Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

34. Sayı - Ekim 2005

1990’lar sonrasındaki yeni tarihsel süreçte emekçi sınıfların mücadelesi en büyük kırılmalardan birini de kavramlar alanında yaşadı. Örneğin, zaman içersinde “devrim”, “reform” gibi kavramların kapitalist sistemin küresel demagoji aygıtları tarafından çarpıtıldığına tanık olduk. Tarihin gördüğü en halk düşmanı ekonomi politikaları, “devrim” diye sunuldu kimi zaman, kimi zaman ise “ilericilik-çağdaşlık” gibi kavramlar çarpıtılmaya uğradı ve sözgelimi özelleştirme gibi emperyalist politikalara karşı çıkanlar bir anda kendilerinin “tutucu-gerici” ilan edildiğini gördüler. ABD emperyalizminin “şer cephesi” konseptine uygun olarak yeniden tanımlanan “laiklik” kavramını ise hiç saymıyoruz.
Ve tabii, bu süreçte postmodern gericilik de, her köşeden solun söylemine sızmaya başladı ve ortaya ciddi bir teorik karmaşa çıktı.
Süreç boyunca en ciddi deformasyonu yaşayan iki kavram ise kuşkusuz “savaş” ve “barış”tı. “Silahlı mücadeleyi bırakmak”, “demokratik yollardan yürümek”, “siyasal çözüm aramak” gibi bir dizi durum tanımlaması gelip gündemimizi işgal etti. Esasen bunların birçoğu baştan yanlış kurulmuş tanımlardı. Silahlı mücadele sanki ezilen halklar için “demokratik bir hak” değilmiş gibi onu neredeyse “anti-demokratik” bir çerçeveye tıkıştırmak ve sonra “demokratik yol”dan söz etmek; silahlı mücadele sanki siyasal mücadelenin araçlarından biri değilmiş gibi, “siyasi mücadeleye dönmek” gibi muğlak laflar etmek; ve sanki silahlı mücadele yolundan ortaya çıkarılan durum “siyasal çözüm” değilmiş gibi “siyasi çözüm arayışı” türünden kavramlar icat etmek, vb. vb… bunların tipik örnekleriydi.
Üstelik coğrafyamızda bu sorun, büyük ölçüde İmralı olgusunun derin etkisi altında yeniden bir çarpılmaya uğrayarak adeta karşı çıkanları suçlayan bir tavra dönüştü. Bir yandan hayatlarında Marks-Engels’ten üç cümle okumamış insanlar inanılmaz bir “cahil cesareti”yle marksizmin “şiddet eğilimi”nden, “despotizm”inden söz ederken, diğer yandan mevcut “barış” söylemine karşı çıkan herkes “kan akmasını isteyen çevreler” kategorisinde tanımlanmaya başladı. Halk barış ve “siyasal çözüm” istiyordu! Bazı “dogmatik” sosyalistler ise ille de savaş diye tutturmuşlardı ve böylece onlar “savaştan rant sağlamak isteyen karanlık çevreler” diye tanımlanan muğlak bir kategori ile aynı safa düşmüş oluyorlardı, vs. vs…

1990 Sonrası: Daha Şiddetsiz Bir Dünya mı?
Sözü hiç fazla uzatmadan öncelikle çok net bir soruya çok net bir yanıt vermek gerekiyor: Solun ya da Kürt hareketinin kendi mücadele biçimlerine dair görüşleri bir yana, nesnel bir belirleme yapmak istediğimizde, 1990’lar sonrasında ortaya çıkan dünya tablosunun geçmişe oranla daha az şiddet ve vahşet içerdiğini, dolayısıyla ezilenlerin daha barışçıl girişimlerine zemin yarattığını söyleyebilir miyiz? Yani siz, A siyasal eğilimi olarak şiddet konusundaki görüşlerinizi değiştirebilirsiniz; ama karşı taraf, yerel ya da uluslararası planda daha az şiddet, daha az zulüm uygulama konusunda bir eğilime sahip görünmekte midir? Çünkü sizin şiddetten, silahlı mücadeleden vazgeçmenizin objektif olarak başlıca iki nedeni olabilir:
Birincisi, böyle bir mücadeleyi yürütecek gücünüz yoktur, ki bu bir “vazgeçme” sebebi değil olsa olsa “erteleme” sebebi olabilir; çünkü güç, sonuçta kazanılabilir bir şeydir.
İkincisi, amaçlarınıza şiddet olmadan da ulaşabileceğinize aklınız kesmektedir, karşı tarafta buna uygun bir zemin görmektesinizdir.
Ve nihayet, bir üçüncü neden vardır, ki buna daha sonra geleceğiz, siz artık karşı tarafın alt edilebileceğine olan inancınızı yitirmişsinizdir; devrimin güncel ve mümkün olmadığını düşündüğünüz için de çözümü karşı tarafın platformunda aramaktasınızdır.
Peki 1990’lar sonrasında durum nedir? “Tek kutuplu” hale geldiği için belli bir istikrar kazanmış olması beklenen günümüz dünyasındaki somut durum nedir?
Şimdi geriye dönüp bakınca komik görünüyor ama hatırlamak gerekir, 90’lara beş kala, SBKP’nin son Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov, 27. Kongre raporunda, “emperyalizm militarizm olmaksızın da mümkün olabilir mi?” diye bir soruyu çok özgün bir laf edermiş havasında ortaya atıyordu.
Soru özgün değildi aslında, yaklaşık yüz elli yıldır reformizmin-revizyonizmin her türü kapitalist sistemin şiddetsiz yoldan da sona erdirilebileceğini söylerken bu ve benzeri sorulara yaslanmışlardı.
Gorbaçov da aynı soruyu soruyordu ve sonra “sosyalist sistemin olağanüstü başarılarından ve üstün insani özelliklerinden”, bu başarı ve üstünlükler karşısında zor duruma düşen emperyalist devlet adamlarının artık daha mantıklı düşünmeye başlayabileceğinden, vs. vs.. söz ederek bir yanıt veriyordu.
Sanırız Gorbaçov hakkında artık çok fazla konuşmak gerekmiyor. Kendisi şu anda kocaman bir “hiç”ten ibaret! Sorduğu soru konusunda ise artık herhalde yalnızca gülümsenebilir. Çünkü 15 yıl içinde emperyalist sistem tarafından bu soru yüzlerce kez yanıtlandı.
90 miladından sonra başlayan gericilik döneminin bilançosu yeterince açıktır.
1990 ile 2001 yılları arasında, yani son dört yılı saymadığımızda bile dünyanın 41 ayrı noktasında işgaller ve çatışmalar sonucu ölen toplam insan sayısı 6 milyondur. Biraz daha geriye gidip 1980-1990 arasını ele alırsak, bu dönemde savaşlarda ölen çocuk sayısı, 2 milyondur. Aynı dönemde 4 milyon çocuk sakat, 1 milyon çocuk yetim, 12 milyon çocuk da evsiz kalmıştır. 10 milyon çocuk ise psikolojik travma yaşamıştır.
Yalnızca Irak Körfez Savaşı’nda sırf uranyum gazi nedeniyle ölen insan sayısı 300 bindir. Son savaşta ölen sivil sayısının 100 bini aştığı ise daha geçenlerde açıklanmıştı. Yugoslavya, Arnavutluk, Sudan, Afganistan, Somali, Ruanda, vb. gibi facialar ise bugün milyonlarca ölüyle birlike anılıyor.
Bütün bunların anlamı, emperyalist savaş mekanizmasının bir an bile ara vermeksizin çalıştığı ve hiç durmaksızın ölüm ve şiddet ürettiğidir. Sadece 2002 yılı raporlarında biledünyadaki askeri harcama miktarı 900 milyar dolardır ve tabii ki bu harcamadaki aslan payı ABD’ye aittir. Dünyanın en büyük 100 silah üreticisi şirketin 42’sinin merkezinin ABD’de olduğunu belirtmeye hiç gerek yok.
Yani 90’lar sonrası tablo geçmişe göre hiçbir biçimde yumuşamış değildir; tersine savaşlardaki vahşet düzeyi (yani eğer bir ölçüyse, sivillerin ve çocukların katledilme oranı) kat be kat artmış durumdadır.

Nesnel Gerçeğe Karşı Savaş İlan Etmek!
Peki nesnel durum böyleyse eğer, bütün bu “barış” edebiyatı ne anlama geliyor?
Son derece açık; ezilen sınıfların acılarından kurtulmasının, hatta bu acıların bir parçacık hafiflemesinin barışçıl yollardan da gerçekleşebileceği yönünde en küçük bir veri bile yeni süreçte önümüze çıkmış değildir. Aynı şey ulusal kurtuluş ve bağımsızlık savaşları için de söz konusudur. Tersine, son yirmi yılda büyük bir yıkıma uğratılmış bulunan insanoğlunun hayatındaki en küçük bir iyileşme ya da hak kazanımı bile artık en şiddetli mücadeleleri gerektirmektedir. Bu arada, tarihsel bir ironi olmalı: Marks ve Engels’in bir vakitler “zora dayanan devrimin istisnası” olarak “belki barışçıl geçiş mümkündür” diye andığı İngiltere ve Amerika, bugün bu gaddarlığın en sivri uçları olarak sahnededir.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, emekçi sınıfların ve ezilen halkların şiddet ve silahlı mücadele dışında bir yolla kurtulabileceklerini düşünmemize yol açabilecek bir gelişme söz konusu değildir. “Tek kutuplu” hale gelerek istikrar kazandığı, kazanacağı iddia edilen dünya bugün her zamankinden daha fazla kan deryasının içindedir ve silahlı mücadele her zamankinden daha büyük bir kurtuluş umudu olarak önümüzdedir. Öyle ki, mevcut tablo, bir vakitler, örneğin 1960’larda, sosyalist sistemin yarattığı uluslararası dengelerden dolayı yaşayabilme olanağı bulan bağımsızlıkçı güçleri bile boğmakta, emperyalist sistemin dışına çıkma yönündeki en küçük bir girişim cezalandırılmak istenmektedir. Hatta bu girişimler eski işbirlikçi kuklalarından geldiğinde bile!
Böyle bir tablo içinde yeniden daha önce değindiğimiz iki (daha doğrusu üç!) olasılığa dönmek ve sormak gerekiyor: Siz, “silahlı mücadele yürütmek için benim şu anda gücüm ve örgütlenmem yok” gibi sübjektif ve geçici bir durumdan söz etmiyorsanız eğer, nesnel olarak karşı tarafta “barışçıl imkânlar yaratan” ne gibi olanaklar görüyorsunuz? “Militarist olmayan” bir emperyalizmden ya da “sömürgeci zulümden vazgeçmeye yatkın” bir oligarşiden mi söz ediyorsunuz? Böyle bir olgu var mı önümüzde? Böyle bir olgunun ipuçları var mı?
Buna olumlu bir yanıt veremiyorsanız eğer, ki 2005’in dünyasında buna olumlu yanıt verecek olanın akıl sağlığından da kuşku duyulur, gelin şaka yapmaktan vazgeçelim! Bu tablo içinde “şiddetsiz çözüm” formüllerinin tümü fantaziden ibarettir ve hükümsüzdür. Bu, devrimcilerin, emekçi sınıfların, geçmiş dönemlerde olduğu gibi legal ve barışçıl araçları kullanmayacakları anlamına gelmez; burada asıl sorun, dünyayı ve ülkenizi nasıl değiştireceğinizdir. Ve bu sorunun yanıtı 2000’lerin dünyasında da dün olduğu kadar, hatta ondan daha fazla açıktır.
Bütün bunlara karşın “barışçıl yol”dan söz ediyorsanız eğer, gerçekten de üçüncü olasılığa, yani tartışmanın özüne geliriz: Devrimin güncelliği… Siz, bir devrimin mümkün olduğunu, karşı tarafın yenilebileceğini, mevcut sistemin köklü bir biçimde değiştirilebileceğini artık düşünmüyorsunuzdur.
Böylece kaydığınız yer düzen-içi bir noktadır, düzen platformu üzerinde çözüm yolları arıyorsunuzdur. Bu yol, karşı tarafın pervasız saldırganlığından ötürü hiçbir zaman tümüyle şiddetsiz-barışçıl bir havada yürümez ama siz buna karşın yine de o platformun üzerindesinizdir, o platforma tutunmak, orada kalmak istiyorsunuzdur.
Burada “sosyalistlerin şiddet yanlısı olup olmadıkları” yönündeki bir tartışma tamamen düzey düşürücü ve geri bir tartışmadır. Sosyalistlerin özel olarak şiddet sevdalısı olmadıkları son derece açıktır ve bunun konuyla ilgisi yoktur. Zora dayanan devrim ve silahlı mücadele, tarihsel boyutlu sorunlardır; devrimin şiddeti bir belirli anda karşı tarafın şiddetine verilmiş tepki gibi algılanamaz. Dünya ölçeğinde emperyalist-kapitalist sistem, ezilen sınıflara yönelik şiddet ve diktatörlük üzerinden hükmünü yürütür. Üstelik bu şiddet, sanıldığı gibi yalnızca çıplak biçimlerle, ateşli silahlarla, vb. değil, bütün diğer yollarla da kendini ortaya koyar. Sözgelimi işsizlik de, milyonlarca çocuk açlıktan ve bakımsızlıktan ölürken tekelci zenginlerin sürdürdüğü şatafatlı hayat da derin bir şiddet unsurunu açığa çıkarır; emekçi sınıfların devrimci şiddeti meşruiyetini salt ordu-polis gücünün uygulamalarından değil, sistemin kendi işleyiş biçiminden alır. Dolayısıyla kim “şiddet yanlısı” kim “gerçek barışçı” gibi boş tartışmalar, tümüyle yüzeyseldir ve son tahlilde kapitalist sistemin temelindeki şiddetin üstünü örtmeye yarar.
Ama bütün bu tartışmalara da gerek yok aslında; çünkü hem geçen yüzyıl boyunca, hem de günümüzde emperyalizm, çıplak şiddet konusunda kuşkuya yer vermeyecek kadar somut örnekleri bol bol ortaya koymuştur, koymaktadır.

Silahlı Mücadele: Herhangi Bir Araç mı?
Bütün bu söylediklerimize “silahlı mücadele”nin (daha özel olarak gerilla savaşının) şiddet ya da barışçıl yol tartışmasından ayrı, stratejik-taktik bir problem olduğu şeklinde bir itirazda bulunulabilir. “Nihai olarak zor olgusunu elbette gözetiyoruz ama biz şu anda siyasal mücadelenin bu aracını kullanmayı ya da onu temel almayı tercih etmiyoruz” denilebilir. Sorun böylece ortaya konulduğunda masum görünebilir ve üstelik bu çerçeve birçok alıntıyla da “desteklenebilir.”
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, İmralı süreci bakımından karşımızdaki olgu bu değildir. Orada, bir mücadele aracının kullanılması-kullanılmamasının ötesinde, ulusal sorunun çözümüne nasıl bakıldığı sorunu vardır ve mevcut önderlik son derece açıkça çözüm yolunu halkın devrimci dinamiğinde değil, emperyalizmin ve oligarşinin platformunda aramayı tercih etmiştir.
Dolayısıyla bu çözüm arayışı sırasında çeşitli manevralar için zaman zaman silahlı güçlerin kullanılması, bildiğimiz anlamda silahlı mücadele değildir. Artık ne oligarşi, ne devrimci güçler ne de bizzat mevcut Kürt önderliği bu olayları örneğin Ağustos Atılımı gibi görmemekte, hatta ona benzetmemektedir. Bugün olan şey, askeri güçlerin yürüttüğü bir karmaşadan ibarettir ve bütün bu olup bitenlerin kime ne yarar sağladığı sorusu da gitgide daha çok kendini ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla Kürt hareketi bakımından sorun silahlı mücadele sorunu değil, genel olarak devrimci düzlemden kopuş sorunu olarak önümüze çıkmaktadır.
Ama öte yandan, silahlı mücadelenin geçersizliği üzerine fetva yayınlayanlar salt mevcut Kürt önderliğinden ibaret değildir. 90’lar sonrasında gerçekleşen büyük kırılma, geçmişte bu alanda az ya da çok etkinlik gösteren birçok çevrede böyle bir eğilimi -açık ya da gizli biçimleriyle- ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz bu yapıların çoğu nihai olarak “zora dayanan devrim”i reddetmemektedirler.
Onlar, “bir siyasi mücadele aracı olarak silahlı mücadelenin” günümüz koşullarında tercih edilmemesi gerektiğini düşünmekte ve bunu bazen açıkça söylerken bazense fiilen hayatın içinde uygulamaktadır.
Açıkça söylemek gerekir ki, bu ve benzeri düşüncelerin temeli, esas olarak yine de devrimin güncelliği-mümkünlüğü fikrinin zayıflamasıyla ilgilidir. Kırılma ve gerileme dönemi, birçok siyasi yapıda açık ya da üstü örtülü bir ideolojik erezyona yol açmış, karşı devrimin dizginlerinden boşanmış şiddeti ve emekçi kitlelerin yaşamlarının çürütülmesi-parçalanması devrime yönelik bir umutsuzluğu doğurmuştur.
Bugün bize “taktik değişikliği” ya da “politik tercih” gibi görünen bir dizi karar ve düşünce değişimi, esas olarak bu tablonun eseridir. Sonuç itibarıyla silahlı mücadele, yalnızca “siyasi mücadelenin araçlarından biri”dir ve salt teorik açıdan bakıldığında bütün diğer araçlar gibi değiştirilebilir, başlatılabilir, durdurulabilir, vs. vs...
Ama 2000’ler itibarıyla sorun bundan ibaret değildir, bundan daha öte, bundan daha fazla bir şeydir. Yani, bütün siyasal yaşamlarını legalite ve parlemantarizm içinde geçirmiş bulunan kesimleri dışta tutarsak eğer, bunların dışında kalan bir siyasal yapılanma, tarihin bugünkü evresinde “ben silahlı mücadeleyi bırakıyorum” dediğinde bu basit bir araç değişikliği olarak düşünülemez. Bu, dünyanın ve ülkenin nesnel verileriyle de açıklanıp desteklenemez; ki nesnel veriler (emperyalist vahşet, artan yoksulluk ve öfke, vb…) bunun tam tersini işaret eder.
Elinde halkın, emekçilerin ne istediğini ne istemediğini bilen sihirli bir alet varmışçasına “halkın silahlı mücadeleye olan soğukluğu”ndan söz eden çok bilmişler, aslında burjuva politikasında son dönemde bütün partileri merkeze çekmek için kullanılan “halk hırçın politikacıyı sevmiyor” demagojisini bir başka düzlemde tekrarlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.
Politik durumu çözümlemekte gösterdikleri yetersizlik sonucunda kendi yorgunluklarını genel bir durum olarak algılamaktadırlar. Dolayısıyla, böyle bir politikanın tek dayanağı, umutsuzluk tablosudur ve bu anlamda “silahlı mücadelenin bırakılması” kararı ister açıkça ilan edilsin isterse fiilen uygulansın, basit bir araç değişikliği değil, devrimci zeminde durup durmama ile ilgili bir karardır. Bu tutum, son süreçte saldırganlığını ve vahşetini kat kat artırmış olan emperyalist kapitalizmin karşısında emekçi kitlelerin, ezilen halkların çırılçıplak bırakılması ve politik bir geri adım atılması anlamına gelir.
“Özgürlükleri uğruna savaşan halklar için tek yol olarak silahlı mücadeleye inanıyorum ve inançlarımda kararlıyım...” Katledilmesinden birkaç ay önce Bolivya’ya giderken ailesine böyle yazıyordu Che Guevara… Aradan neredeyse 40 yıl geçtikten sonra bugün, bu inancın yanlışlığını kanıtlayan tek bir olgu yoktur karşımızda. Tersine, bu 40 yıl boyunca milyonlarca insanın kanına giren ve dünyayı soyup soğana çeviren emperyalizm karşısında, ezilen halkların direnişi bugün bin kez daha meşrudur, bin kez daha haklıdır.
Devrimcilerin görevi ise bu meşruiyet konusunda yersiz kuşkular üretmek değil, yeni bir anlayışla yeni bir devrim atılımının temellerini örmektir.



 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul