Eylül ayına genelkurmay patentli provokasyonlarla
girdik. Postmodern Kürt ulusal hareketinin en
geri talepler üzerinden geliştirdiği eylemler
dahi azgınca bir şovenist saldırıyla karşılaştı.
Mart ayında bayrak provakasyonu ile başlayan süreç
yeniden ivmelendirilmiş durumda. HPG gerillalarının
ivme kazanan eylemlerine karşı ısıtılan faşist
saldırganlık son olarak DEHAP’lıların A. Öcalan’ın
durumu ve soruna ilişkin muhataplığı üzerinden
geliştirdiği barışçıl eylemlere karşı özellikle
Bozöyük’de yapılan saldırıyla patladı. DEHAP’lıları
sürekli taciz eden, en sıkı biçimde takip eden
polis güçleri faşistlerin saldırıları sırasında
adeta ortada yoktu. Küçük bir kararlı müdahaleyle
dahi dağıtılabilecek olan faşist güruh adeta işlerini
görmeleri için serbest bırakılmıştı. Kuşkusuz
şovenist saldırganlık sadece faşist MHP’li çetelerin,
güruhların saldırılarıyla sınırlı değildir. Görsel
ve yazılı tüm medya Kürt halkına karşı büyük bir
şovenist kampanya başlatmış durumda. Burjuva siyaset
alanı hemen hemen tümüyle Kürt halkına dönük şovenist
saldırganlığa kilitlenmiş durumda... Tüm gerici,
faşist partiler Kürt ulusuna karşı saldırganlıkta
bir adım önde görünmek için adeta yarışıyorlar.
Kürt ulusunun varlığını inkar eden ilkel teoriler
yeniden gazetelerde boy gösteriyor. Kürtçenin
ilkelliği, Kürtlerin aslında Türk olduğu (eğer
Türkseler neden Irak’da devlet kurmalarına şiddetle
karşı çıkıldığı sorusunun üzerinden atlanarak),
Kürtlerin Türkmenleri öldürdüğü, Türklere düşman
olduğu vb. yalanları en aşağılık tarzda zihinlere
enjekte edilmeye çalışılıyor. En basit park yeri
kavgaları eğer taraflardan biri Kürtse, Seferihisar’da
olduğu gibi derhal Türk-Kürt çatışmasına dönüştürülmeye
çalışılıyor. Daha önceki dönemlerden farklı olarak
hedef tahtasına sadece Kongra-Gel değil, açıkça
Kürtlerin tümü çakılmış durumda...
Toplumsal ilişkilerin, gündemin odağına bu saldırganlık
ve Kürt düşmanlığı oturtulmaya çalışılıyor. Tüm
politik süreçler Kürt düşmanlığı, Kürt ulusunun
demokratik taleplerine karşı olup olmama eksenine
oturtuluyor. Avrupa’yla ilişkiler mi, Kürt sorunu
ne olacak, Irak sorunu mu, Kürtler ne olacak,
Türkmenlerin hakları mı, sanki Türkmenleri bugüne
kadar Kürtler ezmiş de Kürtler devlet kuracak
mı, vb... soruyorlar ilk olarak...
Peki, bu Kürt düşmanı azgın şovenist saldırının
özellikle 2005’ten itibaren büyük bir hız kazanması
ne anlama geliyor? Kürtlerin tablosu ne, adeta
bir provokasyon üretme merkezine dönüşmüş olan
genelkurmay ne yapmak istiyor?.. Bu süreçten devrimcilere
hangi görevler çıkıyor?..
Kürtler: Karışık Bir Kafayla Ama Direngen...
Kürt coğrafyası sancılı bir dönemden geçiyor.
Ulusal hareketin postmodern ulusalcı rotasının
Kürt ulusunu özgürlüğe götürmesi mümkün değil.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ve dolayısıyla
Kürt ulusunun da bu hakkını ret eden, hatta bu
bağlamda Irak’taki en geri pozisyonda olan Kürt
ulusalcılarını dahi eleştiren, savunmalarında
Kemalizm savunusu yapan, ısrarla ayrı devlet fikrine
karşı çıkan, ne anlama geldiği belli olmayan ancak
sonuçta Kürtlerdeki ayrı devlet fikrini bozmayı
ve ortadan kaldırmayı hedefleyen konfederalizm
vb. fikirleri ortaya atan A. Öcalan’ın durumu
ve muhatap alınması gibi oldukça zayıf argümanlar
üzerinden başlayan silahlı eylemlerin ve son süreçte
yaygınlaşan kitlesel eylemlerin bu bakış açısıyla
Kürt halkının durumunu iyileştirici bir rol oynaması
mümkün değildir.
Sürecin her adımı Kongra-Gel’in stratejik düşünceden
tümüyle uzaklaşmış, her konuda sürekli fikir ve
isim değiştiren, bu arada varlığını sürdürmek
için çıkış yolları arayan bir siyasal harekete
dönüştüğünü gösteriyor. Silahlı mücadeleyi tümüyle
bıraktığını söyleyen, gerillalarını Güney’e çeken,
sadece üzerine gelindiğinde kendini savunacağını
ilan eden Kongra-Gel’in bugünkü eylemleri hangi
mücadele stratejisine dayanıyor. Taleplerindeki
tek istikrarlı madde af ve Öcalan’ın durumu konusu...
Kendi kaderini tayin hakkı tümüyle unutulmuş durumda...
Henüz içinden postmodern ulusalcı söylem karşısına
devrimci bir önderlik çıkaramamış olan Kürt yoksulları
ise demokratik bir ülke umutların karışık bir
kafayla ama direngen bir tutumla ortaya koyuyor.
Hiç kuşkusuz, Kürt hareketinin en önemli politik
hareketi olan Kongra-Gel’in yada DEHAP’ın çok
güdük temelde de olsa demokratik hak arayışlarını
özgürce yapabilmesinden yana olacağız. Hele ki,
tüm Kürt halkına dönük bir provokasyon varsa o
zaman bu provokasyonlara karşı aktif biçimde duruş
göstermek temel görevlerimizden biri olur. Bu
işin bir yanıdır. Ancak gelişmeler bu denli yalın
sonuçlar üzerinden ilerlemiyor. Pek çok boyut
taşıyor...
Provokasyonlar Kimin Ürünü, Ne Yapılmak İsteniyor?
Provokatif süreçlerde eğer provokatör ve niyeti
biraz muğlaksa, bunu belirginleştirmek için ilk
sorulması gereken; kimin işine yarıyor? sorusudur.
Burada fail çok açık; gerek mart ayındaki bayrak
provokasyonu, gerekse son süreçteki provokasyonlar
genelkurmay damgasını taşıyor.
Bu bağlamda, bir iddia yada spekülasyon artık
üstü örtük yada açık biçimde dillendiriliyor;
Kongra-Gel’in silahlı faaliyetlere düşük bir yoğunlukta
da olsa başlaması genelkurmaya bağlanıyor. Genelkurmayın
A. Öcalan üzerinden bu eylemlerin başlatılmasını
istediğinden söz ediliyor. Genelkurmayın bu yoldan
AKP hükümetini zayıflatmayı, kendi denetiminde
milliyetçi bir politik eksen yaratarak güçlendirmeyi,
bu çatışmalı Türkiye tablosu ile AB sürecine çomak
sokmayı, Güney Kürdistan’a dönük sınır ötesi harekat
için zemin yaratmayı vb. hedeflediği ifade ediliyor.
Kuşkusuz, bu iddialar, spekülasyonlar bizi özel
olarak ilgilendirmiyor.
Sürece ilişkin değerlendirmelerimizi geçen sayımızda
ortaya koymuştuk. Bu iddiaların Öcalan’a ilişkin
spekülatif boyutlarını bir kenara koyacak olursak,
genel kurmayın diğer noktalara ilişkin beklentileri
olduğu, bu tür sonuçların doğması için yoğun çaba
harcadığı açıktır. Kürt ulusunun özgürlüğü hedefine
bağlanmayan, muğlak siyasi iddialar üzerinden
yürüyen ve nasıl bir mücadele stratejisinden kaynaklandığı
belli olmayan bir politik ve askeri faaliyetin
Kürt ulusunun çıkarlarını ifade etmeyeceği açıktır.
Genelkurmay’ın Kürtlere dönük başlattığı bu kampanyanın
nedeni nedir? Neden hemen her konu Kürt sorunu
odağa alınarak işleniyor.
Yanıt aşağı yukarı bellidir; devletin çelik çekirdeği
olan genelkurmay açıkça ABD emperyalizminin politikalarına
bağlıdır. Ancak bu politikaların bir bölümü kendi
rolünü ve geleneksel politik çizgisini zorlamaktadır.
Genelkurmay hem içte, hem de dış politikada kontrolü
sağlamakta, politik süreçleri belirlemekte zorlanmaktadır.
Irak politikası iflas etmiştir, kırmızı çizgiler
paspas olmuştur. Ekonomi zaten tümüyle IMF’nin
kontrolündedir. BOP’da “ılımlı islam devleti”
modeli giderek öne çıkmaktadır ve genelkurmayın
bu alandaki mızıldanmaları ABD tarafından ciddiye
alınmamaktadır. “Ilımlı islamcı” AKP, ABD emperyalizmi
için geçici bir yol arkadaşı gibi görünmüyor,
en azından bir süre daha ABD’nin desteğini sürdüreceği
belli olmuştur. Kısacası, tüm burjuva siyasal
aktörler gibi genelkurmayın ve onun eksenindeki
devletin çekirdeğinin politik hareket alanı olağanüstü
ölçüde daralmıştır. Kendince meşruluk alanı yarattığı
tek söylem “terör”dür, toprak bütünlüğü ve bölünme
sorunudur. Ayrıca diğer alanlardaki gerilimleri
de bu alan üzerinden ifade edebiliyor. Yani Kürtlere
yüklenmek dışında çaresiz kalmışlardır. Başkaca
politika yapma zeminleri kalmamıştır. Bu noktada,
Irak’taki gelişmelere ilişkin basınç uygulamak
için hemen Kürt sorunu, özelde Kongra-Gel gündeme
getiriliyor. Irak’taki işgal ve dünya çapındaki
saldırganlığı nedeniyle ABD’ye karşı düşmanlık
büyüyor, bu hemen Kongra-Gel ve Irak’taki Kürtlere
ABD yardımı parantezine sıkıştırılarak daraltılıyor,
şekilsizleştiriliyor. AKP, yıpratılmak isteniyor,
hemen Kürt düşmanlığı gündemleştirilip, sokak
inisiyatifi ele geçiriliyor.
Şovenist saldırganlığın baş organizatörü Ordu...
Ana aracı ise, MHP’li sivil faşistler... Yanlarındaki
yamakları ise CHP. Geçen dönem DSP’nin yaptığı
işe bu kez CHP açıktan soyunmuş durumda. Kürtlere
karşı açıkça cepheden bir düşmanlık politikası
izliyor. Tabii diğer gerici-faşist partilerde
şu veya bu düzeyde işin içinde aktif rol oynuyor.
Bu noktada, geçen Mart ayındaki bayrak provokasyonunda,
yada son olarak geçtiğimiz günlerde İzmir Seferihisar’da
park nedeniyle çıkan kavganın, bölgedeki askeri
birimin komutanın organizasyonu ile Kürt-Türk
kavgasına dönüştürülmesi olayında olduğu gibi,
ordu açıkça devreye giriyor, çoğu zaman geriden
organize ediyor. MHP-Ordu-Milliyetçi “sol” şeytan
üçgeni tam tekmil iş başında görünüyor.
Tayyip’in tümüyle sistem içi mızmızlanma çizgisine
çekilmiş olan aydınların sistemi meşrulaştıran
açıklamalarının ardından bunları kabul etmesinin
ve ardından gelen Diyarbakır çıkarması tümüyle
bu gelişmelerle bağlantılıdır ve ikili amacı bulunuyor.
Birincisi, Haziran ayındaki ABD gezisinde belirlenen
Kürt hareketine dönük çizgiden kaynaklanıyor.
Kürt dinamiğine yumuşak adımlarla sistem içinde
konuşlanacak alanlar yaratmaya dönük bir adımdır
yaptığı konuşma. Türklük yerine, Türkiye vatandaşlığının
öne çıkarılması ve geçmişin hatalarından söz etmesi,
işbirlikçi bir Kürt dinamiğinin önünü açmayı hedefleyen,
buna temel olabilecek söylemlerdir. Diyarbakır
çıkarmasının ikinci hedefi ise genelkurmayın Kürt
sorunu üzerinden geliştirdiği politik inisiyatifi
ele geçirerek politik süreci ve güç dengelerini
belirleme atağını karşı bir atakla dengeleme çabasıdır.
Şovenist saldırganlık dalgası elbette sadece bu
sonuçları yaratmıyor, geçip giderken birçok tortuda
bırakıyor. Eğitim-Sen tüzüğünden anadilde eğitim
hakkının faşizmin basıncına dayanamayan, demokratik
hakları koruma takati kalmamış reformist yönetim
ve postmodern milliyetçi Kürt hareketinin işbirliğiyle
çıkarılması bunlardan biridir. Bir diğeri, faşist
terörün başlıca “hukuki” dayanağı olan Terörle
Mücadele Yasası’nın ağırlaştırılmasına dönük yapılan
hummalı çalışmadır.
Kısacası, Kürt halkının yurtseverleşmiş bölümlerini
zaten kaybetmiş olan, ortadaki kesimleri ise korkutarak
pasifize etmeye çalışan devletin çelik çekirdeği,
her konuda politika yapmanın yegane yolu olarak
elinde sadece Kürt düşmanlığı ve Kürtleri politik
ve toplumsal olarak marjinaleştirme politikasının
kaldığını düşünüyor. Hiç kuşkusuz, ufku ve politika
yapma alanı Kürt sorununa değin daralmış olan
genelkurmayın, bu dar alanda üstelik de provokasyonlarla
iş görmesi oldukça tehlikeli bir oyundur. Kürt
ulusal hareketinin gövdesini oluşturan Kongra-Gel’in
postmodern ulusalcı çizgiye çekilmiş olmasından
hareketle, Kürtlerin anlamlı karşılıklar oluşturmayacağı
kanısındalar. Bu yaklaşımın lastiği daha şimdiden
patlamıştır. Kürt ulusunu toplumsal hayatın dışına
atma, adeta kriminal suç çetesi olarak lanse etme
çabaları, Diyarbakır’da, Batman’da, Nusaybin’de,
Siirt’de, Van’da bu işin hiç de kolay olmayacağını,
tam tersi sonuçlara da evrilebileceğini gösteren
karşılıklar aldı. Kürt ulusu genelkurmayın hesabıyla
29 isyan yapmış bir ulustur ve her isyanın ardından
devletin sorunun betonlandığına dair beklentileriboş
çıkmıştır... 29 isyan yapmış ve bulundukları her
ülkede ayakta olan Kürtlerin, 30’uncu için de
içinde yeterince devrimci dinamizmi var...
Yeniden Kürtler; Umutla ve Devrimci Damarı
Diri Tutarak...
Sorunun diğer yanındaki yani Kürt halkı cephesindeki
gelişmeler ise çok daha önemlidir. Faşist cephede
özgün bir şey yok...
Kim ne derse desin, 6 yılın ardından gelen bu
eylemlerin çok önemli bir sonucu olduğu; Kürt
halkının politik duruşu, mücadele dinamikleri
konusunda önemli bir test niteliği taşıdığı açıktır.
Kürt halkının cephesinde 6 yıllık postmodern milliyetçi
ezberin ne denli iğreti olduğu, her an, her noktasından
bozulabileceği açıkça görüldü. TC sınırları içindeki
Kürt sorununa Amerikan aşısı postmodern milliyetçi
söylemdi, ancak aşının tutmadığı görülüyor. Bunu
aslında postmodern milliyetçi söylemin tüm aktörleri,
en başta HADEP’liler çok net biliyor. Yoksul Kürt
halkı, “konfederasyon”, “devlet olmayan devlet”
söylemlerini ne anlıyor, ne de umursuyor. Oligarşi
ve onun en temel bileşeni ordu bunu dehşet içinde
gördü... Evet, son günlerde çokça adı geçen “Batman
olayı”ndan söz ediyoruz. Neydi Batman’da olan?
Bir gösteri, ama oligarşiyi bir-iki gün sessiz
bırakacak ölçüde şok eden, ardından da tehdit
ve saldırganlığın boyutlarını arttırmalarını beraberinde
getiren bir gösteri. Gösteri de bir slogan dışında
öyle çok orjinal birşey yok. Gerilla cenazesi
için toplanmış bin kişi civarında bir yurtsever
kitlenin yürüyüşe geçmesi ve polisle çatışması...
Bunlar çok tipik olaylar Kürt coğrafyası için.
Ama bu kez, Kürt yurtseverleri Türkiye’nin her
yanında kendilerine yönelen saldırılara, provokasyonlara
verebilecekleri en net ve uç yanıtı veriyorlardı;
“Burası Kürdistan Türkiye Değil”. Bu slogan Kürt
hareketinin gösterilerinde ilk kez duyuluyordu.
Kürt yurtseverleri, Kemalizme sahip çıkan İmralı
söylemlerini benimsemediğini, sovenist saldırganlık
karşısında gerilemeyeceğini büyük bir tepkisellikle
bu sloganla gösterdiler. Ardından Nusaybin’de
yapılan gerilla cenaze töreninde yıllar sonra
tekrar “gerilla vuruyor, Kürdistan’ı kuruyor”
sloganı yoğun biçimde atılıyordu.
Paradoks gibi görünen bir tablo var ortada; Öcalan’ın
posterleri taşınıyor, onun için eylemler yapılıyor,
ancak onun şiarları, düşünceleri değil, onun ret
ettiği şiarlar atılıyor. Bu çok önemli bir noktadır
ve esasen paradoks gibi görünen tablo, Kürt coğrafyasındaki
devrimci sosyalistlerin aşması gereken bir boşluğu,
örgütlenme boşluğunu ifade etmektedir. Öz ile
biçim çelişki halindedir. Soruna ilişkin temel
talep açıktır, örgütsel, önderliksel biçimi, kabuğu
ise artık bu özü taşıyabilmekten uzaktır...
İki ayrı ülke, iki ayrı vatan vurgusunun, bağımsız
Kürdistan isteğinin altı yıldır püskürtülen postmodern
milliyetçi düşüncelere rağmen bu denli güçlü biçimde
patlaması oligarşiyi tam anlamıyla şok etti. Oligarşinin
“Batman” vakası karşısındaki ilk tepkisi ancak
birkaç gün sonra 2. Ordu komutanının tehditleriyle
geldi. MHP’li faşistler bile seslerini çıkaramadılar.
Olayın büyütülmesinin sonuçlarının ne olacağını
tam olarak kestiremediler. Olayın fazlaca üzerine
gitmeden, yarattıkları provokasyon sürecinin bir
yol kazası olarak adeta örtbas etmeyi tercih ettiler.
Anlaşılan DEHAP’lılar da şok olmuş olmalı ki,
slogan daha sonraki günlerde, tam da provokasyonların
mantığına uygun bir şekilde “burası Karadeniz
değil, Batman/Diyarbakır” vb.’ne dönüştürüldü.
Büyük bir politik iddianın ifadesi olan slogan,
tam da postmodern milliyetçiliğin mantığına uygun
olarak yerel, bölgesel bir çatışmanın ilkel ifadesi
haline getirildi. Ancak bu bozarak yumşatma tavrı
Kürt yurtseverlerinin geniş bir kesiminde hala
çok güçlü olan şeyin ne olduğunu örtbas etmeye
yetmedi. Söz bir kez ağızdan çıkmıştı.
Genelkurmay ve Kongra-Gel ve bu sürecin gelişmesinde
özel bir rol oynayan her kim varsa, herhalde en
son istedikleri ve bekledikleri şey aslında “Batman”
ve “Nusaybin”di... İmralı iradesi ve onu kendi
koşullarına uyarlayan Kongra-Gel, Kürt yurtseverliğinin
derinliklerine işlemiş olan tarihsel taleplerin
nasıl volkan gibi patlayarak su yüzüne çıktığını
gördüler. Bunun sonuçları Kürt yurtseverleri arasında
mutlaka görülecek...
Genelkurmay ise yürüttüğü saldırı kampanyasının
kendisi açısından ne denli tehlikeli sonuçlara
gebe olduğunu gördü.
Gelişmeler ve Solun Tavrı...
İmralı süreci Kürt ulusal hareketindeki tüm dengeleri,
tüm duruşları alt-üst etmişti. Bu aynı zamanda,
tüm devrimci ve sol güçlerin de soruna bakışlarında,
duruşlarında alt-üst oluş anlamına geliyordu.
Bir küme var ki, ne olursa olsun ilkesiz ve tutarsız
tarzda PKK/KADEK/Kongra-Gel kuyrukçusudur. PKK
devrimci bir duruş sergilerken biraz ikircikli
de olsa desteklediler, PKK açıkça devrimci değilim
dediğinde, ABD’ye, devlete işbirliği yapma çağrısı
yaptığında da desteklemeye devam ettiler/ediyorlar...
Bu kuyrukçuluk, iddia kaybının, ideolojik, politik
eksene sahip olmamanın açık tezahürüdür. Üzerinde
durmaya gerek yok... Kuşkusuz, kuyrukçular tek
tür değil, tek renk taşımıyor. Özellikle ideolojik-teorik
bakışta aralarında pek çok farklılık bulunabiliyor.
Ancak politik-pratik olarak kuyrukçuluk pratiğinde
birleşiyorlar. Kongra-Gel’in postmodern ulusalcı
çizgisinin arkasında dizilmiş durumdalar.
Bir de, Kongra-Gel’e devrimci olduğu dönemde belli
bir mesafe ile bakan, ancak postmodern çizgiye
kaydıktan ve ortak vatan söylemini dillendirdikten,
ulusların kendi kaderini tayin hakkından vazgeçtikten,
TC ve ABD’ye işbirliği önerdikten sonra ona daha
olumlu bakan, sosyal şovenizmin kıyısında duran
kesimler var. Öcalan’ın postmodern milliyetçi
rotasının politikaya tahvil edilmiş biçimlerini
öven, bölünme paranoyasını “Kürtlerin varlığını
ve bazı haklarını tanıyalım yoksa bölünürüz” biçiminde
özetlenebilecek sol söylemlerle üretenler, misak-ı
millici şovenizmin değirmenine su taşımaktadırlar.
Net olmak gerekiyor; ulusal sorunda temel demokratik
ilke ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesidir
ve bunun esas anlamı her ulusun kendi devletini
kurma hakkıdır. Kürtler bir ulussa, kendi kaderlerini
tayin hakkı vardır ve bunun asıl anlamı da bellidir.
O zaman dersiniz ki, ne yapacaklarına Kürtler
karar versin, ayrı devlet mi, yoksa birlik mi
onlar karar verir, o noktada birlikten de yana
olabilirsiniz. Gerçek birlikçi tutum budur. Fakat,
kendi kaderini tayin hakkından söz etmeden “Kürtlerin
çoğu birlik istiyor” ya da ne anlama geldiği belli
olmayan “Kürtlerin haklarını tanıyalım, yoksa
bölünürüz” biçimindeki söylemler bırakalım devrimci
bir duruşu, demokratik bir duruşu bile ifade etmez...
Yok, ulus değil diyorsanız, onun varlığını kabul
etmiyorsanız, ya da daha farklı biçimlerde tanımlıyorsanız,
elbette, ne anlama geldiği muğlak olan demokratik
haklardan söz edip bölünmeyelim diyebilirsiniz,
vatanın (kimin vatanı?) bölünmemesinden söz edebilirsiniz.
Bu bir tercihtir. Birincisi, demokratik çözümdür,
ikincisi ise utangaç söylemlerle şovenizmin eşiğinde
durmaktır.
Herkes hangi yanda durduğunu açıkça ortaya koymalıdır.
İki sandalyede birden oturarak durumu idare etmek
mümkün değildir, yararlı da değildir, kaçınılmaz
bir şovenist bozulmayı beraberinde getirir.
Devrimci Sosyalistlerin Payına Düşenler...
Şovenist cephede çok az yeni şey var. Provokasyon,
azgın milliyetçi söylem, Kürtleri aşağılama ve
tümüyle düşmanlaşma, vb. daha sistematik hale
gelerek sürüyor. İşin bu tarafına ilişkin Türkiye’deki
devrimci sosyalist harekete önemli görevler düştüğü
kesindir. Devrimci sosyalizm Kürt sorununda oldukça
tutarlı ve net bir enternasyonalist tutuma sahiptir.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkını sorunun
çözümü için temel demokratik ilke olarak görmektedir.
Bu ilkeyi sulandırıcı her türden yaklaşımı da
kesin biçimde ret etmektedir. Devrimci sosyalizm,
sorunun çözümünün bağımsız, birleşik, demokratik
bir ülke yaratmaktan geçtiğini her zeminde kesin
biçimde ifade etmektedir. Devrimci sosyalizm,
bu perspektiften (her ulusun özgürlüğü ve bağımsızlığının
tereddütsüz sağlanması fikrinden) hareketle, Ortadoğu
halklarının Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Farsarın
ve diğer ulusal topluluklarının eşitliğini ve
ayrılma hakkını kesin biçimde güvence altına alan
birliğinden yanadır. Bu bağlamda, sadece şovenizmi
lanetlemenin, protesto tutumlarının, simgesel
eylemliliklerin yetmediği ve artık anlamlı olmadığı
açıktır. Buna giden yolda, şovenizme karşı emekçi
kitlelerin ciddi politik eğitiminin sağlanmasına
ve sağlam bir demokratik bilinç ekseninde enternasyonalist
politik eylemin yaratılmasına dönük sistematik
bir çabanın geliştirmesinin gerektiği açıktır.
Önümüzdeki süreç bu çabalarımızı daha etkin kıldığımız
bir süreç olarak gelişmelidir.
Kendini çarpıcı biçimde ortaya koyan yurtseverlik
bilinci, tarihsel taleplere bağlılık ise Kürt
coğrafyasındaki devrimci sosyalistlerin üzerinde
yoğunlaşmaları, deşmeleri gereken ana doğrultudur.
Devrimci sosyalistler ulusal baskının sürüyor
oluşundan, yani nesnel gerçekliğin değişmemesinden
hareketle kurtuluşçu dinamiğin varlığını sürekli
vurguluyorlardı, son gelişmeler ise bunu çarpıcı
biçimde ortaya koymuştur. Bu dinamik Kürt coğrafyasında
yaratılacak devrimci sosyalist öznenin yaşam kaynağı
olacaktır.
Adımları hızlandırmanın zamanıdır.
|