasındaki bir parçasındaki
gelişme diğer parçayı etkilemiştir. Ayrıca, emperyalizmin
Ortadoğu politikalarında, BOP çerçevesinde yeniden
paylaşım savaşında yeni olgular söz konusudur
ve bu Kürt sorununu adeta her bir parçada yeniden
güncelleştirmektedir. Aslında bu süreci, reel
sosyalizmin çözülmesi ve 1. Körfez savaşıyla,
1990’la başlatmak mümkün. Yani, özellikle 2. Paylaşım
Savaşı sonrası oluşan sosyalist bloğun varlığı
ve ulusal halk kurtuluş savaşlarının büyük etkisi
ile emperyalizm bu kadar pervasız değildi. Sınıfsal
ve ulusal çelişkiler, dev dünya sosyalist bloğunun
varlığı, ulusal ve halk kurtuluş savaşlarının
etkisi ile halklar lehine gelişme koşulları çok
daha güçlüydü. Hatta, emperyalizme karşı, sosyalist
olmayan halklar, bir ara politik tutum olarak
‘bağlantısızlar hareketi’ içinde bulunabiliyordu.
Bu koşullarda, İran’da şah rejimi yıkılınca, emperyalizm
önemli bir dayanağını yitirmiş, emperyalizm-sosyalizm
çelişkisinden İran, Irak ve Suriye gericiliği
kendi iktidarları için önemli kazanımlar elde
etmişlerdir. Ama reel sosyalizm yıkılınca, sosyalizm
bir kaç ülke ile sınırlı duruma düşünce, aynı
süreçte ulusal halk kurtuluş savaşları gerileme
yaşayınca, emperyalizmin Ortadoğu’da yeni alanları
elde etme mücadelesi hızlandı. Emperyalizm bir
dönem, özellikle İran molla rejimine karşı desteklediği
Saddam rejimini yıkmak, böylece Ortadoğu’ya yönelik
saldırılarının önünü açmak için, 1. Körfez savaşını
başlattı. Tam sonuç elde edemedi. Ortadoğu’ya
yönelik emperyalist politikalarından vazgeçmedi,
tam tersine geliştirdi, 11 Eylül saldırısı ile,
bu saldırıyı da gerekçe yaparak, önce Afganistan,
sonra Irak işgal edildi. BOP olarak tanımlanan
kapsamlı ve stratejik saldırı programının bir
parçasıdır bunlar. Özellikle Irak’ta elde edilecek
başarılar, emperyalizm için yeni işgallerin önünü
açacaktır ve BOP temelinde yeni pazar alanları
bu çerçevede biçim alacaktır. Sırada Suriye ve
İran var, bunun için her türlü koşul, provokasyonlar,
bin bir hileler ile adeta adım adım hazırlanıyor.
Bu süreç Kürtler için yeni imkanlar anlamına geliyor.
Emperyalizm, özellikle ABD emperyalizmi ‘YDD’
ilan ettiğinden bu yana, 1. Körfez savaşında bu
yana, emperyalist politikalarının devamı olarak,
sadece Türkiye ve İsrail oligarşilerine dayanmadı;
bunların yanı sıra, Saddam rejimine karşı güneyde
etkin olan Barzani ve Talabaniye dayandı. Ve Saddam
rejiminin yıkılması, emperyalizmin sadece Irak’ta
değil, Ortadoğu’daki tüm temel politikaları için
Kürtlere ihtiyacı vardı. Bu ilişki, işbirlikçilik
temelinde gelişti, Türkiye’de yurtsever hareketi,
TC ile birlikte tasfiyeye yönelen emperyalizm,
İran ve Suriye için Kürtlere ihtiyacı vardır.
Bu süreçte, eskiden parçalanmış Kürt coğrafyası,
sömürgeci güçler için önemli kazanımlar yaratırken,
bugün tersinden, bir parçadaki gelişmeler, bu
özellikle devletleşme düzeyinde olunca çok daha
önemli oluyor, Kürtler için özgüven ve emperyalizme
dayanarak bir kazanımın yolunu açıyor. Tam bu
noktada, geleneksel politikalar aşınıyor, her
sınıfın bir Kürt politikası oluyor, bu demokratik
sorun her sınıf ve güç için kullanılmak isteniyor;
emperyalizmin politikaları ile sömürgeci güçlerin
politikaları arasında, çıkar ve statükoyu koruma
çelişkileri, eski ilişki biçimi bozuluyor. İmralı’da
geliştirilen tasfiye politikalarına rağmen, Kürtler
için devletleşme önemli bir adım oluyor, oligarşi
bunu engellemek için önce ‘kırmızı çizgiler’ ilan
ediyor, ama bu tutmuyor, bu temelde oligarşi ile
emperyalizm çelişkileri hızlanıyor. Dahası, sahte
bir anti-emperyalizm temelinde, genelkurmay kaynaklı
‘Kuvva-i milliye’ veya ‘kızıl elma’cı oluşumlar
yaratılıyor, asıl en son ‘Türk Solu’ örneğinde
görüldüğü gibi, Kürt düşmanlığını geliştiriliyor.
“Sol” milliyetçilik, anti-emperyalizm değil, Kürt
düşmanlığı temelinde politika geliştiriyor. Bu
politikaların da, Kürt sorununda, özellikle güney
Kürdistan’daki gelişmelere paralel, oligarşinin
çelik çekirdeği ile emperyalizm arasında çıkar
çatışmasından kaynaklandığı açıktır. Oligarşinin
çelik çekirdeği olan Genelkurmay ancak Kürt sorunu
üzerinden politika yapabiliyor ve zayıflatılmaya
çalışılan toplumsal ve siyasal konumunu geliştirmeye
çalışıyor. Bu düzlemde, yeni tarihsel süreç ve
BOP çerçevesinde Kürdistan tüm parçaları ile merkezi
yerde duruyor, sayısız irade ve politik güç için
adeta çıkar alanı ve çelişkisinin odaklandığı
alan oluyor.
Üç: Her şeye rağmen, Kürt ulusunun demokratik
talepleri, özellikle ‘savunma hakkı’ temelindeki
direniş faaliyetleri meşrudur, sömürgeci sistemi
zorlamaktadır... İmralı savunmaları, devrimcilikten
liberal tasfiyeciliğe geçiştir. Bu sürecin üzerinden
6 yıl geçmiştir, oligarşi hiç bir adım atmadığı
gibi, sorunu yok saymış, ‘düşünmezsen yoktur’
demiştir. Ama İmralı’nın Kürt ulusal demokratik
haklarına ilişkin bilinci, liberal tasfiyecilikle
sakatlaması, bu en geri noktaya savrulmaya derme
çatma, her biri bir yerden alınan ‘teori’lerle
siyasal ve felsefi karakter kazandırmak istemesi,
hatta Kürt ulusal sorununu ‘dil sorunu’ ve ‘ vatandaşlık
hakkı’ ile bireysel düzlem çerçevesinde sistemle
bütünleşme derecesine indirgemesi, siyasal ve
ideolojik kargaşaya yol açmış, Kürt sorunu üstünde
ciddi sis perdesi oluşmuştur. Stratejiden yoksun,
silahlı mücadele ve gerilla adeta pazarlık kozudur;
ancak muhataplık ve İmralı üzerindeki tecridin
hafiflemesi temelinde geliştirilen ‘savunma hakkı’,
gerilla ile halk hareketinin sisteme yönelik tavrı,
aslında reformist sınırları aşan sonuçlar yaratmıştır.
Oligarşi İmralı süreciyle ‘zafer’ ilan etmişti;
gerillanın savunma hakkını kullanması bu zaferin
sahte olduğunu gösterdi. Dahası gerilla Kürt ulusunun
meşru ve demokratik talepleri için güvence oldu.
Kürt ulusu demokratik taleplerine ve gerillaya
sahip çıkarak sömürgeci sisteme karşı muhalif
kimliğinde ısrar etti. Bu süreç; hem Kürt ulusal
sorunun çözümünde Kürtler ve yurtsever hareketin
politik özne olduğunu, bundan vazgeçemeyeceğini
ifade etti, hem de bu temelde oligarşi içi çelişkileri,
yukarıda işaret ettiğimiz çelişkilere paralel
hızlandırdı. Bunlara AB eksenli gelişme ve çelişkileri
de eklemek gereklidir. İmralı da ileri sürülen,
en ilerisinden ‘demokrasinin sınırlarını genişletme’
programı, Kürt liberal burjuvazisinin, emperyalizme,
bu arada AB emperyalizmine dayanarak sorunu çözme
programıdır. Zaman zaman anti-emperyalist söylem
Kürt yurtseverler içinde dillendirilse de, bu
anti-emperyalist söylem ciddi değildir, bilinen
pragmatist, güne göre basit taktikleri içeren,
bu arada güneydeki devletleşmeye karşı geliştirilen
söylemdir. Bu İmralı programı ideolojik düzeyde
savunulamaz, Kürt ulusuna da çözüm getirmez. Ama
buna rağmen, politik açıdan, tam da ezilen ulusun
milliyetçiliğinin demokratik karakterinden dolayı,
ulusal bilincin rolüne paralel, hala oligarşi
için bir tehlikedir. İşte gerilla ve halk hareketi
bunu temsil etmiştir.
Dört: tüm bu süreç, oligarşi içi çelişkileri hızlandırmıştır.
Tayyip Erdoğan’ın Amed açıklaması, Genelkurmay’ın
‘yetki’ talebi, en son YÖK tartışmaları, tazminattan
bu yana, egemenler arasında çeşitli biçimler alan
çelişkilerin, bu kez, bir kez daha Kürt sorununda
ortaya çıkmasıdır; iktidar savaşında bu sorunun,
Kürt sorununun kullanılmasıdır, eli güçlendirme
taktikleridir. Yine de bu çelişkiyi fazla büyütmek,
hele de liberal çevrelerin, özellikle Kürt liberallerin
yaptığı gibi, bunun üzerinden politika yapmak
mümkün değildir. Kürt sorunu, hala oligarşi için
tabudur, ayrışmaları hızlandırır ama oligarşi
içi çelişkiler, hem sınıfsal çıkarlardan, hem
de bu tabu olma niteliğinden dolayı birleştiricidir
de. Keza, daha sonra, hükümet ‘Kürt sorunu’ için
tek bir somut adım atmamıştır, tam tersine TBMM
Başkanı’nın açıklamasında ifadesini bulan örgütsüz,
vatandaşlık düzeyinde bireysel olarak ‘Kürdüm’
demeye indirgenmiş, MGK toplantılarında da ‘hep
aynıyız‘ açıklamaları ile çelişkilerinin sınırları
da çizilmiştir. Diğer burjuva partileri ise yıllarca
sömürgecilik politikasının uygulayıcıları olmuştur.
Özellikle CHP, Kürt sorununda en geri ve bağnaz
tezleri savunur; en son Genelkurmay’ın sesi olarak,
‘Kürt sorunu yok, terör sorunu var’ demesi bunu
ifadesidir.
Tüm bunların bileşkesi olarak, tarihsellik ile
güncelliğin bileşkesi olarak, Kürt sorunu daha
da ağırlaşmış olarak güncelleşmiştir. Sınıfsal
ve ulusal çelişkilerin en önemli alanını oluşturmaktadır.
İflasın Geldiği Yer...
Hemen belirtelim, gelinen aşamada, bir kez daha
bu soruna baktığımızda iki gerçeğin altını çizmekte
yarar vardır.
Birincisi; yukarıda ifade ettiklerimizden sonra
oligarşinin çözüm üretemeyeceği bir kez daha açığa
çıkmıştır. Sömürgecilik olduğu yerde duruyor;
inkar, imha ve asimilasyon politikasında ısrarcıdır.
İmralı sürecinin, yani yurtsever hareketin bizzat
kendi önderliği eli ile oligarşiye verdiği imkan
ise değerlendirilememiştir, oligarşi sınırlı reformlarla
bile olsa çözme iradesi ve gücünden yoksundur.
Ulusal sorunun gerçek çözümü elbette devrimdir
ve yukarıda ifade ettiğimiz sınıfsal ve ulusal
çelişkiler devrimden başka çözüm gücünün olmadığını,
burjuvazi için sınırların tükendiğini ve devrimin
güncelleştiğini bize anlatır. Ama genel olarak
ifade edersek, kapitalizm sınırları içinde sınırlı
çözümler, reformlar mümkündür. Diğer bir ‘çözüm’
veya çözümsüzlük ise emperyalist çıkarlar için
halkların kullanılması ve boğazlatılmasıdır. Aslında
İmralı da ifade edilen ‘Demokratik Cumhuriyet’,
mevcut devletin, Kürt sorunu (tüm demokratik sorunların
değil) temelinde sınırlı açılımını talep etmektedir;
bu çizgi bugün ‘konfederalizm’, ‘ekolojik-demokratik
toplum’ olarak tanımlanmaktadır ve bu sınırlı
burjuva ‘çözümü’ içerir. Başka ifade ile mevcut
sistem ve devlet mekanizmasına dokunmadan, Kürtler
adına sınırlı kültürel hakları içerir. Ama bunun
için oligarşinin siyasal ve ekonomik açıdan, bu
sınırlı açılımı hazmetme kapasitesinin olması
lazım. Ama oligarşi bu esneklikten uzaktır ve
demokrasi sorununun en önemli alanından biri olan
bu sorunu, bu temelde çözemez. Çünkü, emperyalizme
bağımlı yeni-sömürgecilik ve siyasal gericiliğin
en barbar biçimi, tekelci kapitalizme dayanan
faşizm gerçeği vardır. Sömürgecilik bu güçlere
dayanarak sürdürülmektedir. Oligarşi, burjuva
demokratik devrim süreci ve geleneğinden uzaktır,
doğumunda halkların inkar ve imhasını içeren şovenizm
zehiri vardır, buna dayanarak varlığını sürdürmektedir.
Yeni-sömürgecilik, aynı zamanda sürekli krizin
toplumsal zeminini yaratmıştır; kriz içinde, en
çok ‘demokrasi’ söylemine baş vurmak ihtiyacı
duyduğu, bunu bir aldatmaca aracı olarak kullandığı
zaman bile görüntüyü kurtaracak esneklikten bile
uzaktır. Bu katı politika gelenekseldir, süreklidir.
Kuruluş felsefesi buna dayanır, bundan vazgeçmemiştir,
dünyadaki gelişmeleri, bu arada örneğin 11 Eylül
sonrası oluşan atmosferi bu katılığı doğrultusunda
kullanmıştır. Esnemez kırılır; kırılma ise devrim
sorunudur. Gelinen yerde budur; devrim günceldir.
İkincisi; İmralı sürecinden bu yana 6 yıl geçmiştir.
İmralı tasfiyeciliğinin, oligarşiye şirin görünme,
devletle bütünleşme, sınırlı reformlara razı olma
politikası iflas etmiştir. Yani bu çizginin siyasal
ve ideolojik değerlendirmesi bir yana, sorunun
çözümünde hiçbir değeri yoktur. Tam tersine yılları
kapsayan, büyük mücadele ve bedellerle yaratılan
kazanımlar tek tek kaybedilmiştir, Kürtler için
binbir tuzakların önü açılmıştır. Bugün Kürt düşmanlığı
kitlesel bir boyut kazanmış, sorun PKK düşmanlığından
Kürtlerin ulus olarak düşmanlığına sıçramıştır.
Kürt ulusu, özellikle emekçi sınıflar çözüm için
ABD’ye mi yoksa AB’ne mi başvuracağını şaşırmıştır.
Burjuva liberal önderliğin yönü emperyalizme yöneliktir.
Barzani mi daha ileri, Öcalan mı; veya Abdullah
Öcalan çizgisi ile Osman Öcalan çizgisi arasında
fark ne kadardır? Emperyalizmin işbirlikçisi Talabani
ve Barzani özellikle kuzey Kürtleri için dün ‘hain’
iken, ama bugün itibar görüyorsa, ters giden bir
şey vardır. Bu temelde soruları ve sonuçları çoğaltabiliriz;
ama tüm bu süreçten İmralı çizgisinin devrimcilikten
kopuşunun ve yarattığı kargaşanın payı yüksektir.
Kullanılan savunma hakkı hangi stratejiye bağlıdır?
Devleti hedeflemeyen bir ulusun, hele de bu yakın
tarihinde hiç ciddi bir devletleşme yaşamamış,
Ortadoğu’nun en eski halkı olan Kürtler söz konusu
olunca, kendi kaderini elinde tutma şansı var
mıdır? Devletten, sınıflardan kopuk, üçüncü bir
alanda ‘demokrasi’ inşa edilebilir mi? Yıllardır
demokrasi için ‘yol haritası’ olarak görülen,
Kürtlere umut olan AB, Kürtler için ne öngörüyor?
Sahi Kürtler, her vesile ile bu arada TC’nin kuruluşu
vesilesi ile ifade edilen ‘kurucu unsur’ mu? Kemalizm
bu kadar ilerici mi? Bir ulusun kaderi, bir bölgesindeki
(kuzey) önderliği üzerinde uygulanan tecrit politikaları
ile aynılaşabilir mi? Yüzlerce soru var, ama bunun
Kürt ulusu için devrimci yanıtı İmralı çizgisinde
yoktur. Yani özetle gelinen yerde, 6 yıllık süreç
sonrası İmralı çizgisi tükenmiştir.
Peki, binbir demagoji ile parlatılan, Kürtçe serbestliği
veya sınırlı olarak Kürtçe’nin devlet kontrolünde
yayınlanması vb. ne anlama gelir? Bir ilerleme
mi, AB’nin sunduğu bir ‘demokrasi’ nimeti mi?
Hiç biri değil. Bu her şeyden önce uzun yılları
kapsayan mücadelenin sonucu.. Bu sonuç, 1990’larda
fiilen elde edilen kazanımların ürünü. O yıllarda
fiili bir kazanım vardır, bugün ise bu kazanım
oligarşinin kontrolünde, onun politikasına, aldatma
ve asimilasyon politikalarına hizmet etmektedir.
Dahası şudur: bugün, AB tartışmaları ile bir ‘kazanım’
olarak tanımlanan bu durum, 1998‘de yeniden gözden
geçirilen, oligarşinin anayasası olarak bilinen
MGSB’nin (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) sınırları
içindedir. 14 madde olarak basına yansıyan MGSB’nin
8. maddesi şudur: ‘kamusal alana kaymamak koşuluyla
mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine
yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.’... Olan budur;
her şey oligarşinin kontrolü altındadır. Buradan
‘demokrasi’ değil, aldatmaca çıkar.
Ayrım Noktası...
Kimileri için dünya aynı veya hiç dönmüyor...
Varsın bunlar kendi dar dünyalarında mutlu olsunlar.
Sanıldığı gibi bu dar dünya dogmatik devrimcilikle
sınırlı değildir; en az bunlar kadar da dünyanın
kendileri etrafında döndüğünü sanan, hiçbir ölçüleri
olmayan, tek ölçüleri ‘dönmek’ olan liberal solculukta
bu kategoridedir. Hepsi kendi dar dünyasında mutlu
mesuttur.
Devrimci sosyalizm için küçük dünya, bu dünyada
küçük hesap, az olanla yetinme, kendine tapınma
vb. yok. Devrimi ve sosyalizmi hedefler, kendi
pratiği, genel süreç, kitleler ve devrimci hareketten
öğrenir. Dogmatik ve liberal sol ile arasına mesafe
koyar, M-L ve proletarya enternasyonalizmini savunur,
devrimci yenilenme eylemini içselleştirir. Dünyayı,
toplumu, süreçleri sınıfsal açıdan değerlendirir,
değiştirme mücadelesini sürekli kılar. Bu temelde
özet birkaç söz etmek gerekirse;
Genel olarak ifade edersek, emperyalist-kapitalist
sistem ve buna karşı mücadele eden sosyalist ve
devrimci güçler son yıllarda, eğer bir süreci
işaret edersek, reel sosyalizmin çözülmesiyle,
süreç içinde önemli değişimlere uğradı. Özü değişmese
de, kapitalizm, Marks’ın çözümlemelerinden, emperyalizm
ise Lenin’in çözümlemelerinden daha karmaşık hale
ulaşmıştır. Emperyalist-kapitalist sistem yeni
gelişmelere bağlı olarak bir kez daha kendini
yeniden daha karmaşık tarzda organize etmektedir.
Bundan dolayı, Devrimci Sosyalizm, bu değişimlerin
Leninist mantıkla tanımlanmasını, yeniden kurgulanmasının
gerekliliğini savunur. Kapitalist sömürü düzeni,
yeni liberalizmle yeniden örgütlenmekte; çok uluslu
şirketlerin kapitalist sömürünün tepe noktasında
bulunduğu; ‘küreselleşme’ adı altında uluslararası
tekelci sermayenin önündeki tüm engellerin, meta
ve sermayenin dolaşımı için kaldırıldığı; sosyalizmin
etkisiyle ve aynı zamanda sosyalizme karşı emniyet
sübabı olarak uygulanan ‘sosyal devlet’ politikalarının
artık kapitalizme yük olduğu; mali sermayenin
her alanda egemenliğinin arttığı; sosyal yıkım
ve örgütsüzleştirme saldırılarının proletarya
ve halklara dayatıldığı; bunların ayrıca kültürel
yozlaşma ve ideolojik saldırılarla boyutlandırıldığı
bir süreç yaşanmaktadır. Bu süreçte kapitalizm
her alanda egemenliğini kurmakta, emperyalizm
dünyanın efendisi olduğunu ilan etmektedir. Aslında
daha öncesi revizyonist politikalarla sakatlanan
sosyalizm, 1990’larda büyük gürültü ile herkesi
şaşırtan hızla çözülünce, dünya tek sistemli hale
dönüştü, her şey buna göre yeniden biçim almaya
başladı. Sadece sömürünün yeniden organizasyonu
ve emperyalistlerarası ilişki açısından değil,
sosyalist ve halk kurtuluş mücadeleleri açısından
da bu süreç yeniden biçim aldı, alıyor. Tarihsel
süreci bütün bu gelişmelere, bu yeni olgulara
bağlı olarak yeniden ele almak, her bir kavram
ve siyasal sorunu, bu temelde yeniden tanımlamak
gereklidir.
Tam bu noktada, bir süreçte devrimci olan yurtsever
hareketin, hem de dünya ölçeğinde geri düşüş yaşandığı
süreçte, devrimci ulusal mücadelede ısrar etmesi;
ama bu değişimin, İmralı süreciyle devrimcilikten
liberal burjuva çizgiye ulaşması ancak bu yeni
tarihsel sürecin sağlam bir analizi ile anlaşılır.
Değişim, daha doğrusu ‘değişim’ adına savruluşun
Kürt liberalleri ile sınırlı olduğunu düşünürsek
yanılırız. Savruluş çok daha boyutludur ve derindir.
Bunun karşısında değişime kapalı dogmatik devrimcilikte
aslında sadece daralmanın değil, soldan bu tasfiyeciliğin
zeminini yaratmaktadır.
Ama devrimci sosyalizm açısından, konumuzla ilişkili
olarak, bu yeni tarihsel sürecin devrimi güncelleştirdiği
ve ulusal kurtuluş programının toplumsal kurtuluşla,
yani sosyalizmle çok daha sıkı bağlar kurduğudur.
Bu bağın, burjuvazinin devrimci rolünün tükendiği
emperyalizm döneminden bu yana Marksizm tarafından
kurulduğu biliniyor. Ancak bu olgu günümüzde çok
net, üstünden atlanamaz, her adımın sosyalizmle
ele alınmasını gerektiren nesnel olguları yaratmıştır.
Artık, ulusal sorun, burjuvazinin önderliğinde
BDD’nin değil, proletarya önderliğinde DHD’nin
sorunudur. Artık kapitalizmin gelişmesi tüm yeryüzüne
yayılmıştır; bir sürecin konusu olan ‘kapitalizmin
geliştirilmesi ve sınıf mücadelesinin önünü açma’
stratejisi veya ‘proletaryanın olmadığı veya çok
zayıf olduğu ülkeler’ gibi ayrımlar geride kalmıştır.
Sömürgeciliğin, meta ihracına dayandığı, sömürge
ülkede sermayenin olmadığı, toplumsal sürecin
feodalizm veya daha ilkel üretimin olduğu süreçler
aşılmıştır; kapitalizm, ilkel veya gelişmiş biçimleriyle
sürece egemen olmuştur. Kapitalizmin egemenliği,
bu temelde sınıflar mücadelesi, emperyalizmin
her alana sızması, anti-emperyalist mücadelenin
anti-kapitalist mücadele ile kopmaz ilişkisi,
ulusal sorunun sosyalizmle bağını güçlendirmiştir.
Bundan dolayı, emperyalizme dayanarak demokratik
çözüm mümkün değildir, tam tersine ulusal mücadele
bu emperyalist zincirin kırılmasına karşı mücadeledir.Yani
sömürgeciliğe karşı mücadelede anti-emperyalist
mücadele zorunlu duraktır. Bunun dışında, örneğin,
‘demokratik konfedaralizm’ gibi, dört parçada
Kürt coğrafyası için, her bir egemen devlet ve
ulus içinde, sınırlı bir demokratik açılımla sorunu
ele almak, mevcut sömürgeciliğin devamını savunmaktır.
Emperyalizm açısından da bu reddedilecek bir politika
değildir. Öte yandan, güneyde görüldüğü gibi,
emperyalizme dayanarak sömürgecilikten kurtuluş
mümkün değildir. Emperyalizme dayanarak belki
Saddam diktatörlüğünden kurtulmak, emperyalizmin
Ortadoğu politikalarında halklar için utanç verici
payanda olarak, sınırlı ulusal kazanımlarda elde
edilebilir; ama daha onursuz bir süreç içinde,
bir başka diktatörlük ve sömürgecilik ilişkisi
devam eder.
Ayrıca, Kürt coğrafyasının dört parçaya bölünmesi,
her bir parçanın Türk, Acem, Arap halklarına açılması,
Kürt sorunu ve devrimini, Ortadoğu sorunu ve devrimleri
ile sıkıca ilişkilendirmiş, bunun nesnel zeminini
yaratmıştır. Yani Ortadoğu’da kapitalizmin gelişimi,
ulusal sınırları aşındırmış, Ortadoğu’da halklar
kapısına açılan Kürt coğrafyası, bölge devrimlerini
birbirine yaklaştırmış, ilişkilendirmiştir. Sadece
Kürdistan devrimi değil, aynı zamanda Filistin
devriminin de böyle bir rolü vardır. Bu nesnellik,
yukarıda ifade ettiğimiz, BOP çerçevesinde emperyalizmin
Kürtlere biçtiği rol, bu temelde her bir parçanın
daha güçlü birbirini etkilemesi, sadece birleşik
Kürt coğrafyası için koşulların değil, Ortadoğu
devrimlerinin de birbirine yakınlaşmasına yol
açmıştır. Nesnellik budur; bu nesnellikten devletlerarası
sömürge Kürt coğrafyası için, birleşik ve özgür
Kürt coğrafyası hayal değildir; tam tersine bu
ulaşılacak bir hedef olarak somutlanmaktadır ve
bundan diğer devrimlerle güçlü ilişkiler kurarak
birleşik mücadele hattını güçlendirmek çıkar.
Düşünün; emperyalizmin Irak işgaline, Suriye ve
İran işgali eklenirse, bu coğrafyada mücadele
için hangi sınırlar kalacaktır? 1. Paylaşım Savaşı’nda
emperyalizm ve yerel gerici güçler tarafından
çizilen bugünkü sınırlar yerle bir olacak, halklar
kendi sınırlarını veya birleşik irade ile kardeşliklerini
ilan edeceklerdir. Ortadoğu Devrimci Çemberi;
mücadele için sadece bir şiar değil, halkların
mücadelesi ve kardeşliği için, dahası bunun üzerinden
Ortadoğu halklarının özgür iradesi ile bileşik
bir federasyonun öteki adıdır. Bunlar hayal değil,
bu nesnel zeminden, halkların mücadelesi ile kazanılacak
onurlu bir dünyadır.
Bu özetten sonra daha yakına, sol ve devrimci
harekete gelince...
Her vesile ile ifade ettiğimiz üzere; doğru çağ,
yani emperyalizm ve dönem tahlili yapmadan, doğru
devrim anlayışı, mücadele ve örgütlenme anlayışına
ulaşmak mümkün değildir. Her dönem, genel emperyalizm
değerlendirilmesinin özgün, kendine göre biçimini
yaratır. Öz katı biçimde durmaz, o da öz-biçim
ilişkisi içinde değişime uğrar. Çağımız emperyalizm
ve proleter devrimler çağıdır. Burada öz emperyalizmdir,
kapitalizmin Marx’ın görkemli eseri Kapital’de
ifadesini bulan temel işleyiş yasalarıdır. Ama
bu öze uygun biçim, yani dönemler farklıdır. Bunalım
dönemleri; kapitalist sömürü ve istismar biçimlerine,
emperyalistlerarası ilişkiye, emperyalistler ile
sömürge ve yeni sömürge ülkelerarası ilişkiye,
emperyalist-kapitalist sistemle, buna karşı mücadele
eden sosyalizm ve devrimci kurtuluş mücadelelerinin
almış olduğu konuma göre farklı biçimler alır.
Devrimci sosyalizmin literatüründe bu, kavramsal
bir çerçeve olarak, ‘bunalım dönemleri’ olarak
tanımlanır. Ve her bunalım dönemi, bu temelde
yeniden kurgulanır, kavramlar ve siyasal perspektifler
bu temelde biçim alır. Devrimci sosyalizm, bu
anlamda yenilenmecidir, her tarihsel süreçte kendini
yeniden üretmek zorundadır.
Bu açıdan baktığımızda, devrimin tüm sorunları,
elbet M-L zeminde yeniden biçim alır, buna göre
yeniden üretilir. Konumuzla ilişkisi açısından
ulusal sorun, Kürt ulusal sorunu, sol ve devrimci
hareket açısından temel önemde ve ayrıştırıcı
niteliktedir. Bu sorun; anti-emperyalizm, demokrasi,
UKKTH ilkesi, hatta oldukça güncel ilişkileri
ile AB tartışmaları, ulus-devlet, küreselleşme
vb. yakın ilişki içindedir. Tüm bunlar aslında
1990 sonrası ortaya çıkan dünya ve ülke sınıf
mücadelesi gerçeği ile bağlantılıdır. Tarihsel
olarak ayrıştırıcı olan, devrim ve demokrasi sorununun
en önemlilerinin başında gelen Kürt ulusal sorunu,
tüm bunlarla bugün yeniden bağlar kuruyor ve ayrıştırıcı
niteliğini koruyor. Bu genel tabloyu kavramadan,
ne İmralı süreci ve burjuva liberal çizgiyi, ne
anti-emperyalizm adına dar ulusallık, hatta kimileri
açısından Kürt düşmanlığını ve sosyal şovenizmi,
ne ‘emeğin Avrupası’ söylemi ile AB’yi ‘demokratik
devrimin tamamlanması’ olarak tanımlamaları, ne
kaba bir UKKTH savunuculuğu ile kaba devrimciliği,
ne de bu temelde onca karmaşayı anlayabiliriz.
Kürt ulusal sorununda, politik açıdan, PKK ve
İmralı çizgisi her türlü yalpalamayı, en önemlisi
de ideolojik açıdan burjuva liberalizmi temsil
etse de, politik açıdan özne olmaya devam ediyor.
Bu ideolojik çizgi asla kabul edilemez, Kürt ulusuna
da bir şey kazandırmaz. Böyle de olsa, ezilen
sömürge ulusun demokratik taleplerini sınırlı
olarak dillendirmesi, en önemlisi de uzun süre
devrimci mücadeleyi yürütmesi nedeniyle önemli
bir politik aktördür. İmralı kırılmasından bu
yana, bu liberal burjuva çizgiye karşı çeşitli
düzeylerde muhalefet olsa da bu ciddi politik
kazanıma dönüşmemiştir. Hiç şüphesiz Kürt ulusal
devrimi açısından bu önemli zaaftır, kayıptır.
Bu süreçte sadece kuzeyde değil tüm Kürt coğrafyasında
devrimci sosyalist önderlik sorunu vardır. Devrim
için bu sorunun çözümü zorunludur. Talabani, Barzani,
Öcalan; bu çizgilerde devrim fikri bile yoktur.
Bu süreçte Devrimci Sosyalizm, Kürt coğrafyasında
oldukça zayıftır, ciddi boşluk vardır. Ve devrimci
sosyalizmin en temel karakteri proletarya enternasyonalizmidir.
Elbette Kürt coğrafyasının proletaryası kendi
önderliğini yaratacaktır ve proletarya bağımsız
örgütlenme hakkını kullanmakta özgürdür. Ama bu
taktik süreçte, belki de en fazla, Türkiye proletaryası
ve devrimci sosyalist hareketi ve bu boşluğu doldurmada
Kürdistanlı devrimci sosyalistlerle birlikte,
ortak mücadele ve örgütlenme kanalları üzerinden
hareket etmelidir. Bu devrimci enternasyonalist
görevdir ve devrimci sosyalistler bu görevi karşılıksız
bırakmayacaktır. TDH ve sol hareket ise, İmralı
süreciyle, bu liberal dalganın etki alanında oldu.
Toplumsal ve siyasal olarak, yeni tarihsel sürecin
beslediği bu dalga, aslında İmralı öncesi, örneğin
1990 başlarında sol ve devrimci hareketi kemirmeye
başladı. Kuruçeşme’den ÖDP, EMEP, SİP’E (şimdi
TKP) uzanan süreç budur. Bu süreç, yeni olgularla,
örneğin AB, ulus devlet, küreselleşme vb. başlıklar
altında toplanacak sorunlarla yeniden biçim aldı,
alıyor. Bir kısmı, Kemalizm’den beslenerek, ‘ulusalcılık’
noktasına savrulurken, bir kısmı ise, AB’yi demokratik
devrim derecesine yükseltiyor. Ama tümüne bakarsak,
hem Kemalizm’den beslenme, hem de buna paralel
Kürt sorununa karşı mesafeyi görürüz. TKP ulusalcılığın
ve ÖDP ise AB’den demokrasi beklemenin tipik temsilcileridir.
Tabi ara duraklarda olanlar da vardır. Bunun yanı
sıra yine bu legalist sol liberal kesimde, tam
da Kürt liberalleri ile sıkı fıkı olan, onlara
eklenenler vardır.
Devrimci kesim ise, İmralı sürecine eleştirel
yaklaşarak, liberal tasfiyeciliğe karşı önemli
bir direnç göstermiştir. Ama bu sorunda, yani
Kürt ulusal sorununda Kürt milliyetçiliğinin eleştirisi
adı altında ulusallık, Kemalizm savunuculuğu,
Kürt sorununu Misak-ı Milli sınırları içinde ele
alma, devrimden önce UKTH’nı bir yana atma, devrim
sonrası ise ‘büyük devletten yana olmak’ adına
Kürt ulusunun ayrılmasına bugünden karşı çıkma,
-hatta ‘halkın kaderini tayin’ diye uyduruk- özellikle
Lenin-Rosa polemiğini bile unutarak, bir ilkelliği
UKKTH yerine koyma, daha ileri giderek, Türkiye
için ‘sömürge’ deme, Kürt coğrafyası için ‘sömürgecilik’
tespitine savaş açma söz konusudur. İbrahim Kaypakkaya’nın
Kemalizm eleştirisi, önemli ölçüde Şnurov’un ‘Türkiye
Proleteryası’ kitabının özetidir, tek bir ekleme
yapmıştır, Kemalist iktidar için Şnurov ‘diktatörlük’
kavramı kullanırken, İbrahim Kaypakkaya bu kavramı
‘faşizm’ olarak tanımlamıştır. Doğaldır ve 1970’lerde
bu değerlendirme en ileri değerlendirmedir. Aynı
biçimde Kürt sorununda da İbrahim Kaypakkaya,
her ne kadar sorunu Stalin’in 1913 öncesi değerlendirmelerine
paralel (ki bu değerlendirme 1913 sonrası gerek
Stalin gerekse Lenin tarafından eksik ve yanlış
bulunmuştur) ‘pazar’ sorunu ile açıklasa da, Hikmet
Kıvılcımlı ile birlikte sürecin en ileri değerlendirmelerini
oluştururlar. Ama bu noktada kalmak, kaba bir
UKTH ile yetinmek süreci fazla açıklamıyor. Çözüm
olarak ileri sürülenler daha çok misak-ı milli
sınırları içinde, ortak örgütlenmeyi mutlaklaştıran,
Kürt ulusunun kurtuluşunu Türkiye proletaryasına
bağlıyan sınırlar içindedir.
Tüm bunlara paralel, devrimci ve sol hareket iki
açıdan Kürt ulusal sorununda sürecin gerisinde
kalmaktadır:
Birincisi ve öncelikli olarak; soruna bakış açısı,
sorunu teorik-programatik olarak ele alış yanlıştır.
Liberalizmin devrim diye bir derdi yoktur. Devrim
derdi olanlar ise, Kemalizm, ulusallık, kaba bir
UKTH savunuculuğu ile sakatlanmıştır. Hiç şüphesiz,
devrimci sosyalizm bu sorunda en ileri ve doğru
zemindedir; Kemalizm’in doğru eleştirisi üzerinden
ulusal sorunu doğru ele alan, bunu proleter enternasyonalizmin
ile bütünleştirendir. Misak-ı Millici değil, Kürt
coğrafyasının devletlerarası sömürge olduğu gerçeğinden
hareketle, sorunun gerçek çözümünün, bağımsız-birleşik-demokratik
ve sosyalizme ilerleyen bir ülke olduğunu her
koşulda savunur. Bu öznel bir tercih değil, nesnel
bir gerçektir. Kürt coğrafyası bir ülkedir; ve
uluslara göre değil, ülkelere göre örgütlenmek
esastır. Ortadoğu’da komşu olan, iç sömürgecilik
ve kapitalizmin yarattığı iç içeliği içeren, ancak
aralarındaki ilişki eşitlik ve özgürlüğe değil
zora dayanan, ezen-ezilen ilişkisi olan iki ülke
gerçeği vardır. Bundan dolayı, iki ülke-iki devrim,
bu temelde her ülke proletaryasının bağımsız örgütlenme
hakkı, ama ortak/birleşik mücadele sorunu bu koşullarda
en doğru stratejik yaklaşımı ifade etmektedir.
Halklar arasında gerçek enternasyonal bağ için
öncelikle doğru bakış açısı, programatik yaklaşım
gereklidir. Devrimci sosyalizm buna sahiptir.
Bu devrimci sosyalizm için siyasal kazanım ve
ileri bir adımdır.
İkinci olarak, pratik politika sorunudur. Bakış
açısı veya programatik perspektif sorunun bir
yanıdır; ama tek başına nitelik belirleyici değildir.
Devrimci politika, çok yönlü sınıf mücadelesi
içinde buna uygun açılım ve örgüt biçimleri ile,
kitleler içinde, kitleleri devrim için örgütlemek
amacıyla yapılır. Her bir programatik tez veya
açılım, her bir sınıf veya katman içinde özgünleşerek,
siyasal ve örgütsel güçle maddi güce dönüşür.
Bu alanda atılan adımlar günlük mücadele içinde
karşılık bulur, devrimci özne politik özneye dönüşür.
İşte bu noktada, devrimci sosyalizm dahil, sol
ve devrimci hareket genel politika yapma zaafları,
bu arada bu sorunda, Kürt ulusal sorununda pratik
politika yapma zaafları içindedir.
Devrimci sosyalizm ve devrimci hareket bu konuda,
adeta kopuk bir tablo içindedir; yani Kürt ulusunun
siyasal gündemi ile bir mesafe içindedir. Bu da
geri bir adımdır.
Bu sorun,devrimci politika yapma sorunu geniş,
üzerinde sık sık düşünülmesi ve çözüm üretilmesi
gerekli sorundur. Devrimci sosyalizm küçük dünyalar
içinde mutlu olmayacak, en çok da kendi ile kavga
edecek, eleştirel yöntemle, bütünsel bir yaklaşımla,
bu sorunu süreç içinde aşacaktır.
Bu açıdan alacağımız çok yol vardır; sınıf mücadelesinden
öğrenerek, kendimizi eleştirerek ve aşarak ilerleyeceğiz.
Devrimci samimiyet, politik mücadele içinde, iktidar
kavgasında test edilir. Kendine karşı samimi olmayanlar,
kitlelere, bu arada Kürt işçi ve emekçilerine
karşı samimi olamaz. Devrimci sosyalizm ve Kürt
emekçi sınıfların her zamandan çok bu süreçte
buna ihtiyacı vardır...
|