Şovenizm; Burjuvazinin Gerçek Vahşi Yüzü...
Şovenizm neredeyse ulusların ortaya çıktığı kapitalizmin
ilk dönemleriyle yaşıt... Burjuvazi Avrupa’da
çeşitli ülkelerde ulus devletleri kurarken, bir
yandan da diğer ulusları baskı altına almak için
kendi ulusunun diğer uluslardan üstün olduğunu,
bu nedenle diğerlerini ezme, yönetimi altına alma
hakkına sahip olduğunu iddia etmekteydi. Elbette
bu sadece basit bir iddia olarak kalmamakta, bu
gerici düşünceleri iç ve dış politikasının merkezi
bir unsuru haline getirmekteydi. İşte, her ülkedeki
egemen burjuvazilerin kendi ülkeleri dışındaki
toprakları gasp etmeye, diğer ulusları, hatta
ırkları baskı ve sömürü altına almaya dönük uygulamalarını
meşrulaştırma politikalarının tümünü birden niteleyen
şovenizm, son 200 yıldır insanlığa dönük en büyük
saldırı durumunda... Şovenizm, kimi zaman bir
devlet ya da ülke sınırları içindeki küçük ulusal
toplulukları zorla asimile etmenin, kimi zaman
başka ülkeleri iğrenç savaşlar yoluyla fethedip
sömürgeleştirmenin, kimi zaman işçi ve emekçilere
dönük vahşi saldırıların kaynağı oldu. Asimilasyonculuk,
sömürgecilik, ırkçılık, faşizm yani ne kadar barbarca
politika ve uygulama varsa hepsinin döl yatağı
ve ideolojik kaynağı “üstün ulus, üstün ırk” söylemini
merkeze alan şovenizm oldu. Şovenizm, egemen sömürücü
sınıfların vahşi sömürü politikalarını gizleyen,
emekçi kesimlerin bu sömürgeci, halkları düşmanlaştıran,
emeğin sömürüsünü “birleşmiş üstün ulus” söylemleriyle
örten bir incir yaprağı oldu. İki büyük dünya
savaşına ve sayısız irili-ufaklı savaşa kaynaklık
etti... Halkların birbirini kırdığı sayısız katliama,
kırıma neden oldu. Son iki yüzyılın tarihinde
nerede sömürgecilik ve bu temelde işgal varsa,
nerede faşizm varsa, nerede zorla asimilasyon
varsa, nerede büyük vahşetler varsa, orada egemen
sömürücü sınıfların yoğun şovenist politikaları
vardır.
Şovenizm; TC’nin Tarihsel ve Güncel Saldırı
Politikası...
Türkiye ve Kürt coğrafyası şovenizmin acılarını
en derin biçimde yaşamış ülkeler. Şovenist saldırganlık
özellikle son süreçte sokağa inmiş durumda...
Türkiye oligarşisi şovenist saldırganlığı sokaktaki
kalabalık güruhlar eliyle yürütme politikasını
ilk kez uygulamıyor. Tan matbaasının yakılması,
Rumlara dönük 6-7 eylül vahşeti, 1969 Kanlı Pazarı,
Maraş Katliamı, Çorum Katliamı, Sivas Katliamı,
1990’lı yıllarda Kürtlere karşı çeşitli saldırılar...
Cumhuriyet tarihinin ilk elde sayılacak bu türden
şovenist barbarlık örnekleridir. Ancak bunların
tümü kısa süreli ve devletin rolünün genellikle
arka planda tutulduğu barbarlık örnekleridir.
2005 Newroz’undan bu yana ise önce “bayrak yakma”
provokasyonuyla başlayan, linç girişimleriyle
devam eden, Ağustos, Eylül aylarında ise Kürtlere
dönük ciddi saldırılarla devam eden ve daha öncekilerden
pek çok açıdan belli farklılıklar taşıyan yeni
bir şovenist saldırı dalgasıyla karşı karşıyayız.
Kısacası, şovenist saldırganlığın bir konjonktürel
yüzü var. Bayrak provokasyonuyla başlayan ve Eylül
başlarında yeniden azan... Bir de TC’nin mayasına
değin uzanan süreklilik taşıyan, tarihsel bir
boyutu var.
Bu yeni şovenist barbarlık dalgasını ele almadan
önce, Türkiye oligarşisinin, onun politik-toplumsal
egemenlik aygıtı olan TC’nin şovenizmle olan tarihsel
bağlarına kısaca bakmak yararlı olacaktır.
TC’nin Mayası Olarak Şovenizm; Türk Varlığını
Sakatlayan Yara...
Şovenizm. TC’nin mayasında ve tüm uygulamalarında
var... Onun varoluşu ile şovenist politikalar-düşünceler
ayrılmaz bir bütünü oluşturur. Temel ilkeler arasında
sayılan milliyetçilik, aslında şovenizmden başka
bir şey değildir. Tüm politikaları, tüm uygulamaları
şovenizm tarafından ince bir tül gibi kaplanmıştır.
Tüm varoluşuna şovenizm sinmiştir. Her hücresi
şovenizm tarafından kirletilmiştir. Bu nedenle
TC’nin hiçbir temel uygulaması şovenist düşünme
tarzından bağımsız olarak ele alınamaz...
Osmanlı’nın ideolojik, düşünsel temelini islam
düşüncesi oluşturmaktaydı. Tüm feodal çağın temel
ideolojik formu dindi... Osmanlı da bunun dışında
kalmadı. İslamın yanı sıra, Osmanlı ve bu anlamda
Türklük, Osmanlı Devleti’nin düşünce ve kimliğine
daha ikincil bir unsur olarak damgalarını vurdular.
Ancak Osmanlı’da Türklük asla birincil düşünsel
kaynak ya da devletin temel unsuru olarak görülmedi.
Hatta Osmanlı çoğu kez geniş Türk topluluklarının
en büyük düşmanı oldu. Kendisi de Türkçe konuşan
bir beylik olmasına karşın Türklüğü ve diğer Türk
beyliklerini kendi varlığı için tehlike olarak
gördü. Kapitalizmle birlikte ulusların ortaya
çıkışı, özellikle Balkanlardaki Hıristiyan halklar
üzerinden derin etki gösterdi. Bu süreçte, İslam
söyleminin yanı sıra Osmanlıcılık da imparatorluk
sınırları içindeki tüm toplulukları bir arada
tutmak için yeni bir çimento olarak geliştirildi.
Ancak bu oldukça zayıftı ve Osmanlı’nın gerilemesini
durduramadı. Osmanlı Batı’da kaybettikçe doğudaki
topraklarını elde tutmak için pan-islamcılığı
geliştirdi. Bu da işe yaramadı. Osmanlı’nın son
25 yılında Türkçülük de gelişti. Ancak Türkçülükle
geniş imparatorluk içindeki ulusları ve diğer
toplulukları bir arada tutmak asla mümkün değildi.
Osmanlı çöküp de imparatorluktan geriye çok küçük
bir toprak parçası kaldığında, Osmanlı artığı
egemen sınıfın siyasi temsilcileri içinde yeni
bir devlet fikrini işleyen ve işgale karşı mücadeleyi
esas alan kesim, yani Kemalistler yüzünü tümüyle
Batı’ya dönmüştü. Tam da bu dönemde, kapitalizmin
emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte Batı
artık tümüyle gericileşmiş, ilerici dinamiklerini
tüketmişti. Kemalistler, işte Batının bu noktaya
gelmiş olan düşünme tarzını ve toplumsal, siyasi
biçimlenişini örnek almaktaydı. Yeni devletin
sınırları daha baştan Misak-ı Milli ile belirlenmişti.
Güçlü ulusal bağımsızlıkçı örgütlenmelerin olduğu
Balkan ve Arap coğrafyası gözden çıkarılmıştı.
Doğrudan emperyalist devletlerin el koyduğu ve
güçlü ulusal hareketlerin bulunduğu bu coğrafyaları
yeniden ele geçirmek hayaldi. Bunun yerine, gayrı
müslimlerle birlikte yaşanan Anadolu toprakları,
Trakya’nın mümkün olduğunca çok parçası, o dönem
hala resmi olarak Kürdistan olarak tanımlanan
İran işgali altındakiler hariç tüm Kürt toprakları,
müslüman Lazların, Gürcülerin, Çerkezlerin Osmanlı
yönetimindeki toprakları... Bu coğrafya’da dinsel
ideoloji ve Osmanlıcılık üzerine kurulu olan devlet
tasfiye edilecek, yerine Batı’daki gibi ulus temelli
bir devlet kurulması hedeflenecekti. Bu ulusal
devlet Türk ulusunu esas alacaktı.
Dizginsiz şovenist saldırganlık, Türk uluslaşmasının
doğal gelişme seyrinden çıkarılarak sakatlanması,
başta Kürtler olmak üzere tüm diğer ulusal toplulukların
varlığının ölümcül bir saldırıya uğraması tam
da bu noktada başlıyordu.
Osmanlı egemenliği altında Türk halk toplulukları
içinde ulus fikrinden ve örgütlenmesinden çok
ümmet fikri egemendi. Türkler içinde bir ulusal
varlık oluşturma pratiği henüz çok zayıftı. Bu
durum Kürtler içinde de zayıftı. Kürt coğrafyasının
Osmanlıyla ilişkisi bağımlı ülke ve ardından sömürge
konumuydu. Hilafetten ötürü Osmanlıya bağlılık
söz konusu olsa da, ezilme durumu nedeniyle son
iki yüzyıldır ayaklanmalarda birbirini izlemişti.
Ancak modern bir uluslaşma sürecinin ilk adımları
yeni yeni belirmekteydi. Diğer müslüman topluluklar
içinde bu ya yoktu, ya da henüz çok zayıf düzeydeydi.
Türkçe konuşan bir beylik olmasına karşın, diğer
Türk topluluklarıyla yıldızı hiçbir zaman barışmayan
ve Anadolu’nun geniş Türk toplulukları tarafından
sevilmeyen Osmanlı artığı olan Kemalist elit ulus
temelli bir yeni devlete karar verdikten sonra
doğal olarak Osmanlı kimliğinin zayıf ancak asli
unsuru olarak gördüğü Türklüğü öne çıkardı. Ulusa
dayanan devlet bir Türk devleti olacaktı.
Bilindiği gibi, uluslaşma süreçleri esas olarak
nesnel temellere dayanır. Toprak birliği, dil
birliği, ekonomik birlik... gibi. Ancak uluslaşma
aynı zamanda pek çok politik ve toplumsal mücadele
ile kurulan, adım adım ilerleyen bir süreçtir.
Burjuva uluslaşması ulusa atfedilen pek çok özelliği,
tarihsel arkadan ayıklayarak ortaya çıkarır, bu
yoldan bir ulusal özellikler, ulusal kültür bütünü
oluşturur.
Misak-ı Milli içinde Türklere dayanan bir ulus
devlet kurulacaktı, ya diğerleri; Kürtler, Araplar,
Çerkezler, vd..
Misak-ı Milli içinde etnik olarak Türkleri esas
alan bir ulus devletin kaçınılmaz olarak diğer
ulusları ve ulusal toplulukları ikincilleştireceği
açıktır. Diğer ulusların varlığını tanımak ancak
onların ulusal demokratik haklarını tanımamak
ise kaçınılmaz biçimde bu halkların sert ulusal
mücadelelere girişmesi demekti. Cumhuriyeti kuran
Kemalist elit bunu Osmanlı deneyiminden çok açık
biçimde görmüştü. Osmanlı milliyetçi bir pratiğe
sahip olmamasına karşın, tüm uluslar kendi ulusal
varlıklarını bağımsız, özgür biçimde ifade etmek
için büyük mücadeleler geliştirmişlerdi.
Kemalistlerin ne toprak kaybına, ne de misak-ı
milli dedikleri toprak parçası içindeki ulusların
demokratik birliğine tahammülleri vardı. Onlar
Osmanlı Devleti’nden kalan ne varsa ulus düzleminde
yeniden kurmayı, toparlamayı hedefliyorlardı.
Osmanlı’da Türklük öndeydi ve Türklüğü esas alacaklardı.
Bu noktada, diğer uluslara ve ulusal topluluklara
dönük olarak, o güne değin eşi benzeri görülmemiş,
hatta günümüzde bile bir eşi olmayan bir inkâr
ve asimilasyon politikası dayattılar. Dayatılan
açıktı; Misak-ı Milli içinde yer alan Türkler
dışındaki tüm ulus ve ulusal toplulukların varlığını
inkâr ettiler. Bu ulusların insanlarının kendi
ulusal varlıklarını inkâr etmelerini dayattılar.
Bu uluslar yoktu, hiç varolmamışlardı, hepsi Türktü...
Daha düne kadar ayrı bir ulusal topluluk, ayrı
bir ülke olarak Osmanlı içinde varlıkları tanınmış
olan halklar bir anda buharlaştırıldı. Meclise
Kürdistan, Lazistan adına milletvekili bile seçilirken
bir anda, bu ülkelerden söz etmek suç sayıldı.
Cumhuriyeti kuran burjuvazinin hesabı açıktı;
Kürtler ve Araplar dışında kalan müslüman ulusal
toplulukların (Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Boşnaklar,
Pomaklar vb.) asimile edilmesi nispeten kolaydı.
Bu kesimlerde ulusal bilinç (Çerkezler dışında)
oldukça zayıftı. Bir kısmı göçmendi ya da hemen
sınırdaş olan ülkelerle ortak ulusal kimliğe (Gürcüler,
Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar) sahiptiler. Ancak
müslüman oluşları nedeniyle Osmanlı’ya ve ardından
da TC’ye daha güçlü bir bağlılık duygusu taşıyorlardı.
Kısmen gönüllü, kısmen zor yoluyla bunların Türk
uluslaşması içinde eritilmesi mümkündü.
Müslüman olmayan ve varlıkları Lozan Anlaşmasıyla
açıkça tanınan Rum ve Ermeni ulusal toplulukları
ise zaten zorunlu göçertme ve büyük kıyımlar yoluyla
küçük topluluklara dönüştürülmüştü. Yahudiler
ise zaten sessizdi. Bu toplulukların kısa vadede
tehlike oluşturması mümkün değildi. Kısa sürede
ikincilleştirilerek ve çeşitli baskılar yoluyla
varlıklarının yok edilmesi mümkündü.
Bu noktada ana problem Kürtlerin, kısmen de Arapların
durumundaydı. Kürtler o güne değin Kürdistan denilen
yukarı Mezopotamya’nın kadim halkıydı. Yani bilinen
tarihten bu yana o topraklarda yaşamakta, ayrı
bir dile, toprak ve ekonomik yaşantı birliğine,
ortak kültüre sahip, yaşadıkları topraklarda çoğunluğu
oluşturan ve büyük bir nüfusu olan bir ulustu.
Modern uluslaşma süreci henüz emekleme aşamasında
olmasına karşın, bu bilinç oluşmuştu ve çeşitli
ayaklanmalarla kendisini ortaya koymuştu. Cumhuriyetin
efendileri Kürtler karşısında izlenecek yolu net
olarak belirlemişlerdi; zorla asimilasyon... Zaten
zayıf olan Kürt uluslaşmasını, ulusal varlığını
daha uyanmadan ve büyümeden zorla Türkleştirme...
Uzun vade de Kürt varlığını silme...
Kuşkusuz, yok sayma hayali bir tutumla olmuyordu.
Yok sayma, inkâr politikası ciddi bir varsayma
ve ezme ile birlikte yürüyordu. Kürtler ve diğer
halklar devlet yok dediği için bir anda yok olmuyordu.
Bu büyüklükteki bir halkı bir anda asimile etmek
mümkün değildi. TC’nin elinde Kürtleri içine sokup
Türk olarak çıkaracakları bir boyacı küpü yoktu.
Bu nedenle Kürt halkı kaçınılmaz olarak varlığını
sürdürecekti. Ancak sürekli zorun eşlik ettiği
bir ezme haliyle, sürekli ikincilleştirilerek,
sürekli sakatlanarak...
Böylece, Kürtler ülkelerinin emperyalist planlar
sonucu paramparça edildiğini ve her bir parçayı
gasp eden devletin şovenist politikalar temelinde
vahşice talanlar yaptığını, bırakalım ulusal demokratik
haklarını kullanmayı, varlıklarının dahi inkâr
edildiğini en acı katliamlarla her durumda yaşadılar.
Sadece Kürtler değildi bunu yaşayan... Araplar,
Çerkezler, Ermeniler, Lazlar, Rumlar, Süryani-Asuriler...
Hepsi sürgünlerle, kitlesel katliamlarla, ulusal
varlıklarının inkârıyla derin acıları yaşıyorlar...
Bütün bu halkların, ulusal toplulukların isimleri
aşağılanmayla, küfürle, küçümsenmeyle anılıyor.
Bir yandan varlıkları dahi inkâr edilen, öte yandan
somut her durumda aşağılanan, saldırıya uğrayan
halklar gerçeği söz konusudur.
Kuşkusuz, sakatlanan, yaralanan, çarpılan sadece
ezilen uluslar değildir. Aynı zamanda Türk ulusudur,
Türk uluslaşmasıdır. Yaşanan Türk ulusunun da
felaketi oldu. Daha Türk uluslaşmasının oluşum
sürecinin başında tüm doğal dinamikler çarpıldı.
Dil birliğine, ekonomik yaşantı birliğine, toprak
birliğine, kültür birliğine (ruhsal biçimlenme
birliği) sahip olan ve bunu daha da geliştirerek
dünya uluslar ailesi içinde güçlü bir yer tutabilecek
olan, emperyalist işgale karşı yürüttüğü mücadele
ile örnek olabilecek olan Türk ulusu, Türk halkı,
kendini şovenist uluslaşma projesiyle bir anda
tüm doğal dinamikleri çarpıtılmış konumda buldu.
Dil birliğine, toprak ve kültür birliğine, ekonomik
yaşantı birliğine sahip olmadığı Kürtler, Araplar
ve diğer ulusal topluluklar bir anda zor yoluyla,
yasa ve jandarma sopasıyla Türk sayılmıştı. Sadece
bununla sınırlı kalınmamış, uyduruk bir dil ve
tarih projesi geliştirilmiş neredeyse tüm insanlığın
Türklerden geldiği iddia edilir olmuştu. TC’nin
kuruluşuna kadar Türklükten dahi doğru dürüst
söz edilmezken, Osmanlılık önde tutulurken, bir
anda Türklerin dünyanın en büyük ulusu olduğundan
söz edilmeye başlanmıştı.
Bir yandan, Orta Asya’ya değin uzatılan ve ırkçı
motiflerle süslenen bir Türk kimliği, bir yandan
da Türklükle hiçbir bağı olmayan, Türk olduğunu
da kabul etmeyen on milyonlarca insanın zorla,
asimilasyon yoluyla Türk kabul edilmesi, Türkleştirilmeye
çalışılması ve bunların toplamından bir Türk ulusu
çıkarma zorlaması... Hiç kuşkusuz, bunun esas
olarak zor yoluyla asimile edilmeye çalışılan
ulus ve ulusal topluluklara büyük bir zulüm olduğu
açıktır. Ancak Türkiye özgülünde yaşanan asimilasyon
ve TC’nin Türk uluslaşması süreci bağlamında uyguladığı
bu model, Türk ulusuna da büyük bir zarar vermiştir.
Türk ulusunun, ulusal bilincini, kimliğini, diğer
ulus ve ulusal topluluklarla ilişkilerini ağır
biçimde zedelemiştir. Daha da ötesinde Türklük
ve Türk ulusu kavramları muğlaklaştırılmıştır.
Kimdir Türk?... Bu sorunun açık net yanıtı yoktur,
ortalama insan açısından. Kürtler Türk müdür?...
Çerkezler, Araplar, Gürcüler Türk müdür?... TC’ye
göre gayri müslimler hariç herkes Türktür. Ana
dili Türkçe olmayan, Türkçe bilmeyen, aynı tarihsel
geçmişe sahip olmayan, kendisini Türk olarak görmeyen
milyonlarca insan resmi makamların görüş ve emirleri
doğrultusunda Türk sayılmakta, Türk ulusunun bileşenleri
olarak ele alınmaktadır. Bunun için özellikle
Kürtler için, onların Türk olduğuna dair birçok
hurafe “bilimsel” tez olarak sunulmaktadır.
Kısacası, Türk şovenizmi özgün bir yapıdadır.
Şovenizm, doğal yolunu izleyerek gelişmiş Türk
ulus varlığının, burjuvazinin gerici amaçları
ve başka ulusların ezilmesi amacıyla çarpıtılması,
yüceltilmesi olarak gelişmemiştir. Şovenizm daha
Türk ulusal varlığının gelişmesinin ilk adımlarında
ona sızmış, onun doğal gelişmesini bozmuş, Türk
olmayan ulusların ve ulusal toplulukların zor
yoluyla Türk varlığı içine katılmak istenmesiyle,
daha baştan başka ulusların varlığının inkârının
adeta Türk ulusal varlığının olmazsa olmazı olarak
konulmasıyla, yalanlarla dolu tarihsel anlatımlarla
ve bunların yarattığı ruhsal şekillenmeyle derin
biçimde bozulmuştur.
Türk şovenizminin özünü, Türk uluslaşmasını da
sakatlayan, yalana ve şiddete dayanan tez ve uygulamalar
oluşturmaktadır.
ŞOVENİZMİN POPÜLER YALANLARI
VE GERÇEKLER
Kürtler Türktür, Kürt Sorununu Dış Güçler
Yaratıyor !
Şovenistlere ve her türden faşistlere göre
Türkiye’de Kürt olmadığı için bir Kürt sorununu
olması da mümkün değil. Ama her nasılsa
böyle bir sorun var. Peki nasıl oluyor?
Cevap hazır; dış güçler yaratıyor bu sorunları...
Yani Türkiye’de Kürt yok, varsa bile sorunu
yok... Ama dış güçler olmayan bir sorunu
yaratıyorlar. Böyle bir sorunun neden Uganda,
Bulgaristan, Polonya ya da Türkmenistan’da
değil de, Türkiye’de, Suriye’de, İran ve
Irak’ta ortaya çıktığının yanıtı ise yok.
Dış güçler örneğin neden bir Hintli, Polonyalı
sorunu yaratamıyorlar da Kürt sorunu yaratabiliyorlar,
yanıtı yok. Madem, herkes Türk, nasıl oluyor
da milyonlarca Türk doğduklarında Türkçe’yle
yakından uzaktan ilgisi olmayan bir dili
konuşuyor ve kendine Türk değil de Kürt
diyor bunun da yanıtı yok... Örneğin niye
Yunanistan’da 5 milyon kişi kalkıp kendine
biz Yunanlı değiliz, Fransızız demiyor ya
da Polonya’da 10 milyon kişi kalkıp Polonyalı
değil, Rusuz demiyor da, 20 milyona yakın
insan kalkıp Türk oldukları halde Kürdüz
diyor. Koca devlet nasıl olup da bin yıldır
bu insanları Türk olmaya ikna edememiş,
bunun da yanıtı yok... Dış güçler nasıl
milyonlarca insana gelip Kürtçe öğretiyor
bunun da yanıtı yok... Şovenistlerin, faşistlerin
yanıtı yok, olamaz da, çünkü iddiaları tüm
tarihin, somut gerçeğin inkârından başka
bir şey değil. Koca bir yalan; kendilerinin
de inanmadığı iğrenç bir yalan dışında ellerinde
hiçbir şey yok. Dış güç kendileri, çünkü
halkın dışında emperyalizmin hizmetindeler.
|
Şovenizm; Güncelleşen ve Büyüyen Saldırganlık...
Türkiye oligarşisinin ve devletinin daha kuruluş
sürecinin başında mayasında olan şovenist saldırganlık
yukarıda ortaya koyduğumuz varoluş biçimi nedeniyle
kaçınılmaz olarak süreklilik taşımaktadır. Şovenizm,
devletin ve egemen sınıfların emekçilere ve ezilen
halklara karşı kullandığı basit bir alet değildir.
Türkiye gerçeğinde şovenizm mevcut sömürücü egemenlik
sisteminin olmazsa olmazıdır, onun karakteristik
özelliklerinden, temel yapı taşlarından biridir.
Günlük yaşamın tüm boyutlarında, tüm unsurlarında
şovenizmin derin izlerini bulmak mümkündür. Bu
öğeler kimi zaman Dersim, Ağrı, Şeyh Sait isyanları,
PKK hareketi karşısında olduğu gibi büyük askeri
bastırma operasyonlarıyla, kimi zaman ise sivil
güruhların katliamlarıyla vahşet boyutlarına bürünmüştür.
2005 Newroz’un da “bayrak yakma” provokasyonuyla
başlayan şovenist saldırılar ve Ağustos, Eylül
aylarında Öcalan’ın hapishane koşullarının düzeltilmesi
için yapılan barışçıl eylemlere saldırılarla,
çeşitli bahanelerle Kürtlere karşı linç girişimleriyle
giderek büyüdü. Kürt olan her şeye karşı saldırı,
dışlama, nefret özel olarak yaygınlaştırılıyor.
Şovenist saldırganlık Eylül ayında Ermeni kıyımı
ile ilgili bir Konferans bahanesiyle Ermenilere
ve sorunu gündeme getiren akademisyenlere yöneldi.
Şovenist saldırganlığa karşı biraz olsun sesini
yükselten, tarihsel gerçekleri sınırlı ölçüde
de olsa dile getirenlere karşı hapis cezası istemiyle
davalar açılıyor. Yazar Orhan Pamuk ve gazeteci
Hırant Dink’e bu susturma operasyonunun ilk eldeki
hedefleri oldular. Yeni boyutlar kazanarak büyüyen
bu şovenist saldırganlık dalgası pek çok yönüyle
daha önceki şovenist saldırılarla benzer özellikler
taşımasına karşın, kimi yanlarıyla özgün nitelikler
taşımaktadır.
Daha önce sivil güruhların provoke edilmesiyle
gelişen şovenist saldırılar genellikle kısa süreli
olmuştur. Şovenist saldırganlık bu kez bir hızlanıp,
bir yavaşlayarak ancak süreklileşmiş tarzda sürüyor.
Saldırganlık zincirine aralıklarla yeni halkalar,
yeni provokasyonlar ekleniyor. Şovenist gündem
sürekli canlı tutuluyor.
İkincisi, şovenist saldırılar daha önce esas olarak
Kürt ulusunun ve diğer ulusal toplulukların öncü
kesimlerine yönelirken, son süreçte gelişen saldırılar
Kürtlerin tümünü düşman sayan bir söylemi esas
alıyor. Kürtleri bir bütün olarak dışlayan, marjinalleştirmeye,
toplumsal yaşamın dışına atmaya çalışan bir söylem
ve pratik söz konusu... Açıkça Kürtlük ve Kürtler
aşağılanıyor, düşman ilan ediliyor. Bunda Irak’taki
gelişmeler, güney Kürtlerinin ulusal kazanımlarının
ve uluslararası statüler kazanmalarının rolü var.
Oligarşi Kürtlerin elinden kayıp gittiğini, artık
Kürt yoktur, varsa da hakları yoktur söyleminin
artık nesnel temellerinin kalmadığını görüyor.
Bunun karşısında Kürtlere iki seçenek bırakıyor;
ya Türkleşmeyi, en azından devletin sadık tebaası
olmayı seçersiniz, ya da sizleri lanetli bir topluluk
haline getirir, tümünüzün yaşamını resmi ve sivil
saldırılar yoluyla zindana çeviririz. Bu bağlamda,
oligarşi bir Türk-Kürt ayrışmasını göze almış
görünüyor. Zaten kaybedilmekte olan Kürtler bu
yoldan çok daha geniş çaplı biçimde baskı altına
alınmaya çalışılıyor. Oligarşi bu noktada, PKK
hareketinin içine girdiği postmodern reformist
milliyetçiliğin uygun bir zemin sunduğunu düşünüyor,
görüyor.
Üçüncüsü ve en az ilk ikisi kadar önemli olan
bir diğer faktör, oligarşi hakim kanadını oluşturan
ve ordunun başını çektiği kesim, ABD emperyalizminin
bölgede BOP yoluyla gerçekleştirmek istediği düzenlemeleri
ve kendisine biçtiği rolü esas olarak kabul etmekle
birlikte Türkiye içindeki ve Irak’taki statükoların
korunmasını istemekte, değiştirilmek istenen noktalara
itiraz etmektedir. Bunların başta geleni Kürt
sorunu ve “ılımlı islam” projesi bağlamında yapılmak
istenen düzenlemelerdir. Oligarşi bu ve diğer
tüm temel sorunlarda emperyalizm karşısında çaresiz
durumdadır. Her alanda görece özerk davranma zeminleri
daralmış, pek çok noktada ortadan kalkmıştır.
Bu noktada sınırlı da olsa hareket edebildiği
tek zemin Kürt sorunudur. Ordunun öncülük yaptığı
oligarşinin egemen kanadı artık her derdini, her
mesajını ancak Kürt meselesi üzerinden verebilmektedir.
ABD’ye mesaj vermenin, ılımlı islam politikasına
tamamen bağlanmış olan AKP’yi sıkıştırmanın, vb.
her durumda ancak Kürt sorununda şovenizm temelinde
manevralar geliştirilerek politika yapılmaktadır.
Başkaca bir politika yapma zemini kalmamıştır.
Bu da Kürt sorunu ile sürekli oynanması anlamını
taşımaktadır. Provokasyonların süreklilik kazanmasının,
sokağa taşmasının, büyük sivil güruhlar eliyle
yürütülmesinin temel nedenlerinden biri budur.
ŞOVENİZMİN POPÜLER
YALANLARI VE GERÇEKLER
PKK’yi Amerika ve Batı
Destekliyor
TC, milyona yaklaşan askeri, üç yüz bin
polisi, istihabaratı, korucusu, muhbiri
vb. unsurlarıyla yirmi yılı aşkın bir süredir
Kürt ulusal hareketi ile savaşıyor. Önce
bir avuç eşkiya denilip küçümsenen, ancak
işin boyutları büyüdükçe dev bir canavara
benzetilmeye çalışılan PKK karşısında neden
başarı kazanılamadığı sorusu TC için ciddi
bir sorun haline geldi. Milyonluk ordu,
polis ve diğer devlet güçleri nasıl oluyordu
da, sayıları 5 ila 10 bin arasında olduğu
ilan edilen, “eşkiyayı, halkın desteğine
sahip olmayan terör örgütünü” yenemiyordu.
Bunun bir izahının yapılması ve prestijin
kurtarılması gerekmekteydi. Bu noktada,
oligarşinin imdadına kendilerini anti-emperyalist
olarak pazarlayan sözde solcu Kemalistler
ve kontrgerillanın psikolojik savaş birimleri
yetişti. “PKK’ye AB ve ABD yardım ediyor,
Kuzey Irak’taki PKK kamplarına uçaklarla
yardım malzemeleri atıyorlar” denildi. Böylece
ordunun neden PKK’yi bir türlü yenemediğinin
yanıtı verilmiş oluyordu. Neydi bu yardım?
Kimi yiyecek paketlerinden söz ediyor, kimi
bir kaç silahtan... Kısacası gülünç yalanlar.
Binlerce PKK savaşçısı birkaç ABD yiyecek
paketi alıp savaşıyordu bu iddiaya göre.
Gerçek ne?
Amerikan yardımını, AB yardımını kim alıyor?...
Bu soruların yanıtını vermek için alim olmak
gerekmiyor. Türk ordusunun tüm savaş uçakları
ABD’den alınmıştır. Hemen hemen tüm savaş
gemileri, teçhizatlarının önemli bir bölümü
Amerikan malıdır, Amerikan hibesidir. Tankların
önemli bir bölümü Amerikan ve Alman malıdır
ve onlardan alınmıştır. Bir kısmı hibe,
bir kısmı kredi ile verilmiştir. G-3 piyade
tüfekleri Alman lisansı ile üretilmektedir.
Almanya 1990 başlarında TC’ye 100 bin Kaleşnikof
tüfek ve 100 milyon mermi hibe etmiştir.
Şimdi soruyu tekrar soralım; kim ABD ve
AB emperyalistlerinin yardımı ile savaşıyor?..
PKK’nin kaç helikopteri, kaç uçağı, kaç
tankı var ve kimden alıyor? Peki, TC’nin
kaç tankı, uçağı, gemisi, topu, helikopteri
var ve kimden alıyor?...
|
Şovenizm; Emperyalizmin Uşaklarının Milliyetçiliği...
Şovenizm bir yanıyla kaba saldırganlık, katliamcılık,
vahşi saldırılardır. Ancak, sadece bu değildir.
Şovenist politikaları benimseyen, vahşet uygulamalarına
katılan, sessiz kalan milyonlarca insan bunu vahşetten,
saldırganlıktan özel bir zevk aldığı için yapmıyor.
Elbette, böyle tümüyle çarpılmış, insani özelliklerini
yitirmiş azımsanamayacak bir güruh var. Kürtlere
dönük savaşta kulak kesen, meme uçlarıyla tespih
yapan, bunları ve daha başka vahşet örneklerini
fotoğraflayan, bununla övünen küçümsenemeyecek
sayıda asker var. Sorun sadece bunlar değil, daha
büyük sayıda bir insan ise bu askerlerin öykülerini,
çektikleri vahşet fotoğraflarını dinliyor, görüyor
ve olağan karşılıyor. Ancak ezici çoğunluk bu
tablonun başka yönünü görüyor; şovenist politikaları
bir tür vatanseverlik olarak görüyor. Şovenizm
vatan sevgisi, ülkenin birliği, büyük bir güç
olması, büyük devlet, büyük halk olma, vb. kavramlar
ve hedeflerin arkasına gizleniyor. Kuşkusuz bunlar
öyle masumane biçimde dile getirilmiyor. Vatan
sevgisi derken, bu başka halkların vatanlarının
fethinin, onların ezilmesinin haklı olduğu gibi
adice bencilliklerle ifade ediliyor. Ülkenin birliği
derken, Kürtlerin yok edilmesi yoluyla birlikten
söz ediliyor. En azından böylesi bir katliamın
olağan bir şey olduğu fikri işleniyor. İster katliam
ve benzeri saldırılara katılsın, ister katılmasın
şovenizmin etkisi altındaki kesimlerin dilindeki,
bilincindeki vatanseverlik her türden barbarlığı
az ya da çok içeren bir vatanseverliktir.
Bu “vatansever”lik iskambil kağıdından yapılmış
şato gibidir. Çürüktür, dayanaksızdır, yalana
dayalıdır, halkları birbirine karşı düşmanlaştırmaya
dayalıdır, Türk ulusunun, halkının gerçek çıkarlarını
savunmayı göz ardı eder.
Türk halkının gerçek düşmanları olan başta ABD
emperyalizmi olmak üzere emperyalistlere, onların
uluslararası kurumları IMF’ye, Dünya Bankası’na,
NATO’ya, onların yerli işbirlikçilerine karşı
bu “vatansever”liğin tek bir sözü yoktur. Çünkü
bu “vatansever”liğin, bu milliyetçiliğin kaynağı
emperyalistler ve yerli işbirlikçileridir.
Bu, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin imalatı
“vatansever”liğin sokaktaki uygulayacısı barbarlar
sürüsü ise oldukça geniş bir toplumsal yelpazeden
geliyor. Barbarlar sürüsü yalnızca lümpen proletaryadan
oluşan bir güruh değil, çok renkli, çok değişik
toplumsal kesimlerden geliyorlar... Eğitimliler,
öğrenciler, profesörler, eğitimsizler, yoksullar,
işçiler, oldukça geniş bir küçük ve orta burjuva
kesim, burjuvazinin sistemden yeterince yemlenemiyen
kesimleri, irileri, vb...
Onlar, herkesin birbirinin kurdu olduğu, güçlü
olanın diğerlerini ezdiği kapitalizm ormanının
kanunlarıyla güdülen çakallar... Bu ülkenin gerçek
düşmanları karşısında, emperyalizm ve oligarşi
karşısında korkak çakaldırlar. Lafta emperyalizme
karşıdırlar. Ancak her ne hikmetse onların öfkesi
ve saldırıları hep haklarını arayan emekçi kesimlerinedir.
Çünkü ipleri emperyalizm ve oligarşinin elindedir.
Bu noktada, kilit sorun geniş halk kesimlerinin
dikkatinin ülkenin gerçek düşmanlarından hak arayan
emekçi halk kesimlerine çevrilmesidir. Bu güruhun
işi budur.
Bu güruhun ruh hali, davranış biçimleri, barbarlığı
vb. özellikleri tipik güruh özellikleri taşımasına
karşın, çekirdeği kesinlikle oldukça örgütlüdür,
arkasında devletin çelik çekirdeği, kontrgerilla
vb. güçler bulunur. Bu güruhun ana siyasi kitle
gücünü MHP oluşturuyor. Ancak tüm burjuva partileri
şu ya da bu ölçüde bu şovenizmin sokaktaki örgütleyicisi
ve kitle temeli durumundadır.
Amerikan uşakları, emperyalistlerin, IMF’nin önünde
diz çökenler, bu ülkeyle, bu ulusla, bu halkla
aldatma, sürü niyetine kullanma, sömürme dışında
hiçbir ilişiği kalmamış olanlar, yani bu şovenist
barbarlar sürüsü, Türklüğün, Türkçülüğün, vatanın
koruyucuları olarak dizginsiz bir saldırganlık
sergiliyorlar. Onların Türklüğü, Kürtler karşısında,
Araplar karşısında, Yunanlılar, Ermeniler, Çerkezler
vb. ezilen mazlum halklar karşısında var. Yani
bu toprakların kadim halkları karşısında “Türk”
kesiliyorlar... Bu halklar en basit ulusal demokratik
hakları için harekete geçtiğinde, barbarlar sürüsü
“Türk” olduklarını hatırlıyor.
Fakat bu barbarlar sürüsü her nasılsa, yılda 50
milyar dolarımız, yani bu ülkede yaratılan çok
büyük bir değerimiz faiz adı altında emperyalist
ülkelerce hortumlandığında “Türk” değil, çıtları
çıkmıyor. Bu barbarlar sürüsü ekonomi IMF’ye teslim
edilirken “Türk” değil, çıtları çıkmıyor, Kürtlere
karşı geliştirdikleri barbar saldırıların bir
tekini bile IMF temsilcilerine karşı gerçekleştirmiyorlar.
Hatta kendileri ülkeyi teslim ediyorlar IMF’ye...
Bu barbarlar sürüsü yere göğe sığdıramadıkları,
her cenaze törenini saldırı vesilesi yaptıkları
TC askerlerini Amerikalıların çuvala koyup götürmesi
karşısında, İncirlik”in bir fesat yuvası olarak
çalışması karşısında “Ya Sev Ya Terk Et” demiyor,
“Türk”lüklerini unutuveriyorlar...
Şovenizm; Ezilmesi Gereken Halk Düşmanlığı...
Şovenizm, nüfusun geniş kesimlerinin sorunlarının
kaynağının başka halklar olarak gösterilmesinin,
diğer halklara karşı düşmanlık temelinde harekete
geçirilmesinin ve bu yoldan egemen sınıfların dümen
suyuna sokulmasının politikalarının adıdır. Şovenizm
halkların tüm tarihsel süreç içinde birbirlerine
karşı biriktirdikleri önyargıları harekete geçirir,
yalanlarla, çarpıtmalarla yeni önyargılar ve düşmanlıklar
yaratır. Şovenizm diğer halkları değersiz ve yönetilmesi
gereken varlıklar olarak gösterir. Şovenizm tüm
kaba ve barbarca düşünce ve tepkileri harekete geçirir.
Geniş emekçi kesimlerinin egemen sınıflardan kaynaklanan
ezilme, sömürülme gerçeğini görmelerini engeller.
Birleşmiş üstün ulus söylemleriyle sömürücü egemen
sınıfları dost kesimler olarak sunar. Emekçilerin
sömürülme durumlarını olağan bir durum olarak gösterir.
Daha iyi yaşamın sömürücü sınıf ve sistem etrafında
birleşmekle mümkün olduğunu iddia eder. Fetihçiliği,
başka halkları ezerek ülkenin durumunun iyileşeceğini
savunur. Bütün bunlarla ulusun büyüyüp, gelişeceğini
iddia eder. Emekçilerin iyi yaşam özlemleri, insan
yerine konulma özlemleri, başka halklara üstünlük
taslama, onları ezerek zenginleşme hayalleriyle
bozulur, ilkel barbarlık istemlerine dönüştürülür.
Ülkenin kaynakları şovenist hayallerin peşinde tüketilir.
Şovenizm özetle böylesi bozulmadır.
Şovenist politikaların kitle temelini daha çok küçük
burjuvazi oluşturuyor. Ancak şovenist politikaların
özellikle 1990’lı yıllarda Kürt ulusal hareketinin
büyümesiyle birlikte sadece küçük burjuvazi içinde
değil, toplumun geniş kesimleri içinde büyük bir
yaygınlık kazandığı açıkça görülüyor. 1999 seçimlerinde
açıkça şovenist faşist söylemleri ve pratikleri
esas alan partilerin büyük bir çoğunluğu oluşturması,
son süreçte bayrak provokasyonunun çok geniş halk
kesimlerinin şovenist saldırganlık etrafında harekete
geçirilebilmesi şovenizmin adeta bir sis bulutu
gibi, virüs gibi tüm toplumsal kesimler içinde yaygınlık
kazandığını gösteriyor. Başta işsizler olmak üzere
proletaryanın geniş kesimlerinin de bu barbarlığa
ortak olduğu açıktır. Yapılan araştırmalar düzenli
çalışan büyük sanayi proletaryası içinde MHP’yi
destekleyenlerin oranının zaman zaman küçümsenemeyecek
boyutlara ulaştığını gösteriyor. Böylesi bir tablonun
trajik olduğu açıktır. Emekçiler adeta kendi kendilerini
hançerlemektedirler. Şovenizm virüsü ile tüm emekçi
kesimler hastalıklı hale getirilmiştir. Şovenizm
sisi tüm gerçeklerin üzerini şu ya da bu ölçüde
örtmektedir.
Şovenizmin Panzehiri; Demokratik Bilinç,
Enternasyonalist Tutum ve Ülkeye Sahip Çıkma...
Şovenizmin hedefi konumundaki ezilen ulusların
ve ulusal toplulukların kurtuluş için tek çaresinin
şovenist baskılar karşısında yılmadan ulusal demokratik
hakları için mücadele olduğu açıktır. Tüm ulusal
kurtuluş mücadelelerinin ana hareket noktası budur.
Ezilen ulusun veya ulusal toplulukların şovenizmle
mücadelede temel ilkeleri ulusların kendi kaderini
tayin hakkı ve tüm ulusal demokratik haklarını
özgürce kullanmaktır. Şovenizmle mücadele ederken
tepkiyle bir karşı şovenist yaklaşım geliştirmemek,
tüm uluslarla birlikte eşit ve demokratik temelde
yan yana olabilmeyi hedeflemek, ezen ulusun başta
proletaryası olmak üzere tüm emekçilerinin şovenizmin
etkisinden kurtulmasına yardımcı olacak bir pratik
çizgi izlemek, saldırı oklarını ezen ulusun egemenlerine
ve emperyalist-kapitalist sisteme çevirmek ezilen
ulusun veya ulusal toplulukların devrimci sosyalistlerinin
ve ulusal demokratik güçlerinin temel görevleridir.
Ancak en temel ulusal demokratik hakları sadece
kendisi için değil, tüm uluslar için isteyen,
bu temelde asgari bir bilinç ve pratik oluşturmuş
bir ulusal demokratik hareketin karşısındaki şovenist
saldırganlığı gerçekten güçlü biçimde ve hızla
geriletmesi ve yenmesi mümkündür.
Ülkesi işgal altında olan, sömürgeleştirilmiş,
ulusal demokratik haklarını kullanmaktan uzak
bulunan ezilen bir ulusun veya ulusal hakları
gasp edilen bir ulusal topluluğun ezen ulusun
baskılarına ve şovenizme karşı var gücüyle mücadele
edeceği açıktır. Ancak ezen ulus milliyetçiliğinin
her biçimiyle, bu yöndeki her eğilimle, emperyalist
fetihçilik özentileriyle, kısacası şovenizmin
bütün görünümüyle mücadelede ezilen uluslar kadar,
hatta daha fazla iş, ezen ulusun demokratik ve
devrimci sosyalist güçlerine düşer... Çünkü, şovenizmin
etkisi kırılmadan gerçek bir demokratik bilincin
gelişemeyeceği, proletaryanın devrimci mücadelesinin
mesafe kaydedemeyeceği açıktır. Yaklaşık yüzyıllık
mücadele tarihi açık biçimde gösteriyor ki, emperyalizm
ve oligarşiler geniş emekçi kesimlerini ancak
azgın şovenist bir milliyetçilik (daha sınırlı
ölçüde dinsel fanatizm) temelinde kendilerine
bağlayabiliyorlar. Bu bağlamda, demokratik ve
devrimci sosyalist mücadelenin bir yanıyla şovenizme
karşı mücadele içinde gelişeceği, şovenizme karşı
mücadelenin devrimci mücadelenin en temel boyutlarından
biri olacağı açıktır.
Türkiye devrimci hareketinin, Türkiye oligarşisinin
geliştirdiği şovenist dalga karşısında başarılı
olamadığı açıktır. Türkiye’nin kendisi bir yeni-sömürge
olarak emperyalist şovenizmin, baskıların, gizli
işgalin her türden basıncı altında ezilirken,
ABD emperyalizmi ve AB, IMF ve Dünya Bankası,
işbirlikçileriyle birlikte tüm ülkeyi işgal altında
tutarken, bu duruma karşı kendiliğinden ciddi
bir tepki varken, devrimci ve sol güçler bu tepkileri,
Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların demokratik
talepleriyle birleştirerek büyük bir birleşik
devrimci ve demokratik mücadele yaratamamaktadırlar.
Tersine oligarşi emekçilerin emperyalizme karşı
tepkisini de devrimci güçlere ve Kürt yurtseverlerine
çevirebilmekte, şovenist söylemleri emekçiler
içinde egemen kılabilmektedir. Türkiye emekçilerinin
emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı olan
tepkisi emperyalizme karşı demokratik bir Türkiye
yurtseverliği olarak gelişmek yerine, şovenist
politikalarla birleşerek ezen ulus milliyetçiliğine
dönüşmektedir.
Devrimci ve sol güçler cephesinde ise şovenizmle
mücadele sorunu ise güncel boyutuna, yani Kürt
sorunu ve ezilen ulusal topluluklar sorununa değin
daralmaktadır.
Tam da bu noktada Türkiye devrimci ve sol hareketinde
varolan üç farklı tutuma da kısaca değinmek gerekiyor.
Bunlardan birincisi ve en “enternasyonalist” görüneni
şovenizmle mücadeleyi Kürt ulusal hareketi ile
dayanışma eksenine oturtan yaklaşımdır. Burada
esas olarak Kürt ulusal hareketinin eklentisi
olma ve kuyrukçuluk söz konusudur, çoğu durumda
dayanışmacılık ile pragmatizm iç içe geçmiş durumdadır.
Bu dayanışmacılık bir yönüyle tersten büyük bir
gücün desteğiyle hareket etme, onun gölgesinde
olma tutumunu da bağrında taşımaktadır. Bu tutumda
hiçbir devrimci ideolojik ve politik kaygı yoktur.
Kürt ulusal hareketine koşulsuz destek vardır.
Kürt ulusal hareketi nereye savrulursa savrulsun,
onlar her durumda destekçidir. Pratiğe daha çok
Kürtseverlik olarak yansıyan bu tutumun şovenizm
karşısında anlamlı bir duruş geliştirmediği, geliştiremeyeceği
açıktır. Bu tutum enternasyonalizm ve dayanışmacılğı
Kürtlere destek ajitasyonuna indirgemiş durumdadır.
Bu tutum esas olarak Türkiyeli olma özelliğini
yitirmektedir. Bu anlamda Türkiyeli emekçilere
demokratik ve enternasyonalist bilinç taşıma dinamiği
yok denecek kadar azdır. Bu kuyrukçu politika
nedeniyle solu ve devrimci güçleri az çok tanıyan
emekçi kesimlerin gözünde devrimci hareket daha
çok PKK’nin eklentisi olarak görülmektedir.
Türkiye devrimci ve sol hareketindeki ikinci tutum
sol söylemli bir şovenizme yani sosyal-şovenizme
bulaşık durumdadır. Kürt ulusunun kaderini mutlak
biçimde Türk halkının kaderine bağlayan, Kürt
ulusal mücadelesine karşı özel bir mesafe koyan,
Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları için mücadelesi
fikrine dahi kuşkuyla bakan, bunu şovenizm olarak
algılamaya hazır, Kürtlerin ve diğer ezilen ulusal
toplulukların ulusal demokratik mücadelelerinin
desteklenmesinin Türk emekçilerle kopuşmaya neden
olacağı kaygısını taşıyan ve bu anlamda şovenizmle
uzlaşan, cepheden tutum almayan küçümsenemeyecek
bir cephe söz konusudur. Bu kesimleri şu ya da
bu ölçüde şovenizmin etkisi altındadır. Bu kimi
kesimlerde şovenizmin basıncı altında gerileme
olarak ortaya çıkarken, kimi kesimlerde ise ya
ideolojik düzeyde, ya politik düzeyde ya da her
ikisinde birden açıkça Kürt ulusunun ulusal demokratik
mücadelesine karşı vesayetçi veya inkârcı ve mesafeli
duruş olarak biçimlenmektedir. TKP’nin ve ÖDP’nin
Kürtlerin ulusal demokratik haklarını ve mücadelesini
görmezden gelen tutumu, bir dizi hareketin Kürt
proletaryasının kendi devrimci partisini örgütleyemeyeceği
ve ulusal kurtuluş mücadelesini yükseltmeyeceği,
bunu ancak Türkiye devrimci hareketinin bir parçası
olarak yapabileceği yönündeki kesin vesayetçi
tutumu, muğlak ve hangi temellerde olacağı belli
olmayan bir Türk ve Kürtlerin birliği vurgusunun
ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin
vurgulanmasının önüne geçirilmesi, sözde PKK’nin
hatalarına karşı olma söylemi üzerinden tipik
bir sol kılıflı Türk milliyetçiliği söyleminin
üretilmesi, Kürt coğrafyasını Doğu ve Güneydoğu
gibi misak-milli tanımlarıyla niteleme, vb...
Bu ve benzeri yaklaşımların Türk ulusunda zerre
kadar demokratik bilinç yaratamayacağı, köklü
şovenist ön yargıları kıramayacağı açıktır.
Üçüncü çizgi, devrimci sosyalistlerin de bir parçası
olduğu devrimci enternasyonalizmdir. Devrimci
enternasyonalizm başlıca şu ilkelerden hareket
eder;
- Ulusal sorunların çözümünde ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkı ana ilkedir. Bu ilke esas
olarak her ulusun kendi devletini kurma hakkı
anlamına gelir. Tüm ulusal toplulukların ulusal
demokratik haklarını azami ölçüde ve özgürce kullanmaları
anlamına gelir.
- Tüm ülkelerin proletaryalarını ve halklarını
tüm ülkelerin ve ulusların tam hak eşitliğine
sahip oldukları bilinciyle sistematik olarak eğitmek,
insanlığın kurtuluşunun proletaryanın dünya çapında
devrimci birliğinden ve ortak mücadelesinden geçtiği
bilincine kavuşturmak devrimci sosyalistlerin
temel görevlerinden biridir.
- Her ülke proletaryası kendi ulusal demokratik
ve devrimci sosyalist hareketlerini, partilerini
yaratma hakkına sahiptir. Devrimci sosyalistler
açısından her ülkedeki devrimci sosyalist hareket
devrimci sosyalist enternasyonalin bir parçasıdır.
Bu hakkın nasıl kullanılacağı, devrimci sosyalistler
açısından çeşitli ülkelerin (ki bunlar ezen ve
ezilen ulusun devrimci sosyalist hareketleri de
olabilir) devrimci sosyalist hareketlerinin birliğinin
nasıl sağlanacağı her somut durumda ayrıca belirlenir.
- Ezen ulusun devrimci sosyalistleri ve demokratik
güçleri ezilen ulusun ve ulusal toplulukların
ulusal demokratik hak ve taleplerini ödünsüz olarak
desteklerler. Ezilen ulusun ulusal güçlerini ise
demokratik hak ve taleplere sahip çıktıkları ölçüde
desteklerler. Emperyalizmle uzlaştıkları, ona
payanda oldukları, ulusal demokratik hakları sulandırdıkları,
vb. gerici tutumlar içine girdikleri ölçüde bu
desteklerini çekerler. Devrimci sosyalistler için
esas olan ve her koşulda desteklenecek olan ezilen
ulusun ulusal demokratik hak ve talepleridir.
Ezilen ulusun devrimci sosyalist güçlerinin yanında
ise kesin biçimde olarak yer alırlar. Bu ilişki
eleştiri ve özeleştiriyi içeren demokratik bir
ilişkidir.
Şovenizme Karşı Mücadele Devrim Sorunudur,
Bütünlüklü Mücadele Gerektirir...
Devrimci sosyalizm şovenizme karşı mücadeleyi
bir devrim sorunu olarak ele alır. Çünkü şovenizm
dünya kapitalist sisteminin bir yan ürünü değildir.
Onun özüne içkindir. Bu bağlamda, şovenizme karşı
mücadelenin özgün yanları bulunmasına karşın,
esas olarak emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelenin
toplamı içinde yaratılacak ilerlemelerle yol alınabilir.
Bunun somut anlamı şudur; şovenizmle mücadele
her şeyden önce devrimci hareketin emekçilerin
geniş kesimlerini kucaklama ve mücadele kapasitesini
arttırmasıyla ilerler. Geniş emekçi kesimleri
kucaklama ve mücadele kapasitesini arttırmak ise
emekçilerin sistemle olan bütün çelişkilerini
sahiplenmekle, mücadele konusu haline getirmekle
mümkündür.
Evet, şovenizmin bütün görünümlerine karşı, yalanlarına
kaşı tavizsiz bir duruş sergileyeceğiz. Gerçekleri
en net duruşla ortaya koyacağız. Bunun eylemini
gücümüz oranında yaratacağız. Ancak emekçi kesimler
içinde güç olmaya, onları kucaklamaya bu yetmez.
Buradan ancak dayanışmacılığa varırız. Halbuki
biz dayanışma hareketi değil, devrim hareketiyiz.
Öyleyse dayanışmacı noktayı aşmalıyız.
Bunun anahtarı emekçilerin bütün sorunlarına sahip
çıkmaktır. Eğer siz emekçilerin konutları yıkılırken,
işyerleri özelleştirilirken, sağlık, eğitim hakları
gasp edilirken, emekçi gençliğine üniversite kapıları
kapatılırken, güvencesiz çalışma yaygınlaşır ve
en vahşi biçimler kazanırken, köylü yok oluşa
sürüklenirken, ülke ekonomisi tümüyle IMF ve Dünya
Bankası’na teslim edilirken, ülke emperyalistlerin
saldırgan planlarının basit aleti olurken ve emperyalist
gizli işgal altında tutulurken, işbirlikçiler
tüm kaynakları hortumlarken, işçilerin, işsizlerin,
yoksul köylülerin, kent yoksullarının, küçük esnafın,
öğrenci gençliğin yani halkın yanında değilseniz,
onların devrimci sesi olamıyorsanız, onların militan
öncü gücü olamıyorsanız, bu mücadeleler içinde
prestij kazanmıyorsanız şovenizm konusunda da
yapacağınız fazla bir şey yok demektir.
Bütün bunlarla birlikte şovenizme karşı çıkmıyorsanız,
şovenizme kaşı sözünüz dinlenmeyecek, eyleminiz
destek bulamayacak, benimsenmeyecektir. İşten
atılırken, toplu sözleşme mücadelesi yürütürken,
üniversite kapılarında geri dönerken, hastane
kapılarında sürünürken onların yanında olmayan,
sesini yükseltmeyen bir devrimcinin, ortalama
bir emekçinin yüzyıllardan ve tüm cumhuriyet dönemi
boyunca pekişmiş olan şovenist ön yargılarını
kırması, bu konuda güven yaratması, hatta bu meseleleri
açabilmesi mümkün müdür? Elbette ki, hayır. Şovenist
vatanseverlik taslıyor, Kürdün, Arabın, Çerkezin
karşısında en sıkı “Türk” kesiliyor. Bu noktada,
şovenizmin üreticileri emekçilerdeki ilkel geri
ön yargılara oynuyorlar.
Fakat emekçi aynı zamanda günlük deneyimleri içinde
kendisinin ve ülkenin en büyük düşmanının ABD
emperyalizmi, IMF ve işbirlikçileri olduğunu,
hortumcular olduğunu da biliyor. İşçisi, memuru,
köylüsü mitinglerde IMF, ABD karşıtı, hortumcu
karşıtı sloganları haykırıyor. İşte Kürde, Araba
düşmanlığa karşı var gücümüzle mücadele etmek,
ama aynı ölçüde halkın kendi öz yaşam pratiğinden
düşman olarak gördüğü emperyalizme ve işbirlikçilerinin
uygulamalarına karşı da güçlü bir mücadele yürütmek
zorunludur. Ancak gerçek düşmanlara karşı mücadeleye
öncülük edebilirsek şovenist yalanları boşa çıkarabiliriz.
Ancak böylelikle Türkiye’ye yönelmiş gerçek tehlikenin
Kürt’ten, Arap’tan ve diğer ezilen ulusal topluluklardan
değil, emperyalizmden geldiğini gösterebiliriz.
Bu görevlere sahip çıkma noktasında bir öncelik
sonralık ilişkisi yoktur. Yani önce işsizlik sorununa,
konut sorununa vb. sahip çıkarak güç biriktireyim,
ardından şovenizm sorunuyla ilgilenelim gibi saçma
bir sıralama yoktur. Emekçilerin sistemle olan
tüm çelişkilerine, devrimci tarzda derinleşme
ve kırılma olanaklarını ve müdahale zeminlerini
dikkate alarak her somut durumun somut tahlilinden
hareketle belirli çelişki noktalarını daha öne
çıkararak bütünlüklü olarak müdahale etmek esastır.
Bu bağlamda şovenizm temel mücadele cephelerinden
biridir. Ancak sadece bu cephe üzerinden yürüyerek
sistemi geriletemeyiz. Bu cephedeki ilerleme,
diğer mücadele cephelerinde, diğer çelişkilerde
kat edeceğimiz mesafeye doğrudan bağlıdır. Bu
ilişki bütün mücadele cepheleri açısından geçerlidir.
Özelleştirmeye karşı mücadele eden Telekom emekçisiyle
dayanışma içinde olan konducu, şu ya da bu ölçüde
kondusu yıkılırken bunun karşılığını Telekom emekçisinden
görür. Devrimciler konducunun Telekomcuya desteğini
sağlarsa, yarın Telekomcunun desteğini konducuya
sağlamada büyük güçlük çekmez. Aynı biçimde konducular,
işsizler, işçiler içinde mücadele yoluyla güç
kazanan, prestij kazanan bir devrimci hareket,
şovenizme kaşı mücadelede de bu kesimler içinde
ciddi bir destek bulabilir.
Her sorun bağlamında sistem saflarında açtığımız
gedikler, toplamda giderek büyüyen bir hareket
alanı demektir. Tek sorun üzerinden tek yönlü
değil, somut duruma bağlı olarak her alanda irili
ufaklı müdahaleler yoluyla her cephede büyüme
ve derinleşme hareket tarzımız olmalıdır.
Devrimci sosyalist hareketimizin ve demokratik
güçlerin mücadele kapasitesi böylesi bir perspektiften,
böylesi bir çok yönlü, bütünlüklü bir mücadeleden
hareket edersek büyüyebilir. Bu ülkenin gerçek
sahipleri olduğumuzu, ülkenin ve halkın tüm sorunlarının
devrimci ve demokratik muhatapları olduğumuzu,
muhalefet değil, iktidar adayı olduğumuzu, tüm
emekçilerin her alandaki, her sorundaki devrimci
ve demokratik gücü ve sesi olduğumuzu her soruna
günlük yaşam içinde somut olarak sahip çıkarak
göstermeliyiz.
|