Köpeklerle ilgili temel kuralın ne olduğunu bilirsin,
birazcık olsun köyde yaşamışsan eğer mutlaka daha
iyi bilirsin. Kural gayet basittir: Büyük bir
yaygarayla üstüne gelirler, seni parça parça edecekmiş
gibi bir havaları vardır; ve eğer korkarsan, korktuğunu
bir biçimde belli edersen, ki onlar bu kokuyu
alır, hiç şansın yoktur. Dönüp kaçmaya kalkışman
ise en tehlikelisidir ve kesinlikle paçayı kaptırman
anlamına gelir.
Linç, işte budur... Linç insanı da budur.
Ku Klux Klancıların (hani şu Amerika’daki ırkçılar),
siyahları yakarken çektirdikleri iğrenç “hatıra
fotoğrafları” vardır. Nasıl da sırıtırlar keyifli
keyifli. Üç adım ötede, karanlık bir yerde, yakmakta
oldukları adamla karşılaşsalar, aynı biçimde gülebilirler
mi sence?
Linç, “güruh” denilen şeyle yapılır; ve “güruh”,
belki sana bu dediğim biraz tuhaf gelecek ama,
çoğu kez insanlardan oluşan bir şey değildir.
“Kitle” değildir örneğin, “toplum” ya da “topluluk”
değildir. O, ”güruh”tur. Provoke edilerek, kandırılıp
ateşlenerek bir araya getirilmiş kalabalıktır.
Tek tek bakıldığında bir “hiç”ten ibaret olanlar,
bir araya geldiklerinde, bir “sürü” oluşturmanın
tadını aldıklarında, artık onları bir saat önce
ne olduklarına bakarak anlayamayız. Onlar, linç
insanlarıdır. Bir tespih tanesi gibi birbirine
benzeyen günlerden oluşan tekdüze ve berbat hayatları,
birden “heyecan” ve “renk” kazanır. Sonra, her
şey bittiğinde, kahveye dönerler belki ya da dükkanlarına,
evlerine... Yeniden “tek” haline gelirler, içlerindeki
hayvanla birlikte yaşamaya devam ederler...
Linç, insanın insanlıktan çıkmasıdır. Linç insanı,
insan değildir.
Korkaktır... Senin sırtını bir kez görmesi gerekir.
Göğsünü değil ama, sırtını… Senin korktuğunu görmesi,
korkunun o ekşi kokusunu alması gerekir. Sayıca
az olman da kuşkusuz onun için en iyisidir ama
sadece bu kadarı yetmez; asıl önemlisi korkuyu
hissetmesidir. Maraş’ı bir düşünsene, şu büyük
katliamı; çocuklarının hayatını kurtarmak için
yalvaran bir baba düşün, kurban celladını nasıl
da tahrik eder böylece? Yalnız bir adam vardır
karşılarında, insanın en doğal duygusuna, korkuya
sahiptir ve korku, onun ölümü anlamına gelir.
Arkasını kollar linç insanı... Bir gözü her zaman
resmi güçlerdedir, onlara bakar, lanet olası burnuyla
havayı koklar, yaptıklarının karşılıksız kalacağından
emin olması gerekir. Yaptığının o andaki atmosfer
içinde hoş görüleceğini bilmesi gerekir. Ve hemen
her zaman oradan umduğunu bulur. Basit bir adli
vakayı düşün, yer göstermeye getirilen bir adli
sanığı, ortalık birbirine girer; ama herkes polisin
işi biraz gevşek tutacağını bilir. Politik olayda
ise zaten kapılar ardına kadar açıktır. Toplanıp
otobüsleri taşladığında örneğin, linç insanı,
koruma altında olduğunu, daha doğrusu resmi güçlerle
tam bir özdeşlik içinde olduğunu bilir. O güçler,
önüne dikilse, durur. Ya da otobüslerdeki civan
gibi delikanlılar aşağı inseler, hiç başka bir
şey yapmadan, sadece aşağı inip öylece dursalar,
durum değişir.
Riyakârdır ya da çoğu kez kandırılmıştır... Yaşadığı
topraklarda it sürüsü gibi Amerikalı vardır, o
topraklara inip kalkan savaş uçaklarının haddi
hesabı yoktur, kendi aldığı maaş, ekip biçeceği
tütünün, buğdayın miktarı Washington’da belirlenmektedir.
Ve linç insanı bağırır: Türkiye Türktür Türk Kalacak!
Kimsenin kendisine “Türk” olduğu için değer verdiği
yoktur, “Kürtlerin haddini bildirdikten” sonra
evine döndüğünde belki, kondusunun yıkılacağını
bildiren bir tebligatla karşılaşacaktır kapıda.
Yaşadığı kentin üç kilometre ötesindeki havaalanından
gece gündüz Iraklı müslümanları öldüren uçaklar
kalkar; o, çarşıda bildiri dağıtanlara saldırır:
Allahu Ekber! Kimsenin kendisine “müslüman” olduğu
için de değer verdiği yoktur; sabah evinden iş
aramaya çıkar, akşam kös kös geri döner.
Biliyorum, şimdi kavramları karıştırdığımı düşünüyorsun,
bazen insanlardan söz ediyorum bazense onların
insan olmadıklarını söylüyorum. Evet, bu bir çelişki,
farkındayım. Ama bu gerçek bir çelişki zaten.
Keşke her şey çok basit olsaydı ve biz de şu yıkım
ekiplerinin evlere yaptığı gibi belli bir topluluğun
ya da toplulukların üstünü kırmızı kalemle işaretleyebilseydik.
Ama bunu yapabilir miyiz? Bu topraklarda yaşayan
insanları dönüştürmek iddiasından vazgeçebilir
miyiz? Rasgele sözler, genel-geçer teoriler uyduruyorum
sanma; oligarşinin ordusunda askerlik yaparken
inanılmaz kötülüklere bulaşan ve geceleri kabuslarla
uyanan yoldaşlarımızı tanıyorum çünkü.
Linç budur işte... İnsanın insanlığını yitirmesidir.
Nikaragua’daki Sandinist devrimin önderlerinden
Tomas Borge, devrimden sonra cezaevi kapısına
yığılan ve içerdeki eski diktatörlüğün “ulusal
muhafızlarını” öldürmek isteyen halka şöyle seslenmişti:
“onlara benzemek istiyorsanız eğer, buyurun ne
yapacaksanız yapın!”
Bu kadar ince eleyip sık dokuyunca devrimcilik
biraz zor bir iş haline geliyor değil mi? Ama
böyle, devrimcilik bu işte. Kalabalık değil, ama
insan kitlesi yaratmak! Devrimci bir halk hareketi
yaratmak!
Büyük kitleler içindeyken de, yalnızken de insan
olmak. Büyük bir ırmağın içinde kendi bağımsız
aklıyla, kendi kişiliğiyle yüzmek, kendi aklını
kolektif aklın içine katarak yürümek... Yalnızca
iyi zamanlarda, doğruların herkes tarafından savunulduğu
günlerde değil, zor ve karanlık zamanlarda da
dimdik durabilmek...
Bütün o efsaneleşmiş devrimcilerin anılarını bugüne
dek taşıyan şey bu değil mi?
Ruhi Su, Hasan Dağı’na seslendiği çok eski bir
türküsünde “insan olmaktır suçumuz / Hasan Dağı,
insan olmak” diyordu.
Biz, Ruhi Su’nun işlediği suçu işlemekte kararlıyız.
Kendine iyi bak... Umudunu diri tut...
Gelecek, sen nasıl istiyorsan öyle gelecek!
|