Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

35. Sayı - Kasım 2005

Rektör Aşkın ve Kürt çocuğu Uğur...
Ekim ayı yoğun gelişmelerle biçimlendi. Oligarşi içi çelişkilerin derinleştiği, ülkenin yağmalanmasının yeni hamlelerle boyutlandırıldığı, emekçilere karşı saldırıların yoğunlaştığı, ancak devrimci, demokratik direnişin de yaşamı ve onuru korumanın yegane yol olduğu gerçeğinin bir kez daha apaçık ortaya çıktığı bir süreçten geçtik.
Pervasızlık ve saldırganlık oligarşinin bütün kesimlerinin başlıca davranış biçimi... Kendi iç ilişkilerinde de bu böyle. Van 100. Yıl Üniversitesi rektörünün tutuklanması, oligarşi içi çelişkilerin düşük yoğunluklu bir iç çatışmaya dönüştüğünü gösteriyor. Haziran ayında yaptığı Amerika gezisinde ABD’nin bütün buyruklarını kesin bir itaat temelinde kabullenen Tayyip Erdoğan hükümeti o günden bu yana daha açık, daha rahat adımlar atıyor. “Ilımlı islam” modeli konusunda ABD’nin net bir iradeye sahip olduğunu gören ve bu konuda tam destek alan hükümet “islamcı” kimliğini belirginleştirmesini engelleyen iç engellere karşı mücadelesini hızlandırmış görünüyor. Bu noktada üniversiteler ve türban meselesi simgesel bir önem taşıyor. Türban konusunda sıkıntı içinde olan ve kendi kitlesinde itibar kaybına uğrayan hükümet, YÖK’e karşı mücadelesinde en zayıf halklara karşı yargıyı kullanarak saldırıya geçmiş durumda. Evinde kayıtsız, kaçak yüzlerce tarihi eser bulunan rektörün, bir de ihaleye fesat karıştırmayla suçlanması ve tutuklanması bu çelişkilerin yeni bir noktaya sıçradığını gösteriyor. YÖK’ün hamlesi bilimsel hırsızlık yaptığı kesinleşmiş olan Başbakanlık müsteşarının üniversite ile ilişkisini kesmek oldu. Hükümetin polisiye hamlesi, idari bir hamleyle karşılık buldu. Ancak, YÖK bununla da yetinmiyor. Kendisine dönük bu saldırıyı adeta kendisini aklamak için bir araca dönüştürmeye çalışıyor. Her yıl demokratik haklarını kullanan yüzlerce öğrenciyi uydurma suçlamalarla okuldan atan, çeşitli biçimlerde uzaklaştıran, sivil faşistlere tam hareket serbestliği sağlayan, üniversiteleri polisle işbirliği içinde yöneten, faşizan bir denetim sistemi kuran ve bunu her üniversitede yüzlerce kamerayla tamamlayan, genellikle kendisiyle paralel hareket eden yargı organları kararlarını “yargı bağımsızlığı” gerekçesiyle sürekli savunan YÖK, mızrağın ucu kendisine azıcık olsun döndüğünde feryadı basıyor. Van’daki yargı organlarını hükümetin emirleri ile hareket etmekle suçluyor.
Sistem, hukuk organları ve tüm kurumlarıyla kendi çürümüş gerçeğini ortaya koyuyor. Devrimcilerin yıllardır ifade ettiği somut gerçekler, sistemin sahipleri tarafından tam bir ikiyüzlülükle itiraf ediliyor.
İkiyüzlülükleri sadece kendi iç çatışmalarında ortaya çıkmıyor. Aynı süreçte daha az ses çıkaran başka bir yargılama daha vardı; koca gözlü, temiz masum yüzlü Uğur Kaymaz ve babasını katleden polislerin yargılandığı dava Eskişehir’de görüldü. Günler öncesinden adeta şehirde sıkıyönetim havası estirildi. Sivil faşist köpekler sokağa salındı, MHP ve ülkü ocakları üzerinden saldırı ve tehditler savruldu. “Bebek katili” sözünü çok seven faşistler ve devlet, 12 yaşındaki Uğur’u katleden polislerini bir yandan terfi ettirmiş, diğer yandan da böylesi bir dava açmak zorunda kalmıştı. Fakat demokratik güçler çok yetersiz de olsa davayı sahiplendi, faşist güruhlar karşısında geri adım atılmadı. Halkların Kardeşliği İnisiyatifi her şeye karşın davayı boşlukta bırakmama kararlılığını gösterdi ve Eskişehir’e gitti. Faşistler ve resmi güçler bu durum karşısında ve davanın niteliğinden ötürü fiili saldırılar yerine, davaya ilişkin engellemelerle yetinmek zorunda kaldılar.
Bağımsız yargıdan dem vuranlar, hükümetin yargıyı yönlendirdiğinden söz edenler bu engellemeleri görmezden geldiler. Onların tutarlılık göstermesi elbette beklenemez. Onların yargısının da elbette tutarlılık göstermesini beklemiyoruz. Adalet devrimle gelecektir, devrimci adalet tüm zalimler karşısında özgür bir dünyanın kesin hükmü olacaktır.
Uğur davası halkın adalet arayışının ve şovenizme karşı duruşun sadece bir mevzisidir ve bu mevzi sadece direnişle, tüm demokratik güçlerin sahiplenmesiyle büyüyecektir.

Malatya; Bu Sisteme Teslim Edilen Hangi Şey Zulme Uğramadı?
Oligarşi cephesinde ve onların yönlendirdiği medyada Aşkın fırtınası daha dinmişti ki, bu kez Malatya çocuk yuvasında yaşanan vahşet patladı. Sistemin bütün kurumlarının, bütün aktörlerinin tutumu burada da tam bir ikiyüzlülük örneğiydi. Sanki bu durum yeni ve ilk kez yaşanan bir durumdu. Sanki zülum bu topluma, bu sisteme çok yabancı bir şeydi de, şok yaşanıyordu. Hepsi yalan elbette...
Vahşi kapitalist sistemin biçimlendirdiği bütün toplumsal yapı esas olarak şiddet üzerinden biçimlenmiştir. Devletin düzenlediği kamusal yaşam baştan aşağıya şiddetle örülüdür. Şöyle bir düşünelim bir kez; kamusal bir ortak ilişkinin yaşandığı hangi kurumda kaba, fiziki şiddet yoktur. Okula gidersiniz, dayak vardır... Az ya da çok mutlaka dayak yersiniz... Askere gidersiniz; dayak yemek “allahın emri”dir. Hiç kurtuluşunuz yoktur. Üstelik yaşınız daha büyük olduğu için daha çok dayak yersiniz. Poliste, jandarmada dayak yemek sıradan bir durumdur. Dayakla kurtulursanız kendinizi şanslı sayın, çünkü bir de filistin askılı, falakalı, elektrikli işkence vardır... Hapishanelerde daha adımınızı attığınız ilk andan itibaren vahşi bir şiddetle karşılaşırsınız; adı da “hoş geldin dayağı”dır. Politik tutukluysanız; tabii bu süreklileşmiş bir vahşete dönüşür.
Kısacası, kendinizi devlete teslim edin yeter, her türden, her dozda fiziki şiddeti yaşamanız an meselesidir. Ve bunu da herkes bilir...
Ancak günlük yaşamda sizi bekleyen sadece “devlet baba”nın dayağı değildir. Aile içinde kadının ve çocukların karşılaştığı vahşi fiziki saldırılar adeta sıradan bir durumdur. Çırak işçilerin patrondan dayak yemesi “normal”dir. İnsanların en sudan nedenlerle birbirlerine şiddet uygulaması, yaygınlaşan sokak çetelerinin şiddetine maruz kalmanız olağan durumlardır.
Söz çocuklardan açılmışken hemen eklemek gerekiyor; kurşunlanan Uğur Kaymaz kaç yaşındaydı? Ya da daha bir ay önce yoksul olduğu, okul yönetimlerinin istediği kayıt paralarını ödeyemedikleri için ayrı sınıflarda toplanan ve imkanlardan yoksun bırakılan küçük çocukların maruz kaldığı bu durum şiddet değil de neydi?
Gerçek bu iken, Malatya’nın anlamı nedir?
Elbette, küçük çocuklara uygulanan vahşetin dehşet yaratan görüntülerle görülmesi, her insanı derinden sarstı.
Üç yıldır iktidar olan AKP’nin “yeniyim, daha el atamadım” deme şansı yok. Çok basit düzenlemelerle, çok sınırlı harcamalarla dahi bu yuvaların en ileri düzeydeki bakım merkezlerine dönüştürülmesi mümkün. Ancak özeleştirel bir tutum doğal olarak beklenemezdi sistemden ve onun hükümetinden. Bunun yerine tam bir insanlık düşmanı burnu büyüklükle olay hafifsenmeye çalışıldı. Bu yuvalardan sorumlu bakan bile, kendi sorumluluğu altındaki kurumlarda işkence olayları patladığında yurtdışı gezisine ara verip geri dönmedi. Yalanlar arka arkaya geldi; personel yok, eğitimliler çalışmıyor, yönetmelikler çıkardık, elimizde maddi kaynak yok, vb... Kuşkusuz, bunların hepsi birden ellerinde patladı. Çocuk bakımı ve eğitimi konusunda üniversite ve lise eğitimi almış binlerce insanın işsiz dolaştığı, bunların işe alınmadığı, bunun yerine her dönem hangi parti hükümetse ona yakın eğitimsiz insanların işe alındığı, çalışanlara asgari ücret dahi ödemeyen taşeronların işleri üstlendiği ortaya çıktı. Her alan gibi bu alanda rant kaynağı haline getirilmişti. Hortumculara, büyük holdinglere milyar dolarları peşkeş çekenler, minik çocuklar için gereken kaynakları her ne hikmetse bulamıyorlardı! Şu anda sahte bir ilgi halesi oluşturulmuş durumda, birkaç ay sonra birkaç gerçekten samimi insan dışında bu ilgide sona erecektir.

Kürt Coğrafyası; Rutine Oturan Çatışmalar ve Kontrgerilla Saldırıları
Kürt ulusal hareketi ile devlet güçleri arasındaki çatışmalar belli bir rutine oturmuş gibi görünüyor. Elbette bu rutinin uzun süre böyle devam etmesini beklememek gerek. Mutlaka yeni ve daha ciddi hamleler karşılıklı olarak gelecektir. Ancak ulusal hareketin savunma olarak tanımladığı eylemlerin, Kürt ulusunun demokratik hakları için yeni bir açılımın, tereddütsüz bir duruşun ifadesi olmadığı da açık. Dolayısıyla bu sürecin bu biçimiyle bir süre sonra çürütücü pek çok öğeyle sakatlanması kaçınılmazdır.
Kuşkusuz bir yönüyle, Kürt ulusal hareketinin diğer unsurlarıyla da ilgili bir şey. Özellikle güneyde Barzani’nin Bush’la ve Merkel ile görüşmelerinin ardından açıktan Kürtlerin bağımsız ve birleşik bir devlet kurma hakkına sahip olduğunu, Kürdistan’ın er ya da geç kurulacağını açıklaması, Kuzey Kürt coğrafyasındaki ulusalcı dinamikleri ciddi biçimde etkilemektedir. Dolayısıyla, bir yandan İmralı’dan gelen “TC’nin bölünmez bütünlüğü”nün korunması gerektiği söylemi, bir yandan Barzani’nin giderek tüm Kürdistan’ın önderliğine iddialı söylemlerle oynaması, diğer yandan da hiçbir temel hedefe bağlanmayan bir silahlı eylem pratiği; KKK’nin (PKK’nin yeni ismi) içine girdiği açmazın üç köşesini oluşturuyor. Bu sıkışma giderek daha da derinleşecektir.
Özelleştirme ve Yıkımlar;
Süren Saldırganlığın Koçbaşları
Özelleştirme ve kondu yıkımlarına dönük saldırılar irili ufaklı adımlarla devam ediyor. Bu noktada iki saldırının özgün bir bileşimini oluşturan yeni bir hamle geldi oligarşiden; Dubai Kuleleri...
Dubai kuleleri, Haziran’da Amerika’da BOP’a tam olarak angaje olduktan sonra hızlanan Ortadoğu trafiğinin bir ürünü. Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’daki BOP bağlantılı tüm dinamikleri harekete geçiriyor. Türkiye de hızla sürece her boyutta dahil ediliyor. Amerikancı Arap ve İsrail sermayesinin Türkiye’ye yönelmesi ve TC’nin BOP’un uygulanmasına dönük yoğun çalışmalar yürütmesi, tüm organizasyonların içinde aktif olarak yer alması tümüyle BOP’la bağlantılıdır.
Dubai Kuleleri bir yağma projesidir. Yüzde 20 ile yapılan sözde ortaklık, aslında yumuşatılmış bir özelleştirmedir. Dubai’li sermaye grubu bu ortaklık sayesinde tüm işlerini çok daha hızlı ve zahmetsiz biçimde yürütecektir. Yani ortaklık aslında Dubaililere sağlanan bir kolaylıktan başka bir şey değildir.
Bu kuleler başka pek çok şeyin yanı sıra kentleşme açısından tek kelimeyle felakettir. Kentin zaten işlemez haldeki alt yapısını çökerten, kent dokusunu bozan bir saldırıdır. Ancak sadece bununla sınırlı kalmayacaktır. Kuleler kısa sürede, hemen etrafını saran yoksul semtlerine dönük kapsamlı saldırıların da gerekçesi haline gelecektir. Alt yapıyı ve çevreyi düzenlemek söylemiyle bölgenin yıkım alanına dönüştürülmesi ciddi bir tehlikedir. Öte yandan, bu kuleler ve tekellerin diğer kuleleri şımarıklık ve görgüsüzlük örneğidirler, daha da ötesinde mimari açıdan ezilenlere, halka karşı güç gösterisi, ezme aracıdırlar, tekellerin ulaşılmazlık ve büyüklük sembolleridirler. Dubai kuleleri yağmanın, şımarıklığın, halka karşı güç gösterisinin betondan zirveleridir. Öyleyse burada da gerekli olan halk direnişidir.

Tek Çıkış Yolu Halkın Direnişidir, Güzeltepe’deki Küçük Direnişin Başarısı Yol Gösteriyor...
Sürecin tüm gelişmelerini sıralamaya gerek yok... Tam bu noktada durup sormak gerekiyor; halkın çocuklarına, kimsesizlere kim sahip çıkacak? Uğur için, tüm ezilenler için adaleti kim sağlayacak? Kürt ulusuna ve tüm ezilen ulusal topluluklara dönük saldırılara kim dur diyecek? Yıkımlara ve özelleştirme yağmasına kim karşı duracak?...Bu soruların yanıtını küçük ama bu süreç açısından önemli bir direniş yanıtladı. Güzeltepe’de konutları yıkılan kiracılar yıkımlara karşı direndiler, evleri vahşice saldırılarla yıkıldı. Direnişten vazgeçmediler, yılmadılar, durakları barınma yerine çevirdiler. İstedikleri insanca yaşanılabilir konuttu... Onlar proletaryanın en ezilen, en yoksul kesimleriydi. İki elin parmakları kadar bile değildiler. Ama direndiler. Vazgeçmediler. Yanlarında, her adımda, her aşamada devrimciler, devrimci sosyalistler vardı. Kaderlerini ortaklaştırdılar, devrimci öncü onların güvenini kazandı, onlar direniş azmiyle hayatlarını ve onurlarını koruma kararlılığı gösterdiler. Soğukta, yağmurda, hastalıklarla boğuşarak, kendi içlerinde pek çok sorun yaşayarak, kimi zaman küçük yalpalamalar yaşayarak ama asla direnmekten vazgeçmeyerek direndiler. İlk kez konducular, üstelik konduların sahipleri değil, kiracılar, yıkımların ardından direniyordu. “Barınma Hakkımızı İstiyoruz” şiarıyla aylar süren direniş sergilediler. Yıkımları gerçekleştirenler, belediye yöneticileri “onlar teröristlerle birlikte davranıyor, ne pahasına olursa olsun onlara hiçbir hak tanımayacağız” diyorlardı. Bir örnek yaratılıyordu, bir ilk yaratılıyordu.
Ve direniş kazandı. Direnişi daha da boyutlandırma kararı ve iradesinin ortaya çıkması ve bunun yıkımcılara ulaşması direnişi başarıya taşıdı. Elde edilenler henüz sınırlıdır, ancak önemlidir. Direnişin kazanmanın tek yolu olduğu görülmüştür. En küçük bir kazanımın dahi ancak direnişle elde edilebileceği görülmüştür. Uzun bir süreçten bu yana ilk kez böylesi bir direniş başarıyla sonuçlandırılmıştır.Güzeltepe’nin kıvılcımı tüm direnişlere, tüm halk saflarına taşınmalıdır.Adalet istiyorsak, kulelerle yaşadığımız kentlerin kirletilmesini engellemek istiyorsak, yoksulların çocuklarına karşı vahşetin durmasını istiyorsak, özelleştirme yağmasının, yıkımların sona ermesini istiyorsak; izlenecek budur.
Evet, zalimler en şiddetli biçimde cezalandırılmayı hak ediyor, evet, yıkımlar ve özelleştirme insanca yaşama hakkımıza dönük bir saldırıdır ve karşılığını bulmalıdır, evet, bu kulelerin yapılması engellenmelidir ve tüm oligarşinin tüm kuleleri yıkılmayı hak ediyor, evet, kendi kaderini tayin hakkı Kürt ulusunun vazgeçilemez hakkıdır ve bunun engellenmesine karşı mücadele her demokrat insanın kaçınılmaz görevidir.
Bütün bunlar apaçık gerçekler ve doğrular ise önümüzde duran görev, direnişi örgütlemek, kendimize güvenmek, yaşamı ve onurumuzu savunmak, devrimci öncünün ve eylemin etrafında birleşmek ve mücadele etmektir... Devrimin gücünü büyütmek, her yerde direnişin temsilcisi olmaktır.
Devrimci sosyalistler tam da bu noktada kendilerini sorgulamalıdırlar. Halkın istemlerine yanıt vermek büyük işlerin hayallerini kurmakla olmaz. Büyük işler küçük gibi görünen pek çok vazgeçilmez çalışmanın bileşimiyle mümkün hale gelir. Bu bağlamda, güncel gelişmelere daha esnek, daha hızlı politik pratiklerle karşılık vermeyi artık öğrenmeliyiz. Daha da ötesinde devrimci pratiğimizi salt kendi güçlerimiz üzerinden değil, tüm emekçilerin katılabileceği, çevre çeper ilişkilerini dahil olabileceği bir çizgiye oturtmalıyız.
Çünkü bizim için de, emekçiler için de direniş en iyi öğretmendir, okuldur. Büyük işlere hayallerle değil, irili ufaklı direnişlerden öğrenerek ulaşacağız.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul