Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

33. Sayı - Eylül 2005

E. Yavaş

Bir süredir özellikle İstanbul, gecekondulara yönelik saldırılar ve bu saldırılara karşı direnişlerle çalkalanıyor. Bazı yerlerde devrimciler de sürece dahil oluyorlar, bazı yerlerde ise evleri yıkılan insanlar, kendi yöntemleriyle ve çoğu kez trajik görüntülere yol açan kişisel biçimlerle (intihar girişimleri, vb.) yıkım ekiplerini engellemeye çalışıyorlar.
Bu sayımızdaki başka yazılardan da anlaşılacağı gibi, karşı karşıya olduğumuz şey, büyük ve kapsamlı bir saldırıdır. “Kentsel Dönüşüm Projesi” adı altında ele alındığında bir tür belediyecilik işlemi gibi görünen saldırı, esasen neoliberalizmin diğer saldırılarından (esnek üretim, özelleştirmeler, sosyal hizmet alanlarının tasfiye edilerek talana açılması, vb.) farklı değildir, aynı genel mantığın bir parçasıdır. Her şeyden önce bu saldırı, bir ucu 1980’lerden beri akıp gelen neoliberal politikaların sosyal-kültürel alana olan pervasız düşmanlığıyla ilgilidir. Yani burada yapılan şey, büyük rantlar ve yoksulların kent dışına itilmesi, vb. gibi olguların yanı sıra, emekçi insanların oturmuş yaşamsal ilişkilerinin, daha açık bir deyimle onların hayatlarının darmadağın edilmesidir. Emekçilerin toplumsal yaşamının her alanını ideolojik yollarla da parçalayan oligarşi, aynı şeyi mekansal olarak da yapmakta ve insanların sosyal ilişkilerini de parçalamaktadır. Bu bakımdan da kime anlaşma kime zor dayattıkları, kime ne verdiklerinin ötesinde dağıtmak istedikleri havzaların niteliği önemlidir.
Proje açık: İstanbul’da 85 bin evin yıkılacağını kimse saklamıyor. Ama öte yandan projenin tam olarak hangi bölgeleri, hangi sokakları ve evleri kapsadığı gayet iyi saklanıyor. Son derece sinsi bir biçimde yavaş yavaş, parça parça güç denemeleri yapılıyor, bazen bir sokağa, bazense nisbeten daha büyükçe bir parsele tebligat yapılıyor. Sonra binbir türlü kandırmaca, hukuk dalaveresi, vaatler gündeme geliyor; kitlenin ne kadarı tarafsızlaştırılabilirse o kadarı kenara çekildiğinde fiziki saldırı yöntemine sıra geliyor. Saldırı kaçınılmaz aslında; çünkü bu büyüklükte bir tasfiyeye girişenlerin kandırmalık kadar bile hazırlıkları yok. Mümkün olduğunca zamana yayarak işi götürmek istedikleri anlaşılıyor ama öte yandan asıl büyük operasyon pek parça parça yapılacak gibi görünmüyor. Yaz boyunca yaşanan gelişmeler bize bunu açıkça gösterdi. Ayrıca, yine yaz boyunca yaşananlar, karşı tarafa bu işin o kadar kolay olmayacağını da gösterdi aslında.
Şimdi, yeni bir süreç geliyor artık ve bu süreçte safların da zihinlerin de daha netleşmesi gerekiyor.

Yıkımlara Karşı Mücadele Sınıf Mücadelesinin Bir Alanıdır
Her şeyden önce son derece net olarak söyleyebiliriz: Bugünkü yıkım saldırısı, 60’lı 70’li yıllarda gerçekleşen benzeri saldırılardan farklıdır. Konuyla ilgili diğer yazılarımızda da anlatmaya çalıştığımız gibi, o süreçlerde, sınıfın konut maliyetini sırtından atmak uğruna varoşlara gözünü kapatan ve kentlere yığılan kitlelerin nerede oturduğuna özel bir dikkat göstermeyen burjuvazi, artık bu sorunu gündemine almış, bu büyük rant alanlarının yoksulların elinde olmasını hazmedemez hale gelmiştir. Bu, esasen 1980’lerden itibaren gerçekleştirilen neoliberal restorasyonun bir parçasıdır, onun kent alanları konusundaki uzantısıdır. Dolayısıyla bu saldırıyı, örneğin SSK’nın gaspı, özelleştirmeler, sağlık ve eğitimdeki talan gibi bütün diğer uygulamalardan ayrı bir yere koymak, onlardan daha hafif bir sorunmuş gibi görmek doğru değildir.
Devrimci sosyalizm, bütün diğer alanlarda ne düşünüyor ve nasıl davranıyorsa bu alanda da aynısını düşünmekte ve politikalarını ona göre belirlemektedir. Özelleştirme işçi sınıfını ilgilendiriyor, oysa konduların yıkımı daha karmaşık sınıfsal özellikleri olan bir kitleye yöneliktir diye düşünmek de, politik körlük olduğu kadar, işçi sınıfının yeni katmanları üzerine açık bir bilgisizlik olacaktır. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, yeni sürecin yarattığı yeni işçi sınıfı katmanlarına aittirler ve bu dolayısıyla bu çalışma, anlık amaçları ve talepleri ne olursa olsun tam tamına sınıf çalışmasıdır. Emperyalist kapitalizmin bütünlüklü politikalarının birer parçası olan bütün bu alanlar, emekçiler ve devrimci sosyalizm için topyekün savaş alanıdır. Biri diğerinden ayrılamaz. Esasen hayatın içinde de durum böyledir: Konduları yıkılanlar aynı zamanda sağlık ve eğitim hizmetlerinden dışlananlardır; maaşları ya da çalıştıkları işyerlerinin kaderi IMF’nin iki dudağına bağlı olanlar da onlardır. Pratikte bir gecekonducuyla ne zaman konuşmaya başlasanız, söz asla yalnızca konut sorununda tıkanıp kalmaz; mutlaka işin ucu yoksulluktan işsizliğe, paralı sağlık hizmetlerine, IMF’ye ve hatta çoğu durumda Irak’a kadar gider. Bütün bunları görmezlikten gelmek, sürecin iç bağlantılarını kavramamak anlamına gelir.
Sonuç olarak devrimci kitle çalışması, artık kendisini salt “sınıfçı” bir fabrika pratiği ile sınırlamayacaksa eğer, emekçilerin bütün yaşamlarını kuşatan, onların yaşamlarının bütün alanlarını çalışmasının temeli yapan bir tarzı benimseyecekse, barınma hakkı ve konut sorunu, devrimci hareketin ayağını bastığı mahallelerin en temel sorunu olarak gündemimizdedir. Ve bu anlamda yıkım saldırısı ile bize, işçi sınıfı ve yoksullara savaş ilan edilmiştir! Bu savaş ilanını kabul etmek ve gereğini yapmak, devrimci hareketin görevidir. Hem bu savaşı ilan edenler bakımından, hem de savaşın ilan edildiği taraf bakımından mesele sınıfsal bir zemindedir; dolayısıyla yeni tarihsel sürecin sınıfın yapısında meydana getirdiği değişikliklere gözünü kapatan bir anlayışla soruna yaklaşmak, kesinlikle yanlıştır.
Demek ki, her şeyden önce yıkımlara karşı mücadele bir sınıf mücadelesidir ve böyle ele alınmalıdır.

Barınma Hakkı Talebi Yerel ya da Anlık Değil Programatik Bir Taleptir
Öte yandan, bizim açımızdan emekçi kitlelerin “barınma hakkı”na yönelik talebi, şu ya da bu anın zorunluluğundan ortaya çıkmış, pratikteki bir sorunu geçici olarak karşılamak için uydurulmuş bir kavram değildir. Bu, (şu anda evlerini yitirmek tehlikesi altında olsunlar ya da olmasınlar) emekçi halk kitlelerinin en temel hak ve taleplerinden biridir ve politik açıdan da kesinlikle doğrudur, yerindedir. Devrimci sosyalizm, bu sloganla, konut mülkiyeti, vb. konularındaki bütün gereksiz tartışmaları dışlamakta ve ortaya çok somut bir talep koymaktadır. Bu, hem emekçilere ait bütün sosyal yüklerden kurtulmayı hedefleyen neoliberal politikalara karşı açık bir yanıttır; hem de demokratik halk devriminin somut program maddelerinden birinin net biçimde ifade edilmesidir. Kişisel mülk ya da başka herhangi bir yoldan, emekçilerin insanca ve sağlıklı konutlarda yaşama hakkı vardır; bugünkü barbar kapitalist sistem karşısında bu talep sonuna dek savunulmalıdır ve zaten devrimimizin en temel sorunlarından biri de insanca bir yaşam ve insanca konutlarda barınma sorununun çözülmesidir. “Biz mülkiyete karşıyız” dogmatizmiyle sorunun özünü anlamayan dar yaklaşımlar, bize uzaktır. Çünkü burada sorun, herhangi bir emekçinin başını sokacak iki göz bir eve sahip olması olmaması sorunu değildir; kaldı ki bu, başlı başına kötü bir şey de değildir. Bir yere yerleşip kuşaklar boyunca orada kendi varlıklarını üreten, bir sosyal ilişkiler yumağı yaratan insanlar, netice olarak resmi durum ne olursa olsun, doğal çevreyle kurdukları bir ilişki biçimi anlamında o konutun sahibidirler. Herhangi bir gecekondu direnişi sonrasında emekçiler, böyle bir konuta sahip olurlar ya da olmazlar; her iki durum da mücadelenin öneminden bir şey eksiltmez. Mücadele süreci, Güzeltepe örneğinde olduğu gibi tamamen mülksüz kiracılar üzerinden de yürüyebilir; doğrudan gecekondu sahipleri üzerinden de; biz her iki durumda da emekçilerin “barınma ve insanca yaşama hakkı”nı savunur ve bu talep için savaşırız. Bu, devrimimizin pratik programı ile de çelişki halinde değildir.
Demek ki, biz faydacı bir anlayışla, salt kitlelere hoş görünüp puan kazanmak için bir talep öne sürmüyoruz; aynı zamanda devrimci mücadelemizin hedeflerinden birini de ortaya koymuş oluyoruz.

Barınma Hakkı Talebi Uçuk ya da Aşırı Bir Talep Değildir;
Sağlam Zeminlere Dayanmaktadır

Devrimci sosyalistler, sorun üzerine düşünürken her şeyden önce bugüne kadarki zehirli liberal propagandanın üzerimize püskürttüğü önyargıları, düzen içi düşünme biçimlerini elinin tersiyle itmektedirler. “Barınma Hakkı” sloganı bize göre mevcut kapitalist düzen koşullarında da doğrudur, son derece yerindedir. Mevcut devlet yapılanması, emekçilere insan onuruna yakışır konutlar sağlama ve bir bütün olarak insanca yaşam olanakları yaratma yükümlülüğüne sahiptir. Milyarlarca doları açığa çıkmış ya da çıkmamış hırsızlara savuran, emekçilerden topladığı vergileri tümüyle emperyalist finans kurumlarına ve iç borçlanma yoluyla yerli hırsızlara ayıran devlet, insanlara konut vermek zorundadır. Bu talebi “aşırı” bulmak, son yirmi yıldaki neoliberal ideolojik sızmanın soldaki parçası olmaktır. Bu sızma, insanlara, hatta kendilerine solcuyum diyenlere bile, “bedavacılık”, “beleşçilik” gibi halka hakaret eden kavramları bulaştırmış, emek hırsızlığına gözünü kapatan ama yoksulların dünyasına sözde “ahlakçı”(!) yaklaşan bir aydın türü yaratmıştır. Bunlar, açıkça söylenmeli ki, boş laflardır; ayrıca ahlaken de düşkünlük ifadeleridir. Evet, devlet emekçilere parasız konut sağlamak zorundadır ve tekellere sağladığı kaynakların çok azıyla bile bunu yapabilir, pratik olarak bu mümkündür.
Ayrıca bu, ideolojik bir sorundur. Konut sorununun ya da başka herhangi bir sorunun piyasa dışında bir yolla, devletin merkezi planlaması yoluyla çözülebileceği fikri yalnızca liberal solda değil, son yıllarda yoğun propagandanın etkisi altında şaşkınlaşan emekçi kitlelerde de zayıflamıştır ve sistem tam da bu gedikten sızarak kitleleri zehirlemektedir. Bir anlamda bu, “büyük teoriler bitti” şeklindeki postmodern düşüncenin kent mimarisi alanındaki yansımasıdır. Büyük projeler bitti, büyük mimari atılımlar da bitti! Mantık böyle işlemektedir.
Oysa bu talep, gerçek ve üstelik son derece basit, anlaşılır bir zemine yaslanmaktadır. İnsanca yaşanabilecek bir konutun maliyeti ortadadır. Esasen bizzat kendisi bir hırsızlık düzeni olan kapitalizm koşullarında, bu asıl hırsızlığı bir an için bir kenara koysak bile, sadece yüzeydeki banka hırsızlıklarının ve diğer yolsuzlukların son 20 yıldaki maddi tutarı ortadadır: 200 milyar dolar! Dört işlem yapmasını bilen her emekçi, parmak hesabıyla bile bu iki rakamı yanyana koyup somut bir sonuç çıkarabilir.
Dolayısıyla, emekçi kitleler arasındaki şu malum “devletin bunu yapmaya gücü yeter mi?” sorusu, kolayca yanıtlanabilir bir sorudur. Evet, yapabilir ve yapmak zorundadır. Bugünkü koşullar altında devlet bunu yapar mı sorusu ayrı bir sorudur. Ama talep haklıdır ve en önemlisi bu kuru bir haklılık değildir; son derece açık, aritmetik gerçeğe dayanan bir haklılığı vardır: Şu parayla, şu iş, şu kadar sürede yapılabilir! Yapmamanın ise tek bir gerekçesi vardır: Halk düşmanlığı! Hemen yeri gelmişken belirtelim, aynı sağlam mantık, yaklaşan deprem tehlikesi için de geçerlidir. Kitlelerin deprem konusunda “kadere teslim olmuş” bir noktada duruyor olmasının tek bir nedeni vardır: Bu çaptaki bir işin ancak devlet tarafından yapılabileceğini herkes pekala bilmektedir; ama aynı zamanda herkes, devletin, elindeki kaynakları “başka yerlere” aktardığını da bilmektedir. Devrimimiz, elbette bu kaynakların demokratik ve sosyalist kullanımını gerçekleştirecektir; ama bugün de nasıl meydanlarda “savaşa değil eğitime bütçe” gibi sloganlar atılıyorsa, konut alanında da biz “barınma hakkı” sloganını ortaya atabiliriz ve bu son derece yerinde bir yaklaşım olur. Sonuçta, bütün bu teorik argümanlar bir yana, olguya çok daha basit bir yerden bakabiliriz: Hiçbir emekçi bugün içinde yaşadığı kötü konutları, kötü altyapı koşullarını, vb. vb. kendisi tercih etmiş değildir; düzenin sahipleri, sırtından servet kazandıkları bu insanlara bu konutları ve bu yaşam koşullarını layık görmüşlerdir. Yani insanlar bugün “barınma ve insanca yaşam” talebini öne sürerken, hak ettikleri bir şeyi istemektedirler.
Demek ki, biz kitlelerin önüne ucube, mantıksız talepler koymuyoruz. Ve deneyimlerimizden de bildiğimiz gibi, emekçi insanlar yeterince güçlü bir biçimde açıklandığında bu talebin mantığını kolayca kavrayabilmektedirler.

Barınma Hakkı Talebi Emekçilerin Yaşamına Ait Bir Taleptir,
Onların Kendi Yaşamlarını Savunmasıdır.

Bu çok basit bir nedenden ötürü böyledir: Ev, yalnızca içinde oturulan, insanı yağmurdan, sıcaktan koruyan bir şey değildir. Ev, emekçi açısından bir yaşam mekanıdır, sadece oturulacak bir yer değil, binlerce insani-manevi olgunun yaşandığı, onların tümünün biriktiği bir yerdir. Üstelik yalnızca kendisi değil, çevresiyle birlikte, sosyo-kültürel olarak da böyledir. Belli bir mekana bağlı olmayacak kadar çok paraya ve olanağa sahip olan burjuvanın tersine emekçi, elleriyle inşa edip bakımını yaptığı bir konuta sadece dört duvar olarak bakmaz; o, elindeki tek şeydir ve bütün yaşantısı onun içinde kuruludur. Onu hukuken mülk edinmiş olması-olmaması da önemli değildir. Bugünkü toplumda bir evde 30-40 yıldır kiracı olarak oturan insanlar vardır ve onlar için artık bu, bir anlamda sahipliktir, fiziki olarak cansız varlıklar olan nesnelerle bir ilişki kurmaktır. 30-40 yıl neredeyse 3 kuşaktır ve o üç kuşağın yaşam birikimleri, orada biçimlenmiştir. Bu konutları elleriyle yapan ve onca yıldır bakımını yaparak onu kendisine mekan edinen insanlar, doğal olarak -resmi mülk biçiminde olsun olmasın- onlar üzerinde hak sahibidirler. Hatta burjuva hukukunda bile uzun süreli tasarruf böyle bir hak sahipliğine yol açar.
Sosyalizm-komünizm üzerine tuhaf fantaziler uydurarak bu basit gerçeği görmemek, hayattan kopukluktur. İnsanlar, komünizmde bile, yaşadıkları mekanlarla -hukuki durum ne olursa olsun- şöyle ya da böyle bir ilişki kurarlar. “Herkese ihtiyacı kadar”ın anlamı, bu ihtiyaç ölçüsünde doğayla bir ilişki biçimi olarak nesnelerin tasarrufudur.
Bugünkü toplumda, şu anda yaşadığımız saldırı koşullarında ise mesele çok daha basittir. Düzen güçleri, panzerlerini, gaz bombalarını alıp emekçilerin yaşamlarını ürettikleri, binbir emekle var ettikleri evlerini yıkmaya geliyorlar. Bu o kadar açık bir durumdur ki, tartışılması bile gereksizdir. Bir devrimci sosyalist, Che’nin dediği gibi, dünyanın her köşesinde insanların çektiği acıyı içinde hisseden bir bireydir. Ve o bilmektedir ki, barikatların başında, üç adımlı yerde savunulan şey, dört duvar ya da kapı pencere değil, insanların yaşam alanlarıdır, yaşamlarının ta kendisidir.

Devrimci Bir Halk Hareketi Kitlelerin İçinde
Yaratılabilir ve Yaratılacaktır

Öte yandan, kitle çalışmasının her alanında olduğu gibi bu alanda da devrimci sosyalizm uzun vadeli bir perspektifle, devrimin güncelliğine ilişkin tespitinin ışığında hareket eder. Devrimin güncel ve mümkün olduğu perspektifinden hareketle bir devrim yürüyüşü, bir halk hareketi yaratmak istiyorsanız eğer, bütün bu mücadele alanlarına salt kendi günlük amaçları ile sınırlı bir yerden bakamazsınız. Bir devrim yürüyüşü, her küçük ve günlük mücadeleyi, her ilişkiyi, vb. bu çerçeveden değerlendirir. Bütünlüklü bir devrim hareketi, yürüyüşü boyunca kurduğu bütün ilişkileri, yaptığı bütün çalışmaları, hiçbirini küçük görmeksizin sınıflandırır, belli bir düzene koyar ve her aşamada devrimin hizmetine koşar.
Dolayısıyla, devrimci sosyalizm, yıkımlara karşı mücadeleyi de salt kendi günlük amaçlarıyla sınırlı olarak ele almaz. Yerel ya da genel mücadelenin sonucunda ortaya nasıl bir tablo çıkarsa çıksın, geriye her zaman devrimci ilişkiler kalacak ve bunlar geleceğe taşınacaktır. Bu noktada, gecekondu mücadelelerinin sonucunda “konut sorunu çözülen insanların devrimcilere sırtlarını döndükleri” şeklindeki şu çok yaygın iddia, hiç lafı uzatmadan tek bir cümleyle yanıtlanabilir: Emekçilerin sırtını dönmeyeceği bir devrimci örgüt yaratın! Emekçilerle devrimci örgütler arasındaki mesafenin açılmaması için çok basit bir şey yapın: Onları binbir türlü darkafalılık ve ilkellikle canından bezdirmeyin! Ve gerçekten, onların önüne güven verici bir devrimci örgüt koyun! Yoksa, bu mesafenin açılmasını yalnızca “mülk sahipliği” ile açıklamak hem yetersizdir, hem de daha derindeki sorunların üzerini örtmektedir. Devrimci örgüt, emekçilerle bir biçimde temas ettiği her pratik süreçte, grev olsun, yıkım olsun, somut ve canlı ilişkiler kurar. Bu ilişkilerin kalıcı olup olmayacağı ise tamemen devrimci örgütün perspektifine ve bütünlüklü tarzına bağlıdır. Zaman zaman toplumsal-siyasal süreçte yaşanan çok ağır kırılmalara bağlı olarak bu ilişkiler de erezyona uğrayabilir; ama bu durum taleplerimiz ve mücadelemiz açısından bir sorun değildir. Kaldı ki, düpedüz kör olmayan herkes, bütün kırılmalara karşın bugün bile hâlâ devrimci güçlerin ayağını bastığı birçok mahallenin geçmişte yürütülen gecekondu mücadelesi tarafından yaratıldığını kolayca görür.
Ayrıca, şu da çok önemlidir: “ilişki”den kasıt, yalnızca birebir devrimci ilişkiler değildir. Meseleye daha geniş bir açıdan bakılırsa, sistemin insan ilişkilerini paramparça ettiği ve çürüttüğü bir süreçte, emekçilerin bir araya gelip birlikte direndikleri, aralarındaki dayanışma ilişkilerini yeniden ürettikleri her durum, esas olarak olumlu-pozitif bir olgudur, devrimci ilişkilerin potansiyel zeminlerine denk düşer ve salt bu kadarı bile son derece önemlidir.
Demek ki, biz sürece yalnızca anlık bir çerçeveden bakmıyoruz; bütün diğer kitle çalışması alanlarında olduğu gibi yıkımlara karşı mücadele sürecinde de, devrim yürüyüşümüzün bütünlüklü yapısını, geleceğini gözetiyoruz.

Devrimci Bir Halk Hareketi Yaratmak
Dar Zeminler Üzerinde Yapılabilecek Bir İş Değildir

Ve kuşkusuz bütün bunları yaparken, reformist-liberal kirlenmeden olduğu kadar tepeden inmeci aydın bakışından da kurtulmalıyız. Çeşitli yazılarımızda defalarca söylediğimiz gibi, devrimci sosyalizm, solun kendine dönük gündemlerini aşmak, belli nüfus grupları üzerinden yapılan devrimci çalışmayı milyonlarca emekçiye ulaşabilecek biçimde genişletmek kararlılığındadır. Elbette bu arada, Pentagon mamulü şu bilinen laikçi düşünceleri olduğu kadar “rafine komünist” söylemleri de bir kenara koyuyoruz. Devrimci çalışma yaptığımız insanlar, ister gecekonduda, ister fabrikada olsunlar, dinsel inançları, şu andaki siyasal eğilimleri, oy verdikleri partiler, vb. açısından bizim hoşumuza giden pozisyonlarda durmak zorunda değillerdir. Biz onları şu anda nasıllarsa öyle buluruz ve işe girişiriz, dönüştürürüz. SEKA işçisi dinci, Seydişehir’de Türk bayrakları var, gecekonducular şöyle, vs. vs... Devrimci kitle çalışması, böyle dar düşünme biçimleri üzerinden yürüyemez. Devrimci bir halk hareketi bugün şu ya da bu noktada duran milyonlarca insanın mücadele sürecinde dönüşmesiyle oluşacak bir büyük nehirdir. Bu nehir, burun kıvırmalarla, aydın mızmızlıklarıyla yaratılamaz. Kemalizme bulaşık yarı-aydın tavırlarıyla insanların giyimlerine kuşamlarına bakıp, insanların devrimcilerle tanıştıkları ilk andaki düşünsel darlıklarına bakıp yemek seçer gibi insan seçmek, hayattan kopukluktan başka bir şey değildir. Türkiye gerçekliği budur. Biz buradayız, bu topraklardayız; bu toprakların insanı son yirmi yılda büyük kırılmaların içinden geçip gelmiş, devrimci hareketin zayıfladığı koşullarda binbir türlü melanete umut bağlayarak hayatını sürdürmüştür. Bütün bu süreç boyunca emekçilerin hayatına müdahale edemeyenlerin, bu müdahalenin yolunu bulamayanların şimdi ortaya çıkan sonuçlardan yakınma hakları yoktur.
Ayrıca bu, yalnızca dinsel alanda ya da milliyetçilik, vb. alanında böyle değildir; emekçilerin dünyasını çürüten bir çamur tabakası da her adımda önümüze çıkmakta, televolelerden bütün diğer kitle-kültürü biçimlerine, çürüme örneklerine kadar tümü, temas ettiğimiz her emekçi insanda yüzümüze tokat gibi çarpmaktadır. Ama biz bunlara rağmen ve kuşkusuz bunlarla uzlaşmadan, ortaya kendi dönüştürücü irademizi koyarak yürüyoruz, yürüyeceğiz.
Demek ki, devrimci sosyalizm açısından yıkımlara karşı mücadele süreci, aynı zamanda solun bilinen kitle zeminlerinin dışındaki güçlere de ulaşma, onlarla “halkın gerçek gündemi” diye tanımladığımız gerçek sorunlar üzerinden ilişki kurma sürecidir.

Devrimci Bir Halk Hareketini Kitlelerden Öğrenerek Kurabiliriz
İşin daha pratik boyutuna gelirsek, yıkımlara karşı mücadele, devrimci sosyalistlerin en ciddi eğitim alanlarından biridir ve önümüzdeki süreçte bu niteliği daha da fazla öne çıkacaktır. Artık yaşadığımız pratikten biliyoruz ki, bu mücadele alanı sanıldığından daha karmaşık, hazır formüllere daha az uyan bir alandır, bugünkü düzenin kültürü içinden gelmiş türlü-çeşitli insanlarla birlikte olduğumuz bir zemindir ve biz her adımda yeni bir şeyler öğrenerek, insan ilişkilerimizde daha ustalaşarak yürümekteyiz. Hayat önümüze her gün daha değişik sorunlar çıkarıyor ve biz onları çözmeye çalıştıkça bir şeyler öğreniyoruz. Hazır reçeteler yok. Örgütlenmeye hazır, mücadele etmekte kesinlikle kararlı ve sabit topluluklar da yok. Her aşaması için yoğun emek harcamak zorunda olduğumuz bir alanla karşı karşıyayız ve ancak bu emek sürecinden başka direnişler için dersler ve az çok belli kurallar çıkarabiliyoruz. Bunlar bile her durum için geçerli olmayabiliyor; çünkü gecekondu gerçeğinde karşılaştığımız şey, örneğin aynı işyerinde çalışan yüz kişinin az çok birbirine benzer tepkileri ve ruh hali gibi değildir; daha renkli, daha kozmopolit bir topluluk var önümüzde ve bu bakımdan doğal olarak her direniş bölgesi eski deneyimlerimizin yeniden biçimlendiği bir alan olmaktadır.
Bugüne kadarki deneyimlerimizi ise kısaca şöyle özetlemek mümkündür.

A) Konuyu bilmek ve soruna hakim olmak...
Bütün devrimci çalışma biçimlerinde olduğu gibi bu alanda da üzerinde çalışılan toplumsal zemini iyi tanımak, insan yapısı üzerine titiz bir bilgilenme çabası göstermek, insanların politik-dinsel eğilimlerinden kültürel yapılarına kadar her türlü özelliklerini bilmek son derece önemlidir. Ancak bu da yetmez; ayrıca gecekondu gerçeğini, karşı tarafın planlarını, bu planların yasal çerçevesini ve uygulama tasarımlarını bilmek, hem kestirimlerde bulunmak hem de kitlenin bilincini oluşturmak açısından gereklidir. Bir yandan yeni-sömürge Türkiye’nin kentleşme sorunu ve tarihi üzerine genel bilgilere sahip olmak, diğer yandan “Kentsel Dönüşüm Projesi”ni kavramak; aynı biçimde “barınma hakkı” talebinin dayandığı zeminleri doğru tarif etmek, vb. bütün bunlar yıkımlara karşı mücadelenin cephaneliğinde taşlar ve barikatlar kadar önem taşımaktadır. Bu konulardaki bilgi eksikliklerimizi hızla tamamlayıp bunlarla kendi yaşadığımız direniş deneylerini harmanlamak zorundayız.

B) Meşru zeminleri yitirmemek, bütün yasal-hukuki yolları tüketerek yürümek...
Konuya hakim olmak işte tam da bu bakımdan önemlidir... Mevcut yasalar çerçevesini bilmek, bu yasalar ve planların neyi hedeflediğini, buna karşın emekçilerin hangi dayanak noktalarına ve haklara sahip olduğunu araştırmak ve en son militan eylemlere gelene kadar bütün bu yolları denemek, kitlenin bu yöntemlere ikna olmasını sağlamak bakımından önemlidir. Dar ve kaba bir “militanlık” gösterisi yapabilmek için bu süreci keyfi olarak kısa kesmek, kitleyi henüz yeterince içine sindiremediği bir direniş hattına yönlendirmek hem doğru değildir, hem de zaten mümkün değildir.

C) Devletin, belediyenin zihin bulandırıcı rüşvetlerine karşı doğru hamleler yapmak, bu konuda bir bilinç yaratmak...
Esasen yıkımlara karşı mücadele bir anlamda yeni süreçte kitlelerin üzerine püskürtülen bireycilik ideolojisine karşı da mücadeledir. Burada yapılan şey, parçalanmaya karşı bütünleşmenin, bireysel kurtuluşa karşı toplumsal hareketin, yabancılaşmaya karşı dayanışmanın inşasıdır. Sürekli olarak kitle ile birlikte olmak, sürecin her aşamasında düşmanın direniş güçlerini parçalamayı amaçlayan rüşvetlerini, tekliflerini doğru biçimde yanıtlamak, direnişçi kitlenin bütünlüğünü korumak, bütün bunların tümü kesintisiz bir uyanıklığı ve büyük bir emek harcamasını gerektirmektedir. Devrimci sosyalist, emekçilere nutuk atmak ve onları birliğe davet etmekle görevli bir vaiz değildir; o, hiç durmaksızın somut durumu, karşı hamleleri izlemek, kitleyle bunları tartışmak ve bölücü girişimlere karşı emekçi dayanışmasını sürekli olarak canlı tutmakla yükümlüdür.

D) Halkın yıkımlara karşı kendi öz örgütlerini, komitelerini oluşturmasını sağlamak...
Emekçilerin gücü onların mümkün olduğunca tümünü direniş etrafında toplanmaları durumunda ortaya çıkabilir. Bu noktada, devrimci sosyalistlerin ve diğer devrimci ve sol yapıların örgütlülükleri önemli olmasına karşın, direnişin yalnızca bu kesimlerin ve etraflarındaki emekçilerin gücüyle yürütülmesi yeterli gücü yaratamayabilir. Bu noktada doğru tutum tüm emekçilere açık, bir direniş programı ortaya koyan halk örgütlenmelerinin (ismi halk meclisi, komitesi, komisyonu veya başka birşey olabilir) yaratılmasıdır. Halk örgütlülükleri faşist partilerin siyasi temsiline kapalı olmalıdır. Bunun dışında tüm halka açık olmalıdır. Kendi yürütmesini/yönetim komitesini seçerek pratik adımları geliştirmelidir.
Bu bağlamda, tüm kitleyi mümkün olduğunca tek bir direniş inisiyatifine bağlamak ve güven verici bir odak yaratmak esas olmalıdır. Bu yerel düzeyde olduğu kadarıyla, tüm yıkım bölgelerindeki direnişlerin birleştirilmesi bağlamında da böyledir. Tek tek yıkım bölgelerindeki saldırılar ve bunlara karşı gelişen direnişler ancak tüm yıkım bölgelerindeki direniş güçlerinin ortak hareket etmesiyle, bir yıkıma karşı tüm bölgelerden ses verilmesiyle güçlü bir karşılık bulabilir. Bu bağlamda, tüm yıkım bölgelerindeki halk örgütlenmelerini ortak bir örgütlülükte birleştirmek sürecin temel görevlerinden biri olarak ele alınmalıdır.
Öte yandan, halk örgütlenmelerinin doğru bir rotada yürümesi tüm devrimcilerin müdahalesine bağlıdır. Direniş alanlarındaki inisiyatif çatışmalarını sona erdirmek ve mümkün olduğunca birleşik güçlerle halkın karşısına çıkmak yolunda bir çaba harcamak da devrimci sosyalistlerin süreçten çıkardıkları görevlerden biridir. Zaten kendileri sınıfsal ve kültürel, vb. açılardan çok parçalı olan bu kesimle ilişkilerde olabildiğince bütünlüklü bir tablo çizmek, bütün devrimci yapılarla ortaklıklar yaratmak, kimi zaman hayati öneme sahip bir sorun haline gelmektedir. Devrimci sosyalizm, bu konuda da elinden geleni yapmaya kuşkusuz devam edecektir.

E) Somut ve net bir programı tüm direnişin ortak programı haline getirmek...
Parça parça söylemler ve talepler üzerinden direnişin toparlayıcı olması mümkün değildir. Yapılması gereken tüm bölgelerdeki direniş güçlerini ortak talepler etrafında birleştirmektir. Büyük halk örgütlenmelerinin ortaya çıkarılması ancak bu yoldan mümkündür.
Bu noktada; gecekonduları savunma çizgisi kesin biçimde ret edilmelidir. Öne çıkarılması gereken söylem barınma hakkıdır, bu hak tüm emekçiler için vazgeçilmez temel haklardan biridir ve bunu sağlamakla yükümlü olan devlettir.
Diğer tüm talepler bu temel talep üzerine oturmalıdır.
Bu noktada
1- İhtiyacı olan herkese sağlıklı, doğayla barışık, insanca yaşama uygun ücretsiz konut sağlanmalıdır. Son 20 yılda hortumculara 200 milyar doların üzerinde para hortumlatan, borç faizi olarak 1 trilyon doların üzerinde parayı yerli ve yabancı faizcilere aktaran devlet emekçilere de insanca konut sağlayabilir/sağlamalıdır.
2- Gecekondular emekçilerin tercihi değil, zorunlu kaldıkları barınma ortamlarıdır. Gecekonduları değil, barınma hakkımızı savunuyoruz. Bu noktada, kiracı ve ev sahiplerine insanca yaşanır konut, işyeri sahiplerine ve kiracılarına eşdeğer işyerleri sağlanmadan gecekondular yıkılamaz. Bu tarz yıkımlar emekçilerin varlığına saldırıdır. Bunlara karşı direnmek meşrudur.
Bu iki talep sürecin temel söylemi haline gelmelidir. Hiç kuşkusuz mücadelede kimi geri çekilmeler olabilir, kimi zaman pek çok nedenden ötürü esneklikler gösterilebilir. Ancak sürecin ana ekseni bu talepler olmalıdır.
Bu talepler aynı zamanda gecekondu sorununu da aşan, tüm emekçilerin ortak bir talebi olan konut talebini dile getiren taleplerdir. Bu talepler yoluyla gecekondulu emekçiler ile geri kalan tüm emekçileri birleştirmek de mümkün olacaktır.

F) Halkla birlikte yürümek, her adımı onlarla birlikte olgunlaştırarak atmak…
Sürecin önüne çıkan her sorunu halkla birlikte açıkça tartışmak, onlarla birlikte kararlar alarak uygulamak yıkımlara karşı mücadelenin belki de en önemli noktasıdır. Yıkımlara karşı mücadele, bizim devrimci fantazilerimizi halka dayattığımız bir keyfi süreç değildir. Halk kitlesiyle, onların iradesine dayanarak yapılan bir şeydir ve böyle bir mücadelede saatler-günler süren kitle toplantıları yapmak, herkesi son cümlesine kadar dinlemek ve herkesin söylediğine değer vermek değişmez bir kuraldır. Bu konuda sabırsızlık göstermek ya da yanlış bulduğumuz düşüncelerden bir an önce kurtulup “işe koyulmak” kesinlikle işe yaramayacaktır. Biz bir atımlık barut olsun, derginin bir sayısına kapak olsun diye değil, kalıcı kitle ilişkileri ve giderek kalıcı bir halk hareketi yaratmak için çalışıyoruz.
Bunun için sadece direnişe ilişkin kararları kitleyle birlikte tartışarak almak yetmez; ayrıca biz onların bütün yaşantılarının bir parçası olmak zorundayız. Yani, yıkım sorununun dışında da (çocukların eğitiminden kadınların sağlığına dek) bütün alanlarda insani ilişkiler geliştirmek, onların yaşantısının bir parçası haline gelmek, direniş mekanlarını aynı zamanda sosyal-kültürel bir alan haline getirmek, vb. vb. bütün bunlar devrimci sosyalistlerin bir an bile ara vermeksizin yürüteceği çalışmalardır. Kimse tepeden inme emirlerle ya da basit birkaç günlük yardımla bir direnişin yönlendirici gücü haline gelemez. Bu, hiç ara verilmeksizin gösterilecek bir performansa bağlıdır.

G) Militan bir direniş örmek, gerektiğinde en militan yöntem ve araçları kullanmak ama bunu yaparken kitleden kopmamak, onları sürece katmak...
Ancak böyle yapıldığında militan direniş biçimlerine sıra gelince kitleden kopmamak mümkündür. Militan direniş biçimlerine hazırlanmak ertelenemez ve ihmal edilemez bir görevdir; elbette devrimci sosyalistler bu hazırlığı çok önceden, henüz fırtına kopmadan yapmalıdırlar. Ama pratik uygulamaya sıra geldiğinde, kitlenin ruh halinin buna hazırlanmış olması, özellikle medyatik demagojilerin boşa çıkarılması açısından son derece önemlidir. Militanlık, kendinden menkul bir heves değildir; kitle tarafından onaylanan, en azından benimsenen ve savunulan noktada olmalıyız ve bu da kitle çalışmasının bütün diğer ayaklarının iyi örülmesine bağlıdır.

I) Gecekondu sorununu işçi sınıfının diğer kesimlerinin de sorunu yapmak için çaba göstermek...
Neoliberal saldırganlığın çeşitli görünümleri olan alanların birbirine bağlanması, IMF haydutlukları ile özelleştirme saldırısını ve gecekondu yıkımlarını birbirine bağlamak, günümüzün başka bir görevidir. İşçi sınıfının diğer katmanları ve emekten yana güçlerin bütünü arasında konuya ilişkin bir duyarlılık ve ilgi yaratmak, karşılıklı bir dayanışma ilişkisi kurmak, mümkün olan her durumda denenmelidir. Pratikte, yapılabiliyorsa eğer sendikalara ziyaretlerden belli yerlerdeki işçi direnişlerine gidişlere kadar her çaba gösterilmeli, aynı biçimde direnişçi işçiler ve sendikalar da yıkım bölgelerine davet edilmelidir.

İ) Savaşı burjuvazinin mekan ve alanlarına taşımak için yollar ve eylem biçimleri bulmak...
Kitlenin ruh halini de hesaplayarak ve bu ruh halini de dönüştürerek sorunu başka yerlere, burjuvazinin mekanlarına taşıyacak yollar bulmak, mücadelenin ihmal edilmemesi gereken görevlerinden biridir. Gecekondu gerçeği, mümkün olan her durumda şımarık burjuvazinin suratına çarpılmalı, insanların evleri yıkılırken onların keyifli bir hayat sürmelerine izin verilmemelidir. Bu anlamda sadece belediye binalarının önünde yapılan basın açıklamaları yetersizdir. Böylece sorun neredeyse belediyelik bir sorun gibi algılanmakta ve kaymak tabaka sorunu hiç üzerine alınmamaktadır. Bu çerçeve kırılmalı ve iş merkezlerinden eğlence mekanlarına ve görgüsüz düğünlere dek her burjuva mekan konducuların “toplu ziyaret” gerçekleştirebileceği yerler olarak düşünülmelidir.

J) Basın ve medya ile iyi ilişkiler kurmak...
Basınla ilişkiler için özel ve düzenli bir işleyiş yaratmak ve bu ilişkiyi sürdürmek önemlidir. Burjuva basının gecekondu sorununa karşı takındığı son derece alçakça tavır bilindiği halde bu ilişkilerden kaçınılmamalı ama gerektiği yerde protesto tutumu almaktan da çekinilmemelidir. Ve kuşkusuz normal basın ilişkilerinin dışında, “haberi onların ayağına götüren” fiili ziyaret biçimleri örgütlemek gereklidir.

Sonuç Olarak
Gecekondu yıkımlarına karşı direniş, çok yönlü görevleri ve yoğun bir emeği barındıran özgün bir alan olarak karşımızdadır. Devrimci sosyalizm, her adımda yeni öğrendikleriyle, sürecin dersleriyle kendi dağarcığını zenginleştirmekte, insan ilişkilerinden militan araçların kullanımına ve taktik planlamalara kadar her konuda kendisini yetkinleştirmektedir. Her türden kitle çalışmasında olduğu gibi bu alanda da geçici yenilgilerin, zigzagların mümkün olduğunu hiç unutmadan kendi öz deneyimlerimizin güveniyle hareket ediyoruz.
Devrimci bir halk hareketi inşa etmek, kitlelerin içinden başlayan adımlarla mümkün olabilecektir. Devrimci sosyalizm, önüne bu büyük görevi koymuştur ve kazanma iradesiyle yürümektedir. Devrimci sosyalizm, önüne bu büyük görevi koymuştur ve kazanma iradesiyle yürümektedir.

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul