Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

34. Sayı - Ekim 2005

Son 15 günü 3 Ekim sendromu diyebileceğimiz AB’yle üyelik müzakârelerinin başlayıp başlamayacağına dair tartışmalarla geçirdi Türkiye…
Başını CHP ve MHP’nin çektiği yalancı tutarsız itirazcılarla, geniş bir yelpazeye yayılmış destekçiler burjuva siyaset alanında kayıkçı dövüşü yaptılar. Destekçiler arasında soldan katılanlar ve yurtseverlerde vardı.
Aslında olan ve sonuçta olacak olan çok basit bir denklem üzerine oturuyor. Türkiye Ortadoğu’daki herhangi bir ülke değildir. Tüm cumhuriyet tarihi Batılı kapitalizmle buluşma, ona eklemlenme tarihidir. Son elli yılı aşkın süre ise bunun en berbat işbirlikçilik tarzıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığı dönemdir. Ne ABD emperyalizminin, ne de AB emperyalistlerinin Türkiye ile ilişkileri herhangi bir yeni-sömürge ile olan ilişki gibi değildir. Evet, ana çizgiler benzerdir. Ancak detaylarda ve tarihsel gelişim seyrinde pek çok özgünlük vardır. İşte Türkiye’nin AB macerasını başlatan da, bunu oldukça sancılı bir sürece dönüştüren, belirsizleştiren de bu özgün tarihsel gelişim seyridir.
Türkiye NATO üyesi tek Ortadoğu ülkesidir. Türkiye 1950’den bu yana emperyalizmin bölgedeki en önemli müttefikidir. Türkiye orta büyüklükte bir pazara, kapitalist yapıya sahiptir. Önemli sayılabilecek bir pazar alanı ve daha da önemlisi yeniden önemli hale gelen bir jeopolitik konuma sahiptir. Türkiye oligarşisi toplumsal ilişkileri Batılı kapitalist normlara ve kültürel yapıya göre düzenlemeye azmetmiştir. Türkiye bölgenin en önemli ülkesi sayılabilir ve Türkiye sahip olduğu jeopolitik konum, askeri potansiyel, ucuz işgücü vb. ile uzun vadede de emperyalizm için iş görecek bir ülkedir.
Kısacası, söz konusu olan bir Suriye, Suudi Arabistan, Mısır vb. değildir. ABD’li stratejistlerin bir dönem geliştirdikleri büyük stratejik planlamalarda eksen ülke olarak tanımlanan bölgesel güçlerden biridir.
Bu ülkenin emperyalist sistem içindeki yeri ne olacak? 1990 sonrasından kısa bir dönem oluşan güç boşluklarından yararlanarak kendine alan açmaya çalıştı. Ancak kısa sürede bunun mümkün olmadığını da gördü… Türkiye oligarşisinin özgün bir tercihi yoktur. Çünkü Türkiye oligarşisi, Türkiye kapitalizmi tümüyle emperyalizme, özellikle ABD emperyalizmine bağımlı olarak gelişmiştir. Tüm stratejik tercihlerinde ABD emperyalizmine bağımlıdır. AB ile ilişki ise bir yanıyla ABD’nin tercihidir. ABD birleşik, sağlam iradeye sahip bir AB istememektedir. Onun parolası “AB’ye evet ama ABD’nin kuyruğunda olmak koşuluyla”dır… Bu noktada, Türkiye’nin üyeliği AB’nin iradesini sulandırmak için en iyi çözümlerden biridir. İngiltere, Polanya vb. Truva Atlarının yanına TC’de eklenmektedir. AB emperyalistleri Türkiye konusunda hep tereddütlü oldular. Onları kaygılandıran elbette, sahte insan hakları itirazları olmadı hiçbir zaman. Asıl sorun, ABD’nin planları ve Türkiye’nin karar mekanizmalarında kazanacağı güç ve bu işten kazançlarının ne olacağı oldu? Kazanç kısmı hep şüpheli kaldı. Gümrük Birliği’ne girmiş bir Türkiye onlar için yeterliydi. Ancak geleceğe dönük emperyal hedefler nedeniyle Türkiye’ye özellikle askeri amaçlarla ihtiyaç duyulabilirdi. Ne de olsa, Bosna’da, Kosova’da, Somali’de, Afganistan’da açıkça görülmüştü ki, Türk askeri ucuz ve çoktu… Pis işleri Türk ordusu aracılığıyla yapma imkanı bulunabilirdi. Kaldı ki, ordu konusundaki bu tür niyetler açık biçimde “en önemli ihraç malınız ordunuz” denilerek ifade edilmişti. Ancak, AB’nin egemenleri açısından yukarıdaki negatif etkenlerden ötürü, Türkiye’nin AB üyeliğinin tam bir üyelik olmaması, imtiyazlı ortaklık gibi uydurma bir ilişki tarzının kabul edilmesi de en önemli seçeneklerden biri… Kaldı ki, kabul edilen anlaşmanın ruhu ve mantığı tümüyle bu tür imtiyazlı ortaklığın, yani paralı askerlik + gümrük birliği formülü temelinde üyelik olarak yutturulmak istendiğini gösteriyor. Böyle bir hedefin olduğu görülüyor.
Sonuç ne olursa olsun, AB seçeneğinde kaybeden sadece ve sadece Türkiye olacaktır.
Bu sürecin sadece AB emperyalistleri ile Türkiye oligarşisi arasındaki pazarlıklar bağlamında değil, her açıdan çetin geçeceği açıktır. Emekçiler giderek artan ölçüde AB seçeneğini ret ediyorlar. Esas olarak her meselede olduğu gibi, AB sorununda kaderi esas olarak halkın devrim seçeneğinin öne çıkıp çıkmayacağına bağlıdır. Yoksa emperyalistler öyle ya da böyle işbirlikçileriyle birlikte bir orta yolu bulup ülkeyi yağmalamaya devam edeceklerdir.
Halkın devrim seçeneğinin billurlaşacağı alan ise mücadele alanıdır. Somut çelişkilerden hareket eden, emekçilerin günlük yaşamına giren, onları her gün somut çelişkiler etrafından örgütleyen, eğiten bu günlük mücadeleleri büyük devrim mücadelesine bağlayan bir hat yaratmak; devrim seçeneği böylesi bir mücadele zemini yaratabildiğimiz ölçüde billurlaşacaktır. Devrimci sosyalizm yeniden inşa ve devrimci atılım hedefiyle bu zemini yaratma mücadelesi yürütüyor.
Bu noktada, oligarşinin emekçilere dönük iki saldırısı; özelleştirmeler ve gecekondu yıkımları somut mücadele alanları olarak halkın ve devrimcilerin önünde durmaktadır.
Özelleştirme saldırısının en önemli hamleleri TÜPRAŞ ve ERDEMİR’in satışıyla tamamlanmıştır. Özellikle TÜPRAŞ’ın Koç ve Shell, tarafından ERDEMİR’in ise OYAK tarafından yağmalanmasının ardından şirketleri yerli sermaye aldı, yabancıya gitmedi biçiminde alçakça çarpıtmalar yapılmaktadır. Sorun kimin aldığı değildir. Sorun özelleştirmeler yoluyla binlerce emekçinin kazanılmış haklarını kaybedeceği, çoğu kamu hizmeti gören bu kurumların ürünlerinin ve üretim sürecinin artık tümüyle keyfi ve yağmacı anlayışla belirlenecek olmasıdır. Kaldı ki, OYAK gerçekten ulusal bir sermaye midir? Koç ve Shell ulusal sermaye midir? Elbette ki, hayır, onlar göbekten emperyalist sisteme bağımlıdır, işbirlikçi sermayedir. Shell ise, dünyanın en büyük emperyalist tekellerinden biridir. OYAK, ERDEMİR ihalesini kazandığının ilk gününden itibaren yabancı ortak aramaya başlamıştır.
Özelleştirme yağmasının büyük lokmalarının ihalesi bitmiş görünmekle birlikte süreç henüz bitmemiştir. Sırada yeni yağma satışları olduğu gibi, mevcut ihaleler de güçlü mücadeleler yoluyla geçersizleştirilebilir. Özelleştirilen işletmelerdeki işçilerin bölük pörçük mücadelelerinin birleştirilmesi durumunda büyük bir mücadele zemininin doğacağı, proletaryanın büyük mücadeleleri için buz kıran rolü oyanayabileceği açıktır.
Kondu yıkımları da benzer niteliğe sahiptir. Emekçilerin konutları onar yirmişer başlarına yıkılmaktadır. Kondu sahiplerine ödenen tuğla parası, taksitle yeni konut vb. tam bir kandırmacaya dönüşmüştür. Ödenen paralar yeni konutlar için peşin ödeme olarak alınmakta üstüne de büyük taksitler ve borçlar çıkarılmaktadır. Konutların yapımı için bekleme döneminde ödenecek kiralar da işin cabasıdır. Daha da ötesi yıkılan konduların önemli bir bölümünde kiracılar, yani en yoksul halk kesimleri oturmaktadır. Yıkımlar kiracıları tümüyle çaresiz bırakmıştır. İstanbul’da startı verilen kondu yıkımlarının tüm Türkiye’ye yayılacağı görülüyor. Bunun anlamı büyük bir çatışma zeminin doğduğudur. İnsanca yaşanılabilir konut talebiyle yükselecek barınma hakkı mücadelesi başta kiracılar, proleterler olmak üzere ev sahibi emekçileri de kapsayarak güçlü bir mücadele dinamiği yaratmaya adaydır.
Devrimci sosyalistler, bu iki mücadele dinamiğini önümüzdeki kısa vadede yoğunlaşılması gereken çelişki ve mücadele alanları olarak görüyor. Güçler oranında tüm emekçilerin, devrimci ve sol güçlerin dikkatini, mücadele enerjisini bu noktalar üzerinden yoğunlaştırmalıyız.
Başta özelleştirilen işletmelerin bağlı olduğu sendikalar olmak üzere tüm proletaryanın birleşik mücadelesini oligarşinin özelleştirme saldırısına yöneltmek ve saldırıyı püskürtmek, işçi sınıfının ve devrimci güçlerin acil görevi durumundadır. Her fırsatta yinelediğimiz üzere sadece özelleştirilen işletmelerin emekçilerinin birleşik mücadelesinin sağlanması ve bunun grev düzeyine ulaşması durumunda bile tüm Türkiye’de hayatın durdurulması, oligarşinin özelleştirme saldırısının püskürtülmesi mümkündür. Öyleyse devrimciler ve tüm emek yanlısı güçler sendikaların bu yönde harekete geçmeleri için adım atmalıdır. Sadece bu da değil, olanak bulunan her yerde tabandan zorlamanın sağlanması için birleşik mücadeleler örülmelidir.
Aynı biçimde yıkımlara karşı mücadele emekçi semtlerini yeniden dinamik mücadele alanlarına dönüştürmek için büyük zeminler açmaktadır. Halen sürmekte olan Güzeltepe direnişi bu noktada önemli bir örnektir. 9 aile yıkımla işin bitmeyeceğini, mücadelenin değişik biçimlerde sürdürülebileceğini gösteriyor. Yıkımlara karşı direniş sahip olduğu mücadele olanaklarını ortaya koyuyor. Konduları yıkılan kiracıların ve ev sahiplerinin parçalı biçimde yürüyen mücadelelerini birleştirmek, eş zamanlı mücadeleler geliştirmek, yıkım saldırılarını beklemeden eylemler geliştirmek yıkım saldırılarının durdurulması için yegâne yoldur. Emekçiler birleşik bir mücadele ördükleri ölçüde yıkım saldırılarını püskürtmeleri mümkündür.
Tek tek çelişki alanlarında birleşik mücadeleyi sağlamak, buradan tüm halkın devrimci ve demokratik mücadele birliklerine ulaşmak… Birleşik mücadeleler ve örgütlenmeler başlangıçta ne kadar küçük olursa olsun gelecek için büyük miraslar, olanaklar bırakacaklardır ve her adımda büyüme imkanlarını kendi içlerinde taşıyacaklardır.
Devrimci sosyalistler her iki cephede de güçleri oranında adımlar atıyorlar. Yıkımlara ve özelleştirmeye karşı geliştirdiğimiz mücadele artık küçük çaplı bir kampanya düzeyine ulaşmıştır. Bu sürece emekçileri daha fazla katmanın yolları küçük adımlarla açılmaktadır. Devrimci sosyalistler belirli bir program dahilinde sürece müdahalelerini arttırmaktalar. Artık her iki cephede de tüm halk güçleriyle birlikte süreci büyütmenin zamanıdır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul