Bir an için kendinizi karşı tarafın yerine koyarak
düşünün… Egemen sınıf olarak ezilenlerin zararına
bir politikayı uygulamak istediğinizde, buna karşı
oluşabilecek olan tepki ve direnişi kırmak için
ne yaparsınız? Tabii ki elinizde şiddet aygıtlarınız,
polisinizle, ordunuzla vardır, emekçi sınıfı ezmeye
çalışırsınız. Bu önderleri satın almaya çalışmak
da bir başka yöntemdir; yalan-dolan mekanizmalarını
çalıştırarak zihin bulanıklığı yaratmak da bir
başka yöntemdir. Ama karşı tarafta kazanma umudu
yüksek, hayal gücünün ufukları genişse, bütün
bu yöntemler tam olarak bir başarıyı garanti etmeyebilir.
Bu yüzden, onların direnme yeteneklerini köreltmek
istiyorsanız eğer, bunun ilk koşullarından biri,
direnişin başarısı ya da elde edilebilecekler
üzerine kuşku oluşturmak, başarılı direniş örnekleri
üzerine bir bellek kırılması yaratmak ve sistemin
şişirilmiş gücü karşısında genel olarak emekçilerin
hayal gücünü ortadan kaldırmaktır.
Son yirmi-yirmi beş yıldır yaşadıklarımız tam
da buna denk düşmektedir.
Bir anlamda 12 Eylül darbesiyle yapılmak istenen
de buydu: Yalnızca fiziki ezme değil, aynı zamanda
ufkumuzun daraltılması… Çünkü biliyorlardı ki
emekçileri ve devrimcileri kontrol altında tutmak,
yeni 15-16 Haziranların yaşanmamasını sağlamak,
yeni devrimci atılımlar için gerekli olan cüretin
önünü kesmek için genel olarak toplumsal hareketin
hayal gücünü kırmak gerekiyordu. Bu yüzden kendilerini
dev aynasında gösterdiler; gösterdiler çünkü Mao’nun
dediği gibi kağıttan kaplan olduklarını gizlemeye
çalışıyorlardı. O günden bugüne, neredeyse iki
kuşak böyle bir kırılma içerisinden geçti. “Türkiye
devleti çok büyüktür”, “T.C. ordusu ile kimse
başa çıkamaz”, “ABD’ye dokunulamaz”, vs, vs… Hatta
o kadar ki, örneğin 11 Eylül’de tanrıların evine
“dokunulduğunda” bile kuşkular bitmedi. Kendini
düzen dışında tanımlayan güçlerde “yok canım,
nasıl olur” soruları bitip tükenmedi.
Ama bu yalnızca fiziki güç gösterisiyle sağlanmadı;
büyük bir şiddet mekanizmasını da arkasına alan
ideolojik araçlar çoğu zaman bu oyunda başrolde
göründüler.
“Sosyalizm çöktü-düşlerimiz suya gömüldü” çığlıkları
demagojinin en doğrudan ve en kaba biçimiydi.
Asıl ince biçimler ise, her adımda önümüze geldi.
Kapitalizmin bütün uygulamaları yavaş yavaş alternatifi
olmayan, değiştirilemez tabulara dönüştürüldü.
Bir yandan “kamu” ve”sosyal” ile başlayan kavramlar
belleğimizden silinmek istenirken, diğer yandan
ise bugün olanların “geri dönüşsüz” olduğu fikri
kafamıza kazınmaya başlandı. Öyle ki, sonuçta
neoliberal adımların neredeyse tümü, fizik yasaları
gibi “başka türlüsü mümkün olmayan” olgular haline
getirildiler. Özelleştirme denildiğinde örneğin,
“kamu işletmelerinin verimsizliği, hantallığı”
bir tanrı kelamı gibi doğru kabul ediliyor, ettiriliyordu.
Sosyal kurumların tasfiyesinden söz edilince,
“bugün devletin imkânlarının boş yere çarçur edildiği”
tezi dokunulamaz bir bilimsel tespit gibi sunuluyor,
taşeronlaştırmaya karşı çıkanlara ise “ne yani
sen hizmet istemiyor musun?” diye soruluyordu.
“Çoğulculuğun” övgülere boğulduğu bir çağda, her
alanda tam bir düşünce tekeli hakim kılınıyor,
aykırı düşünceler ise daha baştan bir kalemde
silinip atılıyordu.
En önemlisi de, postmodernizmin “tarih bitti”
tezinin hayattaki karşılığı olarak bugün olmakta
olanların artık “geri döndürülemez” olduğu yaygın
bir kanı haline getirilmek isteniyor. Neoliberel
saldırının şu ana kadar aldığı mesafe, tamamen
demagojik olarak bu “geri döndürülemezliğin” kanıtı
yapılıyor, sözgelimi artık özelleştirmelere direnmenin
boş bir iş olduğunun propagandası yapılıyor. İşin
doğrusunu söylemek gerekirse -eski başarılı direniş
örnekleri ile ilgili bellek zayıflığına bağlı
olarak- bu demagoji, zaman zaman solda bile kendisine
bir yer bulabilmektedir. Dergilerde sık sık yapılan
“genel grev” çağrıları, altı devrimci bir atılımla
doldurulmadığı için içi boşalarak zayıflamakta,
giderek tereddütlü cümlelere dönüşmektedir.
Bugün Türkiye’de, 20 yıldır süren özelleştirme
furyasının en ciddi adımları atılıyor. Binlerce
işçiyi bünyesinde barındıran büyük kuruluşlar
birer birer emperyalistlere ve onların yerli işbirlikçilerine
satılıyor, buna karşın kimi yerlerde tepki eylemlilikleri
gerçekleştirilse de, ciddi karşı koyuşlar ortaya
konulamıyor. Politik önderlikten yoksun proletarya,
en hafif deyimle “yetersiz” kalan bir sendikacılığın
etkisi altında bu saldırıları karşılamaya çalışıyor.
En önemlisi de, sendikal alandaki bu “yetersizlik”
ve -yine hafif deyimi kullanırsak- “dar görüşlülük”,
karşı tarafın adımlarını göğüsleyemediği gibi,
işçilerin üretimden gelen kendi güçlerine duydukları
güveni de törpülüyor. Ayağa kalktığında dağları
devirebilecek büyüklükteki bu güç, kendi büyüklüğünün
farkına varamıyor. Oysa, özellikle bugünkü özelleştirmeler
açısından baktığımızda söz konusu kurumlar, Türkiye’nin
can damarlarını oluşturmaktadır; öyle ki, Türkiye
ekonomisi bu kurumların bir tekinin bir tek gün
durmasına bile katlanamaz. Ancak, kendi tarihindeki
büyük direnişlerin görkeminden koparılmış olan
sınıf belleği, sezgileriyle bildiği bu gerçeği
hayata yansıtamıyor.
Bir an için düşünelim şimdi; bir an için, bu kurumlardan
üçünü ele alıp birazcık düşünelim. Kapasiteleri
nedir, dursalar, emekçilerin elleri şaltere gitse
ne olur, yalnızca bu kurumların emekçilerinin
gücü neye yeter, bir bakalım…
Telekom Birden Sağır ve Dilsiz Olsa…
23 Ekim 1840 tarihinde kurulan Postahene-i Amirane’den
günümüze gelen Türk Telekom, bugün Türkiye’nin
en büyük bilişim firmasıdır ve sahip olduğu sabit
telefon sayısı ile dünya 13.’sü durumundadır.
Ayrıca 2004’deki 2 milyar 169 milyon YTL’lik net
kazancıyla bütün tekelci burjuvazinin iştahını
kabartmaktadır.
Bünyesinde 2004 yılı sonu itibari ile 55 bin 794
kişilik çalışanıyla Telekom, kurumsal ve bireysel
olarak şu hizmetleri vermektedir. Telefon, ADSL,
Data, Internet Erişimi, Centrex, Kablo TV, Deniz
Haberleşmesi, Teleks-Teleteks, Özel Devreler,
Web E-mail Hosting, 0522 NMT, Çağrı, ISDN, Alo
Vatan...
Bu da göstermektedir ki Telekom Türkiye’nin dünya
ile bağını sağlayan en temel kuruluştur. Bu kurum
bugün, Türkiye’deki toplam iletişim yükünün büyük
bir bölümünü üzerine yüklenmiş haldedir. Hem kendi
hizmetleri hem de özel iletişim şirketlerine sağladıkları
altyapı hizmetiyle bu kurum sistemin sinir sisteminin
merkezidir. Bildiğimiz anlamda haberleşmeden istihbarata,
devlet işlerinden firmaların üretim ve ticaret
bağlantılarına dek bütün işlevler her gün yapılan
milyonlarca konuşma, fax gönderileri, internet
bağlantıları üzerinden yürür. Paranın yönünü ve
nerede neyin ne kadar değerleneceğini belirleyen
şey, patronların kendi aralarında sağladıkları
iletişimdir ama yalnızca en büyüklerin değil,
en küçük bakkal dükkanı bile aynı iletişim kanalı
üzerinden faaliyetini yürütür.
Telekom işçisinin fişleri prizden çekmesinin pratik
sonuçları bu yüzden ağırdır. Düşünün ki MİT İçişleri
Bakanlığı’yla veya Başbakanla görüşemiyor. Yahut
Başbakanın “kırmızı telefonu” artık efendilerinden
gelecek olan emirleri iletmekten aciz hale gelmiş.
Ne ordu, ne MİT, ne Başbakanlık ve en önemlisi
ne de burjuvazi... hiç biri birbiriyle haberleşemiyor.
Yalnızca bir saat için dahi her şey durmuş olsa
yaşanacak paniği ve telaşı düşünün… Bu kadarcık
bir hayal gücü bile Telekom işçisinin elindeki
gücün ne olduğunu göstermeye yeterlidir.
TÜPRAŞ: Zincir Koparsa Ne Olur?
Ekonominin can damarlarından, Türkiye’nin en önemli
sanayi komplekslerinden biri de TÜPRAŞ’tır. Gerek
bünyesinde istihdam ettiği emekçi sayısı olarak,
gerekse de genelde Türkiye ekonomisine sağladığı
katkıyla önde gelen kurumlardandır.
TÜPRAŞ’ın yıllık 16 milyarlık cirosu vardır. 2004
yılında Türkiye petrol ürünleri tüketimini 29,6
milyon ton olarak gerçekleştirmiştir. TÜPRAŞ,
2004 yılında 20.4 milyon ton ürünü yurt içinde
pazarlayarak ülke tüketiminin % 69’unu karşılamıştır.
Yani İzmit, İzmir, Kırıkkale, Batman rafinerileri,
Körfez petrokimya ve rafinerisi ile neredeyse
bütün Türkiye’nin petrol ihtiyacını karşılar durumdadır.
Peki, TÜPRAŞ’ın 4314 çalışanı, bir an dursa, meşrubat
sanayinde, yiyeceklerin paketlenmesinde, ilaç
ve kozmetik kutularında, buzdolabı iç gövdesi,
vantilatör gövdesi, oto stop ve flaşör lambaları,
yumurta kapları imalatında kullanılan Polistiren
(PS) maddesinin akıbeti ne olur?
Oto lastiği yapımında, sıhhi tesisatlarda, çeşitli
tip ayakkabı ve çizme tabanı üretiminde, spor
malzemeleri, oyuncak, çeşitli tip ve ebatta taşıyıcı
konveyör bantları yapımında kullanılan Stiren
Butadien Kauçuk (SBR), başka nereden bulunabilir?
TÜPRAŞ emekçisi şalteri indirdiğinde oto lastikleri,
yer döşemeleri, V kayışları, kablo ve tel izalasyonunda
kullanılan petrol ürünleri nasıl yapılabilecektir?
Örneğin, ağır yol şartlarında kullanılan oto lastiği
ve tekerlek lastiği gövdesi imalatında, lastiğin
yolla temas eden sırt kısmının imalatında, kauçuk
eşya yapımında, iç lastik, kablo, döşeme, konveyör
bandı üretiminde kullanılan Karbon Siyahı (KS)
ağaçtan toplanan bir şey midir?
Ve en önemlisi, ulaşımın olmazsa olmaz maddesi
benzin, LPG, motorin madeni yağ, fuel oilin yokluğu
ülkenin toplam üretim kapasitesini ne hale getirir?
Düşünün ki uçakları, arabaları gemileri, havaalanlarını,
limanları, karayollarını, harekete geçirecek bir
damla benzin pompalardan akmıyor... Hangi hükümet
böyle bir direnişe dayanabilecek güce sahiptir?
Petrol, bu anlamda bütün bir ekonomi zincirinin
ana halkasıdır ve bu öyle bir halkadır ki, koptuğunda
ekonominin tümünü felç eder, şu anda hayal edemeyeceğimiz,
petrolle ilgisiz gibi görünen sektörler bile bu
kopuştan derin biçimde etkilenir. Çünkü bizim
sandığımızın tersine petrol türevi ürünler sağlıktan
iletişime kadar bütün alanlarda hakimdir.
Yani sözünü ettiğimiz şey, aslında bir bütün olarak
hayatın durmasıdır.
Bu kadarı bile TÜPRAŞ işçisinin elindeki muazzam
gücü bize göstermeye yeterlidir. Bu kadarını düşünmek
ve hayal etmek bile tek vücut halinde davranan
bir emek hareketinin direniş ve karşı tarafı dize
getirme imkânlarını açıkça ortaya koymaktadır.
ERDEMİR: Çelik Üretiminin Kalbi… Ya Durursa?
28 Şubat 1960’ta kurulan ERDEMİR ise üretime 470
bin ton yıllık çelik üretimi ile faaliyete başlamış
ve bugün yıllık 5 milyon tonluk üretim kapasitesine
ulaşmıştır. Bünyesinde 15 bin çalışanı vardır
ve 9 ayrı dalda üretim yapan şirketler zincirine
sahiptir. (Erdemir, İsdemir, Erdemir-Maden, Erdemir-Lojistik,
Erdemir-Romanya, EÇSM, Erenco, Erdemir-Gaz, Çelbor,
Yarımca-Porselen) Bu yönüyle ERDEMİR, üretimde
ve satışta rekor üzerine rekor kıran kamu kuruluşlarından
biridir.
Ürettiği başlıca ürünler ise şunlardır: dökme
pik, kütük, düz yuvarlak beton çeliği, döküm koku,
metalurjik kok, motor ve transformatör sanayiinin
ana girdilerinden olan silisyumlu yassı çelik
ürünleri, kesilmiş, dilinmiş yassı mamuller, Demir-Çelik
sektöründe, mühendislik, yönetim ve danışmanlık
hizmetleri, dikişsiz çelik…
Saymakla bitmez! Öyle ki, ERDEMİR, duramaz, durdurulamaz
bir büyük çark gibidir. Önümüzde, beyaz eşyadan
gemiye, otomotiv sektöründen inşaata, konstrüksiyondan
elektrikli ev aletlerine, madeni yağ, konserve,
boya, kimyasal ve aerosol kutularından, meşrubat
ve kavanoz kapaklarına, elektrikli küçük ev cihazlarından
pil gövdesine, oyuncağa savunma sanayiinden basınçlı
kap, tarım aletleri, boru, profil ve LPG tüplerine,
janta kadar geniş bir sanayi ağına üretim sağlayan
böylesine komplike ve devasa bir kamu kuruluşu
vardır…
Yani, ERDEMİR’in durması, Türkiye burjuvazisi
açısından katlanılamaz bir felakettir! Yani, ERDEMİR
işçisi şalteri indirse ve “tamam, ben çalışmıyorum”
dese, duracak olan yalnızca ERDEMİR değildir;
metal işkoluyla bir biçimde ilgisi olan başta
otomotiv ve beyaz eşya olmak üzere bütün kapitalist
işletmeler ve diğer kamu kurumlarının bir çoğu
boylu boyunca çökeceklerdir.
Sonuç: Gelecek Ellerimizdedir…
Bütün bu gerçeklerin işaret ettiği şey çok açıktır:
Bugün özelleştirilen, özelleştirilmek istenen
bu kurumların emekçileri, aslında devasa bir gücü
ellerinin altında bulundurmaktadırlar. Üretimden
gelen bu büyük güç, herhangi bir küçük atölyede,
hatta fabrikada olduğu gibi sadece bir alanı,
bir sektörü kapsamamakta, bir bütün olarak Türkiye
ekonomisinin tam da belkemiğinde durmaktadır.
Bu gücün kullanılması halinde, karşısında hiçbir
mekanizmanın durabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla,
özelleştirmelerin karşı konulamaz, geri döndürülemez
bir süreç olduğu tezi tamamen yalandır, sahtekârlıktır.
Özelleştirme saldırısı durdurulabilir, durdurulması
pekala mümkündür. Bunun için hem çok basit hem
de çok zor olan bir şeyin yapılması yeterlidir:
Şalterin aşağıya indirilmesi…
|