Son 15 günü 3 Ekim sendromu diyebileceğimiz AB’yle
üyelik müzakârelerinin başlayıp başlamayacağına
dair tartışmalarla geçirdi Türkiye…
Başını CHP ve MHP’nin çektiği yalancı tutarsız
itirazcılarla, geniş bir yelpazeye yayılmış destekçiler
burjuva siyaset alanında kayıkçı dövüşü yaptılar.
Destekçiler arasında soldan katılanlar ve yurtseverlerde
vardı.
Aslında olan ve sonuçta olacak olan çok basit
bir denklem üzerine oturuyor. Türkiye Ortadoğu’daki
herhangi bir ülke değildir. Tüm cumhuriyet tarihi
Batılı kapitalizmle buluşma, ona eklemlenme tarihidir.
Son elli yılı aşkın süre ise bunun en berbat işbirlikçilik
tarzıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığı dönemdir.
Ne ABD emperyalizminin, ne de AB emperyalistlerinin
Türkiye ile ilişkileri herhangi bir yeni-sömürge
ile olan ilişki gibi değildir. Evet, ana çizgiler
benzerdir. Ancak detaylarda ve tarihsel gelişim
seyrinde pek çok özgünlük vardır. İşte Türkiye’nin
AB macerasını başlatan da, bunu oldukça sancılı
bir sürece dönüştüren, belirsizleştiren de bu
özgün tarihsel gelişim seyridir.
Türkiye NATO üyesi tek Ortadoğu ülkesidir. Türkiye
1950’den bu yana emperyalizmin bölgedeki en önemli
müttefikidir. Türkiye orta büyüklükte bir pazara,
kapitalist yapıya sahiptir. Önemli sayılabilecek
bir pazar alanı ve daha da önemlisi yeniden önemli
hale gelen bir jeopolitik konuma sahiptir. Türkiye
oligarşisi toplumsal ilişkileri Batılı kapitalist
normlara ve kültürel yapıya göre düzenlemeye azmetmiştir.
Türkiye bölgenin en önemli ülkesi sayılabilir
ve Türkiye sahip olduğu jeopolitik konum, askeri
potansiyel, ucuz işgücü vb. ile uzun vadede de
emperyalizm için iş görecek bir ülkedir.
Kısacası, söz konusu olan bir Suriye, Suudi Arabistan,
Mısır vb. değildir. ABD’li stratejistlerin bir
dönem geliştirdikleri büyük stratejik planlamalarda
eksen ülke olarak tanımlanan bölgesel güçlerden
biridir.
Bu ülkenin emperyalist sistem içindeki yeri ne
olacak? 1990 sonrasından kısa bir dönem oluşan
güç boşluklarından yararlanarak kendine alan açmaya
çalıştı. Ancak kısa sürede bunun mümkün olmadığını
da gördü… Türkiye oligarşisinin özgün bir tercihi
yoktur. Çünkü Türkiye oligarşisi, Türkiye kapitalizmi
tümüyle emperyalizme, özellikle ABD emperyalizmine
bağımlı olarak gelişmiştir. Tüm stratejik tercihlerinde
ABD emperyalizmine bağımlıdır. AB ile ilişki ise
bir yanıyla ABD’nin tercihidir. ABD birleşik,
sağlam iradeye sahip bir AB istememektedir. Onun
parolası “AB’ye evet ama ABD’nin kuyruğunda olmak
koşuluyla”dır… Bu noktada, Türkiye’nin üyeliği
AB’nin iradesini sulandırmak için en iyi çözümlerden
biridir. İngiltere, Polanya vb. Truva Atlarının
yanına TC’de eklenmektedir. AB emperyalistleri
Türkiye konusunda hep tereddütlü oldular. Onları
kaygılandıran elbette, sahte insan hakları itirazları
olmadı hiçbir zaman. Asıl sorun, ABD’nin planları
ve Türkiye’nin karar mekanizmalarında kazanacağı
güç ve bu işten kazançlarının ne olacağı oldu?
Kazanç kısmı hep şüpheli kaldı. Gümrük Birliği’ne
girmiş bir Türkiye onlar için yeterliydi. Ancak
geleceğe dönük emperyal hedefler nedeniyle Türkiye’ye
özellikle askeri amaçlarla ihtiyaç duyulabilirdi.
Ne de olsa, Bosna’da, Kosova’da, Somali’de, Afganistan’da
açıkça görülmüştü ki, Türk askeri ucuz ve çoktu…
Pis işleri Türk ordusu aracılığıyla yapma imkanı
bulunabilirdi. Kaldı ki, ordu konusundaki bu tür
niyetler açık biçimde “en önemli ihraç malınız
ordunuz” denilerek ifade edilmişti. Ancak, AB’nin
egemenleri açısından yukarıdaki negatif etkenlerden
ötürü, Türkiye’nin AB üyeliğinin tam bir üyelik
olmaması, imtiyazlı ortaklık gibi uydurma bir
ilişki tarzının kabul edilmesi de en önemli seçeneklerden
biri… Kaldı ki, kabul edilen anlaşmanın ruhu ve
mantığı tümüyle bu tür imtiyazlı ortaklığın, yani
paralı askerlik + gümrük birliği formülü temelinde
üyelik olarak yutturulmak istendiğini gösteriyor.
Böyle bir hedefin olduğu görülüyor.
Sonuç ne olursa olsun, AB seçeneğinde kaybeden
sadece ve sadece Türkiye olacaktır.
Bu sürecin sadece AB emperyalistleri ile Türkiye
oligarşisi arasındaki pazarlıklar bağlamında değil,
her açıdan çetin geçeceği açıktır. Emekçiler giderek
artan ölçüde AB seçeneğini ret ediyorlar. Esas
olarak her meselede olduğu gibi, AB sorununda
kaderi esas olarak halkın devrim seçeneğinin öne
çıkıp çıkmayacağına bağlıdır. Yoksa emperyalistler
öyle ya da böyle işbirlikçileriyle birlikte bir
orta yolu bulup ülkeyi yağmalamaya devam edeceklerdir.
Halkın devrim seçeneğinin billurlaşacağı alan
ise mücadele alanıdır. Somut çelişkilerden hareket
eden, emekçilerin günlük yaşamına giren, onları
her gün somut çelişkiler etrafından örgütleyen,
eğiten bu günlük mücadeleleri büyük devrim mücadelesine
bağlayan bir hat yaratmak; devrim seçeneği böylesi
bir mücadele zemini yaratabildiğimiz ölçüde billurlaşacaktır.
Devrimci sosyalizm yeniden inşa ve devrimci atılım
hedefiyle bu zemini yaratma mücadelesi yürütüyor.
Bu noktada, oligarşinin emekçilere dönük iki saldırısı;
özelleştirmeler ve gecekondu yıkımları somut mücadele
alanları olarak halkın ve devrimcilerin önünde
durmaktadır.
Özelleştirme saldırısının en önemli hamleleri
TÜPRAŞ ve ERDEMİR’in satışıyla tamamlanmıştır.
Özellikle TÜPRAŞ’ın Koç ve Shell, tarafından ERDEMİR’in
ise OYAK tarafından yağmalanmasının ardından şirketleri
yerli sermaye aldı, yabancıya gitmedi biçiminde
alçakça çarpıtmalar yapılmaktadır. Sorun kimin
aldığı değildir. Sorun özelleştirmeler yoluyla
binlerce emekçinin kazanılmış haklarını kaybedeceği,
çoğu kamu hizmeti gören bu kurumların ürünlerinin
ve üretim sürecinin artık tümüyle keyfi ve yağmacı
anlayışla belirlenecek olmasıdır. Kaldı ki, OYAK
gerçekten ulusal bir sermaye midir? Koç ve Shell
ulusal sermaye midir? Elbette ki, hayır, onlar
göbekten emperyalist sisteme bağımlıdır, işbirlikçi
sermayedir. Shell ise, dünyanın en büyük emperyalist
tekellerinden biridir. OYAK, ERDEMİR ihalesini
kazandığının ilk gününden itibaren yabancı ortak
aramaya başlamıştır.
Özelleştirme yağmasının büyük lokmalarının ihalesi
bitmiş görünmekle birlikte süreç henüz bitmemiştir.
Sırada yeni yağma satışları olduğu gibi, mevcut
ihaleler de güçlü mücadeleler yoluyla geçersizleştirilebilir.
Özelleştirilen işletmelerdeki işçilerin bölük
pörçük mücadelelerinin birleştirilmesi durumunda
büyük bir mücadele zemininin doğacağı, proletaryanın
büyük mücadeleleri için buz kıran rolü oyanayabileceği
açıktır.
Kondu yıkımları da benzer niteliğe sahiptir. Emekçilerin
konutları onar yirmişer başlarına yıkılmaktadır.
Kondu sahiplerine ödenen tuğla parası, taksitle
yeni konut vb. tam bir kandırmacaya dönüşmüştür.
Ödenen paralar yeni konutlar için peşin ödeme
olarak alınmakta üstüne de büyük taksitler ve
borçlar çıkarılmaktadır. Konutların yapımı için
bekleme döneminde ödenecek kiralar da işin cabasıdır.
Daha da ötesi yıkılan konduların önemli bir bölümünde
kiracılar, yani en yoksul halk kesimleri oturmaktadır.
Yıkımlar kiracıları tümüyle çaresiz bırakmıştır.
İstanbul’da startı verilen kondu yıkımlarının
tüm Türkiye’ye yayılacağı görülüyor. Bunun anlamı
büyük bir çatışma zeminin doğduğudur. İnsanca
yaşanılabilir konut talebiyle yükselecek barınma
hakkı mücadelesi başta kiracılar, proleterler
olmak üzere ev sahibi emekçileri de kapsayarak
güçlü bir mücadele dinamiği yaratmaya adaydır.
Devrimci sosyalistler, bu iki mücadele dinamiğini
önümüzdeki kısa vadede yoğunlaşılması gereken
çelişki ve mücadele alanları olarak görüyor. Güçler
oranında tüm emekçilerin, devrimci ve sol güçlerin
dikkatini, mücadele enerjisini bu noktalar üzerinden
yoğunlaştırmalıyız.
Başta özelleştirilen işletmelerin bağlı olduğu
sendikalar olmak üzere tüm proletaryanın birleşik
mücadelesini oligarşinin özelleştirme saldırısına
yöneltmek ve saldırıyı püskürtmek, işçi sınıfının
ve devrimci güçlerin acil görevi durumundadır.
Her fırsatta yinelediğimiz üzere sadece özelleştirilen
işletmelerin emekçilerinin birleşik mücadelesinin
sağlanması ve bunun grev düzeyine ulaşması durumunda
bile tüm Türkiye’de hayatın durdurulması, oligarşinin
özelleştirme saldırısının püskürtülmesi mümkündür.
Öyleyse devrimciler ve tüm emek yanlısı güçler
sendikaların bu yönde harekete geçmeleri için
adım atmalıdır. Sadece bu da değil, olanak bulunan
her yerde tabandan zorlamanın sağlanması için
birleşik mücadeleler örülmelidir.
Aynı biçimde yıkımlara karşı mücadele emekçi semtlerini
yeniden dinamik mücadele alanlarına dönüştürmek
için büyük zeminler açmaktadır. Halen sürmekte
olan Güzeltepe direnişi bu noktada önemli bir
örnektir. 9 aile yıkımla işin bitmeyeceğini, mücadelenin
değişik biçimlerde sürdürülebileceğini gösteriyor.
Yıkımlara karşı direniş sahip olduğu mücadele
olanaklarını ortaya koyuyor. Konduları yıkılan
kiracıların ve ev sahiplerinin parçalı biçimde
yürüyen mücadelelerini birleştirmek, eş zamanlı
mücadeleler geliştirmek, yıkım saldırılarını beklemeden
eylemler geliştirmek yıkım saldırılarının durdurulması
için yegâne yoldur. Emekçiler birleşik bir mücadele
ördükleri ölçüde yıkım saldırılarını püskürtmeleri
mümkündür.
Tek tek çelişki alanlarında birleşik mücadeleyi
sağlamak, buradan tüm halkın devrimci ve demokratik
mücadele birliklerine ulaşmak… Birleşik mücadeleler
ve örgütlenmeler başlangıçta ne kadar küçük olursa
olsun gelecek için büyük miraslar, olanaklar bırakacaklardır
ve her adımda büyüme imkanlarını kendi içlerinde
taşıyacaklardır.
Devrimci sosyalistler her iki cephede de güçleri
oranında adımlar atıyorlar. Yıkımlara ve özelleştirmeye
karşı geliştirdiğimiz mücadele artık küçük çaplı
bir kampanya düzeyine ulaşmıştır. Bu sürece emekçileri
daha fazla katmanın yolları küçük adımlarla açılmaktadır.
Devrimci sosyalistler belirli bir program dahilinde
sürece müdahalelerini arttırmaktalar. Artık her
iki cephede de tüm halk güçleriyle birlikte süreci
büyütmenin zamanıdır.
|