Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

33. Sayı - Eylül 2005

Geçen aydan akarak gelen gelişmeler Ağustos’u ve Eylül ayının ilk günlerini de belirledi. Hem içte, hem de uluslararası alanda gelişmelerin akışı ciddi bir ivme kazanmış durumda, tempolu ve yoğun bir süreç yaşanıyor.
Kürt yurtseverlerinin barışçıl eylemlerine dönük genelkurmay üretimi faşist linç saldırıları, gecekondu yoksullarının evlerinin yıkımı, özelleştirme saldırısı, kamu emekçilerinin toplu sözleşme mücadelesi, Katrina’nın yarattığı doğal olmayan toplumsal felaket ve Şaron’un Gazze şovu yoğun gündemin başlıca unsurlarını oluşturuyorlardı...

Katrina Kasırgası ya da Şaron’un Buldozerleri...
ABD’yi vuran ve özelde ABD içinde özgün bir kent olan, Fransızcanın yaygın konuşulduğu, cazın merkezi, siyahların nüfusun büyük bir kısmını oluşturduğu, yaygın bir yoksulluğu yaşayan New Orleans’ı yıkıp geçen kasırga geride sadece ölüm ve yıkım bırakmadı. Evet, sayısı 10 bine ulaşabilecek bir ölü var, onbinlerce yaralı var, hala yardım bekleyen yüz binlerce insan var. Bir felaketin ardından olabilecek şeyler bunlar...
Ancak sadece bu değil Katrina... Çünkü bütün bunlar dünyanın efendiliği iddiasındaki ABD’de yaşanıyor ve bir Filipinler’den, Endonezya’dan çok da farklı olmayan biçimde yaşanıyor. Büyük Amerikan rüyasının nasıl bir perişanlık ve sahtekarlık derekesine düştüğünü gösteriyor Katrina. Ölenlerin hemen hemen tümü felaket öncesinde şehirden uzaklaşacak denli parası olmayan yoksul siyahlar ve az sayıda yoksul yaşlı beyazları... Yaralılar da, kentte kalıp günlerdir aç, susuz ölümün eşiğinde yardım bekleyen yüz binlerce insan da ayın kategorideki insan... Bush yönetimi ardından günler, haftalar geçmesine karşın, kente hala yeterli yiyecek, temiz su, sağlık ve yardım ekibi göndermiş değil. Gönderdikleri ilk şey, aç ve susuz kalarak büyük yiyecek mağazalarını yağmalayan yoksulları vurma emri verilmiş polisler... Önce mülkiyet...
Yeterli sayıda asker ve ulusal muhafız yardım için gidemiyor, çünkü bunların çoğu, özellikle yardım çalışmalarında kritik olan helikopterler Irak’ta savaşta... İşi yönetmesi gereken Bush tatilde..
“Büyük” Amerika güçlerini toparlayıp kendi yurttaşlarına yardımı örgütleyemiyor. Aslında bu hem “büyük” Amerika’nın gücünün sınırlarını gösteriyor, hem de Amerikan devletinin ırkçı yapısını ortaya koyuyor, yoksulların ve siyahların nasıl gözden çıkarılabildiğini, neoliberal politikaların ne denli yıkımlar yarattığını gösteriyor.
Her şeyden önce, “büyük” Amerika’nın o kadar da büyük olmadığı görülüyor. Irak ve Afganistan savaşları ve dünya çapında yürütülen operasyonlar ABD’nin büyük operasyonlar yürütme potansiyelinin önemli bir bölümünü yutmuş durumda. Gücünü tüm sınırlarına değin kullanmış olduğu görülüyor. Aslında Irak’ın ardından Suriye ve İran’a yönelmesi beklenirken Irak’ta başlayan direniş sonucu duraklaması da onun gücünün sınırlarını göstermişti. Ancak, Katrina felaketi bu sınırları daha da belirginleştirdi.
Ancak Katrina’nın yıkımları karşısında Amerikan devletinin tutumu sadece bununla açıklanamaz. Her halükarda soruna gereken değeri vermeleri durumunda bugünkünden misliyle daha fazla şey yapmaları mümkündü. Tam da burada ırkçı ve neoliberal tercihler devreye girmektedir. New Orleans siyahi bir kenttir. “Zenciler için fazlaca telaşa gerek yoktur. Onların sesi de zaten fazla çıkmaz.” düşünüş tarzları budur. Sadece bu da değildir. Yardım bekleyenler kentin ve ülkenin en yoksul kesimleridir. Kenti terk edecek parası dahi olmayanlardır. Neoliberal kafalar açısından onlar gözden çıkarılması gereken “fazla nüfus”tur zaten. Daha önce çeşitli yazılarımızda vurgulamıştık. Emperyalist ülkelerde de neoliberal politikalar sonucu kentlerde bütünlük bozulmuştur. Bir kentin içinde aslında koşulları birbiriyle tamamen zıt olan farklı kentler yani bölgeler oluşmuştur. Bir yandan emperyalist ülke olmanın yarattığı zenginliği yaşayan bölgeler, bir yandan da bundan tümüyle kopmuş yeni-sömürgelerin en dip yoksulluğunu yaşayan bölgeler... New Orleans bunun en yoğun yaşandığı kentlerden biridir. Ölenler, yardım bekleyenler, yağmacı olarak nitelenip vur emirleriyle avlanmaya çalışılanlar işte bu yeni-sömürge koşullarını yaşayan New Orleanstır. Kasırganın felakete dönüşmesine neden olan da salt kasırganın şiddeti değildir. Kenti koruyan setler için ayrılan paralar, neoliberal politikaların mantığına uygun olarak son yıllarda sürekli olarak kısılmıştır. Bunlar sosyal harcamalardır, kamu harcamalarıdır ve kısılmalıdır, neoliberaller böyle demiştir. Bakımsız kalan setler ise kasırgaya dayanamamış ve yıkılmıştır. Sonuç tüm kentin setlerden boşanan suyla bir havuza dönüşmesi ve binlerce ölüdür. Kısacası yaşanan Katrina felaketi değildir, Katrinanın açığa çıkmasını sağladığı ırkçı, neoliberal felakettir.
Dünya gündeminde ön sırada yer alan bir başka olgu da, Şaron’un buldozerleriydi. Şaron buldozerleriyle ünlüdür. Yüz binlerce Filistinlinin evini, ocağını yıkan Şaron’un buldozerleri bu kez Gazze’de siyonist yerleşim yerlerini yıkıyordu. Ve bu komedi oldukça dramatikleştirilerek tüm dünyaya barış için atılmış bir adım olarak sunuluyordu. Ortada barışçı bir adım yok. Siyonist faşistlerin direniş karşısında çaresiz kalmaları ve basit bir matematik hesabı var. Gazze’de kalmak mı, yoksa gitmek mi daha karlıdır? Kalmak, direnişin süreklileşen ve artık durdurulamayan darbeleriyle sürekli yüzyüze gelmek, bunun mali ve askeri faturasını ödemeye devam etmek ve işgalci kimliğin daha da sıkıntılı hale gelmesi anlamını taşıyordu. Gitmek ise faturayı ödememenin yanı sıra, barışçı İsrail imajını yaratmak, İsrail’in bölgede meşrulaşmasına zemin hazırlamak, BOP bağlamında ABD’nin elini rahatlatmak ve en azından bunlar kadar önemlisi tüm gücüyle işgal altındaki Filistin toprağı Batı Şeria’da yoğunlaşmak, buranın tüm su kaynaklarını ve verimli topraklarını ilhak etmeyi hedefleyen planı daha rahat uygulamak anlamına geliyordu. Siyonist faşistler bu hesapları yapmış ve gitmenin işlerine geldiğine karar vermişlerdir.
Ancak sürecin bütün olgularında olduğu gibi, ortaya çıkan sonuçlar tek yönlü ve yalın değil. Bir çok boyut taşıyor. Gazze’deki Şaron şovun bir yüzü belki onun kazançlı çıkma hesaplarıdır. Ancak başka boyutları da var. Bunlardan biri, İsrail’in tarihinde ikinci kez toprak vermek zorunda kalmasıdır. İlki yine direniş sonucu olmuştu. Lübnan’ın güneyinden geri çekilmek zorunda kaldılar. Direniş siyonistleri söküp atıyor. İkincisi, büyük İsrail paradigmasının, hayalinin tuzla buz olmaya başlamasıdır.

Emperyalizm ve TC İlişkisi; Tam Bağımlılık, Politikasızlık ve İçe Dönme...
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) karşısında hem çaresiz, hem de şaşkın ve özellikle Kürt sorunu ve “ılımlı islam” söylemi bağlamında tereddütlü olan Türkiye oligarşisi parçalı, dengesiz karşılıklar üretmeye devam ediyor. “Politikasız olmak” oligarşi içindeki tüm tarafların yek diğerini suçlamak için kullandığı başlıca söylem... Bu sadece tarafların birbirini suçlamak için uydurdukları boş bir söylem değil, gerçeğin ta kendisini ifade ediyor. Oligarşi içindeki tüm taraflar için geçerli olan tek doğru kendilerine özgü bir politika üretmemektir.
Politika üretmek güç olmakla ya da güç olma iddiası içinde dinamik bir pratiğe sahip olmakla, özgücüne güvenmekle mümkündür. Bunlar politika üretmenin ön koşuludur.
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, başlıca emperyalist aktörler karşısında yerli işbirlikçilerinin irade ve dolayısıyla politika sahibi olması düşünülemez bile... Yerli işbirlikçilerin gücünün ana kaynağı emperyalist efendileridir. 1980 sonrası uygulanan neoliberal politikalar ve dünya kapitalist sistemini düzenleyen politik mekanizmalar tüm yeni-sömürgelerdeki işbirlikçilerin hareket alanını olağanüstü düzeyde daraltmış durumdadır. 1990 sonrası kısa süren kargaşa döneminde kendine alan açmaya çalışan yeni-sömürgelerdeki iktidarlar ise kısa sürede yola getirilmiş, eskisinden daha sıkı bir denetim altına alınmış durumdadır.
Emperyalist efendiler, özellikle ABD emperyalizmi tüm dünya çapında geliştirdiği egemenlik stratejilerini üretirken ve uygulamaya sokarken artık yeni-sömürgelerdeki işbirlikçilerin görüş ve yaklaşımlarını daha az dikkate alıyor. Yeni-sömürgelerdeki egemenlik stratejisi içinde işe yaramaz hale gelen unsurları geçmişteki hizmetleri ne olursa olsun, yaratacağı sonuçları da fazla dikkate almadan kaldırıp atıyor. Zücaciye dükkanına girmiş bir fil gibi davranıyor. İşbirlikçilerin “hassasiyet”lerini önemsemiyor. Kuşkusuz, bu keyfi bir tutumdan da kaynaklanmıyor. Emperyalist kapitalist sistemin işleyişini belirleyen mekanizmalar buna olanak sağlıyor. Öyle ki, 70 milyonluk orta düzeyde kapitalist bir ülke olan Türkiye’de derin bir ekonomik çöküş yaratmak için IMF yada emperyalist finans tekellerinin 5-10 milyar doları bir anda çekmesi yeterli oluyor. Yani, yeni-sömürgelerdeki yapıyı bir anda alt-üst etmek onlar için gülünç ölçülerde basit hale gelmiştir. Yeni-sömürgelerde emperyalizme karşı bu denli dayanıksız yapılar oluşturulmuş durumda. Özellikle ABD’deki yeni-sağcı egemen kanat bu tutumu sınırsızca geliştirme eğilimi içinde...
Türkiye oligarşisi ABD emperyalizminin politikaları dışında başka bir seçeneğe sahip değildir. Böyle bir arayışı da yoktur. Zaman zaman kimi general eskileri tarafından ifade edildiğinde sanki daha bir önem kazanıyormuş gibi görünen “çaresiz değiliz, AB olmazsa, ABD olmazsa İran var, Rusya var, Avrasya seçeneği var” söylemi boş bir palavradan başka birşey değildir. Türkiye oligarşisinin kurmuş olduğu egemenlik sistemi ekonomik, sosyal, siyasal, askeri, kültürel vd. her alanda kesin biçimde başta ABD emperyalizmi olmak üzere Batı emperyalizminin ürünüdür ve onun denetimi altındadır. Bu nedenle, Türkiye’deki yerli işbirlikçilerin başka bir arayışı olamaz...
Ancak, 1990 sonrasında Türkiye oligarşisi çok yönlü basınçların etkisi altındadır. 1990 sonrasında oluşan yeni dünya tablosu içinde yerini aramaktadır. Bu arayış kimi zaman, “Adriyatikten Çin’e Türk dünyasında öncü olmak” söylemlerinin oligarşinin sözcüleri tarafından ifade edilmiş olması nedeniyle abartılmıştır. Elbette, böyle özlemler olabilir ve ardır. Ancak bunlar sadece “özlem”dir. Ancak bunlar adeta Türkiye oligarşisinin sistem içindeki konumunu değiştirebilecek bir arayış gibi de algılanmış yada öyle yansıtılmaya çalışılmıştır. Yeni-sömürge TC’nin bunu yapacak gücü yoktur ve olamaz da. ABD’nin, AB’nin, Çin’in, Japonya’nın vb.’lerinin arayışları içinde Türkiye oligarşisinin bu tür abartılı özlemlerinin sözü bile edilmeye değmez. Kaldı ki, o dönem büyük bir devrimci yükseliş yaşayan Kürt ulusal hareketi ve toparlama sürecindeki Türkiye devrimci hareketinin konumu düşünüldüğünde bu zaten olanaksızdı.
2000’lerin dünyasında oligarşi için bu düşlere hiç yer yoktur ve oligarşi bunun farkındadır. Bağımsız demiyoruz, çünkü hiç olamaz ama kısmen özerk davranma imkanları dahi oldukça sınırlanmıştır. BOP, Türkiye oligarşisinin cenderesi haline geliyor. Bir yandan, bu projeye mümkün olduğunca daha fazla angaje olarak kendine Ortadoğu alanında yer açma çabası var, diğer yandan bu projeyle derin tarihsel korkuların adeta alevlenmesi söz konusu.
BOP, Türkiye oligarşisi açısından özellikle Tayyip’in Haziran’daki ABD gezisinde iman tazelemesinin ardından giderek daha fazla pratikleşiyor. Irak’a ilişkin zaten zayıf olan itiraz kayıtlarının hemen hemen tümü kaldırılmış durumda. Hatta biraz ileri gidilerek, resmi söylemlerde Iraklı direnişçilerin “terörist” ilan edilmesine daha fazla rastlanıyor. AB ile ilişkilere rağmen, her fırsatta ana stratejik ortağın ABD olduğu vurgulanıyor.
Tayyip’in gezisinin ardından TC’nin BOP bağlamında daha da aktifleşmesi, BOP’a zemin hazırlamaya dönük bütün uluslararası girişimlerin başlıca aktörü olması durumu apaçık ortaya koyuyor. Genelkurmay artık her ay neredeyse askeri bir disiplin içinde ABD ile her konuda anlaştıklarını ilan ediyor, biat gösterisi yapıyor.
BOP’un pratikleşmesi doğal olarak siyonist İsrail ile ilişkilerin de ciddi biçimde aktifleşmesi anlamına geliyor. Son olarak İsrail ile Pakistan arasındaki ilk resmi ve açık görüşmelere Türkiye’nin arabuluculuk yaptığının ilan edilmesi ve iki devletin dışişleri bakanlarının Eylül ayı başında Türkiye’de buluşarak görüşmesi bunun en somut gösterisidir. Hatta daha ileri gidilerek, Arap ülkelerindeki Türkiye elçiliklerinde İsrail için yer açılması planları yapılıyor. İsrail ile diplomatik ilişki kuracak Arap devletlerinde İsrail’e ait resmi binaların halkta büyük bir öfkeye neden olacağı hesap edilerek, bu diplomatik birimlerin Türkiye elçilikleri içinde kurularak gizlenmesi hedefleniyor. TC, açıkça siyonist İsrail’in basit bir aleti, kamuflaj malzemesi haline getiriliyor. BOP coğrafyasında İsrail ile müslüman ülkeler arasındaki ilişkilerin Türkiye eliyle iyileştirilmesi ve düzeltilmesinin hedeflendiği böylece açığa çıkıyor.
Türkiye oligarşisi verilen role razıdır. Başkaca şansı olmaması işin bir yanıdır, ama daha da ötesinde o denli emperyalizmle kendi kaderini özdeşleştirmiştir ki, bir arayış çabası aklından bile geçmemektedir, geçemez. Fakat aynı zamanda sıkıntılıdır. Sıkıntının kaynağı Kürt sorunu ve “ılımlı islam” modeli denilen Ortadoğu ülkelerinin Amerikancı hegemonyaya uyum sağlamış islamcı yönetimlerle yönetilmesi projesine Türkiye’nin örnek gösterilmesidir. Ilımlı islam söylemine itiraz esas olarak bugün Türkiye oligarşisinin hakim kesimlerinden gelmektedir. Genelkurmay, TÜSİAD vb’leri.... Bu itirazların dozu giderek azalsa da sürmektedir. Genelkurmay artık ABD’nin bu söylemi dile getirmesine karşı itirazını açıktan ifade etmekten vazgeçmiştir, daha doğrusu vazgeçirtilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Türkiye oligarşisinin emperyalizm karşısında mızıldanmanın ötesine bir politika düzeyi yaratmasının koşulları yoktur. Politikasızdır. Fakat içte buna karşı direncini sürdürmektedir. ABD ile açıktan karşı karşıya gelme görüntüsünün yararlı olmadığı, hatta ABD’nin şimşeklerini üzerine çektiği görüldüğünden, onunla değil, bu politikanın ülke içindeki uzantılarına, bu politikayı somutlayan adımlara karşı bir direnç geliştirilmektedir. Son iki ayın gelişmeleri “ılımlı islam” meselesinin böyle bir mecraya girdiğini gösteriyor.
BOP bağlamında en korkutucu sorun ise Kürt sorununun aldığı boyutlar olarak görülmektedir. Bu noktada, TC’nin ABD nezdinde yapacağı pek birşey kalmadığı açığa çıkıyor. Bu konuda, ABD’ye dönük olarak yapılan “Güney Kürdistan’da Kongra-Gel’e ABD’nin operasyon yapması yada TC’nin sınır dışı operasyon yapması” yönündeki tazyikler giderek söylem düzeyinde bile cılızlaşmıştır. Irak’ta Kürtlerin işbirlikçi yeni devlet yapılanması içinde güçlü bir pozisyon kazanmalarını engelleme girişimleri başarısız kalmıştır. Türkiye oligarşisi bu konuda da, ABD emperyalizmi karşısında politika üretme şansı olmadığını, mızıldanmak ve tekrar içe dönmek zorunda olduğunu görmüştür. Son iki aydır artık ABD karşısında buna uygun bir pozisyon belirleniyor. Artık tekel medyası “sınır ötesi harekattan”, “ABD’nin neden Kongra-Gel’e saldırmadığından” vb. çok az söz ediyor.
Bu noktada içe dönüyorlar ve azgın bir faşist söylem temelinde yeniden saldırıya geçiyorlar. Son bir aydır Kürt yurtseverlerine dönük olarak tüm Türkiye çapında geliştirilen saldırı ve provokasyonlara biraz da emperyalistlerle ilişkilerde ve özelde bölge çapındaki sorunlarda yaşanan çaresizliğin, politikasızlığın, geriye düşüşün içteki hamleler yoluyla dengelenmesi çabası olarak bakabiliriz. Bu noktada, genelkurmay en aktif aktör konumunda. Kürtleri baskıyla, dayatmalarla, ama daha da önemlisi siyasal ve toplumsal olarak Türklerden ayrıştırarak ve marjinalleştirerek sınırlamayı hedefliyorlar. Toplumsal bir güç, meşru bir topluluk olmaktan çıkarılmış, açıktan ikincilleştirilmiş bir Kürt halkının, Güney Kürdistan’daki Kürtlerle bütünleşme potansiyelinin de zayıflayacağını, uzun vadede çürüme sürecinin ivme kazanacağının düşünüyorlar. Daha da ötesi, TC’nin süreklilik arz eden krizli sisteminin yönetiminde Kürt sorunu bağlamında üretilen çözüm şimdilik budur. Kürt ulusal hareketinin güçlü olduğu dönemde böylesine dışlayıcı ve ayrıştırıcı bir politika neden uygulanmadı da, şimdi uygulanıyor diye sorulabilir. Soru yanıtını da içinde taşıyor. Kürt ulusal hareketinin devrimci bir çizgiye sahip olduğu ve hareketin yükseliş yaşadığı bir dönemde oligarşinin böylesi provokasyonlar yaparak Kürt-Türk ayrışmasına gitmesi, Kürtleri açıktan ikincilleştirici bir tutum izlemesi Kürtlerin ezici bir bölümünün hızla ulusal harekete kaymasını beraberinde getirirdi. Bugün ise Kürt ulusal hareketinde tablo farklı; oligarşi postmodern Kürt ulusal hareketinin ve özelde İmralı iradesinin bu saldırıyı güçlü bir ulusal demokratik çizgiyle karşılayamayacağını biliyor, görüyor. Bu nedenle, yaratılan provokasyonlarla stratejik yönelimden yoksun postmodern ulusal hareketin ve Kuzey Kürtleri’nin Güney Kürtleriyle yakınlaşma eğilimlerini basınç altına almaya çalışıyor.
Hesaplar çok, ancak daha şimdiden bu hesaplar “Batman” ve “Nusaybin”deki “Burası Kürdistan, Türkiye Değil” sloganıyla ağır bir darbe almıştır. Dışlama, marjinalleştirme, terörize etme politikası, gösterici Kürt yurtseverlerinin restiyle karşılaşmıştır. Süreç çetindir ve derinleşecektir.
Yıkım saldırısı küçük adımlarla sürüyor. Her hafta birkaç yıkım haberi, bunlara karşı irili ufaklı direnişler gündemi dolduruyor. Öyle görünüyor ki, yıkılması hedeflenen 80-90 bin civarındaki yoksul kondusunun yıkımı yıllara yayılarak sürecek. Bu sürekli bir çatışma ve direniş zemini demektir. Direnişler olmasına karşın, yıkım bölgelerindeki direniş güçleri henüz başlangıç aşamasındaki pozisyonu fazlaca aşamamış durumdalar. Herşeyden önce, tüm yıkım bölgelerini birleştiren bir birlik yok... Yıkımcıları püskürtmüş güçlü direnişler henüz çok fazla değil. Aydos mahallesi direnişi bunu başarmıştı. Güzeltepeliler geçici olarak başarmıştı. Güzeltepeliler bir fark da yarattılar. Yıkımlara karşı direndikleri, geçici olarak püskürttükleri gibi, ikinci saldırı da yıkım gerçekleştiğinde direnişi de bırakmadılar. Bir ilk olarak yıkımlardan sonra da direnişi sürdürüyorlar. Bunu önemli bir kazanım olarak kaydetmek gerekiyor. Ancak, bu karşı koyuş henüz yıkımcıların iradesinde güçlü bir kırılma yaratacak büyüklükte bir direniş, topyekün bir mücadele yaratılabilmiş değil... Hiç kuşkusuz, böylesi bir direniş zemininin yaratılmasının çok da uzağında durulmuyor. Devrimci sosyalistler ve diğer devrimci ve sol güçlerin direnişe ilgisi giderek artıyor.
Özelleştirme saldırısı boyutlanarak sürmesine karşın, ne sendikalar, ne de diğer toplumsal öznelerden ciddi bir karşı koyuş gelişmiyor. Özelleştirilecek işletmelerdeki işçiler adeta kaderleriyle baş başa kalmış durumdalar. Ne oluyorsa kendi başlarına yapmak zorunda kalıyorlar. Halbuki, sadece sendikaların bile sağlam bir duruş sergilemeleri durumunda tüm Türkiye’de hayatın durması işten bile değildir. Örneğin Tüpraş’ın eylül ayı içinde özelleştirme ihalesi yapıldı. Tüm petrol iş kolunda greve gidilmesi durumunda bile ülkede belli bir atmosfer yaratmaya yetebilir. Telekom da aynı niteliğe sahiptir. Tüm telefon vd. haberleşmenin kesilmesinin sonuçları olağanüstüdür. Hayatın durması, sistemin işlemez hale gelmesi demektir.
Aynı biçimde metal iş kolunda Seydişehir Alüminyum ve Ereğli Demir Çelik’in (ki aynı zamanda İskenderun Demir Çelik’in de sahibidir) durması başta otomotiv, inşaat vb. olmak üzere tüm imalat sanayinin alt-üst olması, oligarşinin göze alamayacağı ciddi hasarların oluşması anlamına gelir. Tüpraş’ın, Petkim’in, Telekom’un, Seydişehir’in ve Ereğli’nin birleşik ve eş zamanlı bir direnişe geçmesi ise Türkiye’nin her açıdan kilitlenmesi demektir. Ancak ne yazık ki, işçi sınıfının Türkiye oligarşisini kilitlemesi yerine, oligarşi sendika bürokrasileri ve kimi açıkça faşist olan sendikalar aracılığıyla işçi sınıfını kilitlemiş durumdadır. Direnişler çoğu kez işçilerin sendika bürokrasilerini alttan zorlamasıyla gerçekleşiyor.

Devrimci Sosyalizm; Her Cephede, Emekçilerle Birlikte, Umut ve Coşkuyla...
Yakın sürecin çelişkileri tüm olumsuz görünümlere karşın, umut verici dinamiklerle doludur.
Katrina’da çaresizlik de bulabilirsiniz, doğanın “devrimci” potansiyelini de... Pek çok deprem, kasırga vb. yıkım felaketinin ardından küçük devrimci odakların müdahalesinin büyük devrimci çıkışlara yol açtığı az görülmemiştir. Biz yıkımı, acıyla görmekle birlikte bu devrimci kıvılcım imkanını da görüyoruz ve asıl geliştirici olanın yüzünü buna dönmek olduğunu düşünüyoruz.
Aynı biçimde, Şaron’un Gazze şovuyla sanki mevzi kazanması söz konusudur. Belki... Onun için böyle bir imkan var. Ancak daha da önemlisi Filistin direnişinin söke söke, öle öldüre siyonist faşistleri söküp atmasıdır Gazze’den. Güney Lübnan’ın ardından Gazze... Sırada tüm Filistin var. Elbette daha ödenecek büyük ve ağır bedeller var. Ama direnişin kazandıran tek yöntem olduğu da netleşiyor. Yüzümüzü buna dönüyoruz. Görülmesi gereken asıl nokta budur. Aynı zamanda, bunun bize yüklediği Filistin devrimiyle dayanışma görevlerine daha güçlü biçimde sarılma görevidir görülmesi gereken.
Kuzey Kürtleri saldırıya uğruyor, oligarşi yarattığı provokasyonlarla Kürtleri toplumsal yaşamın çeperine atmaya çalışıyor, böylece marjinalleştiriyor. Evet 20 milyon Kürdü toplumsal ve siyasal açıdan marjinalleştirmeye çalışıyorlar. Lanetli bir topluluk olarak sunmaya çalışıyorlar. Postmodern Kürt reformist ulusalcılarının çizgisinin de buna elverişli olduğunu düşünüyor oligarşi. Ancak hesap gelip “Batman” duvarına çarpıyor. “Burası Kürdistan, Türkiye Değil”, “Gerilla Vuruyor, Kürdistan’ı Kuruyor” sloganları bu politikanın sınırını çiziyor. Oligarşinin düşmanlaştırıcı, bu anlamda gerçekten “bölücü” politikası karşısında devrimci ulusalcı damar örgütsüz de olsa, sağlam bir iradesi olmasa da, tamamen kendiliğindenci tarzda da olsa kendisini güçlü ifadelerle ortaya koyuyor. Devrimci sosyalistler bunu da görüyor ve asıl önemsenmesi gerekenin bu olduğunu bilince çıkarıyor.
Yıkımlar ve direnişler atbaşı gidiyor. Yıkımların yarattığı trajedi işin bir yanıdır. Ancak gecekonduculuğu aşan, barınma hakkını öne çıkaran bir halk direnişinin mayalanmakta olduğu da işin diğer yanıdır. Devrimci sosyalistler bu direniş imkanına, burada bir devrimci hat yaratılmasını önemsiyorlar ve yoğunlaşıyorlar.
Özelleştirme saldırısı oligarşi içinde pay kapma mücadeleleriyle, it dalaşlarıyla, emekçilere karşı ise adeta bir düğün bayram havasında sürüyor. Düğün bayram havasına neden olan durum işbirlikçi ve bürokratik sendika yapılarının işçi sınıfının gerçek direniş dinamiklerinin açığa çıkmasını engelleyen tutumlarından kaynaklanıyor. Ancak sınıf herşeye karşın direniyor. Bu direnişlere doğru yaklaşılırsa bu direnişlerin özelleştirilen işletmelerin dışına taşması mümkündür. Bunu ancak devrimciler yapabilir. Devrimci sosyalistler bunu görüyor. Bunu asıl yoğunlaşılması gereken nokta olarak ele alıyor...
Devrimci sosyalizm bütün bu tablo karşısında yılgınlık ve yorgunlukla değil, umut ve coşkuyla yürüyor.
Eylül’den Haziran’a kadar süren dönem geniş nüfus kesimlerinin sabitleştiği, günlük yaşamlarının belli bir rutin kazandığı dönemdir. Bu bağlamda yeni bir mücadele döneminin üzerine kurulabildiği bir dönemdir. Eylül bu anlamda başlangıçtır.
Devrimci sosyalizm yukarıda ortaya koyduğumuz ve önümüzdeki aylar boyunca devam edecek bütün bu çelişki noktalarında kendini yeniden inşanın mantığına uygun tarzda güçlü biçimde ifade edecektir. Devrimci sosyalizm bunun için gerekli olan umut, çoşku ve dinamizme sahip bulunuyor. Önümüzde umudu, coşkuyu, dinamizmi, biriktirdiğimiz gücü ve deneyimi yukarıda ortaya koyduğumuz çelişki noktalarıyla doğru ilişkilendirmek ve bunu yeniden inşa hedefiyle birleştirmek görevi durmaktadır.
Bu bağlamda, şövenizme karşı daha güçlü ve emekçileri enternasyonalist düşüncelere çeken faaliyetlerin sistematik olarak örgütlenmesi özel bir önem kazanmaktadır. Bununla birlikte Kuzey Kürt coğrafyasındaki devrimci sosyalistlerin devrimci ulusal damarı büyütmek, onunla buluşmak için daha dinamik bir çalışma örgütlemesi gerektiği açıktır.
Filistin halkıyla dayanışma ve birlikte mücadele, direnişin kazandırıcı olduğunu Filistin örneği üzerinden emekçilere taşımak önümüzdeki sürecin görevleri arasındadır.
Yıkımlar karşısında tüm direniş alanlarına ulaşmak, halk ilişkileri oluşturmak, bu bölgelerde tüm halkı yıkıma karşı halk komiteleri, meclisleri vb.lerinde birleştirmek, tüm direniş bölgelerini ortak bir direniş örgütlülüğü içinde birleştirmek, buna uygun bir örgütlülük düzeyi yaratmak devrimci sosyalistlerin girişmiş olduğu ve daha da büyütmesi gereken başlıca işlerdendir.
Özelleştirme saldırısı karşısında devrimci ve sol güçlerinde etkisiz kaldığı açıktır. Ancak bu tablo kabul edilemez bir tablodur. Direnen işçilerin her yerde sesi olmak önemlidir. SEKA direnişi bu noktada öğreticidir. SEKA sürecinde yaratılan direniş eğilimini bugün daha da büyüterek yaratmak mümkündür. Devrimci sosyalistler bu noktaya yoğunlaşacaklardır.
Liseler ve üniversitelerin açılışı yine yoğun sorunlarla birlikte oluyor. Gençliğin tüm haklarına sahip çıkan bir mücadele tarzının yaratılması devrimci sosyalistlerin önündeki görevdir.
Devrimci sosyalizm bu süreçte, bütün bu çelişki zeminleri üzerinde, yani her cephede mücadeleler yürüterek devrimci alan yapılarını oluşturacaktır. Her cephede devrimci sosyalizmin yapılarını yaratarak ilerleyeceğiz. İşçi sınıfı, liseli gençlik, üniversite gençliği, vb... Elbette çoğu kez örneklerini gördüğümüz içi boş yapılar değil, tabela kurumları değil, önce adını koyalım, altını doldururuz tarzında değil, önce somut olarak yaratarak, bir olgunluğa getirerek oluşan yapılar yaratacağız. Her alanda ilk asgari yapı zeminleri, mücadele süreçleri içinde olgunlaşan devrimci sosyalist birimler, savaşçılar tarafından yaratılacaktır.
Sürecin görevleri büyümektedir. Olanaklar ve kadrolar ise sınırlıdır. Bu paradoksa mahkum değiliz. İdeolojik, politik ve diğer tüm eğitim çalışmalarına hız vermek ve nitelik kazandırmak önümüzdeki sürecin başlıca hedeflerinden olacaktır. Devrimci sosyalizm zayıf ve çürütülmüş toplumsal zeminden gelen devrimci adaylarının mücadele pratiği ile birleşen bir ideolojik, politik eğitimle bu zayıflıkları aşacağını görüyor. Sadece bu değil, iç kültürümüzün, katılımcı, dayanışmacı ve mücadeleci temelde daha da derinlik kazanması gerekiyor. Bunu eğitim süreçleriyle birlikte ele alacağız.
Devrimci sosyalizm, devrimci yenilenme perspektifinin ideolojik bağlamdaki en önemli basamağı olan manifesto ve program çalışmalarını da güncelleştirerek ideolojik teorik alanda büyük bir hamlenin startını vermenin koşullarını olgunlaştırmış bulunuyor ve önümüzdeki dönemde görevi pratik olarak ele alacaktır.
Devrimci ve sol güçlerle dengeli, dayanışmaya, samimiyete dayanan ortak iş üretme süreçleri yaratmanın gerekli olduğunu görüyoruz. Bunun kültürünü iş içinde yaratmanın gerekli olduğunu görüyoruz. Arayış ve yenilenme ihtiyacını sadece biz duymuyoruz, bu ihtiyacı duyanlarla ilişkileri her alanda politik çalışmada, kültürel, sendikal, eğitsel çalışmada, lisede, üniversitede, işyerlerinde, mahallelerde öncelikli olarak ele almalıyız. Devrimci ve sol güçlerle birlikte yenilenme perspektifli her türden tartışmaya, düşünce alışverişine, öğrenmeye, kendi devrimci yenilenme perspektifimizi daha geniş kesimlere anlatmaya dönük çaba harcayacağız. Bu noktada gelişen, gelişecek etkinliklere katkı sunmaya hazırız/hazır olacağız. Ayrıca tüm mücadele süreçlerinde birlikte harekete açık olan tüm devrimci ve sol güçlerle ortak direnişler, mücadeleler geliştirmeyi önemseyeceğiz, adımlar atacağız. Bu noktada, kendi cephemizdeki sınırımız yeniden inşa sürecimizin özgül görevlerinin öncelliğidir. Bunu da özenle gözeteceğiz...
Hiçbir sol güce karşı düşmanca davranmamak ana düsturumuz olmaya devam edecek, bunu özel olarak gözeteceğiz. Belki hepsi ile dost olmak mümkün olmayabilir, bunu başaramayabiliriz. Ancak kesinlikle düşmanlık tutumu içinde olmayacağız. Rekabetçi çekememezlik tutumlarından uzak duracağız. Bize dönük engellemeler karşısında da elbette boyun eğmeyeceğiz. Biz emperyalizm ve oligarşi ile savaşmak için yola çıktık. Kimsenin engellemelerine boyun eğmemiz söz konusu olamaz. Gözümüz oligarşi ve emperyalizmin üzerindedir. Sol içi ilişkilerde bize atılan ya da atılacak çelmeler ve bunlara karşı alacağımız tavırlar asla gözümüzü ana doğrultudan ayırmamalıdır. Tüm tavırlarımız bu temelde kavranmalıdır. Bütün bu noktaları özenle gözeteceğiz.
Devrimci sosyalizm devrimci yenilenme ve atılım azmini, kararlılığını önümüzdeki dönemin pratiğinde de açık biçimde gösterecektir. Önümüzdeki dönemi de kazanacağız ve yenilenme yolunda önemli eşikleri aşacağız!...

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul