Geçen aydan akarak gelen gelişmeler Ağustos’u
ve Eylül ayının ilk günlerini de belirledi. Hem
içte, hem de uluslararası alanda gelişmelerin
akışı ciddi bir ivme kazanmış durumda, tempolu
ve yoğun bir süreç yaşanıyor.
Kürt yurtseverlerinin barışçıl eylemlerine dönük
genelkurmay üretimi faşist linç saldırıları, gecekondu
yoksullarının evlerinin yıkımı, özelleştirme saldırısı,
kamu emekçilerinin toplu sözleşme mücadelesi,
Katrina’nın yarattığı doğal olmayan toplumsal
felaket ve Şaron’un Gazze şovu yoğun gündemin
başlıca unsurlarını oluşturuyorlardı...
Katrina Kasırgası ya da Şaron’un Buldozerleri...
ABD’yi vuran ve özelde ABD içinde özgün bir kent
olan, Fransızcanın yaygın konuşulduğu, cazın merkezi,
siyahların nüfusun büyük bir kısmını oluşturduğu,
yaygın bir yoksulluğu yaşayan New Orleans’ı yıkıp
geçen kasırga geride sadece ölüm ve yıkım bırakmadı.
Evet, sayısı 10 bine ulaşabilecek bir ölü var,
onbinlerce yaralı var, hala yardım bekleyen yüz
binlerce insan var. Bir felaketin ardından olabilecek
şeyler bunlar...
Ancak sadece bu değil Katrina... Çünkü bütün bunlar
dünyanın efendiliği iddiasındaki ABD’de yaşanıyor
ve bir Filipinler’den, Endonezya’dan çok da farklı
olmayan biçimde yaşanıyor. Büyük Amerikan rüyasının
nasıl bir perişanlık ve sahtekarlık derekesine
düştüğünü gösteriyor Katrina. Ölenlerin hemen
hemen tümü felaket öncesinde şehirden uzaklaşacak
denli parası olmayan yoksul siyahlar ve az sayıda
yoksul yaşlı beyazları... Yaralılar da, kentte
kalıp günlerdir aç, susuz ölümün eşiğinde yardım
bekleyen yüz binlerce insan da ayın kategorideki
insan... Bush yönetimi ardından günler, haftalar
geçmesine karşın, kente hala yeterli yiyecek,
temiz su, sağlık ve yardım ekibi göndermiş değil.
Gönderdikleri ilk şey, aç ve susuz kalarak büyük
yiyecek mağazalarını yağmalayan yoksulları vurma
emri verilmiş polisler... Önce mülkiyet...
Yeterli sayıda asker ve ulusal muhafız yardım
için gidemiyor, çünkü bunların çoğu, özellikle
yardım çalışmalarında kritik olan helikopterler
Irak’ta savaşta... İşi yönetmesi gereken Bush
tatilde..
“Büyük” Amerika güçlerini toparlayıp kendi yurttaşlarına
yardımı örgütleyemiyor. Aslında bu hem “büyük”
Amerika’nın gücünün sınırlarını gösteriyor, hem
de Amerikan devletinin ırkçı yapısını ortaya koyuyor,
yoksulların ve siyahların nasıl gözden çıkarılabildiğini,
neoliberal politikaların ne denli yıkımlar yarattığını
gösteriyor.
Her şeyden önce, “büyük” Amerika’nın o kadar da
büyük olmadığı görülüyor. Irak ve Afganistan savaşları
ve dünya çapında yürütülen operasyonlar ABD’nin
büyük operasyonlar yürütme potansiyelinin önemli
bir bölümünü yutmuş durumda. Gücünü tüm sınırlarına
değin kullanmış olduğu görülüyor. Aslında Irak’ın
ardından Suriye ve İran’a yönelmesi beklenirken
Irak’ta başlayan direniş sonucu duraklaması da
onun gücünün sınırlarını göstermişti. Ancak, Katrina
felaketi bu sınırları daha da belirginleştirdi.
Ancak Katrina’nın yıkımları karşısında Amerikan
devletinin tutumu sadece bununla açıklanamaz.
Her halükarda soruna gereken değeri vermeleri
durumunda bugünkünden misliyle daha fazla şey
yapmaları mümkündü. Tam da burada ırkçı ve neoliberal
tercihler devreye girmektedir. New Orleans siyahi
bir kenttir. “Zenciler için fazlaca telaşa gerek
yoktur. Onların sesi de zaten fazla çıkmaz.” düşünüş
tarzları budur. Sadece bu da değildir. Yardım
bekleyenler kentin ve ülkenin en yoksul kesimleridir.
Kenti terk edecek parası dahi olmayanlardır. Neoliberal
kafalar açısından onlar gözden çıkarılması gereken
“fazla nüfus”tur zaten. Daha önce çeşitli yazılarımızda
vurgulamıştık. Emperyalist ülkelerde de neoliberal
politikalar sonucu kentlerde bütünlük bozulmuştur.
Bir kentin içinde aslında koşulları birbiriyle
tamamen zıt olan farklı kentler yani bölgeler
oluşmuştur. Bir yandan emperyalist ülke olmanın
yarattığı zenginliği yaşayan bölgeler, bir yandan
da bundan tümüyle kopmuş yeni-sömürgelerin en
dip yoksulluğunu yaşayan bölgeler... New Orleans
bunun en yoğun yaşandığı kentlerden biridir. Ölenler,
yardım bekleyenler, yağmacı olarak nitelenip vur
emirleriyle avlanmaya çalışılanlar işte bu yeni-sömürge
koşullarını yaşayan New Orleanstır. Kasırganın
felakete dönüşmesine neden olan da salt kasırganın
şiddeti değildir. Kenti koruyan setler için ayrılan
paralar, neoliberal politikaların mantığına uygun
olarak son yıllarda sürekli olarak kısılmıştır.
Bunlar sosyal harcamalardır, kamu harcamalarıdır
ve kısılmalıdır, neoliberaller böyle demiştir.
Bakımsız kalan setler ise kasırgaya dayanamamış
ve yıkılmıştır. Sonuç tüm kentin setlerden boşanan
suyla bir havuza dönüşmesi ve binlerce ölüdür.
Kısacası yaşanan Katrina felaketi değildir, Katrinanın
açığa çıkmasını sağladığı ırkçı, neoliberal felakettir.
Dünya gündeminde ön sırada yer alan bir başka
olgu da, Şaron’un buldozerleriydi. Şaron buldozerleriyle
ünlüdür. Yüz binlerce Filistinlinin evini, ocağını
yıkan Şaron’un buldozerleri bu kez Gazze’de siyonist
yerleşim yerlerini yıkıyordu. Ve bu komedi oldukça
dramatikleştirilerek tüm dünyaya barış için atılmış
bir adım olarak sunuluyordu. Ortada barışçı bir
adım yok. Siyonist faşistlerin direniş karşısında
çaresiz kalmaları ve basit bir matematik hesabı
var. Gazze’de kalmak mı, yoksa gitmek mi daha
karlıdır? Kalmak, direnişin süreklileşen ve artık
durdurulamayan darbeleriyle sürekli yüzyüze gelmek,
bunun mali ve askeri faturasını ödemeye devam
etmek ve işgalci kimliğin daha da sıkıntılı hale
gelmesi anlamını taşıyordu. Gitmek ise faturayı
ödememenin yanı sıra, barışçı İsrail imajını yaratmak,
İsrail’in bölgede meşrulaşmasına zemin hazırlamak,
BOP bağlamında ABD’nin elini rahatlatmak ve en
azından bunlar kadar önemlisi tüm gücüyle işgal
altındaki Filistin toprağı Batı Şeria’da yoğunlaşmak,
buranın tüm su kaynaklarını ve verimli topraklarını
ilhak etmeyi hedefleyen planı daha rahat uygulamak
anlamına geliyordu. Siyonist faşistler bu hesapları
yapmış ve gitmenin işlerine geldiğine karar vermişlerdir.
Ancak sürecin bütün olgularında olduğu gibi, ortaya
çıkan sonuçlar tek yönlü ve yalın değil. Bir çok
boyut taşıyor. Gazze’deki Şaron şovun bir yüzü
belki onun kazançlı çıkma hesaplarıdır. Ancak
başka boyutları da var. Bunlardan biri, İsrail’in
tarihinde ikinci kez toprak vermek zorunda kalmasıdır.
İlki yine direniş sonucu olmuştu. Lübnan’ın güneyinden
geri çekilmek zorunda kaldılar. Direniş siyonistleri
söküp atıyor. İkincisi, büyük İsrail paradigmasının,
hayalinin tuzla buz olmaya başlamasıdır.
Emperyalizm ve TC İlişkisi; Tam Bağımlılık,
Politikasızlık ve İçe Dönme...
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) karşısında
hem çaresiz, hem de şaşkın ve özellikle Kürt sorunu
ve “ılımlı islam” söylemi bağlamında tereddütlü
olan Türkiye oligarşisi parçalı, dengesiz karşılıklar
üretmeye devam ediyor. “Politikasız olmak” oligarşi
içindeki tüm tarafların yek diğerini suçlamak
için kullandığı başlıca söylem... Bu sadece tarafların
birbirini suçlamak için uydurdukları boş bir söylem
değil, gerçeğin ta kendisini ifade ediyor. Oligarşi
içindeki tüm taraflar için geçerli olan tek doğru
kendilerine özgü bir politika üretmemektir.
Politika üretmek güç olmakla ya da güç olma iddiası
içinde dinamik bir pratiğe sahip olmakla, özgücüne
güvenmekle mümkündür. Bunlar politika üretmenin
ön koşuludur.
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, başlıca emperyalist
aktörler karşısında yerli işbirlikçilerinin irade
ve dolayısıyla politika sahibi olması düşünülemez
bile... Yerli işbirlikçilerin gücünün ana kaynağı
emperyalist efendileridir. 1980 sonrası uygulanan
neoliberal politikalar ve dünya kapitalist sistemini
düzenleyen politik mekanizmalar tüm yeni-sömürgelerdeki
işbirlikçilerin hareket alanını olağanüstü düzeyde
daraltmış durumdadır. 1990 sonrası kısa süren
kargaşa döneminde kendine alan açmaya çalışan
yeni-sömürgelerdeki iktidarlar ise kısa sürede
yola getirilmiş, eskisinden daha sıkı bir denetim
altına alınmış durumdadır.
Emperyalist efendiler, özellikle ABD emperyalizmi
tüm dünya çapında geliştirdiği egemenlik stratejilerini
üretirken ve uygulamaya sokarken artık yeni-sömürgelerdeki
işbirlikçilerin görüş ve yaklaşımlarını daha az
dikkate alıyor. Yeni-sömürgelerdeki egemenlik
stratejisi içinde işe yaramaz hale gelen unsurları
geçmişteki hizmetleri ne olursa olsun, yaratacağı
sonuçları da fazla dikkate almadan kaldırıp atıyor.
Zücaciye dükkanına girmiş bir fil gibi davranıyor.
İşbirlikçilerin “hassasiyet”lerini önemsemiyor.
Kuşkusuz, bu keyfi bir tutumdan da kaynaklanmıyor.
Emperyalist kapitalist sistemin işleyişini belirleyen
mekanizmalar buna olanak sağlıyor. Öyle ki, 70
milyonluk orta düzeyde kapitalist bir ülke olan
Türkiye’de derin bir ekonomik çöküş yaratmak için
IMF yada emperyalist finans tekellerinin 5-10
milyar doları bir anda çekmesi yeterli oluyor.
Yani, yeni-sömürgelerdeki yapıyı bir anda alt-üst
etmek onlar için gülünç ölçülerde basit hale gelmiştir.
Yeni-sömürgelerde emperyalizme karşı bu denli
dayanıksız yapılar oluşturulmuş durumda. Özellikle
ABD’deki yeni-sağcı egemen kanat bu tutumu sınırsızca
geliştirme eğilimi içinde...
Türkiye oligarşisi ABD emperyalizminin politikaları
dışında başka bir seçeneğe sahip değildir. Böyle
bir arayışı da yoktur. Zaman zaman kimi general
eskileri tarafından ifade edildiğinde sanki daha
bir önem kazanıyormuş gibi görünen “çaresiz değiliz,
AB olmazsa, ABD olmazsa İran var, Rusya var, Avrasya
seçeneği var” söylemi boş bir palavradan başka
birşey değildir. Türkiye oligarşisinin kurmuş
olduğu egemenlik sistemi ekonomik, sosyal, siyasal,
askeri, kültürel vd. her alanda kesin biçimde
başta ABD emperyalizmi olmak üzere Batı emperyalizminin
ürünüdür ve onun denetimi altındadır. Bu nedenle,
Türkiye’deki yerli işbirlikçilerin başka bir arayışı
olamaz...
Ancak, 1990 sonrasında Türkiye oligarşisi çok
yönlü basınçların etkisi altındadır. 1990 sonrasında
oluşan yeni dünya tablosu içinde yerini aramaktadır.
Bu arayış kimi zaman, “Adriyatikten Çin’e Türk
dünyasında öncü olmak” söylemlerinin oligarşinin
sözcüleri tarafından ifade edilmiş olması nedeniyle
abartılmıştır. Elbette, böyle özlemler olabilir
ve ardır. Ancak bunlar sadece “özlem”dir. Ancak
bunlar adeta Türkiye oligarşisinin sistem içindeki
konumunu değiştirebilecek bir arayış gibi de algılanmış
yada öyle yansıtılmaya çalışılmıştır. Yeni-sömürge
TC’nin bunu yapacak gücü yoktur ve olamaz da.
ABD’nin, AB’nin, Çin’in, Japonya’nın vb.’lerinin
arayışları içinde Türkiye oligarşisinin bu tür
abartılı özlemlerinin sözü bile edilmeye değmez.
Kaldı ki, o dönem büyük bir devrimci yükseliş
yaşayan Kürt ulusal hareketi ve toparlama sürecindeki
Türkiye devrimci hareketinin konumu düşünüldüğünde
bu zaten olanaksızdı.
2000’lerin dünyasında oligarşi için bu düşlere
hiç yer yoktur ve oligarşi bunun farkındadır.
Bağımsız demiyoruz, çünkü hiç olamaz ama kısmen
özerk davranma imkanları dahi oldukça sınırlanmıştır.
BOP, Türkiye oligarşisinin cenderesi haline geliyor.
Bir yandan, bu projeye mümkün olduğunca daha fazla
angaje olarak kendine Ortadoğu alanında yer açma
çabası var, diğer yandan bu projeyle derin tarihsel
korkuların adeta alevlenmesi söz konusu.
BOP, Türkiye oligarşisi açısından özellikle Tayyip’in
Haziran’daki ABD gezisinde iman tazelemesinin
ardından giderek daha fazla pratikleşiyor. Irak’a
ilişkin zaten zayıf olan itiraz kayıtlarının hemen
hemen tümü kaldırılmış durumda. Hatta biraz ileri
gidilerek, resmi söylemlerde Iraklı direnişçilerin
“terörist” ilan edilmesine daha fazla rastlanıyor.
AB ile ilişkilere rağmen, her fırsatta ana stratejik
ortağın ABD olduğu vurgulanıyor.
Tayyip’in gezisinin ardından TC’nin BOP bağlamında
daha da aktifleşmesi, BOP’a zemin hazırlamaya
dönük bütün uluslararası girişimlerin başlıca
aktörü olması durumu apaçık ortaya koyuyor. Genelkurmay
artık her ay neredeyse askeri bir disiplin içinde
ABD ile her konuda anlaştıklarını ilan ediyor,
biat gösterisi yapıyor.
BOP’un pratikleşmesi doğal olarak siyonist İsrail
ile ilişkilerin de ciddi biçimde aktifleşmesi
anlamına geliyor. Son olarak İsrail ile Pakistan
arasındaki ilk resmi ve açık görüşmelere Türkiye’nin
arabuluculuk yaptığının ilan edilmesi ve iki devletin
dışişleri bakanlarının Eylül ayı başında Türkiye’de
buluşarak görüşmesi bunun en somut gösterisidir.
Hatta daha ileri gidilerek, Arap ülkelerindeki
Türkiye elçiliklerinde İsrail için yer açılması
planları yapılıyor. İsrail ile diplomatik ilişki
kuracak Arap devletlerinde İsrail’e ait resmi
binaların halkta büyük bir öfkeye neden olacağı
hesap edilerek, bu diplomatik birimlerin Türkiye
elçilikleri içinde kurularak gizlenmesi hedefleniyor.
TC, açıkça siyonist İsrail’in basit bir aleti,
kamuflaj malzemesi haline getiriliyor. BOP coğrafyasında
İsrail ile müslüman ülkeler arasındaki ilişkilerin
Türkiye eliyle iyileştirilmesi ve düzeltilmesinin
hedeflendiği böylece açığa çıkıyor.
Türkiye oligarşisi verilen role razıdır. Başkaca
şansı olmaması işin bir yanıdır, ama daha da ötesinde
o denli emperyalizmle kendi kaderini özdeşleştirmiştir
ki, bir arayış çabası aklından bile geçmemektedir,
geçemez. Fakat aynı zamanda sıkıntılıdır. Sıkıntının
kaynağı Kürt sorunu ve “ılımlı islam” modeli denilen
Ortadoğu ülkelerinin Amerikancı hegemonyaya uyum
sağlamış islamcı yönetimlerle yönetilmesi projesine
Türkiye’nin örnek gösterilmesidir. Ilımlı islam
söylemine itiraz esas olarak bugün Türkiye oligarşisinin
hakim kesimlerinden gelmektedir. Genelkurmay,
TÜSİAD vb’leri.... Bu itirazların dozu giderek
azalsa da sürmektedir. Genelkurmay artık ABD’nin
bu söylemi dile getirmesine karşı itirazını açıktan
ifade etmekten vazgeçmiştir, daha doğrusu vazgeçirtilmiştir.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Türkiye oligarşisinin
emperyalizm karşısında mızıldanmanın ötesine bir
politika düzeyi yaratmasının koşulları yoktur.
Politikasızdır. Fakat içte buna karşı direncini
sürdürmektedir. ABD ile açıktan karşı karşıya
gelme görüntüsünün yararlı olmadığı, hatta ABD’nin
şimşeklerini üzerine çektiği görüldüğünden, onunla
değil, bu politikanın ülke içindeki uzantılarına,
bu politikayı somutlayan adımlara karşı bir direnç
geliştirilmektedir. Son iki ayın gelişmeleri “ılımlı
islam” meselesinin böyle bir mecraya girdiğini
gösteriyor.
BOP bağlamında en korkutucu sorun ise Kürt sorununun
aldığı boyutlar olarak görülmektedir. Bu noktada,
TC’nin ABD nezdinde yapacağı pek birşey kalmadığı
açığa çıkıyor. Bu konuda, ABD’ye dönük olarak
yapılan “Güney Kürdistan’da Kongra-Gel’e ABD’nin
operasyon yapması yada TC’nin sınır dışı operasyon
yapması” yönündeki tazyikler giderek söylem düzeyinde
bile cılızlaşmıştır. Irak’ta Kürtlerin işbirlikçi
yeni devlet yapılanması içinde güçlü bir pozisyon
kazanmalarını engelleme girişimleri başarısız
kalmıştır. Türkiye oligarşisi bu konuda da, ABD
emperyalizmi karşısında politika üretme şansı
olmadığını, mızıldanmak ve tekrar içe dönmek zorunda
olduğunu görmüştür. Son iki aydır artık ABD karşısında
buna uygun bir pozisyon belirleniyor. Artık tekel
medyası “sınır ötesi harekattan”, “ABD’nin neden
Kongra-Gel’e saldırmadığından” vb. çok az söz
ediyor.
Bu noktada içe dönüyorlar ve azgın bir faşist
söylem temelinde yeniden saldırıya geçiyorlar.
Son bir aydır Kürt yurtseverlerine dönük olarak
tüm Türkiye çapında geliştirilen saldırı ve provokasyonlara
biraz da emperyalistlerle ilişkilerde ve özelde
bölge çapındaki sorunlarda yaşanan çaresizliğin,
politikasızlığın, geriye düşüşün içteki hamleler
yoluyla dengelenmesi çabası olarak bakabiliriz.
Bu noktada, genelkurmay en aktif aktör konumunda.
Kürtleri baskıyla, dayatmalarla, ama daha da önemlisi
siyasal ve toplumsal olarak Türklerden ayrıştırarak
ve marjinalleştirerek sınırlamayı hedefliyorlar.
Toplumsal bir güç, meşru bir topluluk olmaktan
çıkarılmış, açıktan ikincilleştirilmiş bir Kürt
halkının, Güney Kürdistan’daki Kürtlerle bütünleşme
potansiyelinin de zayıflayacağını, uzun vadede
çürüme sürecinin ivme kazanacağının düşünüyorlar.
Daha da ötesi, TC’nin süreklilik arz eden krizli
sisteminin yönetiminde Kürt sorunu bağlamında
üretilen çözüm şimdilik budur. Kürt ulusal hareketinin
güçlü olduğu dönemde böylesine dışlayıcı ve ayrıştırıcı
bir politika neden uygulanmadı da, şimdi uygulanıyor
diye sorulabilir. Soru yanıtını da içinde taşıyor.
Kürt ulusal hareketinin devrimci bir çizgiye sahip
olduğu ve hareketin yükseliş yaşadığı bir dönemde
oligarşinin böylesi provokasyonlar yaparak Kürt-Türk
ayrışmasına gitmesi, Kürtleri açıktan ikincilleştirici
bir tutum izlemesi Kürtlerin ezici bir bölümünün
hızla ulusal harekete kaymasını beraberinde getirirdi.
Bugün ise Kürt ulusal hareketinde tablo farklı;
oligarşi postmodern Kürt ulusal hareketinin ve
özelde İmralı iradesinin bu saldırıyı güçlü bir
ulusal demokratik çizgiyle karşılayamayacağını
biliyor, görüyor. Bu nedenle, yaratılan provokasyonlarla
stratejik yönelimden yoksun postmodern ulusal
hareketin ve Kuzey Kürtleri’nin Güney Kürtleriyle
yakınlaşma eğilimlerini basınç altına almaya çalışıyor.
Hesaplar çok, ancak daha şimdiden bu hesaplar
“Batman” ve “Nusaybin”deki “Burası Kürdistan,
Türkiye Değil” sloganıyla ağır bir darbe almıştır.
Dışlama, marjinalleştirme, terörize etme politikası,
gösterici Kürt yurtseverlerinin restiyle karşılaşmıştır.
Süreç çetindir ve derinleşecektir.
Yıkım saldırısı küçük adımlarla sürüyor. Her hafta
birkaç yıkım haberi, bunlara karşı irili ufaklı
direnişler gündemi dolduruyor. Öyle görünüyor
ki, yıkılması hedeflenen 80-90 bin civarındaki
yoksul kondusunun yıkımı yıllara yayılarak sürecek.
Bu sürekli bir çatışma ve direniş zemini demektir.
Direnişler olmasına karşın, yıkım bölgelerindeki
direniş güçleri henüz başlangıç aşamasındaki pozisyonu
fazlaca aşamamış durumdalar. Herşeyden önce, tüm
yıkım bölgelerini birleştiren bir birlik yok...
Yıkımcıları püskürtmüş güçlü direnişler henüz
çok fazla değil. Aydos mahallesi direnişi bunu
başarmıştı. Güzeltepeliler geçici olarak başarmıştı.
Güzeltepeliler bir fark da yarattılar. Yıkımlara
karşı direndikleri, geçici olarak püskürttükleri
gibi, ikinci saldırı da yıkım gerçekleştiğinde
direnişi de bırakmadılar. Bir ilk olarak yıkımlardan
sonra da direnişi sürdürüyorlar. Bunu önemli bir
kazanım olarak kaydetmek gerekiyor. Ancak, bu
karşı koyuş henüz yıkımcıların iradesinde güçlü
bir kırılma yaratacak büyüklükte bir direniş,
topyekün bir mücadele yaratılabilmiş değil...
Hiç kuşkusuz, böylesi bir direniş zemininin yaratılmasının
çok da uzağında durulmuyor. Devrimci sosyalistler
ve diğer devrimci ve sol güçlerin direnişe ilgisi
giderek artıyor.
Özelleştirme saldırısı boyutlanarak sürmesine
karşın, ne sendikalar, ne de diğer toplumsal öznelerden
ciddi bir karşı koyuş gelişmiyor. Özelleştirilecek
işletmelerdeki işçiler adeta kaderleriyle baş
başa kalmış durumdalar. Ne oluyorsa kendi başlarına
yapmak zorunda kalıyorlar. Halbuki, sadece sendikaların
bile sağlam bir duruş sergilemeleri durumunda
tüm Türkiye’de hayatın durması işten bile değildir.
Örneğin Tüpraş’ın eylül ayı içinde özelleştirme
ihalesi yapıldı. Tüm petrol iş kolunda greve gidilmesi
durumunda bile ülkede belli bir atmosfer yaratmaya
yetebilir. Telekom da aynı niteliğe sahiptir.
Tüm telefon vd. haberleşmenin kesilmesinin sonuçları
olağanüstüdür. Hayatın durması, sistemin işlemez
hale gelmesi demektir.
Aynı biçimde metal iş kolunda Seydişehir Alüminyum
ve Ereğli Demir Çelik’in (ki aynı zamanda İskenderun
Demir Çelik’in de sahibidir) durması başta otomotiv,
inşaat vb. olmak üzere tüm imalat sanayinin alt-üst
olması, oligarşinin göze alamayacağı ciddi hasarların
oluşması anlamına gelir. Tüpraş’ın, Petkim’in,
Telekom’un, Seydişehir’in ve Ereğli’nin birleşik
ve eş zamanlı bir direnişe geçmesi ise Türkiye’nin
her açıdan kilitlenmesi demektir. Ancak ne yazık
ki, işçi sınıfının Türkiye oligarşisini kilitlemesi
yerine, oligarşi sendika bürokrasileri ve kimi
açıkça faşist olan sendikalar aracılığıyla işçi
sınıfını kilitlemiş durumdadır. Direnişler çoğu
kez işçilerin sendika bürokrasilerini alttan zorlamasıyla
gerçekleşiyor.
Devrimci Sosyalizm; Her Cephede, Emekçilerle
Birlikte, Umut ve Coşkuyla...
Yakın sürecin çelişkileri tüm olumsuz görünümlere
karşın, umut verici dinamiklerle doludur.
Katrina’da çaresizlik de bulabilirsiniz, doğanın
“devrimci” potansiyelini de... Pek çok deprem,
kasırga vb. yıkım felaketinin ardından küçük devrimci
odakların müdahalesinin büyük devrimci çıkışlara
yol açtığı az görülmemiştir. Biz yıkımı, acıyla
görmekle birlikte bu devrimci kıvılcım imkanını
da görüyoruz ve asıl geliştirici olanın yüzünü
buna dönmek olduğunu düşünüyoruz.
Aynı biçimde, Şaron’un Gazze şovuyla sanki mevzi
kazanması söz konusudur. Belki... Onun için böyle
bir imkan var. Ancak daha da önemlisi Filistin
direnişinin söke söke, öle öldüre siyonist faşistleri
söküp atmasıdır Gazze’den. Güney Lübnan’ın ardından
Gazze... Sırada tüm Filistin var. Elbette daha
ödenecek büyük ve ağır bedeller var. Ama direnişin
kazandıran tek yöntem olduğu da netleşiyor. Yüzümüzü
buna dönüyoruz. Görülmesi gereken asıl nokta budur.
Aynı zamanda, bunun bize yüklediği Filistin devrimiyle
dayanışma görevlerine daha güçlü biçimde sarılma
görevidir görülmesi gereken.
Kuzey Kürtleri saldırıya uğruyor, oligarşi yarattığı
provokasyonlarla Kürtleri toplumsal yaşamın çeperine
atmaya çalışıyor, böylece marjinalleştiriyor.
Evet 20 milyon Kürdü toplumsal ve siyasal açıdan
marjinalleştirmeye çalışıyorlar. Lanetli bir topluluk
olarak sunmaya çalışıyorlar. Postmodern Kürt reformist
ulusalcılarının çizgisinin de buna elverişli olduğunu
düşünüyor oligarşi. Ancak hesap gelip “Batman”
duvarına çarpıyor. “Burası Kürdistan, Türkiye
Değil”, “Gerilla Vuruyor, Kürdistan’ı Kuruyor”
sloganları bu politikanın sınırını çiziyor. Oligarşinin
düşmanlaştırıcı, bu anlamda gerçekten “bölücü”
politikası karşısında devrimci ulusalcı damar
örgütsüz de olsa, sağlam bir iradesi olmasa da,
tamamen kendiliğindenci tarzda da olsa kendisini
güçlü ifadelerle ortaya koyuyor. Devrimci sosyalistler
bunu da görüyor ve asıl önemsenmesi gerekenin
bu olduğunu bilince çıkarıyor.
Yıkımlar ve direnişler atbaşı gidiyor. Yıkımların
yarattığı trajedi işin bir yanıdır. Ancak gecekonduculuğu
aşan, barınma hakkını öne çıkaran bir halk direnişinin
mayalanmakta olduğu da işin diğer yanıdır. Devrimci
sosyalistler bu direniş imkanına, burada bir devrimci
hat yaratılmasını önemsiyorlar ve yoğunlaşıyorlar.
Özelleştirme saldırısı oligarşi içinde pay kapma
mücadeleleriyle, it dalaşlarıyla, emekçilere karşı
ise adeta bir düğün bayram havasında sürüyor.
Düğün bayram havasına neden olan durum işbirlikçi
ve bürokratik sendika yapılarının işçi sınıfının
gerçek direniş dinamiklerinin açığa çıkmasını
engelleyen tutumlarından kaynaklanıyor. Ancak
sınıf herşeye karşın direniyor. Bu direnişlere
doğru yaklaşılırsa bu direnişlerin özelleştirilen
işletmelerin dışına taşması mümkündür. Bunu ancak
devrimciler yapabilir. Devrimci sosyalistler bunu
görüyor. Bunu asıl yoğunlaşılması gereken nokta
olarak ele alıyor...
Devrimci sosyalizm bütün bu tablo karşısında yılgınlık
ve yorgunlukla değil, umut ve coşkuyla yürüyor.
Eylül’den Haziran’a kadar süren dönem geniş nüfus
kesimlerinin sabitleştiği, günlük yaşamlarının
belli bir rutin kazandığı dönemdir. Bu bağlamda
yeni bir mücadele döneminin üzerine kurulabildiği
bir dönemdir. Eylül bu anlamda başlangıçtır.
Devrimci sosyalizm yukarıda ortaya koyduğumuz
ve önümüzdeki aylar boyunca devam edecek bütün
bu çelişki noktalarında kendini yeniden inşanın
mantığına uygun tarzda güçlü biçimde ifade edecektir.
Devrimci sosyalizm bunun için gerekli olan umut,
çoşku ve dinamizme sahip bulunuyor. Önümüzde umudu,
coşkuyu, dinamizmi, biriktirdiğimiz gücü ve deneyimi
yukarıda ortaya koyduğumuz çelişki noktalarıyla
doğru ilişkilendirmek ve bunu yeniden inşa hedefiyle
birleştirmek görevi durmaktadır.
Bu bağlamda, şövenizme karşı daha güçlü ve emekçileri
enternasyonalist düşüncelere çeken faaliyetlerin
sistematik olarak örgütlenmesi özel bir önem kazanmaktadır.
Bununla birlikte Kuzey Kürt coğrafyasındaki devrimci
sosyalistlerin devrimci ulusal damarı büyütmek,
onunla buluşmak için daha dinamik bir çalışma
örgütlemesi gerektiği açıktır.
Filistin halkıyla dayanışma ve birlikte mücadele,
direnişin kazandırıcı olduğunu Filistin örneği
üzerinden emekçilere taşımak önümüzdeki sürecin
görevleri arasındadır.
Yıkımlar karşısında tüm direniş alanlarına ulaşmak,
halk ilişkileri oluşturmak, bu bölgelerde tüm
halkı yıkıma karşı halk komiteleri, meclisleri
vb.lerinde birleştirmek, tüm direniş bölgelerini
ortak bir direniş örgütlülüğü içinde birleştirmek,
buna uygun bir örgütlülük düzeyi yaratmak devrimci
sosyalistlerin girişmiş olduğu ve daha da büyütmesi
gereken başlıca işlerdendir.
Özelleştirme saldırısı karşısında devrimci ve
sol güçlerinde etkisiz kaldığı açıktır. Ancak
bu tablo kabul edilemez bir tablodur. Direnen
işçilerin her yerde sesi olmak önemlidir. SEKA
direnişi bu noktada öğreticidir. SEKA sürecinde
yaratılan direniş eğilimini bugün daha da büyüterek
yaratmak mümkündür. Devrimci sosyalistler bu noktaya
yoğunlaşacaklardır.
Liseler ve üniversitelerin açılışı yine yoğun
sorunlarla birlikte oluyor. Gençliğin tüm haklarına
sahip çıkan bir mücadele tarzının yaratılması
devrimci sosyalistlerin önündeki görevdir.
Devrimci sosyalizm bu süreçte, bütün bu çelişki
zeminleri üzerinde, yani her cephede mücadeleler
yürüterek devrimci alan yapılarını oluşturacaktır.
Her cephede devrimci sosyalizmin yapılarını yaratarak
ilerleyeceğiz. İşçi sınıfı, liseli gençlik, üniversite
gençliği, vb... Elbette çoğu kez örneklerini gördüğümüz
içi boş yapılar değil, tabela kurumları değil,
önce adını koyalım, altını doldururuz tarzında
değil, önce somut olarak yaratarak, bir olgunluğa
getirerek oluşan yapılar yaratacağız. Her alanda
ilk asgari yapı zeminleri, mücadele süreçleri
içinde olgunlaşan devrimci sosyalist birimler,
savaşçılar tarafından yaratılacaktır.
Sürecin görevleri büyümektedir. Olanaklar ve kadrolar
ise sınırlıdır. Bu paradoksa mahkum değiliz. İdeolojik,
politik ve diğer tüm eğitim çalışmalarına hız
vermek ve nitelik kazandırmak önümüzdeki sürecin
başlıca hedeflerinden olacaktır. Devrimci sosyalizm
zayıf ve çürütülmüş toplumsal zeminden gelen devrimci
adaylarının mücadele pratiği ile birleşen bir
ideolojik, politik eğitimle bu zayıflıkları aşacağını
görüyor. Sadece bu değil, iç kültürümüzün, katılımcı,
dayanışmacı ve mücadeleci temelde daha da derinlik
kazanması gerekiyor. Bunu eğitim süreçleriyle
birlikte ele alacağız.
Devrimci sosyalizm, devrimci yenilenme perspektifinin
ideolojik bağlamdaki en önemli basamağı olan manifesto
ve program çalışmalarını da güncelleştirerek ideolojik
teorik alanda büyük bir hamlenin startını vermenin
koşullarını olgunlaştırmış bulunuyor ve önümüzdeki
dönemde görevi pratik olarak ele alacaktır.
Devrimci ve sol güçlerle dengeli, dayanışmaya,
samimiyete dayanan ortak iş üretme süreçleri yaratmanın
gerekli olduğunu görüyoruz. Bunun kültürünü iş
içinde yaratmanın gerekli olduğunu görüyoruz.
Arayış ve yenilenme ihtiyacını sadece biz duymuyoruz,
bu ihtiyacı duyanlarla ilişkileri her alanda politik
çalışmada, kültürel, sendikal, eğitsel çalışmada,
lisede, üniversitede, işyerlerinde, mahallelerde
öncelikli olarak ele almalıyız. Devrimci ve sol
güçlerle birlikte yenilenme perspektifli her türden
tartışmaya, düşünce alışverişine, öğrenmeye, kendi
devrimci yenilenme perspektifimizi daha geniş
kesimlere anlatmaya dönük çaba harcayacağız. Bu
noktada gelişen, gelişecek etkinliklere katkı
sunmaya hazırız/hazır olacağız. Ayrıca tüm mücadele
süreçlerinde birlikte harekete açık olan tüm devrimci
ve sol güçlerle ortak direnişler, mücadeleler
geliştirmeyi önemseyeceğiz, adımlar atacağız.
Bu noktada, kendi cephemizdeki sınırımız yeniden
inşa sürecimizin özgül görevlerinin öncelliğidir.
Bunu da özenle gözeteceğiz...
Hiçbir sol güce karşı düşmanca davranmamak ana
düsturumuz olmaya devam edecek, bunu özel olarak
gözeteceğiz. Belki hepsi ile dost olmak mümkün
olmayabilir, bunu başaramayabiliriz. Ancak kesinlikle
düşmanlık tutumu içinde olmayacağız. Rekabetçi
çekememezlik tutumlarından uzak duracağız. Bize
dönük engellemeler karşısında da elbette boyun
eğmeyeceğiz. Biz emperyalizm ve oligarşi ile savaşmak
için yola çıktık. Kimsenin engellemelerine boyun
eğmemiz söz konusu olamaz. Gözümüz oligarşi ve
emperyalizmin üzerindedir. Sol içi ilişkilerde
bize atılan ya da atılacak çelmeler ve bunlara
karşı alacağımız tavırlar asla gözümüzü ana doğrultudan
ayırmamalıdır. Tüm tavırlarımız bu temelde kavranmalıdır.
Bütün bu noktaları özenle gözeteceğiz.
Devrimci sosyalizm devrimci yenilenme ve atılım
azmini, kararlılığını önümüzdeki dönemin pratiğinde
de açık biçimde gösterecektir. Önümüzdeki dönemi
de kazanacağız ve yenilenme yolunda önemli eşikleri
aşacağız!...
|