Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

34. Sayı - Ekim 2005

3 Ekim 2005 günü Lüksemburg’da, üzerinde aylardır tartışılan, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik başvurusuyla ilgili oluşturulan Çerçeve Belgenin üzerinde yapılan pazarlıkların, mide bulandıran entrikaların, tehditlerin, şantajların uygulandığı bir süreçte 10 yıl sürecek müzakere dönemi başlatıldı.
3 Ekim tarihi yaklaştıkça Türkiye oligarşisi ile başta ABD olmak üzere Avrupa emperyalistleri arasında pazarlıklar hız kazanıyor, taraflar her an yeni bir taktikle sahneye çıkıyor, son dakikaya kadar manzara sürekli değişiyordu. Oligarşi ve emperyalistler cephesinde kıran kırana yaşanan pazarlıkların ve restleşmelerin sonucunda nelerin koparıldığı, hangi vaatlerde bulunulduğu bir yana, trajikomik durumlara da tanık olunuyordu. Örneğin Çerçeve Belge üzerinde süren pazarlıklar sırasında Avusturya’nın “imtiyazlı ortaklık” talebinde ısrarlı olmasından dolayı pazarlıkların tıkandığı, başının sıkıştığı anda Tayyip efendisini, Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ı arayarak yardımcı olmasını “rica” ediyordu. Rice da, uzatılan eli geri çevirmiyor, uzun vadeli çıkarlarına denk düştüğü için, AB üyeliğini desteklediği Türkiye’nin imdadına yetişiyordu. Rice, ayrıca Çerçeve Belgede yer alan ve Türkiye’nin kabul etmediği “AB üyesi ülkelerin, yani esas olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (OECD, NATO gibi) uluslararası örgütlere üye olmasına Ankara’nın itiraz etmemesi” gerektiğini belirten madde için de, 25 AB üyesi ülkenin liderlerine mektup yazarak “NATO’nun içişlerine karışma anlamına gelebilecek ifadelere yer vermeyin. AB belgesinde yazılanların NATO’daki işleyişi etkilememesi gerektiği konusunda Ankara ile aynı görüşteyiz” açıklamasının ardından; ABD Dışişleri Sözcüsü Sean McComarc da, “bizim görüşümüz, AB süreçlerinin NATO süreçlerine taşınmamasıdır. NATO üyeliği NATO üyelerine bırakılmalıdır” diyerek Rice’ın sözlerini tamamlıyordu. Böylece ABD emperyalizmi Türkiye’nin AB’ye tam üyelik başvurusunun değerlendirildiği Müzakere Sürecinin başlatılması noktasında “dostane yardımlarını” esirgemiyor ve Türkiye’nin önünü açıyordu.

Çerçeve Belgede Yeni Şartlar...
Üzerinde aylardır konuşulan ve bu kadar yaygara koparılan müzakere süreci hakkında kısa bir ön açıklamanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Bu kısa ön açıklamanın ardından başlıklar halinde düşüncelerimizi sıralayacağız.
Öncelikle bir tanım yapmak gerekirse Müzakere Süreci, aday ülkenin hangi koşullar altında üye olabileceğini ortaya koyan ve a) Tarama b) Müzakere c) Onaylama aşamalarından oluşan bir zaman dilimidir.
Ve tabii bu süreçte, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni resmen tanıması, Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde hava sahasını ve limanlarını bu cumhuriyete açması ve Ermeni Soykırımı’nı en azından kabul etmesi, politik sorunlar olarak yerini koruyor. Öte yandan Türkiye’nin özellikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO üyeliğine engel olmaması da bir başka sorundur.
Ama bütün bunların ötesinde asıl sorun, belgede birliğin Türkiye’yi “hazmetme kapasitesi”nden bahsedilmesi ve müzakerelerin açık uçlu olduğunun net olarak vurgulanmasıdır. Üstelik bu sürecin sonunda Türkiye vatandaşlarının serbest dolaşımı, tarım ve yapısal politikalarda kalıcı kısıtlamalar getirileceği de ifade ediliyor. Yani aslında kimse kimseyi henüz bir yere “almıyor.’
Müzakerelerin dayandığı ilkelerin birkaçını saydığımızda durum zaten ortaya çıkmaktadır:
“I- İlgili Başkanlık veya Komisyon, Konseyin durumu düzenli olarak gözlem altında tutabilmesi için Konseyi tam olarak bilgilendirmeye devam edecektir. AB, ilerleyen süreçlerde müzakerelerin sonuçlandırılması için gereken koşulların yerine gelip gelmediğine karar verecektir. (.....)
II - Bu müzakereler, sonucu önceden garanti edilemeyecek, açık uçlu süreçtir. (......)
III - Komisyon müzakereler süresince birliğin Türkiye’yi sindirme kapasitesini izleyecek. Böylelikle, Konsey, bu üyelik koşulunun yerine getirilip getirilmediği konusunda bir değerlendirme yapabilmesi amacıyla bilgilendirilecek. (.....)
IV - Birlik Türkiye’den, reform sürecini devam ettirmesini, özellikle işkenceye ve kötü muameleye sıfır toleransla ilgi önlemlerin yasalaştırılması ve uygulanmasını güçlendirip yaygınlaştırılmasını; ifade özgürlüğü, dinsel özgürlük, kadın hakları, sendika haklarını içeren ILO standartları ve azınlık haklarına yönelik düzenlemeleri hayata geçirmesini beklemektedir. (.....)
V - Türkiye’nin Kıbrıs sorununun BM çerçevesi ve birliğin dayandığı ilkelerle paralellik içinde nihai bir çözüme ulaştırılması çabalarına verdiği desteği sürdürmesi, nihai çözüm için gerekli olumlu iklime katkı sağlayacak adımlar atması. (....)
VI - Üyeliğe giden dönemde Türkiye’nin, üçüncü taraf ülkelere yönelik politikalarını ve uluslararası örgütler içindeki konumlarını, (bu örgütler ve düzenlemelerdeki AB ülkelerinin üyelikleri de içinde olmak üzere) artan bir biçimde birlik ve üye devletler tarafından kabul edilmiş politikalara ve konumlara yakınlaştırması gerekecektir. (.....)” (Radikal, 05. 10. 2005)
Bu kısacık özetten de anlaşılacağı gibi, müzakerelerin sürdürüleceği 10 yıl içerisinde bu maddelerin savsaklanması veya gerçekleştirilmemesi durumunda müzakereler durdurulabilir. Burjuva medyanın ve AB’cilerin yansıttığı gibi ortada geriye dönülemez bir AB üyeliği süreci yok. Olay şu ki, emperyalistler kendi aralarındaki çelişki ve çıkar çatışmalarını da göz önünde bulundurarak, bu süreci mümkün olduğunca uzatarak, uzun dönem için güçleri kontrol altında tutmak istemekte ve bunu yaparken de Türkiye’nin ağzına bir parmak bal sürme politikası izlemektedir. Üstelik işin ileri aşamalarına geçilse bile bu ortaklığın asla diğerleri gibi olmayacağı, kalıcı kısıtlamaları içereceği şimdiden bellidir.

Türkiye’yi AB’ye Alırlar mı? ya da Niye Alsınlar?
Bu soruyu yanıtlamaya geçmeden önce AB’nin Türkiye’yi alıp almamasının “ Türklük”, “İslamlık”, “Nüfus çokluğu” vb. ile ilgisi olmadığını ortaya koymak gerekiyor. Sorun tamamen emperyalistlerin orta ya da uzun vadeli hesapları ve çıkarları ile ilgilidir. Bu bağlamda Türkiye’den beklentileri sorunlarını çözerek, ya da “demokratikleşerek”, AB’ye alınması değildir. Emperyalistlerden böyle bir şey beklemek ya da onlara demokrasi ve insan hakları savunucusu, emeğin yanında onun çıkarlarını da gözeten, gözetleyen bir misyon yüklemek, her şey bir yana, tek kelimeyle ve en masum haliyle politikadan hiç bir şey anlamamaktan ibarettir. Emperyalistlerin kendi aralarındaki pazar çatışmaları yüzünden çıkardığı savaşlarda yaptığı katliamlar, işkenceler, tecavüzler ve işlenen insanlık suçları, daha yakın tarihte Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da, Yugoslavya’da ve diğer ülkelerde gerici ve faşist yönetimleri, diktatörlükleri destekleyerek, halkları birbirine düşman ettiği, halklar arasında çatışma çıkararak toplu katliamlar uygulattığı hala belleklerimizdedir. Ve üstelek aynı suçları Afganistan ve Irak’ta işlemeye devam ediyorlar.
Yani AB için tek bir şey, ekonomik ve politik çıkarlar önemlidir, gerisi yalnızca bir dezenformasyondan ibarettir. Demokrasi, insan hakları, işçi ücretleri, sosyal hizmetler,sosyal haklar ve sosyal güvenceler ayrıca daha çoğaltabileceğimiz onlarca örnek… Hiçbirinin bir değeri yoktur. Amaçları sorunları kullanarak, bu süreci mümkün olduğunca uzatarak, bir anlamda Türkiye’nin burnunu sürterek ve koparabildiği kadar taviz koparmaktır.
AB Dış politika ve Güvenlik Temsilcisi Javier Solana çok açık söylüyor: “Türkiye’nin üyeliği AB’nin güvenliği için şarttır. Ortadoğu’da bir felaket olsa, büyük petrol ve enerji krizi çıksa, Türkiye’yi bünyemize almamış olmaktan pişmanlık duyarız (...) Türkiye’yi dışarıda bırakmak büyük bir risktir. Türkiye ABD ve AB için stratejik önemi olan Ortadoğu’ya, Irak’a, İran’a ve bütün bölgeye konuşlanmak için de lazım. Türkiye’yi yalnız bırakmak pozitif bir fikir olmaz. Türkiye’nin bize mümkün olduğu kadar yakın kalması kendi menfaatimiz icabıdır.” (Cumhuriyet 2 Ekim 2005) Görüldüğü gibi onlar için sorun AB’nin güvenliği sorunudur... Daha önce Genelkurmay da AB üyeliğinin güvenlik açısından gerekli olduğunu açıklamıştı...
Bütün bunlardan açıkça anlaşıldığı gibi Türkiye üzerine yapılan hesaplardan en önemlisi, AB’nin ileri karakolu ya da BOP çerçevesinde Ortadoğu’da emperyalizmin taşeron vurucu askeri gücü olmasıdır. Zaten Türkiye de bu göreve dünden razıdır.
Ortadoğu öylesine kaygan bir zemin üzerine oturuyor ki başta ABD emperyalizmi ve AB’nin önemli gücü durumunda olan Alman emperyalizmi bugünden işlerini sağlama almaya çalışıyorlar, çünkü bu kaygan zemin üzerinde her an ittifaklar değişebilir. Fakat buna rağmen kendi aralarındaki çelişkilerde Ortadoğu’da egemenlik kuran emperyalist ülkenin hegemonik güç olma noktasında çok ciddi bir yol alacağının da bilincinde olduklarından bütün planlarını bunun üstüne yapmaktadırlar. BOP kapsamında birkaç yıl içerisinde oluşacak dengelere göre çok daha hızlı bir süreç yakalandığında AB’nin de Ortadoğu’da bir müdahale aracına, bir maşaya ihtiyaç duyacağı kesindir. Bu bakımdan, eğer çıkarlarına uygun düşerse bugün Türkiye’yi AB’ye almamak için öne sürülen bahaneler, yarın emperyalistler arasındaki hegemonya savaşında Türkiye’nin olumlu, pozitif özelliklerine dönüşerek haklı bir gerekçe oluşturabilir. Almanya ve İngiltere, şimdiden bu söylediklerimizi haklı çıkarır şekilde, Türkiye’nin AB’ye üye olmasının desteklenmesi gerektiği ve bu durumun uzun vadede çıkarlarına olacağına dair benzer açıklamalar yapmaktadırlar.
Türkiye, reel sosyalizm dağılmadan önce Sovyetler’e karşı Emperyalizmin “ileri karakolu” misyonunu oynuyordu. Hatta Sovyetler Birliği saldırdığı zaman Türkiye’nin kaç saat dayanabileceğinin hesabı yapılıyordu. Bugün ise bu görev BOP kapsamında Ortadoğu ülkelerine karşı “ılımlı islam” temelinde model oluşturmaya dönüşmüştür. Sonuçta Türkiye’nin AB’ye alınması-alınmaması, tamamen ekonomik, politik ve jeostratejik durumla ilgilidir.
Ancak öte yandan, işin başka cephelerine baktığımızda, AB’nin Türkiye’yi almak ve almamak için bir dizi nedeninin olduğunu görüyoruz.
Başta işsizlik, yoksulluk, Kürt sorunundaki kaos ortamı, vb. gibi sorunlarını çözememiş, ekonomisi tıkanmış, borç batağı içerisinde yüzen, bütçesi sürekli olarak açık veren, gelir dağılımındaki uçurum her geçen gün katlanarak artan, sürekli bir kriz içinde olan vb. bir Türkiye, gerçekten AB için sorundur.
Tersinden bakıldığı zaman ise Türkiye, emperyalistler için ucuz işgücü pazarı, vergi cenneti olan, genç ve dinamik bir nüfusa sahip, ucuz hammadde kaynağı, yeraltı ve yerüstü doğal zenginliklerine sahip, geniş ve büyük bir tüketim pazarıdır. Çarpık da olsa diğer yeni sömürgelerle kıyaslandığında gelişmiş bir kapitalist üretim biçimi, emperyalist üretim ilişkilerine bağlı üretimi gerçekleştirebilecek bir alt yapı, emperyalistlerin çevre kirliliğinden dolayı kendi ülkesinde kuramadığı nükleer ve termik santralleri kurabileceği bir arazi, kimyasal atıkları masrafsız bir şekilde atabileceği bir çöplük, vb. dir. Neoliberalizm, özelleştirme, esnek üretim ve sermayenin uluslararasılaşması sonucu emperyalizmin içsel bir olgu olması durumunun daha da belirginleşmesi, gümrük duvarlarının indirilmesi sonucu meta dolaşımının daha da kolaylaştırılması, uluslararası mali sermayenin önündeki bütün engellerin kaldırılması da en başta sıralayabileceğimiz gerekçelerdir.
Yani sonuçta, bu karmaşık koşullar altında emperyalistler Türkiye’yi tam olarak gözden çıkaramamaktadırlar, çünkü daha önce değindiğimiz gibi Türkiye çok rahat gözden çıkarılabilecek geri bir yeni sömürge ülke değildir. Örneğin aynı emperyalistler, kapitalizmin yok denecek kadar zayıf olduğu, tarımın ve hayvancılığın çok yetersiz olduğu, iç çatışmaların yoğunluklu olarak yaşandığı ya da yaşatıldığı Afrika’daki çok yoksul ülkeleri daha kolay harcayabilmektedirler. Oysa Türkiye, yeni sömürgeler içinde kapitalizmin en çok geliştiği ülkelerden birisi olarak eksen ülke tanımına uyan bir ülkedir. Böylesi karmaşık bir ortamdaki durum Anadolu’da söylenen bir söze biraz denk düşmektedir: “Ne kızı veriyor ne de dünürü gocunduruyor.” Emperyalistler şimdilik en azından kısa vadede Türkiye’yi kaybetmek istemiyorlar. Bu yüzden tam olarak aralarına almıyorlar, ama aynı zamanda ellerinin tersiyle iterek dışlamıyorlar da.

AB ve Kafa Karışıklıkları…
Kuşkusuz bu süreçteki tartışmalarda sol da yer aldı; özellikle liberal sol ve postmodern Kürt ulusal önderliği. Türkiye’nin AB’ye girmesini desteklediler. Hatta bilindiği gibi DEHAP işi fazlaca abartarak Türkiye’nin AB’ye girmesini desteklemek için 2 Ekim’de Diyarbakır’da miting yapma noktasına kadar getirdi ve devletin engelleme kararıyla bir kez daha uzlaşma politikalarının bir karşılığının olmadığı ortaya çıktı.
Gerçekten de oligarşi cephesinde linç girişimleri ve imha-inkâr siyaseti sürerken Kürt cenahında uzlaşma ısrarının sürmesi ve bunun için de AB destekçiliği yapılması artık iyice tuhaf bir durum haline gelmiştir. Israrla Türkiye’nin demokratikleşeceğini, dolayısıyla demokrasi isteyenlerin AB’ye girmeyi savunması gerektiğini; emeğin haklarının Avrupa merkezli olarak savunulabileceğini, Kürt ulusal sorununun demokratik anlamda çözümünün AB çerçevesinde aranabileceğini söyleyen bu genel liberal cephe, şimdiye dek bu konularda tek bir inandırıcı kanıt bile sunabilmiş değillerdir. Çünkü bu kanıt aslında yoktur! Bunlar yüzlerce yıllık reformist avuntularıdır. Devrim hedefini gündemden düşürenler emperyalistlerin küçük reform lokmaları sunacağı hayalleri kuruyorlar.

ABD Türkiye’nin AB’ye Girmesini Niçin Destekliyor?
ABD’nin Türkiye’nin AB’ye girmesini desteklemesi ilk bakışta tuhaf gibi görünse de aslında açıklanabilir bir durumdur. Her şeyden önce, ABD giderek güçlenmekte olan ve ilerde kendisine karşı büyük bir rakip olabileceğini hesap ettiği AB’yi Türkiye ve İngiltere eliyle denetlemek istemektedir. Sonuçta AB, bir emperyalist güç merkezidir ve ABD emperyalizminin Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesini de böyle değerlendirmek gerekiyor. ABD emperyalizmi, AB’yi içerden fethetmek için İngiltere ve Türkiye’yi AB içinde kullanmak istiyor. Bugün için çok ciddi bir tehlike oluşturmasa da, başını giderek güçlenen bir Almanya’nın çektiği AB, ABD emperyalizmi için hegemonya mücadelesinde ciddiye alınması gereken bir rakiptir. Bu yüzden kaleyi içten fethetmek için ABD’nin, AB’ne üye olan ama kendi denetiminden de çıkmayacak, tamamen kendine bağımlı ve çıkarları kendisiyle konjonktüre bağlı olarak örtüşen bir İngiliz emperyalizmine ve işbirlikçi Türkiye’ye ihtiyacı olabilir. Bu gerçek kuşkusuz AB kodomanları tarafından da bilinmekte ama onlar da ayrı yollardan kendi hegemonya adımlarını planlamaktadırlar. Bu nedenle gelişmeleri BOP’nden, emperyalistler arası hegemonya mücadelesinden ve bloklaşmalardan, guruplaşmalardan ayrı ele almamak gerekir.
Sovyetlerin dağılmasından sonra Doğu Avrupa ülkeleri AB üyesi bağımlı ülkeler haline geldiler. Aynı ülkeler diğer yandan da NATO üyesi ve ABD’nin egemenlik alanıdırlar.
ABD emperyalizmi bu ülkelerin (başta Türkiye olmak Çek Cumhuriyeti, Estonya, Letonya, Litvanya, Macaristan, Polonya, Slovekya ve Slovenya) hem NATO üyesi olmalarına hem de AB üyesi olmalarına karşı çıkmamakta, hatta en son olarak 3 Ekim’de görüldüğü gibi desteklemektedir. Kuşkusuz bunların hiç biri tesadüf değildir. Emperyalistler hiç bir zaman işi şansa bırakmazlar, özellikle söz konusu olan ABD emperyalizmi ise ekonomik ve siyasi çıkarına ters düşecek, diğer emperyalistlerle arasında geçecek hegemonya çatışmasında elini zayıf düşürecek hiç bir gelişmeye seyirci kalmaz. Dolayısıyla ABD emperyalizmi olaya uzun vadeli stratejik çıkarları üzerinden bakmakta, İngiltere, Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden Avrupalı emperyalistlere karşı hegemonya mücadelesindeki üstün konumunu sağlama almaya, korumaya, uzatmaya çalışmaktadır.

Türkiye AB’ye Girse Ne olacak?
Buraya kadar yazılanlardan anlaşılacağı gibi, Türkiye’nin AB’ne alınması ne emekçiler için ne de genel olarak “demokrasi” bakımından bir iyileştirme amacını taşımamaktadır. Bu süreç, tamamen hegemonya mücadelelerinin bir uzantısı olarak ele alınmalıdır.
Ayrıca zaten AB’ye üye ülkelerde de neoliberal politikaların sonucu olarak ciddi bir kriz yaşanmakta, emek cephesinde hiç bir kazanım elde edilemediği gibi kazanılmış haklar da sistematik olarak gasp edilmektedir. Kendisi sürekli olarak krizle birlikte yaşamak zorunda kalan, pazar kapma savaşında yüz binlerce insanın ölmesine, yerinden yurdundan sürgün edilmesine, milyonlarca insanın aç, susuz ve sağlıksız koşullarda yaşamasına neden olan, yeni sağ politikalarla birlikte militarizmi, faşizan politikaları uygulamaya koyan, böylece klasik anlamdaki burjuva demokrasilerinden giderek uzaklaşan, Avrupalı emperyalistlerin başını çektiği bir AB’den Türkiye’nin sorunlarını çözmesinde ve demokratikleşmesinde ciddi bir mesafe almasını sağlamasını beklemek siyasi ahmaklıktan da öte bir şeydir.
Türkiye önümüzdeki 10-20 yıl içersinde AB üyeliğine kabul edilir ya da edilmez. Ama bundan önemli olan bu coğrafyada ve Ortadoğu’da aynı zaman dilimi içinde nelerin olacağı, hangi taşların nasıl yerinden oynayacağıdır. Öyle görünüyor ki AB, Türkiye’yi kucaklamak istememekte ama itmeyi de uygun bulmamaktadır. Bu yüzden önüne geniş bir zamana yayılmış, garantileri ve kesinlikleri olmayan, her an geri dönüş imkânını içinde barındıran bir süreç koymuştur. Böylece Avrupalı emperyalistler (ve ABD) her zaman yaptıkları gibi tek bir olasılık üzerine oynamamakta, geleceğe dair muğlaklıkları kasten yaratmaktadırlar. Bütün bu sorunlar aşılsa bile Türkiye’nin yine de klasik bir AB üyesi olmayacağı, Avrupa hiyerarşisi içinde aşağı katlarda bir rol üstleneceği kesindir. Bu rol de elbette bekçilik ve askerlikten daha fazlası değildir.


 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul