Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

34. Sayı - Ekim 2005

Türkiye’de özelleştirmeler hızla sürüyor. Özelleştirmenin en yağlı parçaları denebilecek olan büyük kurumlar geçtiğimiz günlerde ihaleye çıkarıldı ve haraç mezat satıldı. Tümünde de tek bir düğmeye basılmış gibi medya “bu kez muazzam bir iş başarıldığını”, “ilk kez cesaretli adımlar atıldığını” yüksek sesle haykırdı. Satış fiyatlarının olağanüstü yüksek olduğu, yani devletin kârlı bir iş yaptığı da burjuva medyanın ortak görüşüydü.
Üstelik bu kez işin içinde Koç ve OYAK gibi “yüzde yüz yerli”(!) tekellerin olması başka bir övgü konusuydu. Bu tekellerin emperyalizmin işbirlikçisi oldukları verilerle sabit olduğu halde medyada “ulusalcı” çığlıkların atılması kuşkusuz artık yalnızca “cahillik” ya da “aptallık”la açıklanamazdı. Bunların daha ötesindeki ince hesap özelleştirme karşıtı tepkilerin hiç olmazsa bir bölümünün, örneğin sendikaların, vb. baskı altına alınması ve fazla sorun yaratmalarının önünün kesilmesi idi. Bu arada AKP avantacılarının Ofer macerası da doğrusu bu kampanyanın tuzu biberi oldu. Açıkça rüşvet kokularının yükseldiği bu olay, özelleştirmenin asıl büyük hırsızlarının “milli” ve “meşru” sıfatlara layık görülmesinin zemini haline getirildi. Küçük bir yolsuzluk vardı evet, ama ekonominin temel direği olan kurumlar “milli” holdinglerimize, üstelik de “meşru” bir yoldan satılmıştı!

Özelleştirmenin İyisi-Kötüsü...
İyi polis-kötü polis, iyi özelleştirme-kötü özelleştirme... Artık bunların bir anlam ifade etmediğini, bir bütün olarak özelleştirme dalgasının emekçilere genel bir saldırı anlamına geldiğini biliyoruz. Daha önceleri de defalarca vurguladığımız gibi yeni tarihsel süreçteki neoliberal saldırı, tek yönlü ve tek biçimli değil küresel bir saldırı olarak gelişmektedir. Üretimin örgütlenişinin değiştirilmesinden bütün kamu hizmetlerinin talana uğratılmasına, kentlerin yağmalanmasına ve özelleştirmelere kadar bütün politikalar bir bütünlük oluşturuyor. Bu anlamda özelleştirilen kurumların kimler tarafından alındığı, yağma kampanyasından en büyük payları kimin aldığı, bu süreçte özel bir anlam taşımıyor. Asıl önemli olan, politikaların kendisi, yani böylece hayatın bütün alanlarının talana uğratılması ve bu arada emekçilerin kazanılmış haklarının gasp edilmesidir. Hangi şirketin “yerli”, hangisinin “yabancı” olduğu da zaten birçok açıdan komik bir tartışmadır. Ancak diplomayla ve profesörlük ünvanı ile ulaşılabilecek bir aptallık, Türkiye’de “milli” bir sermayeden söz edebilir! Başından beri emperyalizme bağımlılık içinde gelişmiş bulunan işbirlikçi tekelci burjuvazinin hangi kesiminin ne kadar “yerli” olduğunu tartışmak bile yersizdir. Zaten bizzat tekelcilerin de -OYAK dahil- böyle bir iddiası yoktur. Dolayısıyla ikide birde “stratejik kurumlar” edebiyatı yapmak ve sonra da bu kurumlar “yerli” tekellerde kaldığı için sevinç çığlıkları atmak son derece sahtekarcadır. Daha doğrusu, işgal altındaki Türkiye’de “yabancıların eline geçmemesi gereken stratejik kurumlar”dan bahsetmek başlı başına bir aptallık ve demagoji konusudur. Türkiye’nin bizzat kendisi işgal altındadır ve bu koşullar altında tek bir ulusal-stratejik kurumdan söz edilemez. Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını tartışırken “şu kurum şunun elinde olursa şöyle olur” gibi spekülasyonlarla bağımlılık ölçüleri icat etmek doğru değildir; en hafif ifadeyle işbirlikçi bir tutumdur.

Yalanları Açığa Çıkarmak İçin... Kelepir TÜPRAŞ ve Koç-Shell Ortaklığı
Ancak öte yandan (özelleştirmenin bizzat kendisi bakımından bir anlam ifade etmese de) bütün bu konulardaki demagojilerin açığa çık
arılması gerekiyor.
Emekçi düşmanı AKP, son hızla görevini yerine getiriyor. Pervasız bir şekilde elde ne varsa tekellere bırakıyor. Şehirleri talana açıyor, kamu mallarını satıyor, işsiz bırakıyor, aç bırakıyor, eğitimi lüks haline getiriyor, sağlığı yokediyor... Bunları yaparken de sadece tekellerin ne kadar kâr edeceğini, kendisini tekellere nasıl yarandıracağını düşünüyor. Milyonların gözünün içine baka baka yalan söylüyor, insanları kandırıyor. Sabah başka açıklama yapıyor, akşam başka. Yalanlarını bir gün dahi olsun gizlemiyor, yani mumlar bile yetmiyor.
Bu seferki yalan ve demagojilerin en önemli dayanağı ise TÜPRAŞ ihalesini kazanan Koç Holding’le ilgiliydi. Böylece “ülkenin gözbebeği” bir kurumun yine “ülkenin güzide kurumlarından biri”ne, üstelik yüksek fiyatla gittiği, dolayısıyla artık çenemizi kapatmamız söylendi bize. Sonuçta TÜPRAŞ’ın yüzde 51’lik hissesi, 4,140 milyar dolara Koç-Shell ortaklığına hibe edildi. Ama nedense burjuva medya bu ortaklıktan değil de hep Koç isminden söz etmeyi tercih etti. İşin Shell ile ilgili bölümü bilinçli olarak hep atlandı; çünkü TÜPRAŞ’ın “milli ellerde”(!) kaldığı öne çıkarılmak isteniyordu. Oysa bu satış Shell’i Türkiye pazarında önemli bir konuma getirecektir. Çünkü Koç-Shell Ortaklık anlaşmasına göre TÜPRAŞ, ithal ettiği ham petrolü Shell’den alacaktır. Bu da ham petrolün ülkedeki konumunu Shell’in belirleyeceği anlamına gelmektedir. Böylece Koç’un TÜPRAŞ’taki payı yüzde 26,1 oranında olacaktır.
İki tekel açısından da TÜPRAŞ’da olan şey tam bir ucuza kapatmadır. TÜPRAŞ’ın bu yılki ciro hedefi 16 milyar dolardır. Bu yıl vergi öncesi kâr hedefi ise yaklaşık 853 milyon YTL düzeyinde bulunmaktadır. TÜPRAŞ, bu yılın ilk ayında yılın aynı dönemine göre cirosunu yaklaşık yüzde 33, net satışlarını yüzde 38 ve net kârlarını da yüzde 61 oranında artırmış ve yılın ilk yarısını net 293.2 milyon YTL kârla kapatmıştır. 2004 yılı ilk 6 aylık dönemindeki ürün ihracatı 424 milyon dolar değerinde olan Tüpraş, 2005 yılının aynı döneminde ihracatını yaklaşık yüzde 97 artırarak 836 milyon dolara çıkarmıştır. Yani daha önceki sayılarımızda da söylediğimiz gibi burada söz konusu olan şey, küflü makinelerin, işe yaramaz arazilerin satışı değildir. Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın’ın sözleriyle ifade edersek, “TÜPRAŞ’ın yalnızca rafineri projesini kurma değeri 8 milyar doların üzerindedir. 4,140 milyar dolar ihale bedeli ise TÜPRAŞ’ın 2004 cirosunun dörtte biri kadardır. Bu satıştan gelen kaynak borç stokunun azaltılmasında ya da faiz harcamalarında kullanılacaktır. Kamu borçlarının 204 milyar dolar düzeyinde olduğu düşünülürse, kamu kuruluşlarının satışı yoluyla borç stokunun rahatlatılmasının beyhude çaba olduğu görülür. Türkiye 2005 yılının ilk 8 ayında 24 milyar dolar faiz harcaması yapmıştır. Günlük faiz harcaması ise 100 milyon dolardır. Yüksek denilen ihale bedeli Türkiye’nin 41 günlük borç faizi harcamasını ancak karşılamaktadır” (21 Eylül 2005, Evrensel)
Yani “yüksek fiyat” çığlıkları da yalandır, en basit bakkal hesabıyla bile anlaşılabilecek olan gerçek, Koç-Shell hırsızlarının TÜPRAŞ’ı “sudan ucuz” bir fiyata yağmaladıklarıdır. Üstelik bu yağma, Türkiye’nin petrol işleme kapasitesini tümüyle tek bir tekele, Shell’e bağlayan bir operasyondur.

Dünyanın En Kirli Şirketlerinden Biri Shell:
Peki, (burjuva medyanın yaptığının tersini yaparak biz işe “yabancı” ortaktan başlayalım) Shell kimdir.
TÜPRAŞ’ta asıl paya el koyan Shell, tam bir emperyalist soygun makinasıdır. Shell’in doğuşu 1830’lu yıllara dayanır. Marcus Samuel adında bir İngilizin deniz kabuğu ticareti ile başlar. 1903 yılında Hollandalı şirketlerin İngiliz şirketiyle birleşmesinden, Asiatic Potreleum kurulur. Royal Dutch ile Shell şirketler grubu dünya piyasasına el koymaya başlar. Halen devam eden ortaklıkta, hisselerin %60’ı Royal/Dutch Petroleum’a, %40’ı ise Shell Transport and Trading Company’ye aittir.
Shell, 1929 yılında, kimya alanına girer. 1938 yılında, dünya toplamı 5,720,000 varil olan günlük ham petrol üretiminin 580,000 varili Shell tarafından yapılmaktadır. Shell, II. paylaşım savaşında da, sentetik kauçuk üretimiyle yer alır. 1970’li yıllardan sonra Avrupa’nın enerji ihtiyacını karşılayan gaz üretiminin yüzde 15’inin yarısı Shell tarafından karşılanıyordu. 1974 yılında kömür alanına da giren Shell, Shell Coal International adlı şirketi kurdu. Shell, kurşunsuz benzin alanında dünyanın önde gelen tekellerindendir. Ortaklığın dünya genelinde 47 bin istasyonu bulunurken, toplam 145 ülkede faaliyet göstermektedir. 2004 yılında18,54 milyar dolar kâr etmiştir. Bu da 2003’e göre yüzde 48 oranında artması anlamını taşımaktadır. Pazar değeri, 221,4 dolardır…

Nijerya ve Shell Katliamı
Emperyalist kapitalizmin bugüne kadarki tarihinin basit bir incelemesi bize her zaman şu gerçeği gösterir: Petrol tekeli demek savaş demektir! Çünkü petrol, hemen her zaman belli bölgelerin doğrudan denetim altında tutulmasını gerektiren bir üründür ve bu yüzden petrol şirketleri hep mevcut hükümetlerle sıkı ilişkiler içinde olurlar. Bu anlamda Bush’un bizzat kendisinin petrolcü olması ve yakın çevresinin de petrolcülerden oluşması rastlantı değildir.
Dolayısıyla, petrol tekellerinin aynı zamanda birer suç makinesi olması alışılmış bir durumdur. Shell de bu kuralı bozmaz. Dünyanın en büyük tekellerinden olan Shell, emperyalist savaşlara ve işgallere verdiği destek bir yana bizzat kendisinin düzenlediği katliamlarla da anılır. Bu örneklerden biri de Nijerya katliamıdır. Küçük bir öykü gibi duran olay, Shell’in eli kanlı katil yüzünü, kâr için kimsenin gözünün yaşına bakmayacağını göstermektedir. Tarih 1960-70’li yıllar… Yer Nijerya’nın Nijer nehri deltasının bulunduğu Ogoni bölgesi… Bölge birkaç ekolojik dengeyi içinde barındırır, tropik orman alanları, koruluk, göller ve göçmen kuşların uğrak yeridir. Aynı zamanda tarım ve balıkçılığın da önemli merkezlerindendir. Ogoni halkının evi anlamını taşır burası… 1958 yılında olanlar olur, petrol bulunur. Zamanın İngiliz yönetimi, bu petrolün haklarını Royal Dutch/Shell tekeline verir. 1967-70 yılları arasındaki Biafra savaşını finanse edebilmek için Shell, hükümet tarafından daha fazla petrol çıkarması için teşvik edilir. 1970 yılında sondaj tesisi bombalanır, 30 milyon varil ham petrol doğaya karışır.
Olayın çevreye verdiği zarar, yine Shell’in yöntemiyle daha da vahim hale getirilir. Ham petrol ateşe verilir. 20 binden fazla çiftçinin topraşı yokolurken, bölge bugün bile yaşanmaz haldedir. Shell’in yaptıkları bunlarla da sınırlı kalmamıştır. 1990’a gelindiğinde Ogoni bölgesinde 2776 sızıntı meydana gelir. Petrol çıkarılırken, gazların yakılması yöntemi, köylere yakın, sondaj merkezlerinde günde 24 saat yapılıyordu. Shell, bölgeyi tamamen felaket haline çevirirken, bu sefer de havasını da ağır metaller, hidrokarbonlar ve kansorejen kimyasallarla kirletti. Bölge asit yağmurlarına teslim oldu.
1990’da Ogoni Halkını Yaşatma Hareketi (MOSOP), bölge insanları tarafından kurulur. MOSOP’un talepleri arasında, çevre sorunlarının halledilmesi, yokolan toprakları için tazminat ödenmesidir. Shell ve onun işbirlikçisi hükümet, MOSOP’ın eylem yapacağını haber alırlar. Shell’in emirleri doğrultusunda operasyon yapılarak 80 kişi öldürülür, köyler yakılır. İlerleyen süreçlerde 50’ye yakın kişi idam edilir, 30 köy yok olur, binlerce insan evsiz kalır. Daha sonra ise 1995 yılında MOSOP’un lideri Ken Saro-Wiwa’nın da bulunduğu 9 kişi yine Shell’in emriyle idam edilmiştir.
Shell’in icraatları içinde en tipik örnek budur ve petrol tekelleri için zaten bunlar sıradan işlerdir. Örneğin Peru’da Amazon ormanlarının göbeğinde, Kugapakori ve Nahua yerlilerinin bölgesinde, hidrokarbon araştırması projesi de böyledir. Ancak bu kez projenin başlayacağının öğrenilmesi üzerine, tepkiler yükselmiş ve uluslararası insan hakları ve çevre örgütleri, 14 Mayıs’ı Shell Karşıtı Küresel Eylem Günü ilan etmişlerdir. Bugün de her yılın 14 Mayıs’nda Londra ve Nahua’da eylemler yapılmaktadır.
Coğrafyamızda ise, Shell hakkında Diyarbakır’ın içme suyunu kirlettiği geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkmıştır ve Shell’e karşı dava açılmıştır ve bu konuda açılan dava sürmektedir. .
Ayrıca yine Shell, özellikle yeni-sömürge ülkelerdeki tesislerinde işçilerine üstü kapalı olarak sendikalaşmayı yasaklamıştır ve bu yüzden Petrol-İş sendikası da Shell, Mobil ile BP ile birlikte işçilerine sendika hakkı tanımadıklarından dolayı boykot çağrısı yapmıştı.

Koç Holding: İşbirlikçiliğin Merkez Noktası
TÜPRAŞ’I Shell ile birlikte alan Koç Holding ise bu topraklarda gayet iyi tanınan bir işbirlikçi tekeldir. Vehbi Koç’un öncülüğünde 1923’lerde Ankara’daki yeni Kemalist hükümete yaptığı küçük satışlarla işe başlayan Koç Ailesi, zaman içersinde hep Ankara ile ilişkilerini iyi tutarak ve devlet olanaklarına yaslanarak birikimini büyütmüş, savaş ve kriz dönemlerinin vurgunlarıyla birlikte 1950’lere geldiğinde Türkiye’nin en büyük tüccarlarından biri haline gelmiştir. 1938 yılında da Koç Ticaret Anonim şirketini kuran Koç, 1945’ler sonrası yeni-sömürgeci kapitalistleşmenin aslan payını almıştır. Özellikle Ford ve General Electric ile yaptığı anlaşmalar sonucunda Türkiye’deki dışa bağımlı hafif sanayiin ve montajcılığın ilk adımlarını yine Koç atmıştır. 1948 yılında, General Electric’le beraber ilk ampul firmasını kuran Koç Grubu, gelişmeye başlamış ve traktör, kamyon, buzdolabı, çamaşır makinası, şofben, kablo fabrikası, bu büyümenin sonuçları olmuştur. Koç’lar otomotiv sektöründe de söz sahibi olurlar, Murat, Tempra, Ford Taunus ve Ford Escort Koç bünyesine katılır. Bu dönem, tam anlamıyla devlet eliyle tekelleşme dönemidir ve süreç boyunca yüzlerce küçük ve orta sanayi girişimi Koç Grubu’nun devletten aldığı destekle acımasızca ezilir. Koç Grubu, bütün varlığı süresince her zaman ABD emperyalizminin Türkiye’deki temsilcisi olmuş, hükümetlerin dış poltikasını hem işveren örgütleri aracılığıyla hem de özel mektuplar ve emirlerle yönetmiştir. Aynı süreçte Koç Holding, askeri cuntaların da destekçisi ve organizatörü olmuş, emekçi örgütlerinin ezildiği her dönemde kâr oranlarını yükseltmiş ve vurgun üstüne vurgun vurmuştur.
2004 yılında, İstanbul Sanayi Odası’na göre, Ford Otomotiv, Arçelik, Tofaş, Aygaz ve Beko ile ilk 5 şirket arasında olan Koç Grubu, bugün bankacılıktan tarıma dek her alanda kolları olan dev bir ahtapot gibidir ve medyada söylenenlerin tam tersine “ulusallık” kavramı içine girebilecek hiçbir yanı da yoktur. Doğrudan doğruya çokuluslu tekellerin Türkiye temsilcisidir ve Shell ortaklığında da görüldüğü gibi onlarsız tek bir ciddi adım bile atamaz.

Ofer Nereden Çıktı...
TÜPRAŞ’taki Shell-Koç talanınının ardından bu kez de işin bu kadarla kalmadığı, AKP hükümetinin gizli kapaklı biçimde Mart ayında TÜPRAŞ’ın yüzde 14.76 kamu payını, İsrailli Ofer Grubu’na verdiği ortaya çıktı. Daha sonrada n anlaşıldı ki, TÜPRAŞ’ın 14,76’lık hissesi, 1 Mart 2005 günü sabaha karşı yapılan anlaşmalarda, Kemal Unakıtan ile Ofer Ailesinin büyük oğlu ve Global Menkul’un sahibi Mehmet Kutman’ın pazarlıkları sonucunda elden çıkarılmıştı. Bütün dünyanın haberdar olduğu satıştan, Özelleştirme İdaresinin bilmediği yalanı da kısa sürede ortaya çıktı.
Çünkü, TÜPRAŞ’ın bu hissesi Kemal Unakıtan’ın Özelleştirme İdaresi’ne verdiği emir ile gerçekleşmişti. Üstelik pazarlıklar bizzat Tayyip Erdoğan tarafından yürütülmüştü. Üstelik tek bir görüşme de yapılmamıştı. Aralıklarla yapılan görüşmelerden ilki 2002’de Davos toplantılarında gerçekleşmiş ve aynı süreçte Galataport satışı da bağlanmıştır. Ofer’lerin Galataport’tan önce, Kuşadası Limanını da aldığını, buraya 56 dükkan inşa ettirdiğini, daha sonra meclisten özel aff yasası çıkarttırdığını hatırlattıktan sonra Galataport’un ne olduğuna baktığımızda yükselen koku tam anlamıyla bir avanta kokusudur.
Galataport’a bir anlamda, Kentsel Dönüşüm Projesi’nin bir parçası da diyebiliriz. Galataport Projesi, Karaköy’den Kabataş’a, 1,2 kilometrelik sahil şeridini kapsayan bir proje. Bu proje kapsamında Gümrük İdaresi’nden alınan Çinili Han, TDY Genel Müdürlüğü ve Karaköy Yolcu Salonu, restore edilerek 5 yıldızlı otel haline getirilecek. 4 yıldızlı otellerin yanısıra restoranlar, kiralanabilir alanlar, otoparklar yapılacak. Tamamen rant alanı olarak düşünülen proje, bir marina ile birlikte, 3-4 yolcu gemisinin yanaşabileceği limanlar yapılacak. Gerçek değerinin 193 milyon Avro’nun çok altında bir rakamla Oferlere verilen Galataport’un ödeme planı 49 yıl sonraya göre planlanmış. Yani Ofer, bütün bu bölgeye tek kuruş ödemeden sahip olmuştur.

Ve Son Halka: Erdemir’de Büyük Oyun
Özelleştirme, hemen her ülkede her zaman büyük-küçük yolsuzuklar ve rüşvetlerle birlikte yürür; bu, hem genel olarak kapitalizmin hem de özelleştirmenin mantığına uygundur. Kapitalistler yüzlerce yıldır her zaman yıllık harcamalarının bir bölümünü “resmi işlemlerin kolaylaştırılması” (!) için ayırırlar; bu olağan bir uygulamadır. Ofer olayı da bu bakımdan bir arıza değil, sistemin işleyişi içinde bir olgudur. Öyle görünmektedir ki AKP kurmayları yağmur yağarken ceplerini doldurmak için suyun yönünü biraz değiştirmişlerdir.
Doğrusu, özelleştirmenin borazanları için bu skandal iyi de olmuştur. Çünkü bu gürültü arasında asıl büyük lokmaların mideye indirilmesi kolaylaşmıştır.
Büyük lokma derken, kuşkusuz kast ettiğimiz TÜPRAŞ’la birlikte Erdemir’dir. Büyük pazarlıklar sonucu, Erdemir, ordunun holdingi olan OYAK’a verildi. Hilton Oteli’nde tekellerin birbirleriyle yarıştığı (aslında yarışmadışı) maratonunda, 2 milyar 7 milyon dolarla en yüksek teklifi OYAK verdi. Ama zaten bu sürpriz bir sonuç değildi; daha aylar öncesinden bu maçı kimin alacağı belirlenmişti ve basına da yansımıştı. Birçok kez tekrarladığmız gibi dünyada 500 bin kişilik silahlı güce sahip tek holding olan OYAK, daha en baştan işleri garantiye almıştı. Hatta OYAK’tan sonraki en iyi ikinci fiyatı veren Ereğli Ortak Girişim Grubu’nun (ki bu grup çok sayıda şirketten oluşmaktadır) tamamen ortalığı karıştırmak için ihaleye girdiği, diğer grupların önünü kesip OYAK’a avantaj sağlamak için devreye sokulduğu bugün artık rahatça söylenmektedir. Yani tezgah kurulmuş ve Erdemir orduya bir tür iltifat gibi sunulmuştur.
Ve tabii, Erdemir’i almak, yalnızca Erdemir’i almak demek değildir. OYAK böylece, İsdemir’i (Türkiye’nin en büyük entegre demir çelik tesislerinde biri sayılıyor, 6 bin çalışanı var) Erdemir Maden’i, (Sivas Divrişi’de bulunan madenin 400 çalışanı var), Erdemir Romanya’yı (Romanya’da bulunan tesis, silisli yassı çelik üretiyor, 376 kişi çalışıyor), Çelbor’u (savunma sanayinde dikişsiz boru üretiyor, 100 kişi çalışıyor), Çelik Servis Merkezi’ni (Gebze’de bulunuyor, Erenco’yu (demir-çelikte mühendislik ve danışmanlık görevi yapıyor) almıştır. Ayrıca, Karadeniz ve Akdeniz’de iki limanı ile Erdemir lojistik ve Erdemir gaz isimli iki şirket de promosyonların arasındadır. Yani böylece OYAK holdingi, Türkiye’nin en büyük işletmesini bütün yan kollarıyla birlikte almış ve beyaz eşyadan otomotive kadar metale bağlı bütün tesisler açısından tam bir tekel haline gelmiştir. Satılan bu toplam kapasite, kendi alanında dünyada ilk 10 sırasında yer almaktadır ve orduya yaranmak için fiyatın ne kadar muazzam olduğunu söyleyenler çok basit ekonomik hesapları bile yok saymaktadırlar.

OYAK: İşbirlikçiliğin Askeri Kanadı
Peki OYAK nedir? Dalkavuk medyada bugünlerde yazılıp çizildiği gibi “milli” ordunun “milli” bir şirketi midir?
Son derece açık: OYAK, Türkiye’deki emperyalizme bağımlı kapitalizmin en tipik temsilcilerinden biridir. Resmi olarak Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı görünen OYAK, ordunun sermaye içindeki gücüdür. 1961 yılında kurulan ve tamamen komutanların denetiminde olan holding, özellikle 1970’lerde ordunun sisteme tam olarak entegre edilmesi için iyi bir çare olarak düşünülmüş ve belki de dünyada tek örnek olarak olağanüstü bir güç kazanmıştır. Öyle ki işe Good-Year lastik şirketiyle yaptığı anlaşma ile başlayan, daha sonra Renault gibi bir başka büyük emperyalist tekelle birlikte işlerini yürüten OYAK, artık Türkiye’nin en büyük holdingleri sayılan Koç ve Sabancı ile birlikte anılmakta, hatta zaman zaman onları geçmektedir.
Bugün OYAK, Renault ve Mais ile otomotiv sektöründe, Omsan ile taşımacılık sektöründe, Adana, Bolu, Ünye, Mardin, Elazığ ve Oysa çimento sektöründe, OYAK Beton, beton sektöründe, Oyka Kağıt Ambalaj, kağıt ve ambalaj sektöründe, AXA Oyak Holding, OYAK Yatırım Menkul Değerler, OYAK Bank, OYAK Ankerbank, Halk Leasing ve OYAK Emeklilik finans ve sigortacılık sektöründe, Hektaş, tarım ilaçları sektöründe, Tukaş, Tam Gıda, Eti Pazarlama, gıda sektöründe, OYAK İnşaat, OYAK Konut İnşaat, inşaat sektöründe, OYAK Pazarlama, hijyen ve turizm sektörlerinde, Oytaş, dış ticaret sektöründe, OYAK Savunma ve Güvenlik Sistemleri, güvenlik sektöründe, OYAK Enerji ve İsken enerji sektöründe, OYAK Teknoloji, bilişim sektöründe söz sahibidir. OYAK’ın bir başka özelliği ise, Kurumlar Vergisine tabi olmaması ve böylece büyük avantaj sahibi olmasıdır. Ayrıca, OYAK’ın, üye ve mirasçılarına yapacağı yardımlar veraset ve intikal vergisiyle gelir vergisinden, damga vergisinden, daimi ve geçici üyelerinden yapılacak aidat tevkifatı gelir vergisinden ve her türlü gelirleri, gider vergisinden muaftır. Üstelik, yapısı gereği OYAK, her ay subay ve astsubay maaşlarından yapılan aidat kesintileri sayesinde sürekli bir nakit para akışına sahiptir. Yani nereden bakılırsa bakılsın OYAK, tam bir dikensiz gül bahçesinde işlerini yürütmekte, bunun için de ordunun gücünü kullanmaktadır. Ayrıca, OYAK, bütün diğer büyük tekeller gibi emperyalist şirketlerle iç içedir ve sistem açısından anormal bir durum değildir. Burada anormal olan şey, bizzat OYAK yönetimi bile uluslararası tekellerle ilişkisini reddetmez ve bunu ekonominin gereği olarak açıklarken burjuva medyanın satılık kalemlerinin orduya ve onun holdingine hiç durmadan bir “ulusallık” etiketi yapıştırıp durmasıdır.

Özelleştirme Soygundur Soygunun İyisi Kötüsü Olmaz
Sonuç olarak yeniden en başta söylediğimizi tekrarlıyoruz: Özelleştirme, yeni tarihsel süreçte neoliberal kapitalizmin büyük çaplı bir soygun ve talan projesinin bir parçasıdır ve bu anlamda neyin kime satıldığının, kaça satıldığının özel bir önemi yoktur. Bu, emekçilere karşı başlatılmış bir saldırıdır ve hiç sağa sola sapmadan, ayrıntılara girmeden cepheden göğüslenmesi gerekir. Satış fiyatlarının düşüklüğü-yüksekliği, yağmacıların hangi milliyetten olduğu, sorunun özünü belirleyen şeyler değildir. Ama öte yandan, burjuva medyanın ve holding borazanlarının yalanlarını da açığa çıkarmak, bizi, emekçileri enayi yerine koymalarının önüne geçmek de bir görevdir. Özellikle bu saldırıya karşı yükselen emekçi direnişi böylesi demagojiler yoluyla pasifize ediliyorsa, emekçiler “mallar memleketimizde kaldı” yalanıyla eylemsizliğe ikna edilmek isteniyorsa, bu görev daha da fazla önem kazanmaktadır. Devrimci sosyalistler, hangi yolla ve nasıl gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin özelleştirme saldırısına karşı çıkıyorlar, ona karşı mücadeleyi yükseltmek için çaba harcıyorlar ve bu çabalarını sürdürecekler. Ancak öte yandan, bu konudaki zihin bulanıklıklarına karşı da mücadele etmek ve halkı kandırmak için ortaya atılan utanmazca yalanları sergilemek de aynı biçimde devrimci sosyalistlerin görevleri arasındadır.


.


 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul