Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

35. Sayı - Kasım 2005

Bir an için kendinizi karşı tarafın yerine koyarak düşünün… Egemen sınıf olarak ezilenlerin zararına bir politikayı uygulamak istediğinizde, buna karşı oluşabilecek olan tepki ve direnişi kırmak için ne yaparsınız? Tabii ki elinizde şiddet aygıtlarınız, polisinizle, ordunuzla vardır, emekçi sınıfı ezmeye çalışırsınız. Bu önderleri satın almaya çalışmak da bir başka yöntemdir; yalan-dolan mekanizmalarını çalıştırarak zihin bulanıklığı yaratmak da bir başka yöntemdir. Ama karşı tarafta kazanma umudu yüksek, hayal gücünün ufukları genişse, bütün bu yöntemler tam olarak bir başarıyı garanti etmeyebilir. Bu yüzden, onların direnme yeteneklerini köreltmek istiyorsanız eğer, bunun ilk koşullarından biri, direnişin başarısı ya da elde edilebilecekler üzerine kuşku oluşturmak, başarılı direniş örnekleri üzerine bir bellek kırılması yaratmak ve sistemin şişirilmiş gücü karşısında genel olarak emekçilerin hayal gücünü ortadan kaldırmaktır.
Son yirmi-yirmi beş yıldır yaşadıklarımız tam da buna denk düşmektedir.
Bir anlamda 12 Eylül darbesiyle yapılmak istenen de buydu: Yalnızca fiziki ezme değil, aynı zamanda ufkumuzun daraltılması… Çünkü biliyorlardı ki emekçileri ve devrimcileri kontrol altında tutmak, yeni 15-16 Haziranların yaşanmamasını sağlamak, yeni devrimci atılımlar için gerekli olan cüretin önünü kesmek için genel olarak toplumsal hareketin hayal gücünü kırmak gerekiyordu. Bu yüzden kendilerini dev aynasında gösterdiler; gösterdiler çünkü Mao’nun dediği gibi kağıttan kaplan olduklarını gizlemeye çalışıyorlardı. O günden bugüne, neredeyse iki kuşak böyle bir kırılma içerisinden geçti. “Türkiye devleti çok büyüktür”, “T.C. ordusu ile kimse başa çıkamaz”, “ABD’ye dokunulamaz”, vs, vs… Hatta o kadar ki, örneğin 11 Eylül’de tanrıların evine “dokunulduğunda” bile kuşkular bitmedi. Kendini düzen dışında tanımlayan güçlerde “yok canım, nasıl olur” soruları bitip tükenmedi.
Ama bu yalnızca fiziki güç gösterisiyle sağlanmadı; büyük bir şiddet mekanizmasını da arkasına alan ideolojik araçlar çoğu zaman bu oyunda başrolde göründüler.
“Sosyalizm çöktü-düşlerimiz suya gömüldü” çığlıkları demagojinin en doğrudan ve en kaba biçimiydi. Asıl ince biçimler ise, her adımda önümüze geldi. Kapitalizmin bütün uygulamaları yavaş yavaş alternatifi olmayan, değiştirilemez tabulara dönüştürüldü. Bir yandan “kamu” ve”sosyal” ile başlayan kavramlar belleğimizden silinmek istenirken, diğer yandan ise bugün olanların “geri dönüşsüz” olduğu fikri kafamıza kazınmaya başlandı. Öyle ki, sonuçta neoliberal adımların neredeyse tümü, fizik yasaları gibi “başka türlüsü mümkün olmayan” olgular haline getirildiler. Özelleştirme denildiğinde örneğin, “kamu işletmelerinin verimsizliği, hantallığı” bir tanrı kelamı gibi doğru kabul ediliyor, ettiriliyordu. Sosyal kurumların tasfiyesinden söz edilince, “bugün devletin imkânlarının boş yere çarçur edildiği” tezi dokunulamaz bir bilimsel tespit gibi sunuluyor, taşeronlaştırmaya karşı çıkanlara ise “ne yani sen hizmet istemiyor musun?” diye soruluyordu. “Çoğulculuğun” övgülere boğulduğu bir çağda, her alanda tam bir düşünce tekeli hakim kılınıyor, aykırı düşünceler ise daha baştan bir kalemde silinip atılıyordu.
En önemlisi de, postmodernizmin “tarih bitti” tezinin hayattaki karşılığı olarak bugün olmakta olanların artık “geri döndürülemez” olduğu yaygın bir kanı haline getirilmek isteniyor. Neoliberel saldırının şu ana kadar aldığı mesafe, tamamen demagojik olarak bu “geri döndürülemezliğin” kanıtı yapılıyor, sözgelimi artık özelleştirmelere direnmenin boş bir iş olduğunun propagandası yapılıyor. İşin doğrusunu söylemek gerekirse -eski başarılı direniş örnekleri ile ilgili bellek zayıflığına bağlı olarak- bu demagoji, zaman zaman solda bile kendisine bir yer bulabilmektedir. Dergilerde sık sık yapılan “genel grev” çağrıları, altı devrimci bir atılımla doldurulmadığı için içi boşalarak zayıflamakta, giderek tereddütlü cümlelere dönüşmektedir.
Bugün Türkiye’de, 20 yıldır süren özelleştirme furyasının en ciddi adımları atılıyor. Binlerce işçiyi bünyesinde barındıran büyük kuruluşlar birer birer emperyalistlere ve onların yerli işbirlikçilerine satılıyor, buna karşın kimi yerlerde tepki eylemlilikleri gerçekleştirilse de, ciddi karşı koyuşlar ortaya konulamıyor. Politik önderlikten yoksun proletarya, en hafif deyimle “yetersiz” kalan bir sendikacılığın etkisi altında bu saldırıları karşılamaya çalışıyor. En önemlisi de, sendikal alandaki bu “yetersizlik” ve -yine hafif deyimi kullanırsak- “dar görüşlülük”, karşı tarafın adımlarını göğüsleyemediği gibi, işçilerin üretimden gelen kendi güçlerine duydukları güveni de törpülüyor. Ayağa kalktığında dağları devirebilecek büyüklükteki bu güç, kendi büyüklüğünün farkına varamıyor. Oysa, özellikle bugünkü özelleştirmeler açısından baktığımızda söz konusu kurumlar, Türkiye’nin can damarlarını oluşturmaktadır; öyle ki, Türkiye ekonomisi bu kurumların bir tekinin bir tek gün durmasına bile katlanamaz. Ancak, kendi tarihindeki büyük direnişlerin görkeminden koparılmış olan sınıf belleği, sezgileriyle bildiği bu gerçeği hayata yansıtamıyor.
Bir an için düşünelim şimdi; bir an için, bu kurumlardan üçünü ele alıp birazcık düşünelim. Kapasiteleri nedir, dursalar, emekçilerin elleri şaltere gitse ne olur, yalnızca bu kurumların emekçilerinin gücü neye yeter, bir bakalım…

Telekom Birden Sağır ve Dilsiz Olsa…
23 Ekim 1840 tarihinde kurulan Postahene-i Amirane’den günümüze gelen Türk Telekom, bugün Türkiye’nin en büyük bilişim firmasıdır ve sahip olduğu sabit telefon sayısı ile dünya 13.’sü durumundadır. Ayrıca 2004’deki 2 milyar 169 milyon YTL’lik net kazancıyla bütün tekelci burjuvazinin iştahını kabartmaktadır.
Bünyesinde 2004 yılı sonu itibari ile 55 bin 794 kişilik çalışanıyla Telekom, kurumsal ve bireysel olarak şu hizmetleri vermektedir. Telefon, ADSL, Data, Internet Erişimi, Centrex, Kablo TV, Deniz Haberleşmesi, Teleks-Teleteks, Özel Devreler, Web E-mail Hosting, 0522 NMT, Çağrı, ISDN, Alo Vatan...
Bu da göstermektedir ki Telekom Türkiye’nin dünya ile bağını sağlayan en temel kuruluştur. Bu kurum bugün, Türkiye’deki toplam iletişim yükünün büyük bir bölümünü üzerine yüklenmiş haldedir. Hem kendi hizmetleri hem de özel iletişim şirketlerine sağladıkları altyapı hizmetiyle bu kurum sistemin sinir sisteminin merkezidir. Bildiğimiz anlamda haberleşmeden istihbarata, devlet işlerinden firmaların üretim ve ticaret bağlantılarına dek bütün işlevler her gün yapılan milyonlarca konuşma, fax gönderileri, internet bağlantıları üzerinden yürür. Paranın yönünü ve nerede neyin ne kadar değerleneceğini belirleyen şey, patronların kendi aralarında sağladıkları iletişimdir ama yalnızca en büyüklerin değil, en küçük bakkal dükkanı bile aynı iletişim kanalı üzerinden faaliyetini yürütür.
Telekom işçisinin fişleri prizden çekmesinin pratik sonuçları bu yüzden ağırdır. Düşünün ki MİT İçişleri Bakanlığı’yla veya Başbakanla görüşemiyor. Yahut Başbakanın “kırmızı telefonu” artık efendilerinden gelecek olan emirleri iletmekten aciz hale gelmiş. Ne ordu, ne MİT, ne Başbakanlık ve en önemlisi ne de burjuvazi... hiç biri birbiriyle haberleşemiyor. Yalnızca bir saat için dahi her şey durmuş olsa yaşanacak paniği ve telaşı düşünün… Bu kadarcık bir hayal gücü bile Telekom işçisinin elindeki gücün ne olduğunu göstermeye yeterlidir.

TÜPRAŞ: Zincir Koparsa Ne Olur?
Ekonominin can damarlarından, Türkiye’nin en önemli sanayi komplekslerinden biri de TÜPRAŞ’tır. Gerek bünyesinde istihdam ettiği emekçi sayısı olarak, gerekse de genelde Türkiye ekonomisine sağladığı katkıyla önde gelen kurumlardandır.
TÜPRAŞ’ın yıllık 16 milyarlık cirosu vardır. 2004 yılında Türkiye petrol ürünleri tüketimini 29,6 milyon ton olarak gerçekleştirmiştir. TÜPRAŞ, 2004 yılında 20.4 milyon ton ürünü yurt içinde pazarlayarak ülke tüketiminin % 69’unu karşılamıştır. Yani İzmit, İzmir, Kırıkkale, Batman rafinerileri, Körfez petrokimya ve rafinerisi ile neredeyse bütün Türkiye’nin petrol ihtiyacını karşılar durumdadır.
Peki, TÜPRAŞ’ın 4314 çalışanı, bir an dursa, meşrubat sanayinde, yiyeceklerin paketlenmesinde, ilaç ve kozmetik kutularında, buzdolabı iç gövdesi, vantilatör gövdesi, oto stop ve flaşör lambaları, yumurta kapları imalatında kullanılan Polistiren (PS) maddesinin akıbeti ne olur?
Oto lastiği yapımında, sıhhi tesisatlarda, çeşitli tip ayakkabı ve çizme tabanı üretiminde, spor malzemeleri, oyuncak, çeşitli tip ve ebatta taşıyıcı konveyör bantları yapımında kullanılan Stiren Butadien Kauçuk (SBR), başka nereden bulunabilir?
TÜPRAŞ emekçisi şalteri indirdiğinde oto lastikleri, yer döşemeleri, V kayışları, kablo ve tel izalasyonunda kullanılan petrol ürünleri nasıl yapılabilecektir?
Örneğin, ağır yol şartlarında kullanılan oto lastiği ve tekerlek lastiği gövdesi imalatında, lastiğin yolla temas eden sırt kısmının imalatında, kauçuk eşya yapımında, iç lastik, kablo, döşeme, konveyör bandı üretiminde kullanılan Karbon Siyahı (KS) ağaçtan toplanan bir şey midir?
Ve en önemlisi, ulaşımın olmazsa olmaz maddesi benzin, LPG, motorin madeni yağ, fuel oilin yokluğu ülkenin toplam üretim kapasitesini ne hale getirir? Düşünün ki uçakları, arabaları gemileri, havaalanlarını, limanları, karayollarını, harekete geçirecek bir damla benzin pompalardan akmıyor... Hangi hükümet böyle bir direnişe dayanabilecek güce sahiptir?
Petrol, bu anlamda bütün bir ekonomi zincirinin ana halkasıdır ve bu öyle bir halkadır ki, koptuğunda ekonominin tümünü felç eder, şu anda hayal edemeyeceğimiz, petrolle ilgisiz gibi görünen sektörler bile bu kopuştan derin biçimde etkilenir. Çünkü bizim sandığımızın tersine petrol türevi ürünler sağlıktan iletişime kadar bütün alanlarda hakimdir.
Yani sözünü ettiğimiz şey, aslında bir bütün olarak hayatın durmasıdır.
Bu kadarı bile TÜPRAŞ işçisinin elindeki muazzam gücü bize göstermeye yeterlidir. Bu kadarını düşünmek ve hayal etmek bile tek vücut halinde davranan bir emek hareketinin direniş ve karşı tarafı dize getirme imkânlarını açıkça ortaya koymaktadır.

ERDEMİR: Çelik Üretiminin Kalbi… Ya Durursa?
28 Şubat 1960’ta kurulan ERDEMİR ise üretime 470 bin ton yıllık çelik üretimi ile faaliyete başlamış ve bugün yıllık 5 milyon tonluk üretim kapasitesine ulaşmıştır. Bünyesinde 15 bin çalışanı vardır ve 9 ayrı dalda üretim yapan şirketler zincirine sahiptir. (Erdemir, İsdemir, Erdemir-Maden, Erdemir-Lojistik, Erdemir-Romanya, EÇSM, Erenco, Erdemir-Gaz, Çelbor, Yarımca-Porselen) Bu yönüyle ERDEMİR, üretimde ve satışta rekor üzerine rekor kıran kamu kuruluşlarından biridir.
Ürettiği başlıca ürünler ise şunlardır: dökme pik, kütük, düz yuvarlak beton çeliği, döküm koku, metalurjik kok, motor ve transformatör sanayiinin ana girdilerinden olan silisyumlu yassı çelik ürünleri, kesilmiş, dilinmiş yassı mamuller, Demir-Çelik sektöründe, mühendislik, yönetim ve danışmanlık hizmetleri, dikişsiz çelik…
Saymakla bitmez! Öyle ki, ERDEMİR, duramaz, durdurulamaz bir büyük çark gibidir. Önümüzde, beyaz eşyadan gemiye, otomotiv sektöründen inşaata, konstrüksiyondan elektrikli ev aletlerine, madeni yağ, konserve, boya, kimyasal ve aerosol kutularından, meşrubat ve kavanoz kapaklarına, elektrikli küçük ev cihazlarından pil gövdesine, oyuncağa savunma sanayiinden basınçlı kap, tarım aletleri, boru, profil ve LPG tüplerine, janta kadar geniş bir sanayi ağına üretim sağlayan böylesine komplike ve devasa bir kamu kuruluşu vardır…
Yani, ERDEMİR’in durması, Türkiye burjuvazisi açısından katlanılamaz bir felakettir! Yani, ERDEMİR işçisi şalteri indirse ve “tamam, ben çalışmıyorum” dese, duracak olan yalnızca ERDEMİR değildir; metal işkoluyla bir biçimde ilgisi olan başta otomotiv ve beyaz eşya olmak üzere bütün kapitalist işletmeler ve diğer kamu kurumlarının bir çoğu boylu boyunca çökeceklerdir.

Sonuç: Gelecek Ellerimizdedir…
Bütün bu gerçeklerin işaret ettiği şey çok açıktır: Bugün özelleştirilen, özelleştirilmek istenen bu kurumların emekçileri, aslında devasa bir gücü ellerinin altında bulundurmaktadırlar. Üretimden gelen bu büyük güç, herhangi bir küçük atölyede, hatta fabrikada olduğu gibi sadece bir alanı, bir sektörü kapsamamakta, bir bütün olarak Türkiye ekonomisinin tam da belkemiğinde durmaktadır. Bu gücün kullanılması halinde, karşısında hiçbir mekanizmanın durabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, özelleştirmelerin karşı konulamaz, geri döndürülemez bir süreç olduğu tezi tamamen yalandır, sahtekârlıktır. Özelleştirme saldırısı durdurulabilir, durdurulması pekala mümkündür. Bunun için hem çok basit hem de çok zor olan bir şeyin yapılması yeterlidir: Şalterin aşağıya indirilmesi…





 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul