Rektör Aşkın ve Kürt çocuğu Uğur...
Ekim ayı yoğun gelişmelerle biçimlendi. Oligarşi
içi çelişkilerin derinleştiği, ülkenin yağmalanmasının
yeni hamlelerle boyutlandırıldığı, emekçilere
karşı saldırıların yoğunlaştığı, ancak devrimci,
demokratik direnişin de yaşamı ve onuru korumanın
yegane yol olduğu gerçeğinin bir kez daha apaçık
ortaya çıktığı bir süreçten geçtik.
Pervasızlık ve saldırganlık oligarşinin bütün
kesimlerinin başlıca davranış biçimi... Kendi
iç ilişkilerinde de bu böyle. Van 100. Yıl Üniversitesi
rektörünün tutuklanması, oligarşi içi çelişkilerin
düşük yoğunluklu bir iç çatışmaya dönüştüğünü
gösteriyor. Haziran ayında yaptığı Amerika gezisinde
ABD’nin bütün buyruklarını kesin bir itaat temelinde
kabullenen Tayyip Erdoğan hükümeti o günden bu
yana daha açık, daha rahat adımlar atıyor. “Ilımlı
islam” modeli konusunda ABD’nin net bir iradeye
sahip olduğunu gören ve bu konuda tam destek alan
hükümet “islamcı” kimliğini belirginleştirmesini
engelleyen iç engellere karşı mücadelesini hızlandırmış
görünüyor. Bu noktada üniversiteler ve türban
meselesi simgesel bir önem taşıyor. Türban konusunda
sıkıntı içinde olan ve kendi kitlesinde itibar
kaybına uğrayan hükümet, YÖK’e karşı mücadelesinde
en zayıf halklara karşı yargıyı kullanarak saldırıya
geçmiş durumda. Evinde kayıtsız, kaçak yüzlerce
tarihi eser bulunan rektörün, bir de ihaleye fesat
karıştırmayla suçlanması ve tutuklanması bu çelişkilerin
yeni bir noktaya sıçradığını gösteriyor. YÖK’ün
hamlesi bilimsel hırsızlık yaptığı kesinleşmiş
olan Başbakanlık müsteşarının üniversite ile ilişkisini
kesmek oldu. Hükümetin polisiye hamlesi, idari
bir hamleyle karşılık buldu. Ancak, YÖK bununla
da yetinmiyor. Kendisine dönük bu saldırıyı adeta
kendisini aklamak için bir araca dönüştürmeye
çalışıyor. Her yıl demokratik haklarını kullanan
yüzlerce öğrenciyi uydurma suçlamalarla okuldan
atan, çeşitli biçimlerde uzaklaştıran, sivil faşistlere
tam hareket serbestliği sağlayan, üniversiteleri
polisle işbirliği içinde yöneten, faşizan bir
denetim sistemi kuran ve bunu her üniversitede
yüzlerce kamerayla tamamlayan, genellikle kendisiyle
paralel hareket eden yargı organları kararlarını
“yargı bağımsızlığı” gerekçesiyle sürekli savunan
YÖK, mızrağın ucu kendisine azıcık olsun döndüğünde
feryadı basıyor. Van’daki yargı organlarını hükümetin
emirleri ile hareket etmekle suçluyor.
Sistem, hukuk organları ve tüm kurumlarıyla kendi
çürümüş gerçeğini ortaya koyuyor. Devrimcilerin
yıllardır ifade ettiği somut gerçekler, sistemin
sahipleri tarafından tam bir ikiyüzlülükle itiraf
ediliyor.
İkiyüzlülükleri sadece kendi iç çatışmalarında
ortaya çıkmıyor. Aynı süreçte daha az ses çıkaran
başka bir yargılama daha vardı; koca gözlü, temiz
masum yüzlü Uğur Kaymaz ve babasını katleden polislerin
yargılandığı dava Eskişehir’de görüldü. Günler
öncesinden adeta şehirde sıkıyönetim havası estirildi.
Sivil faşist köpekler sokağa salındı, MHP ve ülkü
ocakları üzerinden saldırı ve tehditler savruldu.
“Bebek katili” sözünü çok seven faşistler ve devlet,
12 yaşındaki Uğur’u katleden polislerini bir yandan
terfi ettirmiş, diğer yandan da böylesi bir dava
açmak zorunda kalmıştı. Fakat demokratik güçler
çok yetersiz de olsa davayı sahiplendi, faşist
güruhlar karşısında geri adım atılmadı. Halkların
Kardeşliği İnisiyatifi her şeye karşın davayı
boşlukta bırakmama kararlılığını gösterdi ve Eskişehir’e
gitti. Faşistler ve resmi güçler bu durum karşısında
ve davanın niteliğinden ötürü fiili saldırılar
yerine, davaya ilişkin engellemelerle yetinmek
zorunda kaldılar.
Bağımsız yargıdan dem vuranlar, hükümetin yargıyı
yönlendirdiğinden söz edenler bu engellemeleri
görmezden geldiler. Onların tutarlılık göstermesi
elbette beklenemez. Onların yargısının da elbette
tutarlılık göstermesini beklemiyoruz. Adalet devrimle
gelecektir, devrimci adalet tüm zalimler karşısında
özgür bir dünyanın kesin hükmü olacaktır.
Uğur davası halkın adalet arayışının ve şovenizme
karşı duruşun sadece bir mevzisidir ve bu mevzi
sadece direnişle, tüm demokratik güçlerin sahiplenmesiyle
büyüyecektir.
Malatya; Bu Sisteme Teslim Edilen Hangi Şey
Zulme Uğramadı?
Oligarşi cephesinde ve onların yönlendirdiği medyada
Aşkın fırtınası daha dinmişti ki, bu kez Malatya
çocuk yuvasında yaşanan vahşet patladı. Sistemin
bütün kurumlarının, bütün aktörlerinin tutumu
burada da tam bir ikiyüzlülük örneğiydi. Sanki
bu durum yeni ve ilk kez yaşanan bir durumdu.
Sanki zülum bu topluma, bu sisteme çok yabancı
bir şeydi de, şok yaşanıyordu. Hepsi yalan elbette...
Vahşi kapitalist sistemin biçimlendirdiği bütün
toplumsal yapı esas olarak şiddet üzerinden biçimlenmiştir.
Devletin düzenlediği kamusal yaşam baştan aşağıya
şiddetle örülüdür. Şöyle bir düşünelim bir kez;
kamusal bir ortak ilişkinin yaşandığı hangi kurumda
kaba, fiziki şiddet yoktur. Okula gidersiniz,
dayak vardır... Az ya da çok mutlaka dayak yersiniz...
Askere gidersiniz; dayak yemek “allahın emri”dir.
Hiç kurtuluşunuz yoktur. Üstelik yaşınız daha
büyük olduğu için daha çok dayak yersiniz. Poliste,
jandarmada dayak yemek sıradan bir durumdur. Dayakla
kurtulursanız kendinizi şanslı sayın, çünkü bir
de filistin askılı, falakalı, elektrikli işkence
vardır... Hapishanelerde daha adımınızı attığınız
ilk andan itibaren vahşi bir şiddetle karşılaşırsınız;
adı da “hoş geldin dayağı”dır. Politik tutukluysanız;
tabii bu süreklileşmiş bir vahşete dönüşür.
Kısacası, kendinizi devlete teslim edin yeter,
her türden, her dozda fiziki şiddeti yaşamanız
an meselesidir. Ve bunu da herkes bilir...
Ancak günlük yaşamda sizi bekleyen sadece “devlet
baba”nın dayağı değildir. Aile içinde kadının
ve çocukların karşılaştığı vahşi fiziki saldırılar
adeta sıradan bir durumdur. Çırak işçilerin patrondan
dayak yemesi “normal”dir. İnsanların en sudan
nedenlerle birbirlerine şiddet uygulaması, yaygınlaşan
sokak çetelerinin şiddetine maruz kalmanız olağan
durumlardır.
Söz çocuklardan açılmışken hemen eklemek gerekiyor;
kurşunlanan Uğur Kaymaz kaç yaşındaydı? Ya da
daha bir ay önce yoksul olduğu, okul yönetimlerinin
istediği kayıt paralarını ödeyemedikleri için
ayrı sınıflarda toplanan ve imkanlardan yoksun
bırakılan küçük çocukların maruz kaldığı bu durum
şiddet değil de neydi?
Gerçek bu iken, Malatya’nın anlamı nedir?
Elbette, küçük çocuklara uygulanan vahşetin dehşet
yaratan görüntülerle görülmesi, her insanı derinden
sarstı.
Üç yıldır iktidar olan AKP’nin “yeniyim, daha
el atamadım” deme şansı yok. Çok basit düzenlemelerle,
çok sınırlı harcamalarla dahi bu yuvaların en
ileri düzeydeki bakım merkezlerine dönüştürülmesi
mümkün. Ancak özeleştirel bir tutum doğal olarak
beklenemezdi sistemden ve onun hükümetinden. Bunun
yerine tam bir insanlık düşmanı burnu büyüklükle
olay hafifsenmeye çalışıldı. Bu yuvalardan sorumlu
bakan bile, kendi sorumluluğu altındaki kurumlarda
işkence olayları patladığında yurtdışı gezisine
ara verip geri dönmedi. Yalanlar arka arkaya geldi;
personel yok, eğitimliler çalışmıyor, yönetmelikler
çıkardık, elimizde maddi kaynak yok, vb... Kuşkusuz,
bunların hepsi birden ellerinde patladı. Çocuk
bakımı ve eğitimi konusunda üniversite ve lise
eğitimi almış binlerce insanın işsiz dolaştığı,
bunların işe alınmadığı, bunun yerine her dönem
hangi parti hükümetse ona yakın eğitimsiz insanların
işe alındığı, çalışanlara asgari ücret dahi ödemeyen
taşeronların işleri üstlendiği ortaya çıktı. Her
alan gibi bu alanda rant kaynağı haline getirilmişti.
Hortumculara, büyük holdinglere milyar dolarları
peşkeş çekenler, minik çocuklar için gereken kaynakları
her ne hikmetse bulamıyorlardı! Şu anda sahte
bir ilgi halesi oluşturulmuş durumda, birkaç ay
sonra birkaç gerçekten samimi insan dışında bu
ilgide sona erecektir.
Kürt Coğrafyası; Rutine Oturan Çatışmalar
ve Kontrgerilla Saldırıları
Kürt ulusal hareketi ile devlet güçleri arasındaki
çatışmalar belli bir rutine oturmuş gibi görünüyor.
Elbette bu rutinin uzun süre böyle devam etmesini
beklememek gerek. Mutlaka yeni ve daha ciddi hamleler
karşılıklı olarak gelecektir. Ancak ulusal hareketin
savunma olarak tanımladığı eylemlerin, Kürt ulusunun
demokratik hakları için yeni bir açılımın, tereddütsüz
bir duruşun ifadesi olmadığı da açık. Dolayısıyla
bu sürecin bu biçimiyle bir süre sonra çürütücü
pek çok öğeyle sakatlanması kaçınılmazdır.
Kuşkusuz bir yönüyle, Kürt ulusal hareketinin
diğer unsurlarıyla da ilgili bir şey. Özellikle
güneyde Barzani’nin Bush’la ve Merkel ile görüşmelerinin
ardından açıktan Kürtlerin bağımsız ve birleşik
bir devlet kurma hakkına sahip olduğunu, Kürdistan’ın
er ya da geç kurulacağını açıklaması, Kuzey Kürt
coğrafyasındaki ulusalcı dinamikleri ciddi biçimde
etkilemektedir. Dolayısıyla, bir yandan İmralı’dan
gelen “TC’nin bölünmez bütünlüğü”nün korunması
gerektiği söylemi, bir yandan Barzani’nin giderek
tüm Kürdistan’ın önderliğine iddialı söylemlerle
oynaması, diğer yandan da hiçbir temel hedefe
bağlanmayan bir silahlı eylem pratiği; KKK’nin
(PKK’nin yeni ismi) içine girdiği açmazın üç köşesini
oluşturuyor. Bu sıkışma giderek daha da derinleşecektir.
Özelleştirme ve Yıkımlar;
Süren Saldırganlığın Koçbaşları
Özelleştirme ve kondu yıkımlarına dönük saldırılar
irili ufaklı adımlarla devam ediyor. Bu noktada
iki saldırının özgün bir bileşimini oluşturan
yeni bir hamle geldi oligarşiden; Dubai Kuleleri...
Dubai kuleleri, Haziran’da Amerika’da BOP’a tam
olarak angaje olduktan sonra hızlanan Ortadoğu
trafiğinin bir ürünü. Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’daki
BOP bağlantılı tüm dinamikleri harekete geçiriyor.
Türkiye de hızla sürece her boyutta dahil ediliyor.
Amerikancı Arap ve İsrail sermayesinin Türkiye’ye
yönelmesi ve TC’nin BOP’un uygulanmasına dönük
yoğun çalışmalar yürütmesi, tüm organizasyonların
içinde aktif olarak yer alması tümüyle BOP’la
bağlantılıdır.
Dubai Kuleleri bir yağma projesidir. Yüzde 20
ile yapılan sözde ortaklık, aslında yumuşatılmış
bir özelleştirmedir. Dubai’li sermaye grubu bu
ortaklık sayesinde tüm işlerini çok daha hızlı
ve zahmetsiz biçimde yürütecektir. Yani ortaklık
aslında Dubaililere sağlanan bir kolaylıktan başka
bir şey değildir.
Bu kuleler başka pek çok şeyin yanı sıra kentleşme
açısından tek kelimeyle felakettir. Kentin zaten
işlemez haldeki alt yapısını çökerten, kent dokusunu
bozan bir saldırıdır. Ancak sadece bununla sınırlı
kalmayacaktır. Kuleler kısa sürede, hemen etrafını
saran yoksul semtlerine dönük kapsamlı saldırıların
da gerekçesi haline gelecektir. Alt yapıyı ve
çevreyi düzenlemek söylemiyle bölgenin yıkım alanına
dönüştürülmesi ciddi bir tehlikedir. Öte yandan,
bu kuleler ve tekellerin diğer kuleleri şımarıklık
ve görgüsüzlük örneğidirler, daha da ötesinde
mimari açıdan ezilenlere, halka karşı güç gösterisi,
ezme aracıdırlar, tekellerin ulaşılmazlık ve büyüklük
sembolleridirler. Dubai kuleleri yağmanın, şımarıklığın,
halka karşı güç gösterisinin betondan zirveleridir.
Öyleyse burada da gerekli olan halk direnişidir.
Tek Çıkış Yolu Halkın Direnişidir, Güzeltepe’deki
Küçük Direnişin Başarısı Yol Gösteriyor...
Sürecin tüm gelişmelerini sıralamaya gerek yok...
Tam bu noktada durup sormak gerekiyor; halkın
çocuklarına, kimsesizlere kim sahip çıkacak? Uğur
için, tüm ezilenler için adaleti kim sağlayacak?
Kürt ulusuna ve tüm ezilen ulusal topluluklara
dönük saldırılara kim dur diyecek? Yıkımlara ve
özelleştirme yağmasına kim karşı duracak?...Bu
soruların yanıtını küçük ama bu süreç açısından
önemli bir direniş yanıtladı. Güzeltepe’de konutları
yıkılan kiracılar yıkımlara karşı direndiler,
evleri vahşice saldırılarla yıkıldı. Direnişten
vazgeçmediler, yılmadılar, durakları barınma yerine
çevirdiler. İstedikleri insanca yaşanılabilir
konuttu... Onlar proletaryanın en ezilen, en yoksul
kesimleriydi. İki elin parmakları kadar bile değildiler.
Ama direndiler. Vazgeçmediler. Yanlarında, her
adımda, her aşamada devrimciler, devrimci sosyalistler
vardı. Kaderlerini ortaklaştırdılar, devrimci
öncü onların güvenini kazandı, onlar direniş azmiyle
hayatlarını ve onurlarını koruma kararlılığı gösterdiler.
Soğukta, yağmurda, hastalıklarla boğuşarak, kendi
içlerinde pek çok sorun yaşayarak, kimi zaman
küçük yalpalamalar yaşayarak ama asla direnmekten
vazgeçmeyerek direndiler. İlk kez konducular,
üstelik konduların sahipleri değil, kiracılar,
yıkımların ardından direniyordu. “Barınma Hakkımızı
İstiyoruz” şiarıyla aylar süren direniş sergilediler.
Yıkımları gerçekleştirenler, belediye yöneticileri
“onlar teröristlerle birlikte davranıyor, ne pahasına
olursa olsun onlara hiçbir hak tanımayacağız”
diyorlardı. Bir örnek yaratılıyordu, bir ilk yaratılıyordu.
Ve direniş kazandı. Direnişi daha da boyutlandırma
kararı ve iradesinin ortaya çıkması ve bunun yıkımcılara
ulaşması direnişi başarıya taşıdı. Elde edilenler
henüz sınırlıdır, ancak önemlidir. Direnişin kazanmanın
tek yolu olduğu görülmüştür. En küçük bir kazanımın
dahi ancak direnişle elde edilebileceği görülmüştür.
Uzun bir süreçten bu yana ilk kez böylesi bir
direniş başarıyla sonuçlandırılmıştır.Güzeltepe’nin
kıvılcımı tüm direnişlere, tüm halk saflarına
taşınmalıdır.Adalet istiyorsak, kulelerle yaşadığımız
kentlerin kirletilmesini engellemek istiyorsak,
yoksulların çocuklarına karşı vahşetin durmasını
istiyorsak, özelleştirme yağmasının, yıkımların
sona ermesini istiyorsak; izlenecek budur.
Evet, zalimler en şiddetli biçimde cezalandırılmayı
hak ediyor, evet, yıkımlar ve özelleştirme insanca
yaşama hakkımıza dönük bir saldırıdır ve karşılığını
bulmalıdır, evet, bu kulelerin yapılması engellenmelidir
ve tüm oligarşinin tüm kuleleri yıkılmayı hak
ediyor, evet, kendi kaderini tayin hakkı Kürt
ulusunun vazgeçilemez hakkıdır ve bunun engellenmesine
karşı mücadele her demokrat insanın kaçınılmaz
görevidir.
Bütün bunlar apaçık gerçekler ve doğrular ise
önümüzde duran görev, direnişi örgütlemek, kendimize
güvenmek, yaşamı ve onurumuzu savunmak, devrimci
öncünün ve eylemin etrafında birleşmek ve mücadele
etmektir... Devrimin gücünü büyütmek, her yerde
direnişin temsilcisi olmaktır.
Devrimci sosyalistler tam da bu noktada kendilerini
sorgulamalıdırlar. Halkın istemlerine yanıt vermek
büyük işlerin hayallerini kurmakla olmaz. Büyük
işler küçük gibi görünen pek çok vazgeçilmez çalışmanın
bileşimiyle mümkün hale gelir. Bu bağlamda, güncel
gelişmelere daha esnek, daha hızlı politik pratiklerle
karşılık vermeyi artık öğrenmeliyiz. Daha da ötesinde
devrimci pratiğimizi salt kendi güçlerimiz üzerinden
değil, tüm emekçilerin katılabileceği, çevre çeper
ilişkilerini dahil olabileceği bir çizgiye oturtmalıyız.
Çünkü bizim için de, emekçiler için de direniş
en iyi öğretmendir, okuldur. Büyük işlere hayallerle
değil, irili ufaklı direnişlerden öğrenerek ulaşacağız.
|