Amerikan sinemasında Jaws ile başlayan bir ekolojik
felaket filmleri furyası vardır. Birden saldırganlaşan
köpekbalığı öyküsü daha sonra başka biçimlere
onlarca kez tekrarlanmış, neredeyse aynı kalemden
çıkmış gibi birbirinin tıpkısı olan senaryolar
arkası arkasına gelmiştir. Karıncalar, arılar,
yılanlar, balıklar, vb. birdenbire insanlara saldırmaya
başlamakta ve ortaya korkunç bir kaos çıkmaktadır.
Bütün filmlerde temel unsurlar hep aynıdır. Şu
ya da bu hayvan cinsinin “çıldırmasına” neden
olan şey, çoğunlukla bir kimyasal atığın etkileri
ya da bazı genetik deneylerin “fazla ileriye götürülmesi”dir.
Bütün filmlerde bu tehlikeyi herkesten önce sezen
birkaç genç bilim insanı vardır ve onların uyarılarını
başlangıçta kimse dikkate almaz. Almaz, çünkü
yine bütün filmlerde mutlaka o bölgede bir turistik
tesis, vb. yapılmaktadır ve bu olayın örtbas edilmesini
isteyen zengin birileri vardır. Bu yüzden olay
başlangıçta küçümsenir ya da üstü örtülür. Resmi
güçlerin temsilcisi olan kasaba şerifi ise bütün
filmlerde önce kötü adamın yanındadır ama sonradan
gerçeği anlar ve genç bilim insanlarının safına
geçer. Ve sonuç, her zaman ama her zaman Amerikan
demokrasisinin, “sivil toplum”un zaferidir! Filmin
sonunda kötü adam, varlığını reddettiği ya da
küçümsediği hayvanlar tarafından öldürülür; genellikle
sevgili bir çift olan genç bilimciler meseleyi
çözüp insanlığı kurtarır ve Batı insanı büyük
bir ekolojik kabustan kurtulmanın verdiği rahatlıkla
sinemadan çıkıp evine yollanır. Zaten filmin amacı
da budur: Önce kabus, sonra rahatlama…
Kolera Yok İnkâr
Var
Ankara'da sınırlı da olsa kolera vakası var
ve Ankara Numune Hastanesi'nde 120-130 hastaya
kolera tanısı konulmuştur"
TTB İkinci Başkanı Metin Bakkalcı
24 Ağustos 2005
"Kolera salgını
yoktur. yaz aylarında ishal vakalarında artış
görülebilir."
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, aynı günlerde… |
Bu arada tabii ki film boyunca aşağılanıp canavarlaştırılan
zavallı hayvancağızlar da konuşma yeteneğine sahip
olmadıkları için “hayır öyle değil böyle” diyemezler.
Yeni-sömürge ülkelerde ise pek öyle felaket filmleri
yapılmaz. Bunda, böyle filmlerin maliyetinin yüksekliğinin
de payı vardır tabii ama asıl sebep yeni-sömürgeler
için konunun ilginç olmamasıdır. Çünkü felaket
filmi dediğimiz şey, az çok belli bir refah içinde
gamsız bir hayat sürdüren insanların şok edilmesine
dayanır; bütün hayatları zaten felaketler içinde
geçen toplumlarda ise böyle bir “şok” gerçekleşmez.
İnsanların her gün bin türlü hastalıktan kitleler
halinde öldüğü Afrika’da örneğin bir “canavar
virüs” filmi (ya da gaz sızdıran fabrika filmi,
vb.) yaparsanız, onlara kendi “normal” hayatlarından
bir parça göstermiş olursunuz ve hiçbir ilginçlik
ortaya çıkmaz. Üstelik gereksiz yere insanları
uyandırmış da olursunuz ve bu iyi bir şey değildir;
çünkü sonuçta bu ülkelerdeki bütün ekolojik felaketler
emperyalist şirketler tarafından yaratılmaktadır.
Abartmayalım,
"Sektör" Zarar Görür!
"Olay (Kuş Gribi) basında gereksiz yere
abartılmaktadır. Tam bir bilgi kirliliği yaşanıyor.
Önüne gelen açıklama yapıyor, bunlar da abartılarak
haberleştiriliyor. Sadece bir vaka tespit
edildi. Bunun aşırı derecede abartılması sektöre
çok büyük zarar verir''
Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker / 9
Ekim 2005
"Bu, dünyada rastlanan rutin hastalıklardan
biridir, ortada bir olağanüstülük yok"
Başbakan Tayyip Erdoğan |
Burada 1984’te Hindistan’ın Bhopal kentinde,
Amerikan Union Carbide şirketinin kimya fabrikasındaki
patlamada 20 bin insanın katledilmesini anımsamak
yeterlidir.
Yeni-sömürgelerin uşak ruhlu işbirlikçi yöneticileri
ise Jaws’ın eninde sonunda bilimin önünde diz
çöken kötü adamına hiç benzemezler; onlar en iyi
ihtimalle felakete karşı isyan eden kitlelerin
üzerine ordu ve polis birliklerini gönderirler;
böylece ekolojik felaketten sağ kurtulanları da
mermi ile temizlemeyi becerirler! Ayrıca yeni-sömürge
felaketlerinin son sahnesinde her zaman emperyalist
ülkelerin gönderdikleri sadakaların dağıtımı vardır.
Böylece, göstermelik “yardım”larla insanların
acıları birkaç günlüğüne hafifler ve sonra yeni
bir felakete kadar herkes gözlerini ve kulaklarını
kapatır.
Danalar
ve Yalanlar
"26 Ağustos 1996 tarihinden itibaren
ülkemize bütün ülkelerden damızlık, besilik
ve kasaplık canlı hayvan ithalatı durdurulmuş
ve halen bu kısıtlama devam etmektedir. Bakanlık
olarak aldığımız yoğun tedbirlerin kararlılıkla
uygulanması nedeniyle, ülkemizde Deli Dana
Hastalığı olayına rastlanmamıştır. Deli Dana
Hastalığı'nın ülkemizde insan ve hayvan sağlığını
tehdit etmesi sözkonusu değildir."
Tarım ve Köyişleri Bakanı Sayın Mustafa
TAŞAR'ın, DSP Milletvekili Kazım ÜSTÜNER'e
verdiği cevap /1998
"1996'dan sonra
Türkiye'ye deli dana riskli ürün sokulmamıştır."
Tarım Bakanı Sami Güçlü
"Ben bakanlık yaptım.
AB ile anlaşma var. 50 milyon dolarlık et
alma zorunluluğu var. '96'dan beri et ithal
etmiyoruz' diyen Tarım Bakanlığı'nın sorumlusu
herhalde Türkiye'de yaşamıyor. Gümrük Birliği
anlaşması çerçevesinde et ithal ediliyor.
Bundan o arkadaş bilgi sahibi değil demek
ki."
Eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş
"1996 ve 1997'de hastalığın
görüldüğü Hollanda ve Fransa'dan et ithal
edilmiştir. Dönemin Tarım Bakanı Mustafa
Taşar'ın cezalandırılması gerekir"
Başbakanlık müfettişleri raporu...
|
Türkiye: Özgün Bir Örnek!
Doğrusu pek gururla olmasa da kabul etmek gerekir
ki, Türkiye bütün bu tablo içinde özgün bir yerde
durmaktadır. Türkiye, ekolojik felaketler, salgın
hastalıklar gibi konularda ne Amerikan filmlerinin
çizdiği manzaraya, ne de diğer bazı yeni-sömürgelere
tam olarak uyar. Çünkü bu ülkedeki yüzsüzlük ve
sahtekârlık düzeyi, hiçbir başka ülkeyle kıyaslanamayacak
ölçüde yüksektir!
Türkiye’de bir tek temel ve değişmez kural vardır:
İnkâr etmek! Hollywood filmlerinin sonunda kötü
adam imana gelip yanlışını anlar belki ama bizde
işler böyle yürümez. Türkiye oligarşisinin bütün
kadroları akıllara durgunluk verecek bir “tutarlılık”la(!)
ne olursa olsun daha en baştan sorunun varlığını
inkâr eder! Gerçekler açık seçik ortaya çıksa
da, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kanıtlar öne
sürülse de farketmez! O, yine de inkâr eder; bu,
o kadar yerleşik bir devlet yönetme kuralıdır
ki, ihlal edilmesi halinde devlet çökebilir!
Örneğin bu ülkede kolera hastalığı yoktur; hiçbir
zaman olmamıştır ve olamaz. Yaz günlerinde Kürt
illerinde ve hatta metropollerin varoşlarında
çocukların kırılıp durduğu hastalığın adı: “Yaz
İshali”dir!
Çernobil:
Türk Düşmanlarının İhanet Patlaması!
"Biraz radyasyon iyidir…"
Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, TV'de
çayını yudumlarken…
"Şimdi, her ne olmuşsa
olmuş, 32 ülke nükleer enerjiye geçmiş.
Ki bu, kömür ve petrol kartelini fevkalade
rahatsız eden bir durum. İşte bunun içindir
ki, dünya petrol ve kömür karteli bizim
gibi ülkelerin ve 3. Dünya ülkelerinin,
yani gelişmekte olan ülkelerin nükleer enerjiye
geçmemesi için elinden gelen her türlü melaneti
yapmaktadır. Bunun için ellerindeki büyük
medya imkanlarıyla ve pireyi deve yapmak
suretiyle nükleer enerjiyi bir öcü gibi
göstermekte ve her türlü yalanı ve dez-informasyonu
reva görmektedirler. Mesela, Çernobil kazası
bunlar için büyük bir lütuf oldu; bunu sonuna
kadar istismar ettiler. Pek çok çevreci
örgütü ve Avrupa'daki çevreci politikacıları
ve partileri gizliden gizliye desteklediler,
beslediler."
Ahmet Yüksel Özemre, Dönemin Atom Enerjisi
Kurumu Başkanı
"Avrupa çay tröstü kendisine
kuvvetli bir rakip olarak gördüğü Türk çayını
rezil etmek ve pazarladığı Hint ve Seylan
çaylarına Türkiye'de pazar açmak için aynı
oyuna başvurmaktadır. Halkı hem samimi hem
de endişesi kolay uyandırılabilecek kadar
hassas olan Doğu Karadeniz Bölgesi'nin ve
çayının, nükleer enerji karşıtı propaganda
için atlama taşı olarak seçilmiş olmasındaki
stratejinin hikmeti işte budur. Avrupa çay
tröstü yurtiçindeki muhipleri aracılığıyla
'radyasyonlu Türk çayı' imajını 5,5 yıl
gündemde tutmasını ve halkı boş yere tedirgin
etmesini bilmiştir."
Ahmet Yüksel Özemre, Dönemin Atom Enerjisi
Kurumu Başkanı
"Çernobil kazası sonrası
Türkiye'de kimsenin vücudunda radyoaktif
kalıntıya ya da genetik bozulmaya rastlanmadı"
Okay Çakıroğlu, Türkiye Atom Enerjisi
Kurumu yeni başkanı…
|
Türk danalarının zekasından kuşku duyanlar ise
kesinlikle vatan hainleridir! Bir Türk danası,
asla deli olamaz! Deli Dana hastalığının Türkiye’ye
bulaşması mümkün değildir, böyle olduğunu söyleyenler
ise “sektöre zarar vermek isteyen” kanı bozuk
hainlerle Avrupa’daki bazı Türk düşmanı ülkelerin
yöneticileridir.
Şaka değil bunlar! Geçtiğimiz yıl futbol yorumculuğundan
tüketici hakları savunuculuğuna yatay geçiş yapan
bir eski hakem, Erman Toroğlu, “domateslerde hormon
kullanımının aşırı düzeye vardığını” kabzımallıktan
gelen bir uzman olarak söylediğinde, atv önünde
yapılan bir gösteriyi hatırlıyoruz. Bir grup domates
“üreticisi”(!) öfkeyle ellerini kollarını sallayıp
şöyle diyorlardı: “Erman Toroğlu’na kan tahlili
yapılmasını istiyoruz; çünkü onun Türk kanı taşıdığı
şüphelidir!” Sanki kan hücreleri mikroskopun altına
konulduğunda tescilli marka gibi herkesin hangi
ırktan olduğu yazılı olarak çıkıyor!
Şaka gibi görünüyor ama değil; çünkü bu “kan tahlili”
geleneği Türkiye’de çok yaygındır. Sahillerimizde
koli basilinin yaygın olduğunu söylerseniz eğer,
turizm sektörünü baltalamayı amaçlayan bir “terör”
eylemi gerçekleştirmiş olursunuz; tavuk şirketlerinin
aşırı hormonlu yemler kullandığını söylediğinizde
ise “vatan hainliği” rütbesi kesindir! Derhal
“kan tahlilcileri” devreye girer. Kan tahlilinin
yetmediği yerde ise Nihal Atsız’ın meşhur “kafatası
ölçüm aleti” vardır zaten.
Çünkü her zaman bir “sektör” tehlikededir ve her
zaman dört bir yanımızı kuşatmış olan düşman ülkeler,
bizim gelişmemizin önünü kesmek için dalavere
çevirmektedir. “Sektör” dendi mi akan sular durur!
Kavram öyle bir genelleme içinde kullanılır ki,
bir avuç tekelin çıkarları, birdenbire toplumun
genel çıkarı haline gelir. Turizm sektörümüz çökmektedir
örneğin; tatlı kârları cebe indirirken “ben” diyen
tekelci şirket sahipleri, işler sarpa sarınca
“biz” lafını kullanmayı çok severler. Onlar “Türkiye
için” çalışırlar; ancak bu “çalışma”nın(!) parasal
karşılığı yalnızca şirketin kasalarına girer.
Bu yüzden, bugüne dek herhangi bir sorunun varlığını
kabul eden bir “Türk Büyüğü”ne rastlanılamamıştır
ve yakın gelecekte rastlanılacağına dair bir belirti
de ufukta görünmemektedir. Temel kural hiçbir
hükümet döneminde ve hiçbir biçimde değişmemiştir.
Bergamalılar “Alman ajanı”dır, “Munzur’a baraj
yapılmasın” diyenler kesin “terörist”tir; Mimarlar
Odası “solcu mızmızlar”darn ibarettir, jeoloji
mühendisleri “gereksiz vehim” yaparlar, kimya
mühendisleri ise zaten külliyen “sanayileşme düşmanı”dırlar.
Fikrine hiçbir zaman başvurulmayan garip yaratıklar
mezun eden çevre mühendisliği okullarının ise
neden açıldığı zaten tam bir bilmecedir.
İş AIDS gibi “hassas” konulara geldiğinde ise
tabii ki ilk önce yapılacak olan yine inkâr ve
demagojidir. Biz Türküzdür, Müslümanızdır, bize
bulaşamaz, vs. vs. Daha sonra işler büyüdüğünde
ise yavaş yavaş ciddiyet başlar ama yine de “dış
mihraklar” eddebiyatı bitmez; Siverek’te Kızılay’dan
verilen kandan AIDS kapan yoksul insanlar ise
üç beş kuruşluk tazminatlarla kandırılır, olayın
üstü örtülür.
Ve nihayet, radyasyon olayı ayrı bir “uluslararası
komplo”dur. Dönemin Atom Enerjisi Kurumu Başkanı
Ahmet Yüksel Özemre, son günlerde yaptığı röportajlarda
hâlâ bunun bir komplo olduğunda ısrarlıdır. Doğu
Karadeniz’deki kanser olayları ise tamamen abartıdır!
Öyle ki, az daha gayret etseler bizzat Çernobil
patlamasının da aslında bizi çekemeyen, çay ve
fındık sektörümüzü mahvetmek isteyen dış güçler
tarafından kasıtlı olarak gerçekleştirildiği söylenecektir.
Televizyonlarda çay bardağı ile poz verip korkunç
bir suç işleyenler, bugün bile “inkâr” kuralını
uygulamakta, en küçük bir yüz kızarması olmaksızın
halka yalan söylemektedirler.
Hainleri Belirlemek İçin
En Sağlam Ölçü!
"Nihal Atsız dehşetli bir kafatasçıydı.
Yakın çevresi, konu-komşu bir yana, hemen
hiç tanımadığı insanların bile kafataslarını
ölçer, kılı kırk yararak hesabını yapar
ve o şahıslara mesela yüzde 37 onda dokuz
mu yoksa ne bileyim yüzde 69 virgül dört
oranında mı 'Türk' olup olmadıklarını tebliğ
eder, oranı düşük çıkanlar için de dudaklarında
daima birkaç 'teselli-bahş' kelime bulunurdu.
Farz-ı muhal 'Fakat fevkalade bir iradi
cehid ve uyanık bir milli şuurla bu fıtri
noksanınızı kısmen de olsa giderebilirsiniz'
gibilerden... Tabii kafatası ölçümüne göre
Türklük oranı düşük çıkanlar son derece
müteessir olarak ayrılırlar, fakat bilimin
katı ve acımasız gerçekleri karşısında mukadderata
boyun eğmek zorunda kaldıkları için mutluluğu
belki de başka alanlarda arama imkánı üzerinde
dururlardı.
Bu 'araç' her zaman yazı masası üzerinde
duran ve yaklaşık 45 santim uzunluğunda
bir tür pergeldi. Ancak bu 'pergel'in bacakları,
bildiğimiz geometri enstrümanında olduğu
üzre dümdüz uzanmıyordu. Ayakuçları içeriye
doğru mukavvesti. Ve bu uçlar sivri değil
ufak topuzbaşlıydı. Sap tarafında ise yine
pergellerdeki gibi üstü derece taksimatlı
bir yarım daire ve bacakların açılıp kapanmasıyla
mütenasip olarak hareket eden bir gösterge
vardı. Atsız, eline aldığı o sihr-engiz
araçla söz konusu 'kafatası'nın önden ve
yandan olmak üzere iki ölçüsünü alırdı.
Üstteki göstergenin verdiği değerleri de
bir kağıda itina ile not edip akabinde derin
bir hesap-kitap ameliyesine girişirdi."
Yağmur Atsız, ünlü ırkçı-faşist Nihal
Atsız'ın oğlu…
|
Kuşun Gribinden Ne Olur?
En son Kuş Gribi olayında da klasik gelenek bozulmamıştır.
“Sektörün zarar görmemesi” yine bütün insani kaygıların
üstündedir. TV ekranlarında tavuk yemekten, tavuğun
kaç derecede pişirilmesi gerektiği konusundaki
ukalalıklara kadar (sanki ev kadınları termometreyle
yemek pişirirlermiş gibi!) her türlü şaklabanlık
yine tekrarlanmış, bu gribin “salgınla ilgisinin
olmadığı” demeçleri AB’nin resmi açıklamalarına
karşın söylenebilmiştir. Bütün bunlar son derece
anlaşılabilir olgulardır aslında; çünkü bu sektörün
Türkiye’deki toplam iş hacmi yıllık 2.5 milyar
dolardır ve çoğu yabancı şirketlerle de ortak
olan tekeller, Ortadoğu, Balkanlar, Uzakdoğu ve
eski Sovyet Cumhuriyetlerine onbinlerce ton ihracat
bağlantısı yapmışlardır. Dolayısıyla daha o gün
borsada bu şikretlerden en büyüklerinin (Şeker
Piliç, Banvit, Pınar Et) hisselerinin inişe geçmesi
katlanılamaz bir durumdur.
Dolayısıyla, “sektör” korunmalıdır; insan korunmasa
da olur !
Her Yerde Her Zaman İnkâr!
Yalnızca ekolojik felaketler mi? Elbette değil!
Siyasi ve insani felaketler ya da sorunlar konusunda
da TC geleneği aynıdır: İnkâr!
Örneğin Ermeni Katliamı diye bir şey, zinhar hiç
yoktur, hiç olmamıştır! Bir milyon Ermeni gayet
güvenlikli bir şekilde rahat bir yolculukla evlerinden
yurtlarından binlerce kilometre öteye götürülüp
yerleştirilmiştir. Kimseciklere de bir şey olmamıştır.
Bütün tarihsel belgeler, tanıklıklar, vb. bunun
aksini söylese de, bizzat Osmanlı belgelerinde
açıkça tehcir ve tehcir sırasındaki katliamdan
söz edilse ve hatta bu konuda yargılamalar yapılmış
olsa da durum değişmez: Ermeni katliamı yoktur!
Söz konusu bir milyon Ermeninin nerede olduğu
sorusunun yanıtı yoktur. Bu dert de değildir.
İnkâr edersiniz olur biter.
Öte yanda, dört devletin sınırları içinde yaşamaya
mecbur edilmiş, dili ayrı, kültürü ayrı bir ulus,
milyonlarca insan onca yıldır bas bas bağırmaktadır
“ben Kürdüm” diye. Bu topraklara senden önce gelmiş,
binlerce yıldır varlığını, dilini, kültürünü yaratmış,
sonra sen tutup onun ülkesini cetvelle dörde bölmüşsün,
itiraz ettiğinde de tepesine binip dereleri kana
bulamışsın…Olsun, onlar “Dağ Türkü”dür! Cumhuriyet
kurulduğunda bile varlıkları reddedilmemiş, olsun,
onlar “Oğuz boylarından biri”dir! Gelip sana kendilerini
silahla dayatmak zorunda kaldıklarında ise, bu
kez varlığını “mecburen” kabul edersin, ama haklarını
değil!
Onlar kendilerini sana dayattıkları zaman tutup
toplu katliamlar yaparsın, insanlara dışkı yedirirsin.
Sorarlarsa eğer, devlet geleneği asla değişmez:
Böyle bir vaka olmamıştır! Daha sonradan bu katliamlardan
geriye kalan kemikler ortaya çıkar, AİHM’de paşa
paşa suçu kabul edip tazminat ödersin ama yine
de “bütün bunlar bölücü örgütün uydurmaları”dır
!
Yalnızca Kürtlere değil, sana muhalif kim varsa
tutar işkence tezgahlarından geçirirsin, sokakta
kurşuna dizersin, ama bunu asla kabul etmezsin.
Ayyuka çıkmış olaylarda polisler yargılanıp hüküm
bile giyseler durum değişmez: “münferit olaylar
abartılmaktadır!”
Öyle ki bu devlet geleneği, en basit karakol polisinin
bile ruhuna işlemiştir. İlk soruya mutlaka inkârla
yanıt vermek en sağlam, en garantili yoldur…
“Bu Millet Adam Olmaz” mı?
Bütün bunlar olup biterken emekçi halkın çaresizliğinin
bir tür umursamazlık gibi görülmesi de ayrı bir
“düşünce kirliliği”dir aslında. Özellikle yarı-aydın
tabakalarda ve hatta solun bazı kesimlerinde de
yaygın olan inanış, bu coğrafyanın insanlarının
genel olarak bir “umursamazlık-vurdumduymazlık”
genine sahip olduğu ve bunun değişmezliğidir.
Bilindiği gibi daha uç örneklerde bu, halkın kaçta
kaçının “aptal” olduğu konusunda yapılan tahminlere
dek gitmektedir.
“Bize bir şey olmaz” sözünün bu coğrafyada genel
olarak yaygın olduğu doğrudur elbette, bu inanışın
dinsel kadercilikten de beslendiği söylenebilir;
ancak burada atlanmaması gereken asıl olgu, yoksulluktan
kaynaklanan çaresizlik ve bu çaresizliğin kendisine
böylece bir savunma mekanizması yaratmış olmasıdır.
Yani siz, depreme karşı hiçbir güvencesi olmayan
tabut gibi bir evde yaşıyorsanız ve bu evi değiştirmek
gibi bir olanağınız yoksa, hatta bunu bulduğunuza
bile şükredecek kadar kötü durumdaysanız, ya sabahlara
kadar çocuklarınızın kaçının ölüp kaçının sağ
kalacağını düşünüp sonunda tımarhaneyi boylarsınız
ya da bu tehlikeyi bile bile orada yaşarsınız,
tehlike yokmuş gibi yaparsınız. Üçüncü bir ihtimal,
kuşkusuz isyan etmektir ama bu da ülkede güçlü
bir devrimci hareketi ve toplumsal bilinci şart
koşan bir durumdur.
Dolayısıyla umursamazlık diye nitelenen durum,
aslında sizin kendinizi koruma biçiminizdir ve
içe bastırılmış korkunun, yokluktan kaynaklanan
“cesaret”in çılgınlığıdır. Yani gazeteler bütün
domateslerin hormonlu olduğunu yazsa da, sizin
kendinize özel bir çiftlikten sebze getirtme lüksünüz
yoksa, bunu bile bile pazara çıkar ailenizin yiyeceği
domatesi alırsınız ve “bize bir şey olmaz” dersiniz.
Yoksa, emekçilerin kültürsüz-eğitimsiz olduğu
doğru olsa da bu onların salak olduğu anlamına
gelmez. İşporta tezgahından kötü bir ayakkabı,
pantolon alan kişi, A marka botların ve pantolonların
çok kaliteli ve sağlam olduğunu bilir; ama başka
çaresi yoktur, çünkü parası yetmemektedir, vs.
vs…
Dolayısıyla, halkın ekolojik felaketler konusundaki
tutumunu bir “aydın” tutumuyla yorumlamak ve giderek
onların bütün bu musibetleri hak ettiğini söylemek,
son derece yanlış ve ukalaca bir anlayıştır. Kaldı
ki kitlelerin bu tutumunun da tümüyle genel bir
durum olduğunu iddia etmek abartılı bir yaklaşımdır.
Tersine, çoğu zaman kitleler -devlete karşı duydukları
genel güvensizliğin etkisiyle- özellikle bütçelerine
uygun başka alternatifler yaratabildikleri durumlarda
(deprem tehlikesinde değil belki ama örneğin bir
yiyeceğin tercih edilip edilemesi sorununda) belli
bir tepki koyabilmektedirler.
Demokratik Halk İktidarı: Açık ve Dürüst Bir
Yönetim
Sonuç olarak, bugünkü düzen sahiplerinin hiçbir
konuda doğru söylememeleri bilinen bir alışkanlıktır.
Ve zaten emekçi kitleler de aslında bu geleneğin
farkındadırlar, insan yerine konulmadıklarını
binlerce kez kendi deneyimleriyle görmüşler ve
resmi makamlara karşı açık bir güvensizlik içindedirler.
Oysa, özellikle ekolojik felaketler -önlenebilirlikleri
bir yana, ki bazıları kesinlikle önlenebilir!-
gerçekleştiğinde, sorunu en kısa sürede çözmenin
tek yolu, halka karşı dürüst olmak, tehlikenin
kaynağını ve sebeplerini, boyutlarını son derece
şeffaf bir anlayışla onlara açıklamak ve bilimin
gücü ile kitlelerin seferberliğini büyük bir hızla
birleştirerek olaya müdahale etmekir. İşte tam
da bu bakımdan bugünkü düzenin sahiplerinin en
küçük bir şansı yoktur. Halka karşı düpedüz yalan
söylemeleri bir yana, bu işbirlikçi-halk düşmanı
yöneticilerin kitleleri genel bir seferberliğe
ikna edebilecek güçleri ve prestijleri yoktur.
Bütün yeni-sömürge halkları, gayet iyi bilirler
ki, devlete verilecek her kuruşun akıbeti şüphelidir,
düzenin sahiplerinin çağrısına uyarak yapılan
her iş kesinlikle rant sahiplerinin hırsızlığı
ile sonuçlanır.
Ancak, bir devrimle kurulacak olan demokratik
halk iktidarı, böyle bir seferberlik yaratma gücüne
sahip olabilecek, halkın sınırsız enerjisini açığa
çıkarıp bu gücü bilimin olanaklarıyla birleştirerek
sorunları kısa sürede çözebilecektir. Açık ve
dürüst bir yönetim, kitlelerin örgütlenerek katıldıkları
bir yönetme biçimi … Devrimci sosyalizmin iktidar
programının ilk maddesi tam da budur işte. Ve
bu program, bütün olgulara yaklaşımında merkeze
kârı değil, insanı, insanın sağlığını koyan bir
programdır.
|