1990’lar sonrasındaki yeni tarihsel süreçte emekçi
sınıfların mücadelesi en büyük kırılmalardan birini
de kavramlar alanında yaşadı. Örneğin, zaman içersinde
“devrim”, “reform” gibi kavramların kapitalist
sistemin küresel demagoji aygıtları tarafından
çarpıtıldığına tanık olduk. Tarihin gördüğü en
halk düşmanı ekonomi politikaları, “devrim” diye
sunuldu kimi zaman, kimi zaman ise “ilericilik-çağdaşlık”
gibi kavramlar çarpıtılmaya uğradı ve sözgelimi
özelleştirme gibi emperyalist politikalara karşı
çıkanlar bir anda kendilerinin “tutucu-gerici”
ilan edildiğini gördüler. ABD emperyalizminin
“şer cephesi” konseptine uygun olarak yeniden
tanımlanan “laiklik” kavramını ise hiç saymıyoruz.
Ve tabii, bu süreçte postmodern gericilik de,
her köşeden solun söylemine sızmaya başladı ve
ortaya ciddi bir teorik karmaşa çıktı.
Süreç boyunca en ciddi deformasyonu yaşayan iki
kavram ise kuşkusuz “savaş” ve “barış”tı. “Silahlı
mücadeleyi bırakmak”, “demokratik yollardan yürümek”,
“siyasal çözüm aramak” gibi bir dizi durum tanımlaması
gelip gündemimizi işgal etti. Esasen bunların
birçoğu baştan yanlış kurulmuş tanımlardı. Silahlı
mücadele sanki ezilen halklar için “demokratik
bir hak” değilmiş gibi onu neredeyse “anti-demokratik”
bir çerçeveye tıkıştırmak ve sonra “demokratik
yol”dan söz etmek; silahlı mücadele sanki siyasal
mücadelenin araçlarından biri değilmiş gibi, “siyasi
mücadeleye dönmek” gibi muğlak laflar etmek; ve
sanki silahlı mücadele yolundan ortaya çıkarılan
durum “siyasal çözüm” değilmiş gibi “siyasi çözüm
arayışı” türünden kavramlar icat etmek, vb. vb…
bunların tipik örnekleriydi.
Üstelik coğrafyamızda bu sorun, büyük ölçüde İmralı
olgusunun derin etkisi altında yeniden bir çarpılmaya
uğrayarak adeta karşı çıkanları suçlayan bir tavra
dönüştü. Bir yandan hayatlarında Marks-Engels’ten
üç cümle okumamış insanlar inanılmaz bir “cahil
cesareti”yle marksizmin “şiddet eğilimi”nden,
“despotizm”inden söz ederken, diğer yandan mevcut
“barış” söylemine karşı çıkan herkes “kan akmasını
isteyen çevreler” kategorisinde tanımlanmaya başladı.
Halk barış ve “siyasal çözüm” istiyordu! Bazı
“dogmatik” sosyalistler ise ille de savaş diye
tutturmuşlardı ve böylece onlar “savaştan rant
sağlamak isteyen karanlık çevreler” diye tanımlanan
muğlak bir kategori ile aynı safa düşmüş oluyorlardı,
vs. vs…
1990 Sonrası: Daha Şiddetsiz Bir Dünya mı?
Sözü hiç fazla uzatmadan öncelikle çok net bir
soruya çok net bir yanıt vermek gerekiyor: Solun
ya da Kürt hareketinin kendi mücadele biçimlerine
dair görüşleri bir yana, nesnel bir belirleme
yapmak istediğimizde, 1990’lar sonrasında ortaya
çıkan dünya tablosunun geçmişe oranla daha az
şiddet ve vahşet içerdiğini, dolayısıyla ezilenlerin
daha barışçıl girişimlerine zemin yarattığını
söyleyebilir miyiz? Yani siz, A siyasal eğilimi
olarak şiddet konusundaki görüşlerinizi değiştirebilirsiniz;
ama karşı taraf, yerel ya da uluslararası planda
daha az şiddet, daha az zulüm uygulama konusunda
bir eğilime sahip görünmekte midir? Çünkü sizin
şiddetten, silahlı mücadeleden vazgeçmenizin objektif
olarak başlıca iki nedeni olabilir:
Birincisi, böyle bir mücadeleyi yürütecek gücünüz
yoktur, ki bu bir “vazgeçme” sebebi değil olsa
olsa “erteleme” sebebi olabilir; çünkü güç, sonuçta
kazanılabilir bir şeydir.
İkincisi, amaçlarınıza şiddet olmadan da ulaşabileceğinize
aklınız kesmektedir, karşı tarafta buna uygun
bir zemin görmektesinizdir.
Ve nihayet, bir üçüncü neden vardır, ki buna daha
sonra geleceğiz, siz artık karşı tarafın alt edilebileceğine
olan inancınızı yitirmişsinizdir; devrimin güncel
ve mümkün olmadığını düşündüğünüz için de çözümü
karşı tarafın platformunda aramaktasınızdır.
Peki 1990’lar sonrasında durum nedir? “Tek kutuplu”
hale geldiği için belli bir istikrar kazanmış
olması beklenen günümüz dünyasındaki somut durum
nedir?
Şimdi geriye dönüp bakınca komik görünüyor ama
hatırlamak gerekir, 90’lara beş kala, SBKP’nin
son Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov, 27. Kongre
raporunda, “emperyalizm militarizm olmaksızın
da mümkün olabilir mi?” diye bir soruyu çok özgün
bir laf edermiş havasında ortaya atıyordu.
Soru özgün değildi aslında, yaklaşık yüz elli
yıldır reformizmin-revizyonizmin her türü kapitalist
sistemin şiddetsiz yoldan da sona erdirilebileceğini
söylerken bu ve benzeri sorulara yaslanmışlardı.
Gorbaçov da aynı soruyu soruyordu ve sonra “sosyalist
sistemin olağanüstü başarılarından ve üstün insani
özelliklerinden”, bu başarı ve üstünlükler karşısında
zor duruma düşen emperyalist devlet adamlarının
artık daha mantıklı düşünmeye başlayabileceğinden,
vs. vs.. söz ederek bir yanıt veriyordu.
Sanırız Gorbaçov hakkında artık çok fazla konuşmak
gerekmiyor. Kendisi şu anda kocaman bir “hiç”ten
ibaret! Sorduğu soru konusunda ise artık herhalde
yalnızca gülümsenebilir. Çünkü 15 yıl içinde emperyalist
sistem tarafından bu soru yüzlerce kez yanıtlandı.
90 miladından sonra başlayan gericilik döneminin
bilançosu yeterince açıktır.
1990 ile 2001 yılları arasında, yani son dört
yılı saymadığımızda bile dünyanın 41 ayrı noktasında
işgaller ve çatışmalar sonucu ölen toplam insan
sayısı 6 milyondur. Biraz daha geriye gidip 1980-1990
arasını ele alırsak, bu dönemde savaşlarda ölen
çocuk sayısı, 2 milyondur. Aynı dönemde 4 milyon
çocuk sakat, 1 milyon çocuk yetim, 12 milyon çocuk
da evsiz kalmıştır. 10 milyon çocuk ise psikolojik
travma yaşamıştır.
Yalnızca Irak Körfez Savaşı’nda sırf uranyum gazi
nedeniyle ölen insan sayısı 300 bindir. Son savaşta
ölen sivil sayısının 100 bini aştığı ise daha
geçenlerde açıklanmıştı. Yugoslavya, Arnavutluk,
Sudan, Afganistan, Somali, Ruanda, vb. gibi facialar
ise bugün milyonlarca ölüyle birlike anılıyor.
Bütün bunların anlamı, emperyalist savaş mekanizmasının
bir an bile ara vermeksizin çalıştığı ve hiç durmaksızın
ölüm ve şiddet ürettiğidir. Sadece 2002 yılı raporlarında
biledünyadaki askeri harcama miktarı 900 milyar
dolardır ve tabii ki bu harcamadaki aslan payı
ABD’ye aittir. Dünyanın en büyük 100 silah üreticisi
şirketin 42’sinin merkezinin ABD’de olduğunu belirtmeye
hiç gerek yok.
Yani 90’lar sonrası tablo geçmişe göre hiçbir
biçimde yumuşamış değildir; tersine savaşlardaki
vahşet düzeyi (yani eğer bir ölçüyse, sivillerin
ve çocukların katledilme oranı) kat be kat artmış
durumdadır.
Nesnel Gerçeğe Karşı Savaş İlan Etmek!
Peki nesnel durum böyleyse eğer, bütün bu “barış”
edebiyatı ne anlama geliyor?
Son derece açık; ezilen sınıfların acılarından
kurtulmasının, hatta bu acıların bir parçacık
hafiflemesinin barışçıl yollardan da gerçekleşebileceği
yönünde en küçük bir veri bile yeni süreçte önümüze
çıkmış değildir. Aynı şey ulusal kurtuluş ve bağımsızlık
savaşları için de söz konusudur. Tersine, son
yirmi yılda büyük bir yıkıma uğratılmış bulunan
insanoğlunun hayatındaki en küçük bir iyileşme
ya da hak kazanımı bile artık en şiddetli mücadeleleri
gerektirmektedir. Bu arada, tarihsel bir ironi
olmalı: Marks ve Engels’in bir vakitler “zora
dayanan devrimin istisnası” olarak “belki barışçıl
geçiş mümkündür” diye andığı İngiltere ve Amerika,
bugün bu gaddarlığın en sivri uçları olarak sahnededir.
Yani nereden bakılırsa bakılsın, emekçi sınıfların
ve ezilen halkların şiddet ve silahlı mücadele
dışında bir yolla kurtulabileceklerini düşünmemize
yol açabilecek bir gelişme söz konusu değildir.
“Tek kutuplu” hale gelerek istikrar kazandığı,
kazanacağı iddia edilen dünya bugün her zamankinden
daha fazla kan deryasının içindedir ve silahlı
mücadele her zamankinden daha büyük bir kurtuluş
umudu olarak önümüzdedir. Öyle ki, mevcut tablo,
bir vakitler, örneğin 1960’larda, sosyalist sistemin
yarattığı uluslararası dengelerden dolayı yaşayabilme
olanağı bulan bağımsızlıkçı güçleri bile boğmakta,
emperyalist sistemin dışına çıkma yönündeki en
küçük bir girişim cezalandırılmak istenmektedir.
Hatta bu girişimler eski işbirlikçi kuklalarından
geldiğinde bile!
Böyle bir tablo içinde yeniden daha önce değindiğimiz
iki (daha doğrusu üç!) olasılığa dönmek ve sormak
gerekiyor: Siz, “silahlı mücadele yürütmek için
benim şu anda gücüm ve örgütlenmem yok” gibi sübjektif
ve geçici bir durumdan söz etmiyorsanız eğer,
nesnel olarak karşı tarafta “barışçıl imkânlar
yaratan” ne gibi olanaklar görüyorsunuz? “Militarist
olmayan” bir emperyalizmden ya da “sömürgeci zulümden
vazgeçmeye yatkın” bir oligarşiden mi söz ediyorsunuz?
Böyle bir olgu var mı önümüzde? Böyle bir olgunun
ipuçları var mı?
Buna olumlu bir yanıt veremiyorsanız eğer, ki
2005’in dünyasında buna olumlu yanıt verecek olanın
akıl sağlığından da kuşku duyulur, gelin şaka
yapmaktan vazgeçelim! Bu tablo içinde “şiddetsiz
çözüm” formüllerinin tümü fantaziden ibarettir
ve hükümsüzdür. Bu, devrimcilerin, emekçi sınıfların,
geçmiş dönemlerde olduğu gibi legal ve barışçıl
araçları kullanmayacakları anlamına gelmez; burada
asıl sorun, dünyayı ve ülkenizi nasıl değiştireceğinizdir.
Ve bu sorunun yanıtı 2000’lerin dünyasında da
dün olduğu kadar, hatta ondan daha fazla açıktır.
Bütün bunlara karşın “barışçıl yol”dan söz ediyorsanız
eğer, gerçekten de üçüncü olasılığa, yani tartışmanın
özüne geliriz: Devrimin güncelliği… Siz, bir devrimin
mümkün olduğunu, karşı tarafın yenilebileceğini,
mevcut sistemin köklü bir biçimde değiştirilebileceğini
artık düşünmüyorsunuzdur.
Böylece kaydığınız yer düzen-içi bir noktadır,
düzen platformu üzerinde çözüm yolları arıyorsunuzdur.
Bu yol, karşı tarafın pervasız saldırganlığından
ötürü hiçbir zaman tümüyle şiddetsiz-barışçıl
bir havada yürümez ama siz buna karşın yine de
o platformun üzerindesinizdir, o platforma tutunmak,
orada kalmak istiyorsunuzdur.
Burada “sosyalistlerin şiddet yanlısı olup olmadıkları”
yönündeki bir tartışma tamamen düzey düşürücü
ve geri bir tartışmadır. Sosyalistlerin özel olarak
şiddet sevdalısı olmadıkları son derece açıktır
ve bunun konuyla ilgisi yoktur. Zora dayanan devrim
ve silahlı mücadele, tarihsel boyutlu sorunlardır;
devrimin şiddeti bir belirli anda karşı tarafın
şiddetine verilmiş tepki gibi algılanamaz. Dünya
ölçeğinde emperyalist-kapitalist sistem, ezilen
sınıflara yönelik şiddet ve diktatörlük üzerinden
hükmünü yürütür. Üstelik bu şiddet, sanıldığı
gibi yalnızca çıplak biçimlerle, ateşli silahlarla,
vb. değil, bütün diğer yollarla da kendini ortaya
koyar. Sözgelimi işsizlik de, milyonlarca çocuk
açlıktan ve bakımsızlıktan ölürken tekelci zenginlerin
sürdürdüğü şatafatlı hayat da derin bir şiddet
unsurunu açığa çıkarır; emekçi sınıfların devrimci
şiddeti meşruiyetini salt ordu-polis gücünün uygulamalarından
değil, sistemin kendi işleyiş biçiminden alır.
Dolayısıyla kim “şiddet yanlısı” kim “gerçek barışçı”
gibi boş tartışmalar, tümüyle yüzeyseldir ve son
tahlilde kapitalist sistemin temelindeki şiddetin
üstünü örtmeye yarar.
Ama bütün bu tartışmalara da gerek yok aslında;
çünkü hem geçen yüzyıl boyunca, hem de günümüzde
emperyalizm, çıplak şiddet konusunda kuşkuya yer
vermeyecek kadar somut örnekleri bol bol ortaya
koymuştur, koymaktadır.
Silahlı Mücadele: Herhangi Bir Araç mı?
Bütün bu söylediklerimize “silahlı mücadele”nin
(daha özel olarak gerilla savaşının) şiddet ya
da barışçıl yol tartışmasından ayrı, stratejik-taktik
bir problem olduğu şeklinde bir itirazda bulunulabilir.
“Nihai olarak zor olgusunu elbette gözetiyoruz
ama biz şu anda siyasal mücadelenin bu aracını
kullanmayı ya da onu temel almayı tercih etmiyoruz”
denilebilir. Sorun böylece ortaya konulduğunda
masum görünebilir ve üstelik bu çerçeve birçok
alıntıyla da “desteklenebilir.”
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, İmralı süreci
bakımından karşımızdaki olgu bu değildir. Orada,
bir mücadele aracının kullanılması-kullanılmamasının
ötesinde, ulusal sorunun çözümüne nasıl bakıldığı
sorunu vardır ve mevcut önderlik son derece açıkça
çözüm yolunu halkın devrimci dinamiğinde değil,
emperyalizmin ve oligarşinin platformunda aramayı
tercih etmiştir.
Dolayısıyla bu çözüm arayışı sırasında çeşitli
manevralar için zaman zaman silahlı güçlerin kullanılması,
bildiğimiz anlamda silahlı mücadele değildir.
Artık ne oligarşi, ne devrimci güçler ne de bizzat
mevcut Kürt önderliği bu olayları örneğin Ağustos
Atılımı gibi görmemekte, hatta ona benzetmemektedir.
Bugün olan şey, askeri güçlerin yürüttüğü bir
karmaşadan ibarettir ve bütün bu olup bitenlerin
kime ne yarar sağladığı sorusu da gitgide daha
çok kendini ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla Kürt hareketi bakımından sorun silahlı
mücadele sorunu değil, genel olarak devrimci düzlemden
kopuş sorunu olarak önümüze çıkmaktadır.
Ama öte yandan, silahlı mücadelenin geçersizliği
üzerine fetva yayınlayanlar salt mevcut Kürt önderliğinden
ibaret değildir. 90’lar sonrasında gerçekleşen
büyük kırılma, geçmişte bu alanda az ya da çok
etkinlik gösteren birçok çevrede böyle bir eğilimi
-açık ya da gizli biçimleriyle- ortaya çıkarmıştır.
Kuşkusuz bu yapıların çoğu nihai olarak “zora
dayanan devrim”i reddetmemektedirler.
Onlar, “bir siyasi mücadele aracı olarak silahlı
mücadelenin” günümüz koşullarında tercih edilmemesi
gerektiğini düşünmekte ve bunu bazen açıkça söylerken
bazense fiilen hayatın içinde uygulamaktadır.
Açıkça söylemek gerekir ki, bu ve benzeri düşüncelerin
temeli, esas olarak yine de devrimin güncelliği-mümkünlüğü
fikrinin zayıflamasıyla ilgilidir. Kırılma ve
gerileme dönemi, birçok siyasi yapıda açık ya
da üstü örtülü bir ideolojik erezyona yol açmış,
karşı devrimin dizginlerinden boşanmış şiddeti
ve emekçi kitlelerin yaşamlarının çürütülmesi-parçalanması
devrime yönelik bir umutsuzluğu doğurmuştur.
Bugün bize “taktik değişikliği” ya da “politik
tercih” gibi görünen bir dizi karar ve düşünce
değişimi, esas olarak bu tablonun eseridir. Sonuç
itibarıyla silahlı mücadele, yalnızca “siyasi
mücadelenin araçlarından biri”dir ve salt teorik
açıdan bakıldığında bütün diğer araçlar gibi değiştirilebilir,
başlatılabilir, durdurulabilir, vs. vs...
Ama 2000’ler itibarıyla sorun bundan ibaret değildir,
bundan daha öte, bundan daha fazla bir şeydir.
Yani, bütün siyasal yaşamlarını legalite ve parlemantarizm
içinde geçirmiş bulunan kesimleri dışta tutarsak
eğer, bunların dışında kalan bir siyasal yapılanma,
tarihin bugünkü evresinde “ben silahlı mücadeleyi
bırakıyorum” dediğinde bu basit bir araç değişikliği
olarak düşünülemez. Bu, dünyanın ve ülkenin nesnel
verileriyle de açıklanıp desteklenemez; ki nesnel
veriler (emperyalist vahşet, artan yoksulluk ve
öfke, vb…) bunun tam tersini işaret eder.
Elinde halkın, emekçilerin ne istediğini ne istemediğini
bilen sihirli bir alet varmışçasına “halkın silahlı
mücadeleye olan soğukluğu”ndan söz eden çok bilmişler,
aslında burjuva politikasında son dönemde bütün
partileri merkeze çekmek için kullanılan “halk
hırçın politikacıyı sevmiyor” demagojisini bir
başka düzlemde tekrarlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.
Politik durumu çözümlemekte gösterdikleri yetersizlik
sonucunda kendi yorgunluklarını genel bir durum
olarak algılamaktadırlar. Dolayısıyla, böyle bir
politikanın tek dayanağı, umutsuzluk tablosudur
ve bu anlamda “silahlı mücadelenin bırakılması”
kararı ister açıkça ilan edilsin isterse fiilen
uygulansın, basit bir araç değişikliği değil,
devrimci zeminde durup durmama ile ilgili bir
karardır. Bu tutum, son süreçte saldırganlığını
ve vahşetini kat kat artırmış olan emperyalist
kapitalizmin karşısında emekçi kitlelerin, ezilen
halkların çırılçıplak bırakılması ve politik bir
geri adım atılması anlamına gelir.
“Özgürlükleri uğruna savaşan halklar için tek
yol olarak silahlı mücadeleye inanıyorum ve inançlarımda
kararlıyım...” Katledilmesinden birkaç ay önce
Bolivya’ya giderken ailesine böyle yazıyordu Che
Guevara… Aradan neredeyse 40 yıl geçtikten sonra
bugün, bu inancın yanlışlığını kanıtlayan tek
bir olgu yoktur karşımızda. Tersine, bu 40 yıl
boyunca milyonlarca insanın kanına giren ve dünyayı
soyup soğana çeviren emperyalizm karşısında, ezilen
halkların direnişi bugün bin kez daha meşrudur,
bin kez daha haklıdır.
Devrimcilerin görevi ise bu meşruiyet konusunda
yersiz kuşkular üretmek değil, yeni bir anlayışla
yeni bir devrim atılımının temellerini örmektir.
…
|