Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

34. Sayı - Ekim 2005

CIA’nın paralı köpeklerinin o ünlü fotoğrafı gururla basına dağıttıkları günlerden bu yana 38 yıl geçti… Bir masanın üzerinde, uzun sakallarıyla, düşmanıyla hâlâ alay eder gibi gülümseyen o adam ve çevresinde, marifetlerini sergilemek isterken kazdıkları kuyuya düşen katilleri. Tam da öyle; kazdıkları kuyuya! Öldürdükleri adam, Ernesto Che Guevara, yattığı yerde o kadar heybetlidir ve o kadar rahattır ve çevesindekiler o kadar küçük ve o kadar siliktirler ki… Bir fotoğraf, devrime ancak bu kadar hizmet edebilir!
O günden bugüne, bütün kara çalmalar, bütün azizleştirip içini boşaltma girişimleri, sağından solundan yapılan bütün o çarpıtmalar, hiçbiri hiçbir şeyi değiştiremedi. 38 yıl sonra, hâlâ dünyadaki milyonlarca insan ondan derin bir sevgi ve saygıyla söz ediyor; milyonlarca insan onu hâlâ emekçiler ve yoksullar ordusunun başkomutanı olarak görüyor. Ve gün geçtikçe o, artık bütün yerel sınırlardan kurtuluyor, ezilen halklar açısından tam anlamıyla evrensel bir olgu haline geliyor. Brezilya’nın teneke mahallelerinde olduğu kadar Güney Kore’nin işçi gösterilerinde de resimleri bir bayrak gibi dalgalanıyor; ya da örneğin kilometrelerce uzaktaki bir devrimci önder, FHKC kurucusu George Habbaş, şehit düşmüş olan çok sevdiği bir yoldaşından söz ederken “Gazze’nin Guevara’sı” diyor onun için...
Bütün bunlarda, garip, Marquez’in romanlarına özgü büyülü bir şey varmış gibi görünüyor.
Oysa her şey ne kadar açık ve yalın! “Hâlâ temiz, taze bir sabah kadar duru bakışlarını çok iyi anımsıyorum; ancak bir şeye yürekten inanan insanlar böyle bakarlar…” Ünlü gazeteci-yazar Eduardo Galeano yıllar sonra onunla karşılaşmasını anlatırken bunları söylüyor. Böylece, “büyü” sanılan şeyi de açıklamış oluyor aslında.
İşte bu, tam da bugün “Che olma”nın anlamını tartışırken ilk üstünde duracağımız şeydir. Yürekten inanan insanın duru bakışları… 2000’lerin henüz yavaş yavaş aydınlanmaya başlayan karanlığı içinde şafağın ilk ışıklarına doğru yürürken, yalnızca Che üzerine değil, Che olmak üzerine de düşünüyoruz. Ve ilk rastladığmız şey, işte bu duru bakışlar oluyor. Duru bakışlar, açıksözlülük ve kuşku nedir bilmeyen bir devrim samimiyeti. Öyle “yapsam mı yapmasam mı” değil; “şu gün hele bir geçsin yarına bakalım” da değil; “birkaç yıl şuralara takılalım, sonra köşeye bir dükkan açarız” hiç değil. İşçilikte iki tür çalışma biçimi vardır, bilinir. Biri yevmiyelidir, diğeri ise götürü iş! Yevmiyeli iş bellidir, kaç gün çalışırsan o kadardır; bir işi “götürü almak” ise, bitirinceye kadar çalışmak anlamına gelir. Che’ninki biraz ikincisine benzer; o emperyalizmin dünyadan silinmesi ve halkların zulümden kurtulması işini “götürü” almıştır; hem de ömürboyu!
Yani Che olmak, her şeyden önce büyük ve kuşkusuz bir inanç ve istikrardır. Küba Ekonomi Bakanlığı görevinden ayrılıp önce Kongo, sonra Bolivya yollarına düşmesi kimilerinin sandığı gibi ne maceracılıktır, ne de başına buyrukluk ya da “iktidar sorumluluklarından hoşlanmamaktır.” Böyle düşünenler her şeyden önce onun bakanlık sürecini hiç izlememişler ve işine nasıl tutkuyla sarıldığı konusunda hiçbir şey okumamışlardır. Küba ekonomisini yönetmek, hiç de sanıldığı gibi onun “serüvenci ruhu” nun üzerine dar gelmiş bir elbise değildir. Tersine, sosyalist ekonomiyi “bu işten iyi anlayan iktisatçılara bırakma”nın ne kadar kötü bir fikir olduğunu kanıtlayan bir örnektir onun bakanlık yılları. Devrimci ekonominin ancak devrimciler tarafından doğru yönetilebileceğinin kanıtıdır Che. Vu kuşkusuz, 90’ların büyük fırtınası sırasında bu ada yine de ayakta kalabildiyse, bunda Che’nin klasik Sovyetik yöntemleri dışlayan tarzının bugünlere kadar akıp gelen etkisi vardır.
Yani karşımızdaki olay, Fidel’le onun arasında bir çelişki keşfetmek için yıllardır çırpınanların sözünü ettiği gibi sıkıcı görevlerden bunalmış bir adamın kendini sokağa atması değildir. Havana’da şeker kamışı kesip ekonomi üzerine genelgeler hazırlayan adamla Bolivya ormanlarında gerilla örgütleyen adam aynı kişidir.
Ve aslında, bir anlamda, onun dağlara doğru yönelmesi de, sosyalizme bakışının doğrudan bir sonucudur. Kongo’dan sonra geldiği Prag’da yaptığı gözlemleri Fidel’e aktarırken vardığı sonuç tam böyledir. Ancak başka devrimler ve başka zaferler yoluyla bütün bu çürümüşlüğün savrulup atılabileceğini ve her yeni devrimin bir öncekini garantiye alacağını düşünmektedir.
Bolivya üzerine bugüne kadar çok şey söylendi, bundan sonra da söylenebilir. Gerilla hareketi ve genel olarak sınıf mücadelesi hiçbir zaman düz bir çizgi izlemez. Bazen çok kritik noktalar vardır; Ekim devriminde de vardır, başka zamanlarda, başka yerlerde de vardır. Bir kırılmaya uğrarsınız; seçtiğiniz yol stratejik olarak çok doğru olduğu halde bu başınıza gelebilir. Bir taktik hata, gerilla kolunun yanlış bir güzergah seçmesi bile buna yol açabilir, hatta siz hiçbir somut hata yapmadığınız halde dışsal koşullar aleyhinize gelişebilir. Bütün bunlar yaptığınız işi bir macera haline getirmez ya da şöyle söyleyelim, Lenin’in 1917’de atlayıp Rusya’ya gelmesi de “postunu tehlikeye atmak” anlamında bir “macera”dır.
Che, budur işte. Che olmak böyle bir şeydir. Devrim denilen şeye, ezilenlerin o büyük bayramına uçsuz bucaksız bir inançla bağlanmak ve bütün ömrünü bu iş için ortaya koymaktır. Ne arabaya kenardan omuz vermek, ne de yalnızca “garantili” durumlarda inisiyatif alan sinik küçük burjuvanın ahlaki düşkünlüğüne teslim olmak…
Che olmak, devrimin sorumluluğunu üstlenmektir!

***
“Herkes gibi başarmak istedim. Ünlü bir tıp bilimcisi olmanın hayalini kurdum; insanlığa yardımı dokunabilecek bir şeyler -fakat, bana kişisel zaferler kazandıracak şeyler- keşfetmek için durmaksızın çalışmanın hayalini kurdum. Ben de, tüm hepimiz gibi, içinde bulunduğum ortamın çocuğuydum.
Mezuniyetten sonra, özel sebeplere ve belki de karakterime bağlı olarak, Amerika’yı baştan başa gezmeye başladım, ve Amerika’nın tamamıyla tanıştım. Haiti ve Santa Domingo dışında, diğer tüm Latin Amerika ülkelerini bir şekilde ziyaret ettim. Seyahat ettiğim koşullar sayesinde, önce bir öğrenci sonra da bir doktor olarak, yoksullukla, açlıkla ve hastalıkla yakından tanıştım; parasızlık yüzünden bir çocuğu tedavi ettirememekle; sürekli açlığın ve eziyetin kışkırttığı ve bir babayı oğlunun ölümünü önemsiz bir kazadan saymasına vardıran şaşkınlıkla tanıştım. Ve o anda, benim için, ünlü olmak yada tıp bilimine çok önemli katkılarda bulunmak kadar önemli şeyler olduğunu fark etmeye başladım: o insanlara yardım etmek istiyordum.”
Bu kadar açık ve somut…
Uzun yolculukların ardından annesine “artık ben San Carlos’un (Karl Marks) yolundayım” diye yazdığında tam bu noktadadır. Ne mekanik bir keskin politik hava ne de sulugözlülük… Ama çok kesin olan şey, onun bütün dünyanın ezilenleriyle kurduğu bu olağanüstü duygusal bağdır. “Ezilen insanların acısını duymak” diye tanımladığı şey tam da budur. Bu, komşusunun bebesinden habersiz tuzu-kuru postmodern solcunun anlayamayacağı kadar basit ve yalın bir şeydir. Devrimcilik, salt duygusal bir “kurtarıcı-mesihlik” işi değildir evet, ama öte yandan o, kurşun askerleri oynatıp zaferler kazandığınız bir oyun da değildir. Gerçek hayatın içinde, gerçek insanlarla yürürken yaptığınız bir iştir o. Yoksulluk içinde acı çeken milyonlarca insanın kaderini değiştirmekten söz ediyorsanız eğer, bu, sizin de onlarla aynı acı hamurunde yoğrulduğunuz anlamına gelir. Yani Marks’ın Kapital’inde matematiksel modellerle anlatılan artı-değer yalnızca “karşılığı ödenmemiş işgücü” değildir; o aynı zamanda alınteri çalınan insanın evine götüremediği süt şişesi, yağmurda çatısından içeri damlayan sudur. Tekelci kapitalizmin nasıl oluştuğundan ekonomi-politiğin diliyle söz edebilirsiniz örneğin; ama aynı zamanda sözünü ettiğiniz şey, yoksulluk ve ilaçsızlık yüzünden ölen milyonlarca insanın geride bıraktığı ucsuz bucaksız acıdır. Ya da konut sorunundan söz ediyorsanız, sokakta yaşayan milyonlarca insanın titreyen gövdelerini anlatıyorsunuz demektir. Ve devrimcilik, bütün bunları içinde duymaktır; yalnızca acı da değil, bütün bu zulmü yaratanlara karşı derin bir tiksinti ve nefret duygusu da tamamlar düşüncelerinizi.
2000’lerin vahşi dünyasında Che olmak, işte bu acı ve nefret duygularının karışımıdır aynı zamanda…

***
Kalıpların dışına taşmak ve başına buyrukluk..
Son yıllarda devrimci harekete şu kadarcık katkısı olmayan yeni Oblomov’lardan ne kadar çok duyduk bu sözleri... Che’yi tanımlamak için hep bu sözlere başvurdular ve her zaman da bu sıfatları kendi tembellik ve kaçkınlıklarını meşrulaştırmak için kullandılar.
Kaskatı Marks, Lenin, Stalin, Mao ve hatta Fidel… Ve onların karşısında hiçbir şeyi ve hiçbir kuralı takmayan Che… Böyle bir tablo çizdiler bize ve hiç sıkılmadan dünyanın en iyi, en disiplinli örgütçüsünden “örgüt-karşıtı” bir figür yaratmak istediler.
Sözünü ettikleri Che hiç var olmadı aslında. Öyle biri hiç yaşamadı. Gerçek Che ise, tuzu-kuru solcularımız ister beğensin ister beğenmesin, son derece disiplinli bir parti militanından başkası değildi. Savaş Anıları’nı şöyle bir karıştırmak zahmetine katlanan herkes, onun en sıkı gerilla disiplinini -kendisi dahil herkese- nasıl uyguladığını, hainlerin cezalandırılmasından ekmeğin bölüşümüne kadar her konuda sağlam bir proleter ahlak ve disiplinine sahip olduğunu görürler. Che, örgüttür, plan, program ve sistemli çalışmadır.
Onda bir “başına buyrukluk” ve “aykırılık”tan söz edilebilirse eğer, bu aykırılık düzen karşısında alınmış bir tutum olarak vardır. Gerçekten de Che, düzenin bütün bağlarından, bütün gerici alışkanlık ve zaaflarından kendini kurtarmış, onunla tümüyle cepheden hesaplaşmayı göze almış bir kişiliktir. Hiçbir düzen bağı, statükoculuğun hiçbir biçimi onun özgürlük için savaşma tutkusunun önünde engel değildir; o bütün bu engelleri her şeyden önce zihninden silip atmıştır ve bu anlamda gerçekten de zamanımızın en özgür adamıdır. Çünkü özgürlük, duvarına astığı Che posteriyle avunan eskimiş devrimcilerin düşündüğünün tersine, bugünün lanetli dünyasından kendini kurtarmak ve onunla savaşmaktır. Ve bu özgürlük-özgürleşme duygusu Che’de kendisini devrimci kolektif, yani örgüt içinde ifade eder, onun dışında, ona karşıt bir yerde değil.
Öte yandan, evet, Che soğuk yüzlü revizyonist parti bürokratlarının karşısında da aykırıdır. 90’larda yaşanan büyük felaketin hazırlayıcıları olan reel sosyalizmin bürokratlarından tiksindiği, onların devrimci özü boşalmış ruhlarından uzak olduğu doğrudur. Ama zaten, yalnızca Küba devrimi değil, aynı dönemde gerçekleşen bir dizi devrim bu “aykırı”lığın eseri değil midir? Dünyanın bütün sömürge ve yeni-sömürgeleri volkanlar halinde kaynaşırken “barış içinde bir arada yaşama”, “barışçıl geçiş” edebiyatı yapan bu küflenmiş partilerle ipleri koparan devrimci önderler ve partiler olmasaydı son elli yıl içersindeki devrimlerin hangisi gerçekleşebilirdi?
Bu yüzdendir ki işte Che olmak, düzen ve onun soldaki çürümüş uzantıları karşısında “aykırı” olmaktır. Ve bu aykırılık, en sıkı disiplinli parti militanlığıyla asla çelişmeyen bir şeydir. Çünkü gerçek özgürlük, ezilen halklar için savaşmakta gösterilen azim ve disiplinle elde edilebilecek bir şeydir.


***
Ve nihayet Che, belli bir zaman dilimine ve yerelliğe sığmayan bir olgudur.
Her tarihsel süreç, bir öncekini içerir ve onu aşar. Bu, dünya kapitalist sisteminin ilişki ve çelişkileri bakımından olduğu kadar devrimci hareket bakımından da böyledir. Dolayısıyla, çağlardan ve dönmlerden söz ederken devrimci önderler arasında hiyerarşik sıralamalar yapmak, ustalık-çıraklık tartışmaları açmak doğru değildir. Tarihsel süreçler, kendisine katkı yapacak devrimci önderleri ortaya çıkarır ve onlar olgulara köklü şekilde müdahale eden insanlar olarak tarihe geçerler. Bu yüzden zaman zaman yadırganırlar ve suçlanırlar. II. Enternasyonal’in yaşlıları nasıl Lenin’i garipseyip onda hep bir Narodnik görmüşlerse, kendine özgü bir yol izleyen Mao da aynı yadırgamaya uğramıştır. Aynı şekilde Küba’nın açtığı ve Che’de cisimleşen yol da kendi bakımından sosyalist hareketin yüz elli yıllık tarihinin içinde önemli bir katkıdır. Dönemler kapanır, dönemler açılır ve devrimci hareket yoluna böyle bir akışkanlık içinde devam eder. Ve her dönemeçteki yenilenme çabası, kabuk değiştirmek istemeyen eski statükocu anlayış tarafından suçlanır.
Ama bazen, Che gibi bir olgu, ait olduğu varsayılan döneme sığmaz, oradan taşar daha ileriye, geleceğe doğru akar. Hem yerelliği aşar, hem de zamanı…
Che, işte asıl bu yüzden son derece önemlidir. Gerçekten de kaba bir bakışla 1960’lara ait olduğu düşünülebilecek olan -ki böyle düşünenler hiç de az değildir- bir devrimci önderin tarihsel dönemeçleri atlayarak bugün daha fazla parlayan bir kutup yıldızı haline gelmesi, hatta bir vakitler kendisini türlü yollarla eleştirenleri de etkisi altına alarak sürüklemesi rastlantı olmasa gerektir. Bu, popülerlik-karizma gibi kavramlarla da açıklanamaz.
Asıl mesele şudur: Ernesto Che Guevara, Marks-Engels ve Lenin’den başlayarak akıp gelen bir devrimci profilini kendi kişiliğinde yaratıcı bir biçimde yeniden üretmiş ve böylece salt yerelliğe ve belli bir zamanın ihtiyaçlarına değil, evrenselliğe denk düşen bir devrimcilik tipini inşa etmiştir. Devrimci iradeyi kendi kimliğiyle bütünleştirilmesinden, pratik bir reel sosyalizm eleştirisi anlamına gelen sosyalizm anlayışına ve yeni insana bakışına dek birçok alanda yarattığı özgünlük, onu günümüze dek güçlü bir kişilik olarak taşımıştır ve geleceğe de taşıyacaktır. Bu anlamda onun bugüne dek gelen ışığının yalnızca bir kahramanlık öyküsüne dayandığını düşünmek ciddi bir yanılgıdır.
Ve hiç sakınmaksızın diyebiliriz ki Che, önümüzdeki sürecin oluşacak olan, oluşmakta olan yeni devrimci kadro ve devrimci önder tipinin somut bir örneği olacaktır. Marksizm-Leninizmin zengin tarihi içersinde, ancak o tarihle birlikte kavranılabilecek olan bu devrimci örnek, yeni kuşakların mücadelesinde daha da zenginleşerek yeniden üretilecektir, üretilmektedir.
Bu bakımdan son olarak diyebiliriz ki, 2000’lerde Che olmak, asıl bu gerçekliği kavramak, onun geride bıraktığı muazzam zenginliği yeniden yeniden ele alarak ileriye taşımaktır.

***
Devrimci sosyalizm, bunu gerçekleştirme yeteneğine sahip tek akımdır.



 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul