Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

35. Sayı - Kasım 2005

Amerikan sinemasında Jaws ile başlayan bir ekolojik felaket filmleri furyası vardır. Birden saldırganlaşan köpekbalığı öyküsü daha sonra başka biçimlere onlarca kez tekrarlanmış, neredeyse aynı kalemden çıkmış gibi birbirinin tıpkısı olan senaryolar arkası arkasına gelmiştir. Karıncalar, arılar, yılanlar, balıklar, vb. birdenbire insanlara saldırmaya başlamakta ve ortaya korkunç bir kaos çıkmaktadır. Bütün filmlerde temel unsurlar hep aynıdır. Şu ya da bu hayvan cinsinin “çıldırmasına” neden olan şey, çoğunlukla bir kimyasal atığın etkileri ya da bazı genetik deneylerin “fazla ileriye götürülmesi”dir. Bütün filmlerde bu tehlikeyi herkesten önce sezen birkaç genç bilim insanı vardır ve onların uyarılarını başlangıçta kimse dikkate almaz. Almaz, çünkü yine bütün filmlerde mutlaka o bölgede bir turistik tesis, vb. yapılmaktadır ve bu olayın örtbas edilmesini isteyen zengin birileri vardır. Bu yüzden olay başlangıçta küçümsenir ya da üstü örtülür. Resmi güçlerin temsilcisi olan kasaba şerifi ise bütün filmlerde önce kötü adamın yanındadır ama sonradan gerçeği anlar ve genç bilim insanlarının safına geçer. Ve sonuç, her zaman ama her zaman Amerikan demokrasisinin, “sivil toplum”un zaferidir! Filmin sonunda kötü adam, varlığını reddettiği ya da küçümsediği hayvanlar tarafından öldürülür; genellikle sevgili bir çift olan genç bilimciler meseleyi çözüp insanlığı kurtarır ve Batı insanı büyük bir ekolojik kabustan kurtulmanın verdiği rahatlıkla sinemadan çıkıp evine yollanır. Zaten filmin amacı da budur: Önce kabus, sonra rahatlama…

Kolera Yok İnkâr Var
Ankara'da sınırlı da olsa kolera vakası var ve Ankara Numune Hastanesi'nde 120-130 hastaya kolera tanısı konulmuştur"
TTB İkinci Başkanı Metin Bakkalcı
24 Ağustos 2005

"Kolera salgını yoktur. yaz aylarında ishal vakalarında artış görülebilir."
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, aynı günlerde…

Bu arada tabii ki film boyunca aşağılanıp canavarlaştırılan zavallı hayvancağızlar da konuşma yeteneğine sahip olmadıkları için “hayır öyle değil böyle” diyemezler.
Yeni-sömürge ülkelerde ise pek öyle felaket filmleri yapılmaz. Bunda, böyle filmlerin maliyetinin yüksekliğinin de payı vardır tabii ama asıl sebep yeni-sömürgeler için konunun ilginç olmamasıdır. Çünkü felaket filmi dediğimiz şey, az çok belli bir refah içinde gamsız bir hayat sürdüren insanların şok edilmesine dayanır; bütün hayatları zaten felaketler içinde geçen toplumlarda ise böyle bir “şok” gerçekleşmez. İnsanların her gün bin türlü hastalıktan kitleler halinde öldüğü Afrika’da örneğin bir “canavar virüs” filmi (ya da gaz sızdıran fabrika filmi, vb.) yaparsanız, onlara kendi “normal” hayatlarından bir parça göstermiş olursunuz ve hiçbir ilginçlik ortaya çıkmaz. Üstelik gereksiz yere insanları uyandırmış da olursunuz ve bu iyi bir şey değildir; çünkü sonuçta bu ülkelerdeki bütün ekolojik felaketler emperyalist şirketler tarafından yaratılmaktadır.

Abartmayalım, "Sektör" Zarar Görür!
"Olay (Kuş Gribi) basında gereksiz yere abartılmaktadır. Tam bir bilgi kirliliği yaşanıyor. Önüne gelen açıklama yapıyor, bunlar da abartılarak haberleştiriliyor. Sadece bir vaka tespit edildi. Bunun aşırı derecede abartılması sektöre çok büyük zarar verir''
Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker / 9 Ekim 2005

"Bu, dünyada rastlanan rutin hastalıklardan biridir, ortada bir olağanüstülük yok"
Başbakan Tayyip Erdoğan

Burada 1984’te Hindistan’ın Bhopal kentinde, Amerikan Union Carbide şirketinin kimya fabrikasındaki patlamada 20 bin insanın katledilmesini anımsamak yeterlidir.
Yeni-sömürgelerin uşak ruhlu işbirlikçi yöneticileri ise Jaws’ın eninde sonunda bilimin önünde diz çöken kötü adamına hiç benzemezler; onlar en iyi ihtimalle felakete karşı isyan eden kitlelerin üzerine ordu ve polis birliklerini gönderirler; böylece ekolojik felaketten sağ kurtulanları da mermi ile temizlemeyi becerirler! Ayrıca yeni-sömürge felaketlerinin son sahnesinde her zaman emperyalist ülkelerin gönderdikleri sadakaların dağıtımı vardır. Böylece, göstermelik “yardım”larla insanların acıları birkaç günlüğüne hafifler ve sonra yeni bir felakete kadar herkes gözlerini ve kulaklarını kapatır.

Danalar ve Yalanlar
"26 Ağustos 1996 tarihinden itibaren ülkemize bütün ülkelerden damızlık, besilik ve kasaplık canlı hayvan ithalatı durdurulmuş ve halen bu kısıtlama devam etmektedir. Bakanlık olarak aldığımız yoğun tedbirlerin kararlılıkla uygulanması nedeniyle, ülkemizde Deli Dana Hastalığı olayına rastlanmamıştır. Deli Dana Hastalığı'nın ülkemizde insan ve hayvan sağlığını tehdit etmesi sözkonusu değildir."
Tarım ve Köyişleri Bakanı Sayın Mustafa TAŞAR'ın, DSP Milletvekili Kazım ÜSTÜNER'e verdiği cevap /1998

"1996'dan sonra Türkiye'ye deli dana riskli ürün sokulmamıştır."
Tarım Bakanı Sami Güçlü

"Ben bakanlık yaptım. AB ile anlaşma var. 50 milyon dolarlık et alma zorunluluğu var. '96'dan beri et ithal etmiyoruz' diyen Tarım Bakanlığı'nın sorumlusu herhalde Türkiye'de yaşamıyor. Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde et ithal ediliyor. Bundan o arkadaş bilgi sahibi değil demek ki."
Eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş

"1996 ve 1997'de hastalığın görüldüğü Hollanda ve Fransa'dan et ithal edilmiştir. Dönemin Tarım Bakanı Mustafa Taşar'ın cezalandırılması gerekir"
Başbakanlık müfettişleri raporu...

Türkiye: Özgün Bir Örnek!
Doğrusu pek gururla olmasa da kabul etmek gerekir ki, Türkiye bütün bu tablo içinde özgün bir yerde durmaktadır. Türkiye, ekolojik felaketler, salgın hastalıklar gibi konularda ne Amerikan filmlerinin çizdiği manzaraya, ne de diğer bazı yeni-sömürgelere tam olarak uyar. Çünkü bu ülkedeki yüzsüzlük ve sahtekârlık düzeyi, hiçbir başka ülkeyle kıyaslanamayacak ölçüde yüksektir!
Türkiye’de bir tek temel ve değişmez kural vardır: İnkâr etmek! Hollywood filmlerinin sonunda kötü adam imana gelip yanlışını anlar belki ama bizde işler böyle yürümez. Türkiye oligarşisinin bütün kadroları akıllara durgunluk verecek bir “tutarlılık”la(!) ne olursa olsun daha en baştan sorunun varlığını inkâr eder! Gerçekler açık seçik ortaya çıksa da, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kanıtlar öne sürülse de farketmez! O, yine de inkâr eder; bu, o kadar yerleşik bir devlet yönetme kuralıdır ki, ihlal edilmesi halinde devlet çökebilir!
Örneğin bu ülkede kolera hastalığı yoktur; hiçbir zaman olmamıştır ve olamaz. Yaz günlerinde Kürt illerinde ve hatta metropollerin varoşlarında çocukların kırılıp durduğu hastalığın adı: “Yaz İshali”dir!

Çernobil: Türk Düşmanlarının İhanet Patlaması!

"Biraz radyasyon iyidir…"
Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, TV'de çayını yudumlarken…

"Şimdi, her ne olmuşsa olmuş, 32 ülke nükleer enerjiye geçmiş. Ki bu, kömür ve petrol kartelini fevkalade rahatsız eden bir durum. İşte bunun içindir ki, dünya petrol ve kömür karteli bizim gibi ülkelerin ve 3. Dünya ülkelerinin, yani gelişmekte olan ülkelerin nükleer enerjiye geçmemesi için elinden gelen her türlü melaneti yapmaktadır. Bunun için ellerindeki büyük medya imkanlarıyla ve pireyi deve yapmak suretiyle nükleer enerjiyi bir öcü gibi göstermekte ve her türlü yalanı ve dez-informasyonu reva görmektedirler. Mesela, Çernobil kazası bunlar için büyük bir lütuf oldu; bunu sonuna kadar istismar ettiler. Pek çok çevreci örgütü ve Avrupa'daki çevreci politikacıları ve partileri gizliden gizliye desteklediler, beslediler."
Ahmet Yüksel Özemre, Dönemin Atom Enerjisi Kurumu Başkanı

"Avrupa çay tröstü kendisine kuvvetli bir rakip olarak gördüğü Türk çayını rezil etmek ve pazarladığı Hint ve Seylan çaylarına Türkiye'de pazar açmak için aynı oyuna başvurmaktadır. Halkı hem samimi hem de endişesi kolay uyandırılabilecek kadar hassas olan Doğu Karadeniz Bölgesi'nin ve çayının, nükleer enerji karşıtı propaganda için atlama taşı olarak seçilmiş olmasındaki stratejinin hikmeti işte budur. Avrupa çay tröstü yurtiçindeki muhipleri aracılığıyla 'radyasyonlu Türk çayı' imajını 5,5 yıl gündemde tutmasını ve halkı boş yere tedirgin etmesini bilmiştir."
Ahmet Yüksel Özemre, Dönemin Atom Enerjisi Kurumu Başkanı

"Çernobil kazası sonrası Türkiye'de kimsenin vücudunda radyoaktif kalıntıya ya da genetik bozulmaya rastlanmadı"
Okay Çakıroğlu, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu yeni başkanı…

Türk danalarının zekasından kuşku duyanlar ise kesinlikle vatan hainleridir! Bir Türk danası, asla deli olamaz! Deli Dana hastalığının Türkiye’ye bulaşması mümkün değildir, böyle olduğunu söyleyenler ise “sektöre zarar vermek isteyen” kanı bozuk hainlerle Avrupa’daki bazı Türk düşmanı ülkelerin yöneticileridir.
Şaka değil bunlar! Geçtiğimiz yıl futbol yorumculuğundan tüketici hakları savunuculuğuna yatay geçiş yapan bir eski hakem, Erman Toroğlu, “domateslerde hormon kullanımının aşırı düzeye vardığını” kabzımallıktan gelen bir uzman olarak söylediğinde, atv önünde yapılan bir gösteriyi hatırlıyoruz. Bir grup domates “üreticisi”(!) öfkeyle ellerini kollarını sallayıp şöyle diyorlardı: “Erman Toroğlu’na kan tahlili yapılmasını istiyoruz; çünkü onun Türk kanı taşıdığı şüphelidir!” Sanki kan hücreleri mikroskopun altına konulduğunda tescilli marka gibi herkesin hangi ırktan olduğu yazılı olarak çıkıyor!
Şaka gibi görünüyor ama değil; çünkü bu “kan tahlili” geleneği Türkiye’de çok yaygındır. Sahillerimizde koli basilinin yaygın olduğunu söylerseniz eğer, turizm sektörünü baltalamayı amaçlayan bir “terör” eylemi gerçekleştirmiş olursunuz; tavuk şirketlerinin aşırı hormonlu yemler kullandığını söylediğinizde ise “vatan hainliği” rütbesi kesindir! Derhal “kan tahlilcileri” devreye girer. Kan tahlilinin yetmediği yerde ise Nihal Atsız’ın meşhur “kafatası ölçüm aleti” vardır zaten.
Çünkü her zaman bir “sektör” tehlikededir ve her zaman dört bir yanımızı kuşatmış olan düşman ülkeler, bizim gelişmemizin önünü kesmek için dalavere çevirmektedir. “Sektör” dendi mi akan sular durur! Kavram öyle bir genelleme içinde kullanılır ki, bir avuç tekelin çıkarları, birdenbire toplumun genel çıkarı haline gelir. Turizm sektörümüz çökmektedir örneğin; tatlı kârları cebe indirirken “ben” diyen tekelci şirket sahipleri, işler sarpa sarınca “biz” lafını kullanmayı çok severler. Onlar “Türkiye için” çalışırlar; ancak bu “çalışma”nın(!) parasal karşılığı yalnızca şirketin kasalarına girer.

Bu yüzden, bugüne dek herhangi bir sorunun varlığını kabul eden bir “Türk Büyüğü”ne rastlanılamamıştır ve yakın gelecekte rastlanılacağına dair bir belirti de ufukta görünmemektedir. Temel kural hiçbir hükümet döneminde ve hiçbir biçimde değişmemiştir. Bergamalılar “Alman ajanı”dır, “Munzur’a baraj yapılmasın” diyenler kesin “terörist”tir; Mimarlar Odası “solcu mızmızlar”darn ibarettir, jeoloji mühendisleri “gereksiz vehim” yaparlar, kimya mühendisleri ise zaten külliyen “sanayileşme düşmanı”dırlar. Fikrine hiçbir zaman başvurulmayan garip yaratıklar mezun eden çevre mühendisliği okullarının ise neden açıldığı zaten tam bir bilmecedir.
İş AIDS gibi “hassas” konulara geldiğinde ise tabii ki ilk önce yapılacak olan yine inkâr ve demagojidir. Biz Türküzdür, Müslümanızdır, bize bulaşamaz, vs. vs. Daha sonra işler büyüdüğünde ise yavaş yavaş ciddiyet başlar ama yine de “dış mihraklar” eddebiyatı bitmez; Siverek’te Kızılay’dan verilen kandan AIDS kapan yoksul insanlar ise üç beş kuruşluk tazminatlarla kandırılır, olayın üstü örtülür.
Ve nihayet, radyasyon olayı ayrı bir “uluslararası komplo”dur. Dönemin Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ahmet Yüksel Özemre, son günlerde yaptığı röportajlarda hâlâ bunun bir komplo olduğunda ısrarlıdır. Doğu Karadeniz’deki kanser olayları ise tamamen abartıdır! Öyle ki, az daha gayret etseler bizzat Çernobil patlamasının da aslında bizi çekemeyen, çay ve fındık sektörümüzü mahvetmek isteyen dış güçler tarafından kasıtlı olarak gerçekleştirildiği söylenecektir. Televizyonlarda çay bardağı ile poz verip korkunç bir suç işleyenler, bugün bile “inkâr” kuralını uygulamakta, en küçük bir yüz kızarması olmaksızın halka yalan söylemektedirler.

Hainleri Belirlemek İçin En Sağlam Ölçü!
"Nihal Atsız dehşetli bir kafatasçıydı. Yakın çevresi, konu-komşu bir yana, hemen hiç tanımadığı insanların bile kafataslarını ölçer, kılı kırk yararak hesabını yapar ve o şahıslara mesela yüzde 37 onda dokuz mu yoksa ne bileyim yüzde 69 virgül dört oranında mı 'Türk' olup olmadıklarını tebliğ eder, oranı düşük çıkanlar için de dudaklarında daima birkaç 'teselli-bahş' kelime bulunurdu. Farz-ı muhal 'Fakat fevkalade bir iradi cehid ve uyanık bir milli şuurla bu fıtri noksanınızı kısmen de olsa giderebilirsiniz' gibilerden... Tabii kafatası ölçümüne göre Türklük oranı düşük çıkanlar son derece müteessir olarak ayrılırlar, fakat bilimin katı ve acımasız gerçekleri karşısında mukadderata boyun eğmek zorunda kaldıkları için mutluluğu belki de başka alanlarda arama imkánı üzerinde dururlardı.
Bu 'araç' her zaman yazı masası üzerinde duran ve yaklaşık 45 santim uzunluğunda bir tür pergeldi. Ancak bu 'pergel'in bacakları, bildiğimiz geometri enstrümanında olduğu üzre dümdüz uzanmıyordu. Ayakuçları içeriye doğru mukavvesti. Ve bu uçlar sivri değil ufak topuzbaşlıydı. Sap tarafında ise yine pergellerdeki gibi üstü derece taksimatlı bir yarım daire ve bacakların açılıp kapanmasıyla mütenasip olarak hareket eden bir gösterge vardı. Atsız, eline aldığı o sihr-engiz araçla söz konusu 'kafatası'nın önden ve yandan olmak üzere iki ölçüsünü alırdı. Üstteki göstergenin verdiği değerleri de bir kağıda itina ile not edip akabinde derin bir hesap-kitap ameliyesine girişirdi."
Yağmur Atsız, ünlü ırkçı-faşist Nihal Atsız'ın oğlu…

Kuşun Gribinden Ne Olur?
En son Kuş Gribi olayında da klasik gelenek bozulmamıştır. “Sektörün zarar görmemesi” yine bütün insani kaygıların üstündedir. TV ekranlarında tavuk yemekten, tavuğun kaç derecede pişirilmesi gerektiği konusundaki ukalalıklara kadar (sanki ev kadınları termometreyle yemek pişirirlermiş gibi!) her türlü şaklabanlık yine tekrarlanmış, bu gribin “salgınla ilgisinin olmadığı” demeçleri AB’nin resmi açıklamalarına karşın söylenebilmiştir. Bütün bunlar son derece anlaşılabilir olgulardır aslında; çünkü bu sektörün Türkiye’deki toplam iş hacmi yıllık 2.5 milyar dolardır ve çoğu yabancı şirketlerle de ortak olan tekeller, Ortadoğu, Balkanlar, Uzakdoğu ve eski Sovyet Cumhuriyetlerine onbinlerce ton ihracat bağlantısı yapmışlardır. Dolayısıyla daha o gün borsada bu şikretlerden en büyüklerinin (Şeker Piliç, Banvit, Pınar Et) hisselerinin inişe geçmesi katlanılamaz bir durumdur.
Dolayısıyla, “sektör” korunmalıdır; insan korunmasa da olur !

Her Yerde Her Zaman İnkâr!
Yalnızca ekolojik felaketler mi? Elbette değil! Siyasi ve insani felaketler ya da sorunlar konusunda da TC geleneği aynıdır: İnkâr!
Örneğin Ermeni Katliamı diye bir şey, zinhar hiç yoktur, hiç olmamıştır! Bir milyon Ermeni gayet güvenlikli bir şekilde rahat bir yolculukla evlerinden yurtlarından binlerce kilometre öteye götürülüp yerleştirilmiştir. Kimseciklere de bir şey olmamıştır. Bütün tarihsel belgeler, tanıklıklar, vb. bunun aksini söylese de, bizzat Osmanlı belgelerinde açıkça tehcir ve tehcir sırasındaki katliamdan söz edilse ve hatta bu konuda yargılamalar yapılmış olsa da durum değişmez: Ermeni katliamı yoktur! Söz konusu bir milyon Ermeninin nerede olduğu sorusunun yanıtı yoktur. Bu dert de değildir. İnkâr edersiniz olur biter.
Öte yanda, dört devletin sınırları içinde yaşamaya mecbur edilmiş, dili ayrı, kültürü ayrı bir ulus, milyonlarca insan onca yıldır bas bas bağırmaktadır “ben Kürdüm” diye. Bu topraklara senden önce gelmiş, binlerce yıldır varlığını, dilini, kültürünü yaratmış, sonra sen tutup onun ülkesini cetvelle dörde bölmüşsün, itiraz ettiğinde de tepesine binip dereleri kana bulamışsın…Olsun, onlar “Dağ Türkü”dür! Cumhuriyet kurulduğunda bile varlıkları reddedilmemiş, olsun, onlar “Oğuz boylarından biri”dir! Gelip sana kendilerini silahla dayatmak zorunda kaldıklarında ise, bu kez varlığını “mecburen” kabul edersin, ama haklarını değil!
Onlar kendilerini sana dayattıkları zaman tutup toplu katliamlar yaparsın, insanlara dışkı yedirirsin. Sorarlarsa eğer, devlet geleneği asla değişmez: Böyle bir vaka olmamıştır! Daha sonradan bu katliamlardan geriye kalan kemikler ortaya çıkar, AİHM’de paşa paşa suçu kabul edip tazminat ödersin ama yine de “bütün bunlar bölücü örgütün uydurmaları”dır !
Yalnızca Kürtlere değil, sana muhalif kim varsa tutar işkence tezgahlarından geçirirsin, sokakta kurşuna dizersin, ama bunu asla kabul etmezsin. Ayyuka çıkmış olaylarda polisler yargılanıp hüküm bile giyseler durum değişmez: “münferit olaylar abartılmaktadır!”
Öyle ki bu devlet geleneği, en basit karakol polisinin bile ruhuna işlemiştir. İlk soruya mutlaka inkârla yanıt vermek en sağlam, en garantili yoldur…

“Bu Millet Adam Olmaz” mı?
Bütün bunlar olup biterken emekçi halkın çaresizliğinin bir tür umursamazlık gibi görülmesi de ayrı bir “düşünce kirliliği”dir aslında. Özellikle yarı-aydın tabakalarda ve hatta solun bazı kesimlerinde de yaygın olan inanış, bu coğrafyanın insanlarının genel olarak bir “umursamazlık-vurdumduymazlık” genine sahip olduğu ve bunun değişmezliğidir. Bilindiği gibi daha uç örneklerde bu, halkın kaçta kaçının “aptal” olduğu konusunda yapılan tahminlere dek gitmektedir.
“Bize bir şey olmaz” sözünün bu coğrafyada genel olarak yaygın olduğu doğrudur elbette, bu inanışın dinsel kadercilikten de beslendiği söylenebilir; ancak burada atlanmaması gereken asıl olgu, yoksulluktan kaynaklanan çaresizlik ve bu çaresizliğin kendisine böylece bir savunma mekanizması yaratmış olmasıdır. Yani siz, depreme karşı hiçbir güvencesi olmayan tabut gibi bir evde yaşıyorsanız ve bu evi değiştirmek gibi bir olanağınız yoksa, hatta bunu bulduğunuza bile şükredecek kadar kötü durumdaysanız, ya sabahlara kadar çocuklarınızın kaçının ölüp kaçının sağ kalacağını düşünüp sonunda tımarhaneyi boylarsınız ya da bu tehlikeyi bile bile orada yaşarsınız, tehlike yokmuş gibi yaparsınız. Üçüncü bir ihtimal, kuşkusuz isyan etmektir ama bu da ülkede güçlü bir devrimci hareketi ve toplumsal bilinci şart koşan bir durumdur.
Dolayısıyla umursamazlık diye nitelenen durum, aslında sizin kendinizi koruma biçiminizdir ve içe bastırılmış korkunun, yokluktan kaynaklanan “cesaret”in çılgınlığıdır. Yani gazeteler bütün domateslerin hormonlu olduğunu yazsa da, sizin kendinize özel bir çiftlikten sebze getirtme lüksünüz yoksa, bunu bile bile pazara çıkar ailenizin yiyeceği domatesi alırsınız ve “bize bir şey olmaz” dersiniz.
Yoksa, emekçilerin kültürsüz-eğitimsiz olduğu doğru olsa da bu onların salak olduğu anlamına gelmez. İşporta tezgahından kötü bir ayakkabı, pantolon alan kişi, A marka botların ve pantolonların çok kaliteli ve sağlam olduğunu bilir; ama başka çaresi yoktur, çünkü parası yetmemektedir, vs. vs…
Dolayısıyla, halkın ekolojik felaketler konusundaki tutumunu bir “aydın” tutumuyla yorumlamak ve giderek onların bütün bu musibetleri hak ettiğini söylemek, son derece yanlış ve ukalaca bir anlayıştır. Kaldı ki kitlelerin bu tutumunun da tümüyle genel bir durum olduğunu iddia etmek abartılı bir yaklaşımdır. Tersine, çoğu zaman kitleler -devlete karşı duydukları genel güvensizliğin etkisiyle- özellikle bütçelerine uygun başka alternatifler yaratabildikleri durumlarda (deprem tehlikesinde değil belki ama örneğin bir yiyeceğin tercih edilip edilemesi sorununda) belli bir tepki koyabilmektedirler.

Demokratik Halk İktidarı: Açık ve Dürüst Bir Yönetim
Sonuç olarak, bugünkü düzen sahiplerinin hiçbir konuda doğru söylememeleri bilinen bir alışkanlıktır. Ve zaten emekçi kitleler de aslında bu geleneğin farkındadırlar, insan yerine konulmadıklarını binlerce kez kendi deneyimleriyle görmüşler ve resmi makamlara karşı açık bir güvensizlik içindedirler.
Oysa, özellikle ekolojik felaketler -önlenebilirlikleri bir yana, ki bazıları kesinlikle önlenebilir!- gerçekleştiğinde, sorunu en kısa sürede çözmenin tek yolu, halka karşı dürüst olmak, tehlikenin kaynağını ve sebeplerini, boyutlarını son derece şeffaf bir anlayışla onlara açıklamak ve bilimin gücü ile kitlelerin seferberliğini büyük bir hızla birleştirerek olaya müdahale etmekir. İşte tam da bu bakımdan bugünkü düzenin sahiplerinin en küçük bir şansı yoktur. Halka karşı düpedüz yalan söylemeleri bir yana, bu işbirlikçi-halk düşmanı yöneticilerin kitleleri genel bir seferberliğe ikna edebilecek güçleri ve prestijleri yoktur. Bütün yeni-sömürge halkları, gayet iyi bilirler ki, devlete verilecek her kuruşun akıbeti şüphelidir, düzenin sahiplerinin çağrısına uyarak yapılan her iş kesinlikle rant sahiplerinin hırsızlığı ile sonuçlanır.
Ancak, bir devrimle kurulacak olan demokratik halk iktidarı, böyle bir seferberlik yaratma gücüne sahip olabilecek, halkın sınırsız enerjisini açığa çıkarıp bu gücü bilimin olanaklarıyla birleştirerek sorunları kısa sürede çözebilecektir. Açık ve dürüst bir yönetim, kitlelerin örgütlenerek katıldıkları bir yönetme biçimi … Devrimci sosyalizmin iktidar programının ilk maddesi tam da budur işte. Ve bu program, bütün olgulara yaklaşımında merkeze kârı değil, insanı, insanın sağlığını koyan bir programdır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul