Türkiye’de özelleştirmeler hızla sürüyor. Özelleştirmenin
en yağlı parçaları denebilecek olan büyük kurumlar
geçtiğimiz günlerde ihaleye çıkarıldı ve haraç
mezat satıldı. Tümünde de tek bir düğmeye basılmış
gibi medya “bu kez muazzam bir iş başarıldığını”,
“ilk kez cesaretli adımlar atıldığını” yüksek
sesle haykırdı. Satış fiyatlarının olağanüstü
yüksek olduğu, yani devletin kârlı bir iş yaptığı
da burjuva medyanın ortak görüşüydü.
Üstelik bu kez işin içinde Koç ve OYAK gibi “yüzde
yüz yerli”(!) tekellerin olması başka bir övgü
konusuydu. Bu tekellerin emperyalizmin işbirlikçisi
oldukları verilerle sabit olduğu halde medyada
“ulusalcı” çığlıkların atılması kuşkusuz artık
yalnızca “cahillik” ya da “aptallık”la açıklanamazdı.
Bunların daha ötesindeki ince hesap özelleştirme
karşıtı tepkilerin hiç olmazsa bir bölümünün,
örneğin sendikaların, vb. baskı altına alınması
ve fazla sorun yaratmalarının önünün kesilmesi
idi. Bu arada AKP avantacılarının Ofer macerası
da doğrusu bu kampanyanın tuzu biberi oldu. Açıkça
rüşvet kokularının yükseldiği bu olay, özelleştirmenin
asıl büyük hırsızlarının “milli” ve “meşru” sıfatlara
layık görülmesinin zemini haline getirildi. Küçük
bir yolsuzluk vardı evet, ama ekonominin temel
direği olan kurumlar “milli” holdinglerimize,
üstelik de “meşru” bir yoldan satılmıştı!
Özelleştirmenin İyisi-Kötüsü...
İyi polis-kötü polis, iyi özelleştirme-kötü özelleştirme...
Artık bunların bir anlam ifade etmediğini, bir
bütün olarak özelleştirme dalgasının emekçilere
genel bir saldırı anlamına geldiğini biliyoruz.
Daha önceleri de defalarca vurguladığımız gibi
yeni tarihsel süreçteki neoliberal saldırı, tek
yönlü ve tek biçimli değil küresel bir saldırı
olarak gelişmektedir. Üretimin örgütlenişinin
değiştirilmesinden bütün kamu hizmetlerinin talana
uğratılmasına, kentlerin yağmalanmasına ve özelleştirmelere
kadar bütün politikalar bir bütünlük oluşturuyor.
Bu anlamda özelleştirilen kurumların kimler tarafından
alındığı, yağma kampanyasından en büyük payları
kimin aldığı, bu süreçte özel bir anlam taşımıyor.
Asıl önemli olan, politikaların kendisi, yani
böylece hayatın bütün alanlarının talana uğratılması
ve bu arada emekçilerin kazanılmış haklarının
gasp edilmesidir. Hangi şirketin “yerli”, hangisinin
“yabancı” olduğu da zaten birçok açıdan komik
bir tartışmadır. Ancak diplomayla ve profesörlük
ünvanı ile ulaşılabilecek bir aptallık, Türkiye’de
“milli” bir sermayeden söz edebilir! Başından
beri emperyalizme bağımlılık içinde gelişmiş bulunan
işbirlikçi tekelci burjuvazinin hangi kesiminin
ne kadar “yerli” olduğunu tartışmak bile yersizdir.
Zaten bizzat tekelcilerin de -OYAK dahil- böyle
bir iddiası yoktur. Dolayısıyla ikide birde “stratejik
kurumlar” edebiyatı yapmak ve sonra da bu kurumlar
“yerli” tekellerde kaldığı için sevinç çığlıkları
atmak son derece sahtekarcadır. Daha doğrusu,
işgal altındaki Türkiye’de “yabancıların eline
geçmemesi gereken stratejik kurumlar”dan bahsetmek
başlı başına bir aptallık ve demagoji konusudur.
Türkiye’nin bizzat kendisi işgal altındadır ve
bu koşullar altında tek bir ulusal-stratejik kurumdan
söz edilemez. Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını
tartışırken “şu kurum şunun elinde olursa şöyle
olur” gibi spekülasyonlarla bağımlılık ölçüleri
icat etmek doğru değildir; en hafif ifadeyle işbirlikçi
bir tutumdur.
Yalanları Açığa Çıkarmak İçin... Kelepir TÜPRAŞ
ve Koç-Shell Ortaklığı
Ancak öte yandan (özelleştirmenin bizzat kendisi
bakımından bir anlam ifade etmese de) bütün bu
konulardaki demagojilerin açığa çık
arılması gerekiyor.
Emekçi düşmanı AKP, son hızla görevini yerine
getiriyor. Pervasız bir şekilde elde ne varsa
tekellere bırakıyor. Şehirleri talana açıyor,
kamu mallarını satıyor, işsiz bırakıyor, aç bırakıyor,
eğitimi lüks haline getiriyor, sağlığı yokediyor...
Bunları yaparken de sadece tekellerin ne kadar
kâr edeceğini, kendisini tekellere nasıl yarandıracağını
düşünüyor. Milyonların gözünün içine baka baka
yalan söylüyor, insanları kandırıyor. Sabah başka
açıklama yapıyor, akşam başka. Yalanlarını bir
gün dahi olsun gizlemiyor, yani mumlar bile yetmiyor.
Bu seferki yalan ve demagojilerin en önemli dayanağı
ise TÜPRAŞ ihalesini kazanan Koç Holding’le ilgiliydi.
Böylece “ülkenin gözbebeği” bir kurumun yine “ülkenin
güzide kurumlarından biri”ne, üstelik yüksek fiyatla
gittiği, dolayısıyla artık çenemizi kapatmamız
söylendi bize. Sonuçta TÜPRAŞ’ın yüzde 51’lik
hissesi, 4,140 milyar dolara Koç-Shell ortaklığına
hibe edildi. Ama nedense burjuva medya bu ortaklıktan
değil de hep Koç isminden söz etmeyi tercih etti.
İşin Shell ile ilgili bölümü bilinçli olarak hep
atlandı; çünkü TÜPRAŞ’ın “milli ellerde”(!) kaldığı
öne çıkarılmak isteniyordu. Oysa bu satış Shell’i
Türkiye pazarında önemli bir konuma getirecektir.
Çünkü Koç-Shell Ortaklık anlaşmasına göre TÜPRAŞ,
ithal ettiği ham petrolü Shell’den alacaktır.
Bu da ham petrolün ülkedeki konumunu Shell’in
belirleyeceği anlamına gelmektedir. Böylece Koç’un
TÜPRAŞ’taki payı yüzde 26,1 oranında olacaktır.
İki tekel açısından da TÜPRAŞ’da olan şey tam
bir ucuza kapatmadır. TÜPRAŞ’ın bu yılki ciro
hedefi 16 milyar dolardır. Bu yıl vergi öncesi
kâr hedefi ise yaklaşık 853 milyon YTL düzeyinde
bulunmaktadır. TÜPRAŞ, bu yılın ilk ayında yılın
aynı dönemine göre cirosunu yaklaşık yüzde 33,
net satışlarını yüzde 38 ve net kârlarını da yüzde
61 oranında artırmış ve yılın ilk yarısını net
293.2 milyon YTL kârla kapatmıştır. 2004 yılı
ilk 6 aylık dönemindeki ürün ihracatı 424 milyon
dolar değerinde olan Tüpraş, 2005 yılının aynı
döneminde ihracatını yaklaşık yüzde 97 artırarak
836 milyon dolara çıkarmıştır. Yani daha önceki
sayılarımızda da söylediğimiz gibi burada söz
konusu olan şey, küflü makinelerin, işe yaramaz
arazilerin satışı değildir. Petrol-İş Genel Başkanı
Mustafa Öztaşkın’ın sözleriyle ifade edersek,
“TÜPRAŞ’ın yalnızca rafineri projesini kurma değeri
8 milyar doların üzerindedir. 4,140 milyar dolar
ihale bedeli ise TÜPRAŞ’ın 2004 cirosunun dörtte
biri kadardır. Bu satıştan gelen kaynak borç stokunun
azaltılmasında ya da faiz harcamalarında kullanılacaktır.
Kamu borçlarının 204 milyar dolar düzeyinde olduğu
düşünülürse, kamu kuruluşlarının satışı yoluyla
borç stokunun rahatlatılmasının beyhude çaba olduğu
görülür. Türkiye 2005 yılının ilk 8 ayında 24
milyar dolar faiz harcaması yapmıştır. Günlük
faiz harcaması ise 100 milyon dolardır. Yüksek
denilen ihale bedeli Türkiye’nin 41 günlük borç
faizi harcamasını ancak karşılamaktadır” (21 Eylül
2005, Evrensel)
Yani “yüksek fiyat” çığlıkları da yalandır, en
basit bakkal hesabıyla bile anlaşılabilecek olan
gerçek, Koç-Shell hırsızlarının TÜPRAŞ’ı “sudan
ucuz” bir fiyata yağmaladıklarıdır. Üstelik bu
yağma, Türkiye’nin petrol işleme kapasitesini
tümüyle tek bir tekele, Shell’e bağlayan bir operasyondur.
Dünyanın En Kirli Şirketlerinden Biri Shell:
Peki, (burjuva medyanın yaptığının tersini yaparak
biz işe “yabancı” ortaktan başlayalım) Shell kimdir.
TÜPRAŞ’ta asıl paya el koyan Shell, tam bir emperyalist
soygun makinasıdır. Shell’in doğuşu 1830’lu yıllara
dayanır. Marcus Samuel adında bir İngilizin deniz
kabuğu ticareti ile başlar. 1903 yılında Hollandalı
şirketlerin İngiliz şirketiyle birleşmesinden,
Asiatic Potreleum kurulur. Royal Dutch ile Shell
şirketler grubu dünya piyasasına el koymaya başlar.
Halen devam eden ortaklıkta, hisselerin %60’ı
Royal/Dutch Petroleum’a, %40’ı ise Shell Transport
and Trading Company’ye aittir.
Shell, 1929 yılında, kimya alanına girer. 1938
yılında, dünya toplamı 5,720,000 varil olan günlük
ham petrol üretiminin 580,000 varili Shell tarafından
yapılmaktadır. Shell, II. paylaşım savaşında da,
sentetik kauçuk üretimiyle yer alır. 1970’li yıllardan
sonra Avrupa’nın enerji ihtiyacını karşılayan
gaz üretiminin yüzde 15’inin yarısı Shell tarafından
karşılanıyordu. 1974 yılında kömür alanına da
giren Shell, Shell Coal International adlı şirketi
kurdu. Shell, kurşunsuz benzin alanında dünyanın
önde gelen tekellerindendir. Ortaklığın dünya
genelinde 47 bin istasyonu bulunurken, toplam
145 ülkede faaliyet göstermektedir. 2004 yılında18,54
milyar dolar kâr etmiştir. Bu da 2003’e göre yüzde
48 oranında artması anlamını taşımaktadır. Pazar
değeri, 221,4 dolardır…
Nijerya ve Shell Katliamı
Emperyalist kapitalizmin bugüne kadarki tarihinin
basit bir incelemesi bize her zaman şu gerçeği
gösterir: Petrol tekeli demek savaş demektir!
Çünkü petrol, hemen her zaman belli bölgelerin
doğrudan denetim altında tutulmasını gerektiren
bir üründür ve bu yüzden petrol şirketleri hep
mevcut hükümetlerle sıkı ilişkiler içinde olurlar.
Bu anlamda Bush’un bizzat kendisinin petrolcü
olması ve yakın çevresinin de petrolcülerden oluşması
rastlantı değildir.
Dolayısıyla, petrol tekellerinin aynı zamanda
birer suç makinesi olması alışılmış bir durumdur.
Shell de bu kuralı bozmaz. Dünyanın en büyük tekellerinden
olan Shell, emperyalist savaşlara ve işgallere
verdiği destek bir yana bizzat kendisinin düzenlediği
katliamlarla da anılır. Bu örneklerden biri de
Nijerya katliamıdır. Küçük bir öykü gibi duran
olay, Shell’in eli kanlı katil yüzünü, kâr için
kimsenin gözünün yaşına bakmayacağını göstermektedir.
Tarih 1960-70’li yıllar… Yer Nijerya’nın Nijer
nehri deltasının bulunduğu Ogoni bölgesi… Bölge
birkaç ekolojik dengeyi içinde barındırır, tropik
orman alanları, koruluk, göller ve göçmen kuşların
uğrak yeridir. Aynı zamanda tarım ve balıkçılığın
da önemli merkezlerindendir. Ogoni halkının evi
anlamını taşır burası… 1958 yılında olanlar olur,
petrol bulunur. Zamanın İngiliz yönetimi, bu petrolün
haklarını Royal Dutch/Shell tekeline verir. 1967-70
yılları arasındaki Biafra savaşını finanse edebilmek
için Shell, hükümet tarafından daha fazla petrol
çıkarması için teşvik edilir. 1970 yılında sondaj
tesisi bombalanır, 30 milyon varil ham petrol
doğaya karışır.
Olayın çevreye verdiği zarar, yine Shell’in yöntemiyle
daha da vahim hale getirilir. Ham petrol ateşe
verilir. 20 binden fazla çiftçinin topraşı yokolurken,
bölge bugün bile yaşanmaz haldedir. Shell’in yaptıkları
bunlarla da sınırlı kalmamıştır. 1990’a gelindiğinde
Ogoni bölgesinde 2776 sızıntı meydana gelir. Petrol
çıkarılırken, gazların yakılması yöntemi, köylere
yakın, sondaj merkezlerinde günde 24 saat yapılıyordu.
Shell, bölgeyi tamamen felaket haline çevirirken,
bu sefer de havasını da ağır metaller, hidrokarbonlar
ve kansorejen kimyasallarla kirletti. Bölge asit
yağmurlarına teslim oldu.
1990’da Ogoni Halkını Yaşatma Hareketi (MOSOP),
bölge insanları tarafından kurulur. MOSOP’un talepleri
arasında, çevre sorunlarının halledilmesi, yokolan
toprakları için tazminat ödenmesidir. Shell ve
onun işbirlikçisi hükümet, MOSOP’ın eylem yapacağını
haber alırlar. Shell’in emirleri doğrultusunda
operasyon yapılarak 80 kişi öldürülür, köyler
yakılır. İlerleyen süreçlerde 50’ye yakın kişi
idam edilir, 30 köy yok olur, binlerce insan evsiz
kalır. Daha sonra ise 1995 yılında MOSOP’un lideri
Ken Saro-Wiwa’nın da bulunduğu 9 kişi yine Shell’in
emriyle idam edilmiştir.
Shell’in icraatları içinde en tipik örnek budur
ve petrol tekelleri için zaten bunlar sıradan
işlerdir. Örneğin Peru’da Amazon ormanlarının
göbeğinde, Kugapakori ve Nahua yerlilerinin bölgesinde,
hidrokarbon araştırması projesi de böyledir. Ancak
bu kez projenin başlayacağının öğrenilmesi üzerine,
tepkiler yükselmiş ve uluslararası insan hakları
ve çevre örgütleri, 14 Mayıs’ı Shell Karşıtı Küresel
Eylem Günü ilan etmişlerdir. Bugün de her yılın
14 Mayıs’nda Londra ve Nahua’da eylemler yapılmaktadır.
Coğrafyamızda ise, Shell hakkında Diyarbakır’ın
içme suyunu kirlettiği geçtiğimiz yıllarda ortaya
çıkmıştır ve Shell’e karşı dava açılmıştır ve
bu konuda açılan dava sürmektedir. .
Ayrıca yine Shell, özellikle yeni-sömürge ülkelerdeki
tesislerinde işçilerine üstü kapalı olarak sendikalaşmayı
yasaklamıştır ve bu yüzden Petrol-İş sendikası
da Shell, Mobil ile BP ile birlikte işçilerine
sendika hakkı tanımadıklarından dolayı boykot
çağrısı yapmıştı.
Koç Holding: İşbirlikçiliğin Merkez Noktası
TÜPRAŞ’I Shell ile birlikte alan Koç Holding ise
bu topraklarda gayet iyi tanınan bir işbirlikçi
tekeldir. Vehbi Koç’un öncülüğünde 1923’lerde
Ankara’daki yeni Kemalist hükümete yaptığı küçük
satışlarla işe başlayan Koç Ailesi, zaman içersinde
hep Ankara ile ilişkilerini iyi tutarak ve devlet
olanaklarına yaslanarak birikimini büyütmüş, savaş
ve kriz dönemlerinin vurgunlarıyla birlikte 1950’lere
geldiğinde Türkiye’nin en büyük tüccarlarından
biri haline gelmiştir. 1938 yılında da Koç Ticaret
Anonim şirketini kuran Koç, 1945’ler sonrası yeni-sömürgeci
kapitalistleşmenin aslan payını almıştır. Özellikle
Ford ve General Electric ile yaptığı anlaşmalar
sonucunda Türkiye’deki dışa bağımlı hafif sanayiin
ve montajcılığın ilk adımlarını yine Koç atmıştır.
1948 yılında, General Electric’le beraber ilk
ampul firmasını kuran Koç Grubu, gelişmeye başlamış
ve traktör, kamyon, buzdolabı, çamaşır makinası,
şofben, kablo fabrikası, bu büyümenin sonuçları
olmuştur. Koç’lar otomotiv sektöründe de söz sahibi
olurlar, Murat, Tempra, Ford Taunus ve Ford Escort
Koç bünyesine katılır. Bu dönem, tam anlamıyla
devlet eliyle tekelleşme dönemidir ve süreç boyunca
yüzlerce küçük ve orta sanayi girişimi Koç Grubu’nun
devletten aldığı destekle acımasızca ezilir. Koç
Grubu, bütün varlığı süresince her zaman ABD emperyalizminin
Türkiye’deki temsilcisi olmuş, hükümetlerin dış
poltikasını hem işveren örgütleri aracılığıyla
hem de özel mektuplar ve emirlerle yönetmiştir.
Aynı süreçte Koç Holding, askeri cuntaların da
destekçisi ve organizatörü olmuş, emekçi örgütlerinin
ezildiği her dönemde kâr oranlarını yükseltmiş
ve vurgun üstüne vurgun vurmuştur.
2004 yılında, İstanbul Sanayi Odası’na göre, Ford
Otomotiv, Arçelik, Tofaş, Aygaz ve Beko ile ilk
5 şirket arasında olan Koç Grubu, bugün bankacılıktan
tarıma dek her alanda kolları olan dev bir ahtapot
gibidir ve medyada söylenenlerin tam tersine “ulusallık”
kavramı içine girebilecek hiçbir yanı da yoktur.
Doğrudan doğruya çokuluslu tekellerin Türkiye
temsilcisidir ve Shell ortaklığında da görüldüğü
gibi onlarsız tek bir ciddi adım bile atamaz.
Ofer Nereden Çıktı...
TÜPRAŞ’taki Shell-Koç talanınının ardından bu
kez de işin bu kadarla kalmadığı, AKP hükümetinin
gizli kapaklı biçimde Mart ayında TÜPRAŞ’ın yüzde
14.76 kamu payını, İsrailli Ofer Grubu’na verdiği
ortaya çıktı. Daha sonrada n anlaşıldı ki, TÜPRAŞ’ın
14,76’lık hissesi, 1 Mart 2005 günü sabaha karşı
yapılan anlaşmalarda, Kemal Unakıtan ile Ofer
Ailesinin büyük oğlu ve Global Menkul’un sahibi
Mehmet Kutman’ın pazarlıkları sonucunda elden
çıkarılmıştı. Bütün dünyanın haberdar olduğu satıştan,
Özelleştirme İdaresinin bilmediği yalanı da kısa
sürede ortaya çıktı.
Çünkü, TÜPRAŞ’ın bu hissesi Kemal Unakıtan’ın
Özelleştirme İdaresi’ne verdiği emir ile gerçekleşmişti.
Üstelik pazarlıklar bizzat Tayyip Erdoğan tarafından
yürütülmüştü. Üstelik tek bir görüşme de yapılmamıştı.
Aralıklarla yapılan görüşmelerden ilki 2002’de
Davos toplantılarında gerçekleşmiş ve aynı süreçte
Galataport satışı da bağlanmıştır. Ofer’lerin
Galataport’tan önce, Kuşadası Limanını da aldığını,
buraya 56 dükkan inşa ettirdiğini, daha sonra
meclisten özel aff yasası çıkarttırdığını hatırlattıktan
sonra Galataport’un ne olduğuna baktığımızda yükselen
koku tam anlamıyla bir avanta kokusudur.
Galataport’a bir anlamda, Kentsel Dönüşüm Projesi’nin
bir parçası da diyebiliriz. Galataport Projesi,
Karaköy’den Kabataş’a, 1,2 kilometrelik sahil
şeridini kapsayan bir proje. Bu proje kapsamında
Gümrük İdaresi’nden alınan Çinili Han, TDY Genel
Müdürlüğü ve Karaköy Yolcu Salonu, restore edilerek
5 yıldızlı otel haline getirilecek. 4 yıldızlı
otellerin yanısıra restoranlar, kiralanabilir
alanlar, otoparklar yapılacak. Tamamen rant alanı
olarak düşünülen proje, bir marina ile birlikte,
3-4 yolcu gemisinin yanaşabileceği limanlar yapılacak.
Gerçek değerinin 193 milyon Avro’nun çok altında
bir rakamla Oferlere verilen Galataport’un ödeme
planı 49 yıl sonraya göre planlanmış. Yani Ofer,
bütün bu bölgeye tek kuruş ödemeden sahip olmuştur.
Ve Son Halka: Erdemir’de Büyük Oyun
Özelleştirme, hemen her ülkede her zaman büyük-küçük
yolsuzuklar ve rüşvetlerle birlikte yürür; bu,
hem genel olarak kapitalizmin hem de özelleştirmenin
mantığına uygundur. Kapitalistler yüzlerce yıldır
her zaman yıllık harcamalarının bir bölümünü “resmi
işlemlerin kolaylaştırılması” (!) için ayırırlar;
bu olağan bir uygulamadır. Ofer olayı da bu bakımdan
bir arıza değil, sistemin işleyişi içinde bir
olgudur. Öyle görünmektedir ki AKP kurmayları
yağmur yağarken ceplerini doldurmak için suyun
yönünü biraz değiştirmişlerdir.
Doğrusu, özelleştirmenin borazanları için bu skandal
iyi de olmuştur. Çünkü bu gürültü arasında asıl
büyük lokmaların mideye indirilmesi kolaylaşmıştır.
Büyük lokma derken, kuşkusuz kast ettiğimiz TÜPRAŞ’la
birlikte Erdemir’dir. Büyük pazarlıklar sonucu,
Erdemir, ordunun holdingi olan OYAK’a verildi.
Hilton Oteli’nde tekellerin birbirleriyle yarıştığı
(aslında yarışmadışı) maratonunda, 2 milyar 7
milyon dolarla en yüksek teklifi OYAK verdi. Ama
zaten bu sürpriz bir sonuç değildi; daha aylar
öncesinden bu maçı kimin alacağı belirlenmişti
ve basına da yansımıştı. Birçok kez tekrarladığmız
gibi dünyada 500 bin kişilik silahlı güce sahip
tek holding olan OYAK, daha en baştan işleri garantiye
almıştı. Hatta OYAK’tan sonraki en iyi ikinci
fiyatı veren Ereğli Ortak Girişim Grubu’nun (ki
bu grup çok sayıda şirketten oluşmaktadır) tamamen
ortalığı karıştırmak için ihaleye girdiği, diğer
grupların önünü kesip OYAK’a avantaj sağlamak
için devreye sokulduğu bugün artık rahatça söylenmektedir.
Yani tezgah kurulmuş ve Erdemir orduya bir tür
iltifat gibi sunulmuştur.
Ve tabii, Erdemir’i almak, yalnızca Erdemir’i
almak demek değildir. OYAK böylece, İsdemir’i
(Türkiye’nin en büyük entegre demir çelik tesislerinde
biri sayılıyor, 6 bin çalışanı var) Erdemir Maden’i,
(Sivas Divrişi’de bulunan madenin 400 çalışanı
var), Erdemir Romanya’yı (Romanya’da bulunan tesis,
silisli yassı çelik üretiyor, 376 kişi çalışıyor),
Çelbor’u (savunma sanayinde dikişsiz boru üretiyor,
100 kişi çalışıyor), Çelik Servis Merkezi’ni (Gebze’de
bulunuyor, Erenco’yu (demir-çelikte mühendislik
ve danışmanlık görevi yapıyor) almıştır. Ayrıca,
Karadeniz ve Akdeniz’de iki limanı ile Erdemir
lojistik ve Erdemir gaz isimli iki şirket de promosyonların
arasındadır. Yani böylece OYAK holdingi, Türkiye’nin
en büyük işletmesini bütün yan kollarıyla birlikte
almış ve beyaz eşyadan otomotive kadar metale
bağlı bütün tesisler açısından tam bir tekel haline
gelmiştir. Satılan bu toplam kapasite, kendi alanında
dünyada ilk 10 sırasında yer almaktadır ve orduya
yaranmak için fiyatın ne kadar muazzam olduğunu
söyleyenler çok basit ekonomik hesapları bile
yok saymaktadırlar.
OYAK: İşbirlikçiliğin Askeri Kanadı
Peki OYAK nedir? Dalkavuk medyada bugünlerde yazılıp
çizildiği gibi “milli” ordunun “milli” bir şirketi
midir?
Son derece açık: OYAK, Türkiye’deki emperyalizme
bağımlı kapitalizmin en tipik temsilcilerinden
biridir. Resmi olarak Milli Savunma Bakanlığı’na
bağlı görünen OYAK, ordunun sermaye içindeki gücüdür.
1961 yılında kurulan ve tamamen komutanların denetiminde
olan holding, özellikle 1970’lerde ordunun sisteme
tam olarak entegre edilmesi için iyi bir çare
olarak düşünülmüş ve belki de dünyada tek örnek
olarak olağanüstü bir güç kazanmıştır. Öyle ki
işe Good-Year lastik şirketiyle yaptığı anlaşma
ile başlayan, daha sonra Renault gibi bir başka
büyük emperyalist tekelle birlikte işlerini yürüten
OYAK, artık Türkiye’nin en büyük holdingleri sayılan
Koç ve Sabancı ile birlikte anılmakta, hatta zaman
zaman onları geçmektedir.
Bugün OYAK, Renault ve Mais ile otomotiv sektöründe,
Omsan ile taşımacılık sektöründe, Adana, Bolu,
Ünye, Mardin, Elazığ ve Oysa çimento sektöründe,
OYAK Beton, beton sektöründe, Oyka Kağıt Ambalaj,
kağıt ve ambalaj sektöründe, AXA Oyak Holding,
OYAK Yatırım Menkul Değerler, OYAK Bank, OYAK
Ankerbank, Halk Leasing ve OYAK Emeklilik finans
ve sigortacılık sektöründe, Hektaş, tarım ilaçları
sektöründe, Tukaş, Tam Gıda, Eti Pazarlama, gıda
sektöründe, OYAK İnşaat, OYAK Konut İnşaat, inşaat
sektöründe, OYAK Pazarlama, hijyen ve turizm sektörlerinde,
Oytaş, dış ticaret sektöründe, OYAK Savunma ve
Güvenlik Sistemleri, güvenlik sektöründe, OYAK
Enerji ve İsken enerji sektöründe, OYAK Teknoloji,
bilişim sektöründe söz sahibidir. OYAK’ın bir
başka özelliği ise, Kurumlar Vergisine tabi olmaması
ve böylece büyük avantaj sahibi olmasıdır. Ayrıca,
OYAK’ın, üye ve mirasçılarına yapacağı yardımlar
veraset ve intikal vergisiyle gelir vergisinden,
damga vergisinden, daimi ve geçici üyelerinden
yapılacak aidat tevkifatı gelir vergisinden ve
her türlü gelirleri, gider vergisinden muaftır.
Üstelik, yapısı gereği OYAK, her ay subay ve astsubay
maaşlarından yapılan aidat kesintileri sayesinde
sürekli bir nakit para akışına sahiptir. Yani
nereden bakılırsa bakılsın OYAK, tam bir dikensiz
gül bahçesinde işlerini yürütmekte, bunun için
de ordunun gücünü kullanmaktadır. Ayrıca, OYAK,
bütün diğer büyük tekeller gibi emperyalist şirketlerle
iç içedir ve sistem açısından anormal bir durum
değildir. Burada anormal olan şey, bizzat OYAK
yönetimi bile uluslararası tekellerle ilişkisini
reddetmez ve bunu ekonominin gereği olarak açıklarken
burjuva medyanın satılık kalemlerinin orduya ve
onun holdingine hiç durmadan bir “ulusallık” etiketi
yapıştırıp durmasıdır.
Özelleştirme Soygundur Soygunun İyisi Kötüsü
Olmaz
Sonuç olarak yeniden en başta söylediğimizi tekrarlıyoruz:
Özelleştirme, yeni tarihsel süreçte neoliberal
kapitalizmin büyük çaplı bir soygun ve talan projesinin
bir parçasıdır ve bu anlamda neyin kime satıldığının,
kaça satıldığının özel bir önemi yoktur. Bu, emekçilere
karşı başlatılmış bir saldırıdır ve hiç sağa sola
sapmadan, ayrıntılara girmeden cepheden göğüslenmesi
gerekir. Satış fiyatlarının düşüklüğü-yüksekliği,
yağmacıların hangi milliyetten olduğu, sorunun
özünü belirleyen şeyler değildir. Ama öte yandan,
burjuva medyanın ve holding borazanlarının yalanlarını
da açığa çıkarmak, bizi, emekçileri enayi yerine
koymalarının önüne geçmek de bir görevdir. Özellikle
bu saldırıya karşı yükselen emekçi direnişi böylesi
demagojiler yoluyla pasifize ediliyorsa, emekçiler
“mallar memleketimizde kaldı” yalanıyla eylemsizliğe
ikna edilmek isteniyorsa, bu görev daha da fazla
önem kazanmaktadır. Devrimci sosyalistler, hangi
yolla ve nasıl gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin
özelleştirme saldırısına karşı çıkıyorlar, ona
karşı mücadeleyi yükseltmek için çaba harcıyorlar
ve bu çabalarını sürdürecekler. Ancak öte yandan,
bu konudaki zihin bulanıklıklarına karşı da mücadele
etmek ve halkı kandırmak için ortaya atılan utanmazca
yalanları sergilemek de aynı biçimde devrimci
sosyalistlerin görevleri arasındadır.
.
…
|