Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

34. Sayı - Ekim 2005

Şovenizm; Burjuvazinin Gerçek Vahşi Yüzü...
Şovenizm neredeyse ulusların ortaya çıktığı kapitalizmin ilk dönemleriyle yaşıt... Burjuvazi Avrupa’da çeşitli ülkelerde ulus devletleri kurarken, bir yandan da diğer ulusları baskı altına almak için kendi ulusunun diğer uluslardan üstün olduğunu, bu nedenle diğerlerini ezme, yönetimi altına alma hakkına sahip olduğunu iddia etmekteydi. Elbette bu sadece basit bir iddia olarak kalmamakta, bu gerici düşünceleri iç ve dış politikasının merkezi bir unsuru haline getirmekteydi. İşte, her ülkedeki egemen burjuvazilerin kendi ülkeleri dışındaki toprakları gasp etmeye, diğer ulusları, hatta ırkları baskı ve sömürü altına almaya dönük uygulamalarını meşrulaştırma politikalarının tümünü birden niteleyen şovenizm, son 200 yıldır insanlığa dönük en büyük saldırı durumunda... Şovenizm, kimi zaman bir devlet ya da ülke sınırları içindeki küçük ulusal toplulukları zorla asimile etmenin, kimi zaman başka ülkeleri iğrenç savaşlar yoluyla fethedip sömürgeleştirmenin, kimi zaman işçi ve emekçilere dönük vahşi saldırıların kaynağı oldu. Asimilasyonculuk, sömürgecilik, ırkçılık, faşizm yani ne kadar barbarca politika ve uygulama varsa hepsinin döl yatağı ve ideolojik kaynağı “üstün ulus, üstün ırk” söylemini merkeze alan şovenizm oldu. Şovenizm, egemen sömürücü sınıfların vahşi sömürü politikalarını gizleyen, emekçi kesimlerin bu sömürgeci, halkları düşmanlaştıran, emeğin sömürüsünü “birleşmiş üstün ulus” söylemleriyle örten bir incir yaprağı oldu. İki büyük dünya savaşına ve sayısız irili-ufaklı savaşa kaynaklık etti... Halkların birbirini kırdığı sayısız katliama, kırıma neden oldu. Son iki yüzyılın tarihinde nerede sömürgecilik ve bu temelde işgal varsa, nerede faşizm varsa, nerede zorla asimilasyon varsa, nerede büyük vahşetler varsa, orada egemen sömürücü sınıfların yoğun şovenist politikaları vardır.

Şovenizm; TC’nin Tarihsel ve Güncel Saldırı Politikası...
Türkiye ve Kürt coğrafyası şovenizmin acılarını en derin biçimde yaşamış ülkeler. Şovenist saldırganlık özellikle son süreçte sokağa inmiş durumda... Türkiye oligarşisi şovenist saldırganlığı sokaktaki kalabalık güruhlar eliyle yürütme politikasını ilk kez uygulamıyor. Tan matbaasının yakılması, Rumlara dönük 6-7 eylül vahşeti, 1969 Kanlı Pazarı, Maraş Katliamı, Çorum Katliamı, Sivas Katliamı, 1990’lı yıllarda Kürtlere karşı çeşitli saldırılar... Cumhuriyet tarihinin ilk elde sayılacak bu türden şovenist barbarlık örnekleridir. Ancak bunların tümü kısa süreli ve devletin rolünün genellikle arka planda tutulduğu barbarlık örnekleridir.
2005 Newroz’undan bu yana ise önce “bayrak yakma” provokasyonuyla başlayan, linç girişimleriyle devam eden, Ağustos, Eylül aylarında ise Kürtlere dönük ciddi saldırılarla devam eden ve daha öncekilerden pek çok açıdan belli farklılıklar taşıyan yeni bir şovenist saldırı dalgasıyla karşı karşıyayız.
Kısacası, şovenist saldırganlığın bir konjonktürel yüzü var. Bayrak provokasyonuyla başlayan ve Eylül başlarında yeniden azan... Bir de TC’nin mayasına değin uzanan süreklilik taşıyan, tarihsel bir boyutu var.
Bu yeni şovenist barbarlık dalgasını ele almadan önce, Türkiye oligarşisinin, onun politik-toplumsal egemenlik aygıtı olan TC’nin şovenizmle olan tarihsel bağlarına kısaca bakmak yararlı olacaktır.

TC’nin Mayası Olarak Şovenizm; Türk Varlığını Sakatlayan Yara...
Şovenizm. TC’nin mayasında ve tüm uygulamalarında var... Onun varoluşu ile şovenist politikalar-düşünceler ayrılmaz bir bütünü oluşturur. Temel ilkeler arasında sayılan milliyetçilik, aslında şovenizmden başka bir şey değildir. Tüm politikaları, tüm uygulamaları şovenizm tarafından ince bir tül gibi kaplanmıştır. Tüm varoluşuna şovenizm sinmiştir. Her hücresi şovenizm tarafından kirletilmiştir. Bu nedenle TC’nin hiçbir temel uygulaması şovenist düşünme tarzından bağımsız olarak ele alınamaz...
Osmanlı’nın ideolojik, düşünsel temelini islam düşüncesi oluşturmaktaydı. Tüm feodal çağın temel ideolojik formu dindi... Osmanlı da bunun dışında kalmadı. İslamın yanı sıra, Osmanlı ve bu anlamda Türklük, Osmanlı Devleti’nin düşünce ve kimliğine daha ikincil bir unsur olarak damgalarını vurdular. Ancak Osmanlı’da Türklük asla birincil düşünsel kaynak ya da devletin temel unsuru olarak görülmedi. Hatta Osmanlı çoğu kez geniş Türk topluluklarının en büyük düşmanı oldu. Kendisi de Türkçe konuşan bir beylik olmasına karşın Türklüğü ve diğer Türk beyliklerini kendi varlığı için tehlike olarak gördü. Kapitalizmle birlikte ulusların ortaya çıkışı, özellikle Balkanlardaki Hıristiyan halklar üzerinden derin etki gösterdi. Bu süreçte, İslam söyleminin yanı sıra Osmanlıcılık da imparatorluk sınırları içindeki tüm toplulukları bir arada tutmak için yeni bir çimento olarak geliştirildi. Ancak bu oldukça zayıftı ve Osmanlı’nın gerilemesini durduramadı. Osmanlı Batı’da kaybettikçe doğudaki topraklarını elde tutmak için pan-islamcılığı geliştirdi. Bu da işe yaramadı. Osmanlı’nın son 25 yılında Türkçülük de gelişti. Ancak Türkçülükle geniş imparatorluk içindeki ulusları ve diğer toplulukları bir arada tutmak asla mümkün değildi.
Osmanlı çöküp de imparatorluktan geriye çok küçük bir toprak parçası kaldığında, Osmanlı artığı egemen sınıfın siyasi temsilcileri içinde yeni bir devlet fikrini işleyen ve işgale karşı mücadeleyi esas alan kesim, yani Kemalistler yüzünü tümüyle Batı’ya dönmüştü. Tam da bu dönemde, kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte Batı artık tümüyle gericileşmiş, ilerici dinamiklerini tüketmişti. Kemalistler, işte Batının bu noktaya gelmiş olan düşünme tarzını ve toplumsal, siyasi biçimlenişini örnek almaktaydı. Yeni devletin sınırları daha baştan Misak-ı Milli ile belirlenmişti. Güçlü ulusal bağımsızlıkçı örgütlenmelerin olduğu Balkan ve Arap coğrafyası gözden çıkarılmıştı. Doğrudan emperyalist devletlerin el koyduğu ve güçlü ulusal hareketlerin bulunduğu bu coğrafyaları yeniden ele geçirmek hayaldi. Bunun yerine, gayrı müslimlerle birlikte yaşanan Anadolu toprakları, Trakya’nın mümkün olduğunca çok parçası, o dönem hala resmi olarak Kürdistan olarak tanımlanan İran işgali altındakiler hariç tüm Kürt toprakları, müslüman Lazların, Gürcülerin, Çerkezlerin Osmanlı yönetimindeki toprakları... Bu coğrafya’da dinsel ideoloji ve Osmanlıcılık üzerine kurulu olan devlet tasfiye edilecek, yerine Batı’daki gibi ulus temelli bir devlet kurulması hedeflenecekti. Bu ulusal devlet Türk ulusunu esas alacaktı.
Dizginsiz şovenist saldırganlık, Türk uluslaşmasının doğal gelişme seyrinden çıkarılarak sakatlanması, başta Kürtler olmak üzere tüm diğer ulusal toplulukların varlığının ölümcül bir saldırıya uğraması tam da bu noktada başlıyordu.
Osmanlı egemenliği altında Türk halk toplulukları içinde ulus fikrinden ve örgütlenmesinden çok ümmet fikri egemendi. Türkler içinde bir ulusal varlık oluşturma pratiği henüz çok zayıftı. Bu durum Kürtler içinde de zayıftı. Kürt coğrafyasının Osmanlıyla ilişkisi bağımlı ülke ve ardından sömürge konumuydu. Hilafetten ötürü Osmanlıya bağlılık söz konusu olsa da, ezilme durumu nedeniyle son iki yüzyıldır ayaklanmalarda birbirini izlemişti. Ancak modern bir uluslaşma sürecinin ilk adımları yeni yeni belirmekteydi. Diğer müslüman topluluklar içinde bu ya yoktu, ya da henüz çok zayıf düzeydeydi.
Türkçe konuşan bir beylik olmasına karşın, diğer Türk topluluklarıyla yıldızı hiçbir zaman barışmayan ve Anadolu’nun geniş Türk toplulukları tarafından sevilmeyen Osmanlı artığı olan Kemalist elit ulus temelli bir yeni devlete karar verdikten sonra doğal olarak Osmanlı kimliğinin zayıf ancak asli unsuru olarak gördüğü Türklüğü öne çıkardı. Ulusa dayanan devlet bir Türk devleti olacaktı.
Bilindiği gibi, uluslaşma süreçleri esas olarak nesnel temellere dayanır. Toprak birliği, dil birliği, ekonomik birlik... gibi. Ancak uluslaşma aynı zamanda pek çok politik ve toplumsal mücadele ile kurulan, adım adım ilerleyen bir süreçtir. Burjuva uluslaşması ulusa atfedilen pek çok özelliği, tarihsel arkadan ayıklayarak ortaya çıkarır, bu yoldan bir ulusal özellikler, ulusal kültür bütünü oluşturur.
Misak-ı Milli içinde Türklere dayanan bir ulus devlet kurulacaktı, ya diğerleri; Kürtler, Araplar, Çerkezler, vd..
Misak-ı Milli içinde etnik olarak Türkleri esas alan bir ulus devletin kaçınılmaz olarak diğer ulusları ve ulusal toplulukları ikincilleştireceği açıktır. Diğer ulusların varlığını tanımak ancak onların ulusal demokratik haklarını tanımamak ise kaçınılmaz biçimde bu halkların sert ulusal mücadelelere girişmesi demekti. Cumhuriyeti kuran Kemalist elit bunu Osmanlı deneyiminden çok açık biçimde görmüştü. Osmanlı milliyetçi bir pratiğe sahip olmamasına karşın, tüm uluslar kendi ulusal varlıklarını bağımsız, özgür biçimde ifade etmek için büyük mücadeleler geliştirmişlerdi.
Kemalistlerin ne toprak kaybına, ne de misak-ı milli dedikleri toprak parçası içindeki ulusların demokratik birliğine tahammülleri vardı. Onlar Osmanlı Devleti’nden kalan ne varsa ulus düzleminde yeniden kurmayı, toparlamayı hedefliyorlardı. Osmanlı’da Türklük öndeydi ve Türklüğü esas alacaklardı.
Bu noktada, diğer uluslara ve ulusal topluluklara dönük olarak, o güne değin eşi benzeri görülmemiş, hatta günümüzde bile bir eşi olmayan bir inkâr ve asimilasyon politikası dayattılar. Dayatılan açıktı; Misak-ı Milli içinde yer alan Türkler dışındaki tüm ulus ve ulusal toplulukların varlığını inkâr ettiler. Bu ulusların insanlarının kendi ulusal varlıklarını inkâr etmelerini dayattılar. Bu uluslar yoktu, hiç varolmamışlardı, hepsi Türktü... Daha düne kadar ayrı bir ulusal topluluk, ayrı bir ülke olarak Osmanlı içinde varlıkları tanınmış olan halklar bir anda buharlaştırıldı. Meclise Kürdistan, Lazistan adına milletvekili bile seçilirken bir anda, bu ülkelerden söz etmek suç sayıldı.
Cumhuriyeti kuran burjuvazinin hesabı açıktı; Kürtler ve Araplar dışında kalan müslüman ulusal toplulukların (Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Boşnaklar, Pomaklar vb.) asimile edilmesi nispeten kolaydı. Bu kesimlerde ulusal bilinç (Çerkezler dışında) oldukça zayıftı. Bir kısmı göçmendi ya da hemen sınırdaş olan ülkelerle ortak ulusal kimliğe (Gürcüler, Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar) sahiptiler. Ancak müslüman oluşları nedeniyle Osmanlı’ya ve ardından da TC’ye daha güçlü bir bağlılık duygusu taşıyorlardı. Kısmen gönüllü, kısmen zor yoluyla bunların Türk uluslaşması içinde eritilmesi mümkündü.
Müslüman olmayan ve varlıkları Lozan Anlaşmasıyla açıkça tanınan Rum ve Ermeni ulusal toplulukları ise zaten zorunlu göçertme ve büyük kıyımlar yoluyla küçük topluluklara dönüştürülmüştü. Yahudiler ise zaten sessizdi. Bu toplulukların kısa vadede tehlike oluşturması mümkün değildi. Kısa sürede ikincilleştirilerek ve çeşitli baskılar yoluyla varlıklarının yok edilmesi mümkündü.
Bu noktada ana problem Kürtlerin, kısmen de Arapların durumundaydı. Kürtler o güne değin Kürdistan denilen yukarı Mezopotamya’nın kadim halkıydı. Yani bilinen tarihten bu yana o topraklarda yaşamakta, ayrı bir dile, toprak ve ekonomik yaşantı birliğine, ortak kültüre sahip, yaşadıkları topraklarda çoğunluğu oluşturan ve büyük bir nüfusu olan bir ulustu. Modern uluslaşma süreci henüz emekleme aşamasında olmasına karşın, bu bilinç oluşmuştu ve çeşitli ayaklanmalarla kendisini ortaya koymuştu. Cumhuriyetin efendileri Kürtler karşısında izlenecek yolu net olarak belirlemişlerdi; zorla asimilasyon... Zaten zayıf olan Kürt uluslaşmasını, ulusal varlığını daha uyanmadan ve büyümeden zorla Türkleştirme... Uzun vade de Kürt varlığını silme...
Kuşkusuz, yok sayma hayali bir tutumla olmuyordu. Yok sayma, inkâr politikası ciddi bir varsayma ve ezme ile birlikte yürüyordu. Kürtler ve diğer halklar devlet yok dediği için bir anda yok olmuyordu. Bu büyüklükteki bir halkı bir anda asimile etmek mümkün değildi. TC’nin elinde Kürtleri içine sokup Türk olarak çıkaracakları bir boyacı küpü yoktu. Bu nedenle Kürt halkı kaçınılmaz olarak varlığını sürdürecekti. Ancak sürekli zorun eşlik ettiği bir ezme haliyle, sürekli ikincilleştirilerek, sürekli sakatlanarak...
Böylece, Kürtler ülkelerinin emperyalist planlar sonucu paramparça edildiğini ve her bir parçayı gasp eden devletin şovenist politikalar temelinde vahşice talanlar yaptığını, bırakalım ulusal demokratik haklarını kullanmayı, varlıklarının dahi inkâr edildiğini en acı katliamlarla her durumda yaşadılar. Sadece Kürtler değildi bunu yaşayan... Araplar, Çerkezler, Ermeniler, Lazlar, Rumlar, Süryani-Asuriler... Hepsi sürgünlerle, kitlesel katliamlarla, ulusal varlıklarının inkârıyla derin acıları yaşıyorlar... Bütün bu halkların, ulusal toplulukların isimleri aşağılanmayla, küfürle, küçümsenmeyle anılıyor. Bir yandan varlıkları dahi inkâr edilen, öte yandan somut her durumda aşağılanan, saldırıya uğrayan halklar gerçeği söz konusudur.
Kuşkusuz, sakatlanan, yaralanan, çarpılan sadece ezilen uluslar değildir. Aynı zamanda Türk ulusudur, Türk uluslaşmasıdır. Yaşanan Türk ulusunun da felaketi oldu. Daha Türk uluslaşmasının oluşum sürecinin başında tüm doğal dinamikler çarpıldı. Dil birliğine, ekonomik yaşantı birliğine, toprak birliğine, kültür birliğine (ruhsal biçimlenme birliği) sahip olan ve bunu daha da geliştirerek dünya uluslar ailesi içinde güçlü bir yer tutabilecek olan, emperyalist işgale karşı yürüttüğü mücadele ile örnek olabilecek olan Türk ulusu, Türk halkı, kendini şovenist uluslaşma projesiyle bir anda tüm doğal dinamikleri çarpıtılmış konumda buldu. Dil birliğine, toprak ve kültür birliğine, ekonomik yaşantı birliğine sahip olmadığı Kürtler, Araplar ve diğer ulusal topluluklar bir anda zor yoluyla, yasa ve jandarma sopasıyla Türk sayılmıştı. Sadece bununla sınırlı kalınmamış, uyduruk bir dil ve tarih projesi geliştirilmiş neredeyse tüm insanlığın Türklerden geldiği iddia edilir olmuştu. TC’nin kuruluşuna kadar Türklükten dahi doğru dürüst söz edilmezken, Osmanlılık önde tutulurken, bir anda Türklerin dünyanın en büyük ulusu olduğundan söz edilmeye başlanmıştı.
Bir yandan, Orta Asya’ya değin uzatılan ve ırkçı motiflerle süslenen bir Türk kimliği, bir yandan da Türklükle hiçbir bağı olmayan, Türk olduğunu da kabul etmeyen on milyonlarca insanın zorla, asimilasyon yoluyla Türk kabul edilmesi, Türkleştirilmeye çalışılması ve bunların toplamından bir Türk ulusu çıkarma zorlaması... Hiç kuşkusuz, bunun esas olarak zor yoluyla asimile edilmeye çalışılan ulus ve ulusal topluluklara büyük bir zulüm olduğu açıktır. Ancak Türkiye özgülünde yaşanan asimilasyon ve TC’nin Türk uluslaşması süreci bağlamında uyguladığı bu model, Türk ulusuna da büyük bir zarar vermiştir. Türk ulusunun, ulusal bilincini, kimliğini, diğer ulus ve ulusal topluluklarla ilişkilerini ağır biçimde zedelemiştir. Daha da ötesinde Türklük ve Türk ulusu kavramları muğlaklaştırılmıştır.
Kimdir Türk?... Bu sorunun açık net yanıtı yoktur, ortalama insan açısından. Kürtler Türk müdür?... Çerkezler, Araplar, Gürcüler Türk müdür?... TC’ye göre gayri müslimler hariç herkes Türktür. Ana dili Türkçe olmayan, Türkçe bilmeyen, aynı tarihsel geçmişe sahip olmayan, kendisini Türk olarak görmeyen milyonlarca insan resmi makamların görüş ve emirleri doğrultusunda Türk sayılmakta, Türk ulusunun bileşenleri olarak ele alınmaktadır. Bunun için özellikle Kürtler için, onların Türk olduğuna dair birçok hurafe “bilimsel” tez olarak sunulmaktadır.
Kısacası, Türk şovenizmi özgün bir yapıdadır. Şovenizm, doğal yolunu izleyerek gelişmiş Türk ulus varlığının, burjuvazinin gerici amaçları ve başka ulusların ezilmesi amacıyla çarpıtılması, yüceltilmesi olarak gelişmemiştir. Şovenizm daha Türk ulusal varlığının gelişmesinin ilk adımlarında ona sızmış, onun doğal gelişmesini bozmuş, Türk olmayan ulusların ve ulusal toplulukların zor yoluyla Türk varlığı içine katılmak istenmesiyle, daha baştan başka ulusların varlığının inkârının adeta Türk ulusal varlığının olmazsa olmazı olarak konulmasıyla, yalanlarla dolu tarihsel anlatımlarla ve bunların yarattığı ruhsal şekillenmeyle derin biçimde bozulmuştur.
Türk şovenizminin özünü, Türk uluslaşmasını da sakatlayan, yalana ve şiddete dayanan tez ve uygulamalar oluşturmaktadır.

ŞOVENİZMİN POPÜLER YALANLARI VE GERÇEKLER

Kürtler Türktür, Kürt Sorununu Dış Güçler Yaratıyor !
Şovenistlere ve her türden faşistlere göre Türkiye’de Kürt olmadığı için bir Kürt sorununu olması da mümkün değil. Ama her nasılsa böyle bir sorun var. Peki nasıl oluyor? Cevap hazır; dış güçler yaratıyor bu sorunları...
Yani Türkiye’de Kürt yok, varsa bile sorunu yok... Ama dış güçler olmayan bir sorunu yaratıyorlar. Böyle bir sorunun neden Uganda, Bulgaristan, Polonya ya da Türkmenistan’da değil de, Türkiye’de, Suriye’de, İran ve Irak’ta ortaya çıktığının yanıtı ise yok. Dış güçler örneğin neden bir Hintli, Polonyalı sorunu yaratamıyorlar da Kürt sorunu yaratabiliyorlar, yanıtı yok. Madem, herkes Türk, nasıl oluyor da milyonlarca Türk doğduklarında Türkçe’yle yakından uzaktan ilgisi olmayan bir dili konuşuyor ve kendine Türk değil de Kürt diyor bunun da yanıtı yok... Örneğin niye Yunanistan’da 5 milyon kişi kalkıp kendine biz Yunanlı değiliz, Fransızız demiyor ya da Polonya’da 10 milyon kişi kalkıp Polonyalı değil, Rusuz demiyor da, 20 milyona yakın insan kalkıp Türk oldukları halde Kürdüz diyor. Koca devlet nasıl olup da bin yıldır bu insanları Türk olmaya ikna edememiş, bunun da yanıtı yok... Dış güçler nasıl milyonlarca insana gelip Kürtçe öğretiyor bunun da yanıtı yok... Şovenistlerin, faşistlerin yanıtı yok, olamaz da, çünkü iddiaları tüm tarihin, somut gerçeğin inkârından başka bir şey değil. Koca bir yalan; kendilerinin de inanmadığı iğrenç bir yalan dışında ellerinde hiçbir şey yok. Dış güç kendileri, çünkü halkın dışında emperyalizmin hizmetindeler.

Şovenizm; Güncelleşen ve Büyüyen Saldırganlık...
Türkiye oligarşisinin ve devletinin daha kuruluş sürecinin başında mayasında olan şovenist saldırganlık yukarıda ortaya koyduğumuz varoluş biçimi nedeniyle kaçınılmaz olarak süreklilik taşımaktadır. Şovenizm, devletin ve egemen sınıfların emekçilere ve ezilen halklara karşı kullandığı basit bir alet değildir. Türkiye gerçeğinde şovenizm mevcut sömürücü egemenlik sisteminin olmazsa olmazıdır, onun karakteristik özelliklerinden, temel yapı taşlarından biridir. Günlük yaşamın tüm boyutlarında, tüm unsurlarında şovenizmin derin izlerini bulmak mümkündür. Bu öğeler kimi zaman Dersim, Ağrı, Şeyh Sait isyanları, PKK hareketi karşısında olduğu gibi büyük askeri bastırma operasyonlarıyla, kimi zaman ise sivil güruhların katliamlarıyla vahşet boyutlarına bürünmüştür.
2005 Newroz’un da “bayrak yakma” provokasyonuyla başlayan şovenist saldırılar ve Ağustos, Eylül aylarında Öcalan’ın hapishane koşullarının düzeltilmesi için yapılan barışçıl eylemlere saldırılarla, çeşitli bahanelerle Kürtlere karşı linç girişimleriyle giderek büyüdü. Kürt olan her şeye karşı saldırı, dışlama, nefret özel olarak yaygınlaştırılıyor. Şovenist saldırganlık Eylül ayında Ermeni kıyımı ile ilgili bir Konferans bahanesiyle Ermenilere ve sorunu gündeme getiren akademisyenlere yöneldi. Şovenist saldırganlığa karşı biraz olsun sesini yükselten, tarihsel gerçekleri sınırlı ölçüde de olsa dile getirenlere karşı hapis cezası istemiyle davalar açılıyor. Yazar Orhan Pamuk ve gazeteci Hırant Dink’e bu susturma operasyonunun ilk eldeki hedefleri oldular. Yeni boyutlar kazanarak büyüyen bu şovenist saldırganlık dalgası pek çok yönüyle daha önceki şovenist saldırılarla benzer özellikler taşımasına karşın, kimi yanlarıyla özgün nitelikler taşımaktadır.
Daha önce sivil güruhların provoke edilmesiyle gelişen şovenist saldırılar genellikle kısa süreli olmuştur. Şovenist saldırganlık bu kez bir hızlanıp, bir yavaşlayarak ancak süreklileşmiş tarzda sürüyor. Saldırganlık zincirine aralıklarla yeni halkalar, yeni provokasyonlar ekleniyor. Şovenist gündem sürekli canlı tutuluyor.
İkincisi, şovenist saldırılar daha önce esas olarak Kürt ulusunun ve diğer ulusal toplulukların öncü kesimlerine yönelirken, son süreçte gelişen saldırılar Kürtlerin tümünü düşman sayan bir söylemi esas alıyor. Kürtleri bir bütün olarak dışlayan, marjinalleştirmeye, toplumsal yaşamın dışına atmaya çalışan bir söylem ve pratik söz konusu... Açıkça Kürtlük ve Kürtler aşağılanıyor, düşman ilan ediliyor. Bunda Irak’taki gelişmeler, güney Kürtlerinin ulusal kazanımlarının ve uluslararası statüler kazanmalarının rolü var. Oligarşi Kürtlerin elinden kayıp gittiğini, artık Kürt yoktur, varsa da hakları yoktur söyleminin artık nesnel temellerinin kalmadığını görüyor. Bunun karşısında Kürtlere iki seçenek bırakıyor; ya Türkleşmeyi, en azından devletin sadık tebaası olmayı seçersiniz, ya da sizleri lanetli bir topluluk haline getirir, tümünüzün yaşamını resmi ve sivil saldırılar yoluyla zindana çeviririz. Bu bağlamda, oligarşi bir Türk-Kürt ayrışmasını göze almış görünüyor. Zaten kaybedilmekte olan Kürtler bu yoldan çok daha geniş çaplı biçimde baskı altına alınmaya çalışılıyor. Oligarşi bu noktada, PKK hareketinin içine girdiği postmodern reformist milliyetçiliğin uygun bir zemin sunduğunu düşünüyor, görüyor.
Üçüncüsü ve en az ilk ikisi kadar önemli olan bir diğer faktör, oligarşi hakim kanadını oluşturan ve ordunun başını çektiği kesim, ABD emperyalizminin bölgede BOP yoluyla gerçekleştirmek istediği düzenlemeleri ve kendisine biçtiği rolü esas olarak kabul etmekle birlikte Türkiye içindeki ve Irak’taki statükoların korunmasını istemekte, değiştirilmek istenen noktalara itiraz etmektedir. Bunların başta geleni Kürt sorunu ve “ılımlı islam” projesi bağlamında yapılmak istenen düzenlemelerdir. Oligarşi bu ve diğer tüm temel sorunlarda emperyalizm karşısında çaresiz durumdadır. Her alanda görece özerk davranma zeminleri daralmış, pek çok noktada ortadan kalkmıştır. Bu noktada sınırlı da olsa hareket edebildiği tek zemin Kürt sorunudur. Ordunun öncülük yaptığı oligarşinin egemen kanadı artık her derdini, her mesajını ancak Kürt meselesi üzerinden verebilmektedir. ABD’ye mesaj vermenin, ılımlı islam politikasına tamamen bağlanmış olan AKP’yi sıkıştırmanın, vb. her durumda ancak Kürt sorununda şovenizm temelinde manevralar geliştirilerek politika yapılmaktadır. Başkaca bir politika yapma zemini kalmamıştır. Bu da Kürt sorunu ile sürekli oynanması anlamını taşımaktadır. Provokasyonların süreklilik kazanmasının, sokağa taşmasının, büyük sivil güruhlar eliyle yürütülmesinin temel nedenlerinden biri budur.

ŞOVENİZMİN POPÜLER YALANLARI VE GERÇEKLER

PKK’yi Amerika ve Batı Destekliyor
TC, milyona yaklaşan askeri, üç yüz bin polisi, istihabaratı, korucusu, muhbiri vb. unsurlarıyla yirmi yılı aşkın bir süredir Kürt ulusal hareketi ile savaşıyor. Önce bir avuç eşkiya denilip küçümsenen, ancak işin boyutları büyüdükçe dev bir canavara benzetilmeye çalışılan PKK karşısında neden başarı kazanılamadığı sorusu TC için ciddi bir sorun haline geldi. Milyonluk ordu, polis ve diğer devlet güçleri nasıl oluyordu da, sayıları 5 ila 10 bin arasında olduğu ilan edilen, “eşkiyayı, halkın desteğine sahip olmayan terör örgütünü” yenemiyordu. Bunun bir izahının yapılması ve prestijin kurtarılması gerekmekteydi. Bu noktada, oligarşinin imdadına kendilerini anti-emperyalist olarak pazarlayan sözde solcu Kemalistler ve kontrgerillanın psikolojik savaş birimleri yetişti. “PKK’ye AB ve ABD yardım ediyor, Kuzey Irak’taki PKK kamplarına uçaklarla yardım malzemeleri atıyorlar” denildi. Böylece ordunun neden PKK’yi bir türlü yenemediğinin yanıtı verilmiş oluyordu. Neydi bu yardım? Kimi yiyecek paketlerinden söz ediyor, kimi bir kaç silahtan... Kısacası gülünç yalanlar. Binlerce PKK savaşçısı birkaç ABD yiyecek paketi alıp savaşıyordu bu iddiaya göre.
Gerçek ne?
Amerikan yardımını, AB yardımını kim alıyor?... Bu soruların yanıtını vermek için alim olmak gerekmiyor. Türk ordusunun tüm savaş uçakları ABD’den alınmıştır. Hemen hemen tüm savaş gemileri, teçhizatlarının önemli bir bölümü Amerikan malıdır, Amerikan hibesidir. Tankların önemli bir bölümü Amerikan ve Alman malıdır ve onlardan alınmıştır. Bir kısmı hibe, bir kısmı kredi ile verilmiştir. G-3 piyade tüfekleri Alman lisansı ile üretilmektedir. Almanya 1990 başlarında TC’ye 100 bin Kaleşnikof tüfek ve 100 milyon mermi hibe etmiştir. Şimdi soruyu tekrar soralım; kim ABD ve AB emperyalistlerinin yardımı ile savaşıyor?.. PKK’nin kaç helikopteri, kaç uçağı, kaç tankı var ve kimden alıyor? Peki, TC’nin kaç tankı, uçağı, gemisi, topu, helikopteri var ve kimden alıyor?...

Şovenizm; Emperyalizmin Uşaklarının Milliyetçiliği...
Şovenizm bir yanıyla kaba saldırganlık, katliamcılık, vahşi saldırılardır. Ancak, sadece bu değildir. Şovenist politikaları benimseyen, vahşet uygulamalarına katılan, sessiz kalan milyonlarca insan bunu vahşetten, saldırganlıktan özel bir zevk aldığı için yapmıyor. Elbette, böyle tümüyle çarpılmış, insani özelliklerini yitirmiş azımsanamayacak bir güruh var. Kürtlere dönük savaşta kulak kesen, meme uçlarıyla tespih yapan, bunları ve daha başka vahşet örneklerini fotoğraflayan, bununla övünen küçümsenemeyecek sayıda asker var. Sorun sadece bunlar değil, daha büyük sayıda bir insan ise bu askerlerin öykülerini, çektikleri vahşet fotoğraflarını dinliyor, görüyor ve olağan karşılıyor. Ancak ezici çoğunluk bu tablonun başka yönünü görüyor; şovenist politikaları bir tür vatanseverlik olarak görüyor. Şovenizm vatan sevgisi, ülkenin birliği, büyük bir güç olması, büyük devlet, büyük halk olma, vb. kavramlar ve hedeflerin arkasına gizleniyor. Kuşkusuz bunlar öyle masumane biçimde dile getirilmiyor. Vatan sevgisi derken, bu başka halkların vatanlarının fethinin, onların ezilmesinin haklı olduğu gibi adice bencilliklerle ifade ediliyor. Ülkenin birliği derken, Kürtlerin yok edilmesi yoluyla birlikten söz ediliyor. En azından böylesi bir katliamın olağan bir şey olduğu fikri işleniyor. İster katliam ve benzeri saldırılara katılsın, ister katılmasın şovenizmin etkisi altındaki kesimlerin dilindeki, bilincindeki vatanseverlik her türden barbarlığı az ya da çok içeren bir vatanseverliktir.
Bu “vatansever”lik iskambil kağıdından yapılmış şato gibidir. Çürüktür, dayanaksızdır, yalana dayalıdır, halkları birbirine karşı düşmanlaştırmaya dayalıdır, Türk ulusunun, halkının gerçek çıkarlarını savunmayı göz ardı eder.
Türk halkının gerçek düşmanları olan başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalistlere, onların uluslararası kurumları IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya, onların yerli işbirlikçilerine karşı bu “vatansever”liğin tek bir sözü yoktur. Çünkü bu “vatansever”liğin, bu milliyetçiliğin kaynağı emperyalistler ve yerli işbirlikçileridir.
Bu, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin imalatı “vatansever”liğin sokaktaki uygulayacısı barbarlar sürüsü ise oldukça geniş bir toplumsal yelpazeden geliyor. Barbarlar sürüsü yalnızca lümpen proletaryadan oluşan bir güruh değil, çok renkli, çok değişik toplumsal kesimlerden geliyorlar... Eğitimliler, öğrenciler, profesörler, eğitimsizler, yoksullar, işçiler, oldukça geniş bir küçük ve orta burjuva kesim, burjuvazinin sistemden yeterince yemlenemiyen kesimleri, irileri, vb...
Onlar, herkesin birbirinin kurdu olduğu, güçlü olanın diğerlerini ezdiği kapitalizm ormanının kanunlarıyla güdülen çakallar... Bu ülkenin gerçek düşmanları karşısında, emperyalizm ve oligarşi karşısında korkak çakaldırlar. Lafta emperyalizme karşıdırlar. Ancak her ne hikmetse onların öfkesi ve saldırıları hep haklarını arayan emekçi kesimlerinedir. Çünkü ipleri emperyalizm ve oligarşinin elindedir.
Bu noktada, kilit sorun geniş halk kesimlerinin dikkatinin ülkenin gerçek düşmanlarından hak arayan emekçi halk kesimlerine çevrilmesidir. Bu güruhun işi budur.
Bu güruhun ruh hali, davranış biçimleri, barbarlığı vb. özellikleri tipik güruh özellikleri taşımasına karşın, çekirdeği kesinlikle oldukça örgütlüdür, arkasında devletin çelik çekirdeği, kontrgerilla vb. güçler bulunur. Bu güruhun ana siyasi kitle gücünü MHP oluşturuyor. Ancak tüm burjuva partileri şu ya da bu ölçüde bu şovenizmin sokaktaki örgütleyicisi ve kitle temeli durumundadır.
Amerikan uşakları, emperyalistlerin, IMF’nin önünde diz çökenler, bu ülkeyle, bu ulusla, bu halkla aldatma, sürü niyetine kullanma, sömürme dışında hiçbir ilişiği kalmamış olanlar, yani bu şovenist barbarlar sürüsü, Türklüğün, Türkçülüğün, vatanın koruyucuları olarak dizginsiz bir saldırganlık sergiliyorlar. Onların Türklüğü, Kürtler karşısında, Araplar karşısında, Yunanlılar, Ermeniler, Çerkezler vb. ezilen mazlum halklar karşısında var. Yani bu toprakların kadim halkları karşısında “Türk” kesiliyorlar... Bu halklar en basit ulusal demokratik hakları için harekete geçtiğinde, barbarlar sürüsü “Türk” olduklarını hatırlıyor.
Fakat bu barbarlar sürüsü her nasılsa, yılda 50 milyar dolarımız, yani bu ülkede yaratılan çok büyük bir değerimiz faiz adı altında emperyalist ülkelerce hortumlandığında “Türk” değil, çıtları çıkmıyor. Bu barbarlar sürüsü ekonomi IMF’ye teslim edilirken “Türk” değil, çıtları çıkmıyor, Kürtlere karşı geliştirdikleri barbar saldırıların bir tekini bile IMF temsilcilerine karşı gerçekleştirmiyorlar. Hatta kendileri ülkeyi teslim ediyorlar IMF’ye... Bu barbarlar sürüsü yere göğe sığdıramadıkları, her cenaze törenini saldırı vesilesi yaptıkları TC askerlerini Amerikalıların çuvala koyup götürmesi karşısında, İncirlik”in bir fesat yuvası olarak çalışması karşısında “Ya Sev Ya Terk Et” demiyor, “Türk”lüklerini unutuveriyorlar...

Şovenizm; Ezilmesi Gereken Halk Düşmanlığı...
Şovenizm, nüfusun geniş kesimlerinin sorunlarının kaynağının başka halklar olarak gösterilmesinin, diğer halklara karşı düşmanlık temelinde harekete geçirilmesinin ve bu yoldan egemen sınıfların dümen suyuna sokulmasının politikalarının adıdır. Şovenizm halkların tüm tarihsel süreç içinde birbirlerine karşı biriktirdikleri önyargıları harekete geçirir, yalanlarla, çarpıtmalarla yeni önyargılar ve düşmanlıklar yaratır. Şovenizm diğer halkları değersiz ve yönetilmesi gereken varlıklar olarak gösterir. Şovenizm tüm kaba ve barbarca düşünce ve tepkileri harekete geçirir. Geniş emekçi kesimlerinin egemen sınıflardan kaynaklanan ezilme, sömürülme gerçeğini görmelerini engeller. Birleşmiş üstün ulus söylemleriyle sömürücü egemen sınıfları dost kesimler olarak sunar. Emekçilerin sömürülme durumlarını olağan bir durum olarak gösterir. Daha iyi yaşamın sömürücü sınıf ve sistem etrafında birleşmekle mümkün olduğunu iddia eder. Fetihçiliği, başka halkları ezerek ülkenin durumunun iyileşeceğini savunur. Bütün bunlarla ulusun büyüyüp, gelişeceğini iddia eder. Emekçilerin iyi yaşam özlemleri, insan yerine konulma özlemleri, başka halklara üstünlük taslama, onları ezerek zenginleşme hayalleriyle bozulur, ilkel barbarlık istemlerine dönüştürülür. Ülkenin kaynakları şovenist hayallerin peşinde tüketilir. Şovenizm özetle böylesi bozulmadır.
Şovenist politikaların kitle temelini daha çok küçük burjuvazi oluşturuyor. Ancak şovenist politikaların özellikle 1990’lı yıllarda Kürt ulusal hareketinin büyümesiyle birlikte sadece küçük burjuvazi içinde değil, toplumun geniş kesimleri içinde büyük bir yaygınlık kazandığı açıkça görülüyor. 1999 seçimlerinde açıkça şovenist faşist söylemleri ve pratikleri esas alan partilerin büyük bir çoğunluğu oluşturması, son süreçte bayrak provokasyonunun çok geniş halk kesimlerinin şovenist saldırganlık etrafında harekete geçirilebilmesi şovenizmin adeta bir sis bulutu gibi, virüs gibi tüm toplumsal kesimler içinde yaygınlık kazandığını gösteriyor. Başta işsizler olmak üzere proletaryanın geniş kesimlerinin de bu barbarlığa ortak olduğu açıktır. Yapılan araştırmalar düzenli çalışan büyük sanayi proletaryası içinde MHP’yi destekleyenlerin oranının zaman zaman küçümsenemeyecek boyutlara ulaştığını gösteriyor. Böylesi bir tablonun trajik olduğu açıktır. Emekçiler adeta kendi kendilerini hançerlemektedirler. Şovenizm virüsü ile tüm emekçi kesimler hastalıklı hale getirilmiştir. Şovenizm sisi tüm gerçeklerin üzerini şu ya da bu ölçüde örtmektedir.

Şovenizmin Panzehiri; Demokratik Bilinç,
Enternasyonalist Tutum ve Ülkeye Sahip Çıkma...

Şovenizmin hedefi konumundaki ezilen ulusların ve ulusal toplulukların kurtuluş için tek çaresinin şovenist baskılar karşısında yılmadan ulusal demokratik hakları için mücadele olduğu açıktır. Tüm ulusal kurtuluş mücadelelerinin ana hareket noktası budur. Ezilen ulusun veya ulusal toplulukların şovenizmle mücadelede temel ilkeleri ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve tüm ulusal demokratik haklarını özgürce kullanmaktır. Şovenizmle mücadele ederken tepkiyle bir karşı şovenist yaklaşım geliştirmemek, tüm uluslarla birlikte eşit ve demokratik temelde yan yana olabilmeyi hedeflemek, ezen ulusun başta proletaryası olmak üzere tüm emekçilerinin şovenizmin etkisinden kurtulmasına yardımcı olacak bir pratik çizgi izlemek, saldırı oklarını ezen ulusun egemenlerine ve emperyalist-kapitalist sisteme çevirmek ezilen ulusun veya ulusal toplulukların devrimci sosyalistlerinin ve ulusal demokratik güçlerinin temel görevleridir. Ancak en temel ulusal demokratik hakları sadece kendisi için değil, tüm uluslar için isteyen, bu temelde asgari bir bilinç ve pratik oluşturmuş bir ulusal demokratik hareketin karşısındaki şovenist saldırganlığı gerçekten güçlü biçimde ve hızla geriletmesi ve yenmesi mümkündür.
Ülkesi işgal altında olan, sömürgeleştirilmiş, ulusal demokratik haklarını kullanmaktan uzak bulunan ezilen bir ulusun veya ulusal hakları gasp edilen bir ulusal topluluğun ezen ulusun baskılarına ve şovenizme karşı var gücüyle mücadele edeceği açıktır. Ancak ezen ulus milliyetçiliğinin her biçimiyle, bu yöndeki her eğilimle, emperyalist fetihçilik özentileriyle, kısacası şovenizmin bütün görünümüyle mücadelede ezilen uluslar kadar, hatta daha fazla iş, ezen ulusun demokratik ve devrimci sosyalist güçlerine düşer... Çünkü, şovenizmin etkisi kırılmadan gerçek bir demokratik bilincin gelişemeyeceği, proletaryanın devrimci mücadelesinin mesafe kaydedemeyeceği açıktır. Yaklaşık yüzyıllık mücadele tarihi açık biçimde gösteriyor ki, emperyalizm ve oligarşiler geniş emekçi kesimlerini ancak azgın şovenist bir milliyetçilik (daha sınırlı ölçüde dinsel fanatizm) temelinde kendilerine bağlayabiliyorlar. Bu bağlamda, demokratik ve devrimci sosyalist mücadelenin bir yanıyla şovenizme karşı mücadele içinde gelişeceği, şovenizme karşı mücadelenin devrimci mücadelenin en temel boyutlarından biri olacağı açıktır.
Türkiye devrimci hareketinin, Türkiye oligarşisinin geliştirdiği şovenist dalga karşısında başarılı olamadığı açıktır. Türkiye’nin kendisi bir yeni-sömürge olarak emperyalist şovenizmin, baskıların, gizli işgalin her türden basıncı altında ezilirken, ABD emperyalizmi ve AB, IMF ve Dünya Bankası, işbirlikçileriyle birlikte tüm ülkeyi işgal altında tutarken, bu duruma karşı kendiliğinden ciddi bir tepki varken, devrimci ve sol güçler bu tepkileri, Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların demokratik talepleriyle birleştirerek büyük bir birleşik devrimci ve demokratik mücadele yaratamamaktadırlar. Tersine oligarşi emekçilerin emperyalizme karşı tepkisini de devrimci güçlere ve Kürt yurtseverlerine çevirebilmekte, şovenist söylemleri emekçiler içinde egemen kılabilmektedir. Türkiye emekçilerinin emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı olan tepkisi emperyalizme karşı demokratik bir Türkiye yurtseverliği olarak gelişmek yerine, şovenist politikalarla birleşerek ezen ulus milliyetçiliğine dönüşmektedir.
Devrimci ve sol güçler cephesinde ise şovenizmle mücadele sorunu ise güncel boyutuna, yani Kürt sorunu ve ezilen ulusal topluluklar sorununa değin daralmaktadır.
Tam da bu noktada Türkiye devrimci ve sol hareketinde varolan üç farklı tutuma da kısaca değinmek gerekiyor.
Bunlardan birincisi ve en “enternasyonalist” görüneni şovenizmle mücadeleyi Kürt ulusal hareketi ile dayanışma eksenine oturtan yaklaşımdır. Burada esas olarak Kürt ulusal hareketinin eklentisi olma ve kuyrukçuluk söz konusudur, çoğu durumda dayanışmacılık ile pragmatizm iç içe geçmiş durumdadır. Bu dayanışmacılık bir yönüyle tersten büyük bir gücün desteğiyle hareket etme, onun gölgesinde olma tutumunu da bağrında taşımaktadır. Bu tutumda hiçbir devrimci ideolojik ve politik kaygı yoktur. Kürt ulusal hareketine koşulsuz destek vardır. Kürt ulusal hareketi nereye savrulursa savrulsun, onlar her durumda destekçidir. Pratiğe daha çok Kürtseverlik olarak yansıyan bu tutumun şovenizm karşısında anlamlı bir duruş geliştirmediği, geliştiremeyeceği açıktır. Bu tutum enternasyonalizm ve dayanışmacılğı Kürtlere destek ajitasyonuna indirgemiş durumdadır. Bu tutum esas olarak Türkiyeli olma özelliğini yitirmektedir. Bu anlamda Türkiyeli emekçilere demokratik ve enternasyonalist bilinç taşıma dinamiği yok denecek kadar azdır. Bu kuyrukçu politika nedeniyle solu ve devrimci güçleri az çok tanıyan emekçi kesimlerin gözünde devrimci hareket daha çok PKK’nin eklentisi olarak görülmektedir.
Türkiye devrimci ve sol hareketindeki ikinci tutum sol söylemli bir şovenizme yani sosyal-şovenizme bulaşık durumdadır. Kürt ulusunun kaderini mutlak biçimde Türk halkının kaderine bağlayan, Kürt ulusal mücadelesine karşı özel bir mesafe koyan, Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları için mücadelesi fikrine dahi kuşkuyla bakan, bunu şovenizm olarak algılamaya hazır, Kürtlerin ve diğer ezilen ulusal toplulukların ulusal demokratik mücadelelerinin desteklenmesinin Türk emekçilerle kopuşmaya neden olacağı kaygısını taşıyan ve bu anlamda şovenizmle uzlaşan, cepheden tutum almayan küçümsenemeyecek bir cephe söz konusudur. Bu kesimleri şu ya da bu ölçüde şovenizmin etkisi altındadır. Bu kimi kesimlerde şovenizmin basıncı altında gerileme olarak ortaya çıkarken, kimi kesimlerde ise ya ideolojik düzeyde, ya politik düzeyde ya da her ikisinde birden açıkça Kürt ulusunun ulusal demokratik mücadelesine karşı vesayetçi veya inkârcı ve mesafeli duruş olarak biçimlenmektedir. TKP’nin ve ÖDP’nin Kürtlerin ulusal demokratik haklarını ve mücadelesini görmezden gelen tutumu, bir dizi hareketin Kürt proletaryasının kendi devrimci partisini örgütleyemeyeceği ve ulusal kurtuluş mücadelesini yükseltmeyeceği, bunu ancak Türkiye devrimci hareketinin bir parçası olarak yapabileceği yönündeki kesin vesayetçi tutumu, muğlak ve hangi temellerde olacağı belli olmayan bir Türk ve Kürtlerin birliği vurgusunun ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin vurgulanmasının önüne geçirilmesi, sözde PKK’nin hatalarına karşı olma söylemi üzerinden tipik bir sol kılıflı Türk milliyetçiliği söyleminin üretilmesi, Kürt coğrafyasını Doğu ve Güneydoğu gibi misak-milli tanımlarıyla niteleme, vb... Bu ve benzeri yaklaşımların Türk ulusunda zerre kadar demokratik bilinç yaratamayacağı, köklü şovenist ön yargıları kıramayacağı açıktır.
Üçüncü çizgi, devrimci sosyalistlerin de bir parçası olduğu devrimci enternasyonalizmdir. Devrimci enternasyonalizm başlıca şu ilkelerden hareket eder;
- Ulusal sorunların çözümünde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ana ilkedir. Bu ilke esas olarak her ulusun kendi devletini kurma hakkı anlamına gelir. Tüm ulusal toplulukların ulusal demokratik haklarını azami ölçüde ve özgürce kullanmaları anlamına gelir.
- Tüm ülkelerin proletaryalarını ve halklarını tüm ülkelerin ve ulusların tam hak eşitliğine sahip oldukları bilinciyle sistematik olarak eğitmek, insanlığın kurtuluşunun proletaryanın dünya çapında devrimci birliğinden ve ortak mücadelesinden geçtiği bilincine kavuşturmak devrimci sosyalistlerin temel görevlerinden biridir.
- Her ülke proletaryası kendi ulusal demokratik ve devrimci sosyalist hareketlerini, partilerini yaratma hakkına sahiptir. Devrimci sosyalistler açısından her ülkedeki devrimci sosyalist hareket devrimci sosyalist enternasyonalin bir parçasıdır. Bu hakkın nasıl kullanılacağı, devrimci sosyalistler açısından çeşitli ülkelerin (ki bunlar ezen ve ezilen ulusun devrimci sosyalist hareketleri de olabilir) devrimci sosyalist hareketlerinin birliğinin nasıl sağlanacağı her somut durumda ayrıca belirlenir.
- Ezen ulusun devrimci sosyalistleri ve demokratik güçleri ezilen ulusun ve ulusal toplulukların ulusal demokratik hak ve taleplerini ödünsüz olarak desteklerler. Ezilen ulusun ulusal güçlerini ise demokratik hak ve taleplere sahip çıktıkları ölçüde desteklerler. Emperyalizmle uzlaştıkları, ona payanda oldukları, ulusal demokratik hakları sulandırdıkları, vb. gerici tutumlar içine girdikleri ölçüde bu desteklerini çekerler. Devrimci sosyalistler için esas olan ve her koşulda desteklenecek olan ezilen ulusun ulusal demokratik hak ve talepleridir. Ezilen ulusun devrimci sosyalist güçlerinin yanında ise kesin biçimde olarak yer alırlar. Bu ilişki eleştiri ve özeleştiriyi içeren demokratik bir ilişkidir.

Şovenizme Karşı Mücadele Devrim Sorunudur,
Bütünlüklü Mücadele Gerektirir...

Devrimci sosyalizm şovenizme karşı mücadeleyi bir devrim sorunu olarak ele alır. Çünkü şovenizm dünya kapitalist sisteminin bir yan ürünü değildir. Onun özüne içkindir. Bu bağlamda, şovenizme karşı mücadelenin özgün yanları bulunmasına karşın, esas olarak emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelenin toplamı içinde yaratılacak ilerlemelerle yol alınabilir.
Bunun somut anlamı şudur; şovenizmle mücadele her şeyden önce devrimci hareketin emekçilerin geniş kesimlerini kucaklama ve mücadele kapasitesini arttırmasıyla ilerler. Geniş emekçi kesimleri kucaklama ve mücadele kapasitesini arttırmak ise emekçilerin sistemle olan bütün çelişkilerini sahiplenmekle, mücadele konusu haline getirmekle mümkündür.
Evet, şovenizmin bütün görünümlerine karşı, yalanlarına kaşı tavizsiz bir duruş sergileyeceğiz. Gerçekleri en net duruşla ortaya koyacağız. Bunun eylemini gücümüz oranında yaratacağız. Ancak emekçi kesimler içinde güç olmaya, onları kucaklamaya bu yetmez. Buradan ancak dayanışmacılığa varırız. Halbuki biz dayanışma hareketi değil, devrim hareketiyiz. Öyleyse dayanışmacı noktayı aşmalıyız.
Bunun anahtarı emekçilerin bütün sorunlarına sahip çıkmaktır. Eğer siz emekçilerin konutları yıkılırken, işyerleri özelleştirilirken, sağlık, eğitim hakları gasp edilirken, emekçi gençliğine üniversite kapıları kapatılırken, güvencesiz çalışma yaygınlaşır ve en vahşi biçimler kazanırken, köylü yok oluşa sürüklenirken, ülke ekonomisi tümüyle IMF ve Dünya Bankası’na teslim edilirken, ülke emperyalistlerin saldırgan planlarının basit aleti olurken ve emperyalist gizli işgal altında tutulurken, işbirlikçiler tüm kaynakları hortumlarken, işçilerin, işsizlerin, yoksul köylülerin, kent yoksullarının, küçük esnafın, öğrenci gençliğin yani halkın yanında değilseniz, onların devrimci sesi olamıyorsanız, onların militan öncü gücü olamıyorsanız, bu mücadeleler içinde prestij kazanmıyorsanız şovenizm konusunda da yapacağınız fazla bir şey yok demektir.
Bütün bunlarla birlikte şovenizme karşı çıkmıyorsanız, şovenizme kaşı sözünüz dinlenmeyecek, eyleminiz destek bulamayacak, benimsenmeyecektir. İşten atılırken, toplu sözleşme mücadelesi yürütürken, üniversite kapılarında geri dönerken, hastane kapılarında sürünürken onların yanında olmayan, sesini yükseltmeyen bir devrimcinin, ortalama bir emekçinin yüzyıllardan ve tüm cumhuriyet dönemi boyunca pekişmiş olan şovenist ön yargılarını kırması, bu konuda güven yaratması, hatta bu meseleleri açabilmesi mümkün müdür? Elbette ki, hayır. Şovenist vatanseverlik taslıyor, Kürdün, Arabın, Çerkezin karşısında en sıkı “Türk” kesiliyor. Bu noktada, şovenizmin üreticileri emekçilerdeki ilkel geri ön yargılara oynuyorlar.
Fakat emekçi aynı zamanda günlük deneyimleri içinde kendisinin ve ülkenin en büyük düşmanının ABD emperyalizmi, IMF ve işbirlikçileri olduğunu, hortumcular olduğunu da biliyor. İşçisi, memuru, köylüsü mitinglerde IMF, ABD karşıtı, hortumcu karşıtı sloganları haykırıyor. İşte Kürde, Araba düşmanlığa karşı var gücümüzle mücadele etmek, ama aynı ölçüde halkın kendi öz yaşam pratiğinden düşman olarak gördüğü emperyalizme ve işbirlikçilerinin uygulamalarına karşı da güçlü bir mücadele yürütmek zorunludur. Ancak gerçek düşmanlara karşı mücadeleye öncülük edebilirsek şovenist yalanları boşa çıkarabiliriz. Ancak böylelikle Türkiye’ye yönelmiş gerçek tehlikenin Kürt’ten, Arap’tan ve diğer ezilen ulusal topluluklardan değil, emperyalizmden geldiğini gösterebiliriz.
Bu görevlere sahip çıkma noktasında bir öncelik sonralık ilişkisi yoktur. Yani önce işsizlik sorununa, konut sorununa vb. sahip çıkarak güç biriktireyim, ardından şovenizm sorunuyla ilgilenelim gibi saçma bir sıralama yoktur. Emekçilerin sistemle olan tüm çelişkilerine, devrimci tarzda derinleşme ve kırılma olanaklarını ve müdahale zeminlerini dikkate alarak her somut durumun somut tahlilinden hareketle belirli çelişki noktalarını daha öne çıkararak bütünlüklü olarak müdahale etmek esastır.
Bu bağlamda şovenizm temel mücadele cephelerinden biridir. Ancak sadece bu cephe üzerinden yürüyerek sistemi geriletemeyiz. Bu cephedeki ilerleme, diğer mücadele cephelerinde, diğer çelişkilerde kat edeceğimiz mesafeye doğrudan bağlıdır. Bu ilişki bütün mücadele cepheleri açısından geçerlidir. Özelleştirmeye karşı mücadele eden Telekom emekçisiyle dayanışma içinde olan konducu, şu ya da bu ölçüde kondusu yıkılırken bunun karşılığını Telekom emekçisinden görür. Devrimciler konducunun Telekomcuya desteğini sağlarsa, yarın Telekomcunun desteğini konducuya sağlamada büyük güçlük çekmez. Aynı biçimde konducular, işsizler, işçiler içinde mücadele yoluyla güç kazanan, prestij kazanan bir devrimci hareket, şovenizme kaşı mücadelede de bu kesimler içinde ciddi bir destek bulabilir.
Her sorun bağlamında sistem saflarında açtığımız gedikler, toplamda giderek büyüyen bir hareket alanı demektir. Tek sorun üzerinden tek yönlü değil, somut duruma bağlı olarak her alanda irili ufaklı müdahaleler yoluyla her cephede büyüme ve derinleşme hareket tarzımız olmalıdır.
Devrimci sosyalist hareketimizin ve demokratik güçlerin mücadele kapasitesi böylesi bir perspektiften, böylesi bir çok yönlü, bütünlüklü bir mücadeleden hareket edersek büyüyebilir. Bu ülkenin gerçek sahipleri olduğumuzu, ülkenin ve halkın tüm sorunlarının devrimci ve demokratik muhatapları olduğumuzu, muhalefet değil, iktidar adayı olduğumuzu, tüm emekçilerin her alandaki, her sorundaki devrimci ve demokratik gücü ve sesi olduğumuzu her soruna günlük yaşam içinde somut olarak sahip çıkarak göstermeliyiz.

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul