Bir süredir özellikle İstanbul, gecekondulara
yönelik saldırılar ve bu saldırılara karşı direnişlerle
çalkalanıyor. Bazı yerlerde devrimciler de sürece
dahil oluyorlar, bazı yerlerde ise evleri yıkılan
insanlar, kendi yöntemleriyle ve çoğu kez trajik
görüntülere yol açan kişisel biçimlerle (intihar
girişimleri, vb.) yıkım ekiplerini engellemeye
çalışıyorlar.
Bu sayımızdaki başka yazılardan da anlaşılacağı
gibi, karşı karşıya olduğumuz şey, büyük ve kapsamlı
bir saldırıdır. “Kentsel Dönüşüm Projesi” adı
altında ele alındığında bir tür belediyecilik
işlemi gibi görünen saldırı, esasen neoliberalizmin
diğer saldırılarından (esnek üretim, özelleştirmeler,
sosyal hizmet alanlarının tasfiye edilerek talana
açılması, vb.) farklı değildir, aynı genel mantığın
bir parçasıdır. Her şeyden önce bu saldırı, bir
ucu 1980’lerden beri akıp gelen neoliberal politikaların
sosyal-kültürel alana olan pervasız düşmanlığıyla
ilgilidir. Yani burada yapılan şey, büyük rantlar
ve yoksulların kent dışına itilmesi, vb. gibi
olguların yanı sıra, emekçi insanların oturmuş
yaşamsal ilişkilerinin, daha açık bir deyimle
onların hayatlarının darmadağın edilmesidir. Emekçilerin
toplumsal yaşamının her alanını ideolojik yollarla
da parçalayan oligarşi, aynı şeyi mekansal olarak
da yapmakta ve insanların sosyal ilişkilerini
de parçalamaktadır. Bu bakımdan da kime anlaşma
kime zor dayattıkları, kime ne verdiklerinin ötesinde
dağıtmak istedikleri havzaların niteliği önemlidir.
Proje açık: İstanbul’da 85 bin evin yıkılacağını
kimse saklamıyor. Ama öte yandan projenin tam
olarak hangi bölgeleri, hangi sokakları ve evleri
kapsadığı gayet iyi saklanıyor. Son derece sinsi
bir biçimde yavaş yavaş, parça parça güç denemeleri
yapılıyor, bazen bir sokağa, bazense nisbeten
daha büyükçe bir parsele tebligat yapılıyor. Sonra
binbir türlü kandırmaca, hukuk dalaveresi, vaatler
gündeme geliyor; kitlenin ne kadarı tarafsızlaştırılabilirse
o kadarı kenara çekildiğinde fiziki saldırı yöntemine
sıra geliyor. Saldırı kaçınılmaz aslında; çünkü
bu büyüklükte bir tasfiyeye girişenlerin kandırmalık
kadar bile hazırlıkları yok. Mümkün olduğunca
zamana yayarak işi götürmek istedikleri anlaşılıyor
ama öte yandan asıl büyük operasyon pek parça
parça yapılacak gibi görünmüyor. Yaz boyunca yaşanan
gelişmeler bize bunu açıkça gösterdi. Ayrıca,
yine yaz boyunca yaşananlar, karşı tarafa bu işin
o kadar kolay olmayacağını da gösterdi aslında.
Şimdi, yeni bir süreç geliyor artık ve bu süreçte
safların da zihinlerin de daha netleşmesi gerekiyor.
Yıkımlara Karşı Mücadele Sınıf Mücadelesinin
Bir Alanıdır
Her şeyden önce son derece net olarak söyleyebiliriz:
Bugünkü yıkım saldırısı, 60’lı 70’li yıllarda
gerçekleşen benzeri saldırılardan farklıdır. Konuyla
ilgili diğer yazılarımızda da anlatmaya çalıştığımız
gibi, o süreçlerde, sınıfın konut maliyetini sırtından
atmak uğruna varoşlara gözünü kapatan ve kentlere
yığılan kitlelerin nerede oturduğuna özel bir
dikkat göstermeyen burjuvazi, artık bu sorunu
gündemine almış, bu büyük rant alanlarının yoksulların
elinde olmasını hazmedemez hale gelmiştir. Bu,
esasen 1980’lerden itibaren gerçekleştirilen neoliberal
restorasyonun bir parçasıdır, onun kent alanları
konusundaki uzantısıdır. Dolayısıyla bu saldırıyı,
örneğin SSK’nın gaspı, özelleştirmeler, sağlık
ve eğitimdeki talan gibi bütün diğer uygulamalardan
ayrı bir yere koymak, onlardan daha hafif bir
sorunmuş gibi görmek doğru değildir.
Devrimci sosyalizm, bütün diğer alanlarda ne düşünüyor
ve nasıl davranıyorsa bu alanda da aynısını düşünmekte
ve politikalarını ona göre belirlemektedir. Özelleştirme
işçi sınıfını ilgilendiriyor, oysa konduların
yıkımı daha karmaşık sınıfsal özellikleri olan
bir kitleye yöneliktir diye düşünmek de, politik
körlük olduğu kadar, işçi sınıfının yeni katmanları
üzerine açık bir bilgisizlik olacaktır. Bu insanların
büyük bir çoğunluğu, yeni sürecin yarattığı yeni
işçi sınıfı katmanlarına aittirler ve bu dolayısıyla
bu çalışma, anlık amaçları ve talepleri ne olursa
olsun tam tamına sınıf çalışmasıdır. Emperyalist
kapitalizmin bütünlüklü politikalarının birer
parçası olan bütün bu alanlar, emekçiler ve devrimci
sosyalizm için topyekün savaş alanıdır. Biri diğerinden
ayrılamaz. Esasen hayatın içinde de durum böyledir:
Konduları yıkılanlar aynı zamanda sağlık ve eğitim
hizmetlerinden dışlananlardır; maaşları ya da
çalıştıkları işyerlerinin kaderi IMF’nin iki dudağına
bağlı olanlar da onlardır. Pratikte bir gecekonducuyla
ne zaman konuşmaya başlasanız, söz asla yalnızca
konut sorununda tıkanıp kalmaz; mutlaka işin ucu
yoksulluktan işsizliğe, paralı sağlık hizmetlerine,
IMF’ye ve hatta çoğu durumda Irak’a kadar gider.
Bütün bunları görmezlikten gelmek, sürecin iç
bağlantılarını kavramamak anlamına gelir.
Sonuç olarak devrimci kitle çalışması, artık kendisini
salt “sınıfçı” bir fabrika pratiği ile sınırlamayacaksa
eğer, emekçilerin bütün yaşamlarını kuşatan, onların
yaşamlarının bütün alanlarını çalışmasının temeli
yapan bir tarzı benimseyecekse, barınma hakkı
ve konut sorunu, devrimci hareketin ayağını bastığı
mahallelerin en temel sorunu olarak gündemimizdedir.
Ve bu anlamda yıkım saldırısı ile bize, işçi sınıfı
ve yoksullara savaş ilan edilmiştir! Bu savaş
ilanını kabul etmek ve gereğini yapmak, devrimci
hareketin görevidir. Hem bu savaşı ilan edenler
bakımından, hem de savaşın ilan edildiği taraf
bakımından mesele sınıfsal bir zemindedir; dolayısıyla
yeni tarihsel sürecin sınıfın yapısında meydana
getirdiği değişikliklere gözünü kapatan bir anlayışla
soruna yaklaşmak, kesinlikle yanlıştır.
Demek ki, her şeyden önce yıkımlara karşı mücadele
bir sınıf mücadelesidir ve böyle ele alınmalıdır.
Barınma Hakkı Talebi Yerel ya da Anlık Değil
Programatik Bir Taleptir
Öte yandan, bizim açımızdan emekçi kitlelerin
“barınma hakkı”na yönelik talebi, şu ya da bu
anın zorunluluğundan ortaya çıkmış, pratikteki
bir sorunu geçici olarak karşılamak için uydurulmuş
bir kavram değildir. Bu, (şu anda evlerini yitirmek
tehlikesi altında olsunlar ya da olmasınlar) emekçi
halk kitlelerinin en temel hak ve taleplerinden
biridir ve politik açıdan da kesinlikle doğrudur,
yerindedir. Devrimci sosyalizm, bu sloganla, konut
mülkiyeti, vb. konularındaki bütün gereksiz tartışmaları
dışlamakta ve ortaya çok somut bir talep koymaktadır.
Bu, hem emekçilere ait bütün sosyal yüklerden
kurtulmayı hedefleyen neoliberal politikalara
karşı açık bir yanıttır; hem de demokratik halk
devriminin somut program maddelerinden birinin
net biçimde ifade edilmesidir. Kişisel mülk ya
da başka herhangi bir yoldan, emekçilerin insanca
ve sağlıklı konutlarda yaşama hakkı vardır; bugünkü
barbar kapitalist sistem karşısında bu talep sonuna
dek savunulmalıdır ve zaten devrimimizin en temel
sorunlarından biri de insanca bir yaşam ve insanca
konutlarda barınma sorununun çözülmesidir. “Biz
mülkiyete karşıyız” dogmatizmiyle sorunun özünü
anlamayan dar yaklaşımlar, bize uzaktır. Çünkü
burada sorun, herhangi bir emekçinin başını sokacak
iki göz bir eve sahip olması olmaması sorunu değildir;
kaldı ki bu, başlı başına kötü bir şey de değildir.
Bir yere yerleşip kuşaklar boyunca orada kendi
varlıklarını üreten, bir sosyal ilişkiler yumağı
yaratan insanlar, netice olarak resmi durum ne
olursa olsun, doğal çevreyle kurdukları bir ilişki
biçimi anlamında o konutun sahibidirler. Herhangi
bir gecekondu direnişi sonrasında emekçiler, böyle
bir konuta sahip olurlar ya da olmazlar; her iki
durum da mücadelenin öneminden bir şey eksiltmez.
Mücadele süreci, Güzeltepe örneğinde olduğu gibi
tamamen mülksüz kiracılar üzerinden de yürüyebilir;
doğrudan gecekondu sahipleri üzerinden de; biz
her iki durumda da emekçilerin “barınma ve insanca
yaşama hakkı”nı savunur ve bu talep için savaşırız.
Bu, devrimimizin pratik programı ile de çelişki
halinde değildir.
Demek ki, biz faydacı bir anlayışla, salt kitlelere
hoş görünüp puan kazanmak için bir talep öne sürmüyoruz;
aynı zamanda devrimci mücadelemizin hedeflerinden
birini de ortaya koymuş oluyoruz.
Barınma Hakkı Talebi Uçuk ya da Aşırı Bir
Talep Değildir;
Sağlam Zeminlere Dayanmaktadır
Devrimci sosyalistler, sorun üzerine düşünürken
her şeyden önce bugüne kadarki zehirli liberal
propagandanın üzerimize püskürttüğü önyargıları,
düzen içi düşünme biçimlerini elinin tersiyle
itmektedirler. “Barınma Hakkı” sloganı bize göre
mevcut kapitalist düzen koşullarında da doğrudur,
son derece yerindedir. Mevcut devlet yapılanması,
emekçilere insan onuruna yakışır konutlar sağlama
ve bir bütün olarak insanca yaşam olanakları yaratma
yükümlülüğüne sahiptir. Milyarlarca doları açığa
çıkmış ya da çıkmamış hırsızlara savuran, emekçilerden
topladığı vergileri tümüyle emperyalist finans
kurumlarına ve iç borçlanma yoluyla yerli hırsızlara
ayıran devlet, insanlara konut vermek zorundadır.
Bu talebi “aşırı” bulmak, son yirmi yıldaki neoliberal
ideolojik sızmanın soldaki parçası olmaktır. Bu
sızma, insanlara, hatta kendilerine solcuyum diyenlere
bile, “bedavacılık”, “beleşçilik” gibi halka hakaret
eden kavramları bulaştırmış, emek hırsızlığına
gözünü kapatan ama yoksulların dünyasına sözde
“ahlakçı”(!) yaklaşan bir aydın türü yaratmıştır.
Bunlar, açıkça söylenmeli ki, boş laflardır; ayrıca
ahlaken de düşkünlük ifadeleridir. Evet, devlet
emekçilere parasız konut sağlamak zorundadır ve
tekellere sağladığı kaynakların çok azıyla bile
bunu yapabilir, pratik olarak bu mümkündür.
Ayrıca bu, ideolojik bir sorundur. Konut sorununun
ya da başka herhangi bir sorunun piyasa dışında
bir yolla, devletin merkezi planlaması yoluyla
çözülebileceği fikri yalnızca liberal solda değil,
son yıllarda yoğun propagandanın etkisi altında
şaşkınlaşan emekçi kitlelerde de zayıflamıştır
ve sistem tam da bu gedikten sızarak kitleleri
zehirlemektedir. Bir anlamda bu, “büyük teoriler
bitti” şeklindeki postmodern düşüncenin kent mimarisi
alanındaki yansımasıdır. Büyük projeler bitti,
büyük mimari atılımlar da bitti! Mantık böyle
işlemektedir.
Oysa bu talep, gerçek ve üstelik son derece basit,
anlaşılır bir zemine yaslanmaktadır. İnsanca yaşanabilecek
bir konutun maliyeti ortadadır. Esasen bizzat
kendisi bir hırsızlık düzeni olan kapitalizm koşullarında,
bu asıl hırsızlığı bir an için bir kenara koysak
bile, sadece yüzeydeki banka hırsızlıklarının
ve diğer yolsuzlukların son 20 yıldaki maddi tutarı
ortadadır: 200 milyar dolar! Dört işlem yapmasını
bilen her emekçi, parmak hesabıyla bile bu iki
rakamı yanyana koyup somut bir sonuç çıkarabilir.
Dolayısıyla, emekçi kitleler arasındaki şu malum
“devletin bunu yapmaya gücü yeter mi?” sorusu,
kolayca yanıtlanabilir bir sorudur. Evet, yapabilir
ve yapmak zorundadır. Bugünkü koşullar altında
devlet bunu yapar mı sorusu ayrı bir sorudur.
Ama talep haklıdır ve en önemlisi bu kuru bir
haklılık değildir; son derece açık, aritmetik
gerçeğe dayanan bir haklılığı vardır: Şu parayla,
şu iş, şu kadar sürede yapılabilir! Yapmamanın
ise tek bir gerekçesi vardır: Halk düşmanlığı!
Hemen yeri gelmişken belirtelim, aynı sağlam mantık,
yaklaşan deprem tehlikesi için de geçerlidir.
Kitlelerin deprem konusunda “kadere teslim olmuş”
bir noktada duruyor olmasının tek bir nedeni vardır:
Bu çaptaki bir işin ancak devlet tarafından yapılabileceğini
herkes pekala bilmektedir; ama aynı zamanda herkes,
devletin, elindeki kaynakları “başka yerlere”
aktardığını da bilmektedir. Devrimimiz, elbette
bu kaynakların demokratik ve sosyalist kullanımını
gerçekleştirecektir; ama bugün de nasıl meydanlarda
“savaşa değil eğitime bütçe” gibi sloganlar atılıyorsa,
konut alanında da biz “barınma hakkı” sloganını
ortaya atabiliriz ve bu son derece yerinde bir
yaklaşım olur. Sonuçta, bütün bu teorik argümanlar
bir yana, olguya çok daha basit bir yerden bakabiliriz:
Hiçbir emekçi bugün içinde yaşadığı kötü konutları,
kötü altyapı koşullarını, vb. vb. kendisi tercih
etmiş değildir; düzenin sahipleri, sırtından servet
kazandıkları bu insanlara bu konutları ve bu yaşam
koşullarını layık görmüşlerdir. Yani insanlar
bugün “barınma ve insanca yaşam” talebini öne
sürerken, hak ettikleri bir şeyi istemektedirler.
Demek ki, biz kitlelerin önüne ucube, mantıksız
talepler koymuyoruz. Ve deneyimlerimizden de bildiğimiz
gibi, emekçi insanlar yeterince güçlü bir biçimde
açıklandığında bu talebin mantığını kolayca kavrayabilmektedirler.
Barınma Hakkı Talebi Emekçilerin Yaşamına
Ait Bir Taleptir,
Onların Kendi Yaşamlarını Savunmasıdır.
Bu çok basit bir nedenden ötürü böyledir: Ev,
yalnızca içinde oturulan, insanı yağmurdan, sıcaktan
koruyan bir şey değildir. Ev, emekçi açısından
bir yaşam mekanıdır, sadece oturulacak bir yer
değil, binlerce insani-manevi olgunun yaşandığı,
onların tümünün biriktiği bir yerdir. Üstelik
yalnızca kendisi değil, çevresiyle birlikte, sosyo-kültürel
olarak da böyledir. Belli bir mekana bağlı olmayacak
kadar çok paraya ve olanağa sahip olan burjuvanın
tersine emekçi, elleriyle inşa edip bakımını yaptığı
bir konuta sadece dört duvar olarak bakmaz; o,
elindeki tek şeydir ve bütün yaşantısı onun içinde
kuruludur. Onu hukuken mülk edinmiş olması-olmaması
da önemli değildir. Bugünkü toplumda bir evde
30-40 yıldır kiracı olarak oturan insanlar vardır
ve onlar için artık bu, bir anlamda sahipliktir,
fiziki olarak cansız varlıklar olan nesnelerle
bir ilişki kurmaktır. 30-40 yıl neredeyse 3 kuşaktır
ve o üç kuşağın yaşam birikimleri, orada biçimlenmiştir.
Bu konutları elleriyle yapan ve onca yıldır bakımını
yaparak onu kendisine mekan edinen insanlar, doğal
olarak -resmi mülk biçiminde olsun olmasın- onlar
üzerinde hak sahibidirler. Hatta burjuva hukukunda
bile uzun süreli tasarruf böyle bir hak sahipliğine
yol açar.
Sosyalizm-komünizm üzerine tuhaf fantaziler uydurarak
bu basit gerçeği görmemek, hayattan kopukluktur.
İnsanlar, komünizmde bile, yaşadıkları mekanlarla
-hukuki durum ne olursa olsun- şöyle ya da böyle
bir ilişki kurarlar. “Herkese ihtiyacı kadar”ın
anlamı, bu ihtiyaç ölçüsünde doğayla bir ilişki
biçimi olarak nesnelerin tasarrufudur.
Bugünkü toplumda, şu anda yaşadığımız saldırı
koşullarında ise mesele çok daha basittir. Düzen
güçleri, panzerlerini, gaz bombalarını alıp emekçilerin
yaşamlarını ürettikleri, binbir emekle var ettikleri
evlerini yıkmaya geliyorlar. Bu o kadar açık bir
durumdur ki, tartışılması bile gereksizdir. Bir
devrimci sosyalist, Che’nin dediği gibi, dünyanın
her köşesinde insanların çektiği acıyı içinde
hisseden bir bireydir. Ve o bilmektedir ki, barikatların
başında, üç adımlı yerde savunulan şey, dört duvar
ya da kapı pencere değil, insanların yaşam alanlarıdır,
yaşamlarının ta kendisidir.
Devrimci Bir Halk Hareketi Kitlelerin İçinde
Yaratılabilir ve Yaratılacaktır
Öte yandan, kitle çalışmasının her alanında olduğu
gibi bu alanda da devrimci sosyalizm uzun vadeli
bir perspektifle, devrimin güncelliğine ilişkin
tespitinin ışığında hareket eder. Devrimin güncel
ve mümkün olduğu perspektifinden hareketle bir
devrim yürüyüşü, bir halk hareketi yaratmak istiyorsanız
eğer, bütün bu mücadele alanlarına salt kendi
günlük amaçları ile sınırlı bir yerden bakamazsınız.
Bir devrim yürüyüşü, her küçük ve günlük mücadeleyi,
her ilişkiyi, vb. bu çerçeveden değerlendirir.
Bütünlüklü bir devrim hareketi, yürüyüşü boyunca
kurduğu bütün ilişkileri, yaptığı bütün çalışmaları,
hiçbirini küçük görmeksizin sınıflandırır, belli
bir düzene koyar ve her aşamada devrimin hizmetine
koşar.
Dolayısıyla, devrimci sosyalizm, yıkımlara karşı
mücadeleyi de salt kendi günlük amaçlarıyla sınırlı
olarak ele almaz. Yerel ya da genel mücadelenin
sonucunda ortaya nasıl bir tablo çıkarsa çıksın,
geriye her zaman devrimci ilişkiler kalacak ve
bunlar geleceğe taşınacaktır. Bu noktada, gecekondu
mücadelelerinin sonucunda “konut sorunu çözülen
insanların devrimcilere sırtlarını döndükleri”
şeklindeki şu çok yaygın iddia, hiç lafı uzatmadan
tek bir cümleyle yanıtlanabilir: Emekçilerin sırtını
dönmeyeceği bir devrimci örgüt yaratın! Emekçilerle
devrimci örgütler arasındaki mesafenin açılmaması
için çok basit bir şey yapın: Onları binbir türlü
darkafalılık ve ilkellikle canından bezdirmeyin!
Ve gerçekten, onların önüne güven verici bir devrimci
örgüt koyun! Yoksa, bu mesafenin açılmasını yalnızca
“mülk sahipliği” ile açıklamak hem yetersizdir,
hem de daha derindeki sorunların üzerini örtmektedir.
Devrimci örgüt, emekçilerle bir biçimde temas
ettiği her pratik süreçte, grev olsun, yıkım olsun,
somut ve canlı ilişkiler kurar. Bu ilişkilerin
kalıcı olup olmayacağı ise tamemen devrimci örgütün
perspektifine ve bütünlüklü tarzına bağlıdır.
Zaman zaman toplumsal-siyasal süreçte yaşanan
çok ağır kırılmalara bağlı olarak bu ilişkiler
de erezyona uğrayabilir; ama bu durum taleplerimiz
ve mücadelemiz açısından bir sorun değildir. Kaldı
ki, düpedüz kör olmayan herkes, bütün kırılmalara
karşın bugün bile hâlâ devrimci güçlerin ayağını
bastığı birçok mahallenin geçmişte yürütülen gecekondu
mücadelesi tarafından yaratıldığını kolayca görür.
Ayrıca, şu da çok önemlidir: “ilişki”den kasıt,
yalnızca birebir devrimci ilişkiler değildir.
Meseleye daha geniş bir açıdan bakılırsa, sistemin
insan ilişkilerini paramparça ettiği ve çürüttüğü
bir süreçte, emekçilerin bir araya gelip birlikte
direndikleri, aralarındaki dayanışma ilişkilerini
yeniden ürettikleri her durum, esas olarak olumlu-pozitif
bir olgudur, devrimci ilişkilerin potansiyel zeminlerine
denk düşer ve salt bu kadarı bile son derece önemlidir.
Demek ki, biz sürece yalnızca anlık bir çerçeveden
bakmıyoruz; bütün diğer kitle çalışması alanlarında
olduğu gibi yıkımlara karşı mücadele sürecinde
de, devrim yürüyüşümüzün bütünlüklü yapısını,
geleceğini gözetiyoruz.
Devrimci Bir Halk Hareketi Yaratmak
Dar Zeminler Üzerinde Yapılabilecek Bir İş Değildir
Ve kuşkusuz bütün bunları yaparken, reformist-liberal
kirlenmeden olduğu kadar tepeden inmeci aydın
bakışından da kurtulmalıyız. Çeşitli yazılarımızda
defalarca söylediğimiz gibi, devrimci sosyalizm,
solun kendine dönük gündemlerini aşmak, belli
nüfus grupları üzerinden yapılan devrimci çalışmayı
milyonlarca emekçiye ulaşabilecek biçimde genişletmek
kararlılığındadır. Elbette bu arada, Pentagon
mamulü şu bilinen laikçi düşünceleri olduğu kadar
“rafine komünist” söylemleri de bir kenara koyuyoruz.
Devrimci çalışma yaptığımız insanlar, ister gecekonduda,
ister fabrikada olsunlar, dinsel inançları, şu
andaki siyasal eğilimleri, oy verdikleri partiler,
vb. açısından bizim hoşumuza giden pozisyonlarda
durmak zorunda değillerdir. Biz onları şu anda
nasıllarsa öyle buluruz ve işe girişiriz, dönüştürürüz.
SEKA işçisi dinci, Seydişehir’de Türk bayrakları
var, gecekonducular şöyle, vs. vs... Devrimci
kitle çalışması, böyle dar düşünme biçimleri üzerinden
yürüyemez. Devrimci bir halk hareketi bugün şu
ya da bu noktada duran milyonlarca insanın mücadele
sürecinde dönüşmesiyle oluşacak bir büyük nehirdir.
Bu nehir, burun kıvırmalarla, aydın mızmızlıklarıyla
yaratılamaz. Kemalizme bulaşık yarı-aydın tavırlarıyla
insanların giyimlerine kuşamlarına bakıp, insanların
devrimcilerle tanıştıkları ilk andaki düşünsel
darlıklarına bakıp yemek seçer gibi insan seçmek,
hayattan kopukluktan başka bir şey değildir. Türkiye
gerçekliği budur. Biz buradayız, bu topraklardayız;
bu toprakların insanı son yirmi yılda büyük kırılmaların
içinden geçip gelmiş, devrimci hareketin zayıfladığı
koşullarda binbir türlü melanete umut bağlayarak
hayatını sürdürmüştür. Bütün bu süreç boyunca
emekçilerin hayatına müdahale edemeyenlerin, bu
müdahalenin yolunu bulamayanların şimdi ortaya
çıkan sonuçlardan yakınma hakları yoktur.
Ayrıca bu, yalnızca dinsel alanda ya da milliyetçilik,
vb. alanında böyle değildir; emekçilerin dünyasını
çürüten bir çamur tabakası da her adımda önümüze
çıkmakta, televolelerden bütün diğer kitle-kültürü
biçimlerine, çürüme örneklerine kadar tümü, temas
ettiğimiz her emekçi insanda yüzümüze tokat gibi
çarpmaktadır. Ama biz bunlara rağmen ve kuşkusuz
bunlarla uzlaşmadan, ortaya kendi dönüştürücü
irademizi koyarak yürüyoruz, yürüyeceğiz.
Demek ki, devrimci sosyalizm açısından yıkımlara
karşı mücadele süreci, aynı zamanda solun bilinen
kitle zeminlerinin dışındaki güçlere de ulaşma,
onlarla “halkın gerçek gündemi” diye tanımladığımız
gerçek sorunlar üzerinden ilişki kurma sürecidir.
Devrimci Bir Halk Hareketini Kitlelerden Öğrenerek
Kurabiliriz
İşin daha pratik boyutuna gelirsek, yıkımlara
karşı mücadele, devrimci sosyalistlerin en ciddi
eğitim alanlarından biridir ve önümüzdeki süreçte
bu niteliği daha da fazla öne çıkacaktır. Artık
yaşadığımız pratikten biliyoruz ki, bu mücadele
alanı sanıldığından daha karmaşık, hazır formüllere
daha az uyan bir alandır, bugünkü düzenin kültürü
içinden gelmiş türlü-çeşitli insanlarla birlikte
olduğumuz bir zemindir ve biz her adımda yeni
bir şeyler öğrenerek, insan ilişkilerimizde daha
ustalaşarak yürümekteyiz. Hayat önümüze her gün
daha değişik sorunlar çıkarıyor ve biz onları
çözmeye çalıştıkça bir şeyler öğreniyoruz. Hazır
reçeteler yok. Örgütlenmeye hazır, mücadele etmekte
kesinlikle kararlı ve sabit topluluklar da yok.
Her aşaması için yoğun emek harcamak zorunda olduğumuz
bir alanla karşı karşıyayız ve ancak bu emek sürecinden
başka direnişler için dersler ve az çok belli
kurallar çıkarabiliyoruz. Bunlar bile her durum
için geçerli olmayabiliyor; çünkü gecekondu gerçeğinde
karşılaştığımız şey, örneğin aynı işyerinde çalışan
yüz kişinin az çok birbirine benzer tepkileri
ve ruh hali gibi değildir; daha renkli, daha kozmopolit
bir topluluk var önümüzde ve bu bakımdan doğal
olarak her direniş bölgesi eski deneyimlerimizin
yeniden biçimlendiği bir alan olmaktadır.
Bugüne kadarki deneyimlerimizi ise kısaca şöyle
özetlemek mümkündür.
A) Konuyu bilmek ve soruna hakim olmak...
Bütün devrimci çalışma biçimlerinde olduğu gibi
bu alanda da üzerinde çalışılan toplumsal zemini
iyi tanımak, insan yapısı üzerine titiz bir bilgilenme
çabası göstermek, insanların politik-dinsel eğilimlerinden
kültürel yapılarına kadar her türlü özelliklerini
bilmek son derece önemlidir. Ancak bu da yetmez;
ayrıca gecekondu gerçeğini, karşı tarafın planlarını,
bu planların yasal çerçevesini ve uygulama tasarımlarını
bilmek, hem kestirimlerde bulunmak hem de kitlenin
bilincini oluşturmak açısından gereklidir. Bir
yandan yeni-sömürge Türkiye’nin kentleşme sorunu
ve tarihi üzerine genel bilgilere sahip olmak,
diğer yandan “Kentsel Dönüşüm Projesi”ni kavramak;
aynı biçimde “barınma hakkı” talebinin dayandığı
zeminleri doğru tarif etmek, vb. bütün bunlar
yıkımlara karşı mücadelenin cephaneliğinde taşlar
ve barikatlar kadar önem taşımaktadır. Bu konulardaki
bilgi eksikliklerimizi hızla tamamlayıp bunlarla
kendi yaşadığımız direniş deneylerini harmanlamak
zorundayız.
B) Meşru zeminleri yitirmemek, bütün yasal-hukuki
yolları tüketerek yürümek...
Konuya hakim olmak işte tam da bu bakımdan önemlidir...
Mevcut yasalar çerçevesini bilmek, bu yasalar
ve planların neyi hedeflediğini, buna karşın emekçilerin
hangi dayanak noktalarına ve haklara sahip olduğunu
araştırmak ve en son militan eylemlere gelene
kadar bütün bu yolları denemek, kitlenin bu yöntemlere
ikna olmasını sağlamak bakımından önemlidir. Dar
ve kaba bir “militanlık” gösterisi yapabilmek
için bu süreci keyfi olarak kısa kesmek, kitleyi
henüz yeterince içine sindiremediği bir direniş
hattına yönlendirmek hem doğru değildir, hem de
zaten mümkün değildir.
C) Devletin, belediyenin zihin bulandırıcı
rüşvetlerine karşı doğru hamleler yapmak, bu konuda
bir bilinç yaratmak...
Esasen yıkımlara karşı mücadele bir anlamda yeni
süreçte kitlelerin üzerine püskürtülen bireycilik
ideolojisine karşı da mücadeledir. Burada yapılan
şey, parçalanmaya karşı bütünleşmenin, bireysel
kurtuluşa karşı toplumsal hareketin, yabancılaşmaya
karşı dayanışmanın inşasıdır. Sürekli olarak kitle
ile birlikte olmak, sürecin her aşamasında düşmanın
direniş güçlerini parçalamayı amaçlayan rüşvetlerini,
tekliflerini doğru biçimde yanıtlamak, direnişçi
kitlenin bütünlüğünü korumak, bütün bunların tümü
kesintisiz bir uyanıklığı ve büyük bir emek harcamasını
gerektirmektedir. Devrimci sosyalist, emekçilere
nutuk atmak ve onları birliğe davet etmekle görevli
bir vaiz değildir; o, hiç durmaksızın somut durumu,
karşı hamleleri izlemek, kitleyle bunları tartışmak
ve bölücü girişimlere karşı emekçi dayanışmasını
sürekli olarak canlı tutmakla yükümlüdür.
D) Halkın yıkımlara karşı kendi öz örgütlerini,
komitelerini oluşturmasını sağlamak...
Emekçilerin gücü onların mümkün olduğunca tümünü
direniş etrafında toplanmaları durumunda ortaya
çıkabilir. Bu noktada, devrimci sosyalistlerin
ve diğer devrimci ve sol yapıların örgütlülükleri
önemli olmasına karşın, direnişin yalnızca bu
kesimlerin ve etraflarındaki emekçilerin gücüyle
yürütülmesi yeterli gücü yaratamayabilir. Bu noktada
doğru tutum tüm emekçilere açık, bir direniş programı
ortaya koyan halk örgütlenmelerinin (ismi halk
meclisi, komitesi, komisyonu veya başka birşey
olabilir) yaratılmasıdır. Halk örgütlülükleri
faşist partilerin siyasi temsiline kapalı olmalıdır.
Bunun dışında tüm halka açık olmalıdır. Kendi
yürütmesini/yönetim komitesini seçerek pratik
adımları geliştirmelidir.
Bu bağlamda, tüm kitleyi mümkün olduğunca tek
bir direniş inisiyatifine bağlamak ve güven verici
bir odak yaratmak esas olmalıdır. Bu yerel düzeyde
olduğu kadarıyla, tüm yıkım bölgelerindeki direnişlerin
birleştirilmesi bağlamında da böyledir. Tek tek
yıkım bölgelerindeki saldırılar ve bunlara karşı
gelişen direnişler ancak tüm yıkım bölgelerindeki
direniş güçlerinin ortak hareket etmesiyle, bir
yıkıma karşı tüm bölgelerden ses verilmesiyle
güçlü bir karşılık bulabilir. Bu bağlamda, tüm
yıkım bölgelerindeki halk örgütlenmelerini ortak
bir örgütlülükte birleştirmek sürecin temel görevlerinden
biri olarak ele alınmalıdır.
Öte yandan, halk örgütlenmelerinin doğru bir rotada
yürümesi tüm devrimcilerin müdahalesine bağlıdır.
Direniş alanlarındaki inisiyatif çatışmalarını
sona erdirmek ve mümkün olduğunca birleşik güçlerle
halkın karşısına çıkmak yolunda bir çaba harcamak
da devrimci sosyalistlerin süreçten çıkardıkları
görevlerden biridir. Zaten kendileri sınıfsal
ve kültürel, vb. açılardan çok parçalı olan bu
kesimle ilişkilerde olabildiğince bütünlüklü bir
tablo çizmek, bütün devrimci yapılarla ortaklıklar
yaratmak, kimi zaman hayati öneme sahip bir sorun
haline gelmektedir. Devrimci sosyalizm, bu konuda
da elinden geleni yapmaya kuşkusuz devam edecektir.
E) Somut ve net bir programı tüm direnişin
ortak programı haline getirmek...
Parça parça söylemler ve talepler üzerinden direnişin
toparlayıcı olması mümkün değildir. Yapılması
gereken tüm bölgelerdeki direniş güçlerini ortak
talepler etrafında birleştirmektir. Büyük halk
örgütlenmelerinin ortaya çıkarılması ancak bu
yoldan mümkündür.
Bu noktada; gecekonduları savunma çizgisi kesin
biçimde ret edilmelidir. Öne çıkarılması gereken
söylem barınma hakkıdır, bu hak tüm emekçiler
için vazgeçilmez temel haklardan biridir ve bunu
sağlamakla yükümlü olan devlettir.
Diğer tüm talepler bu temel talep üzerine oturmalıdır.
Bu noktada
1- İhtiyacı olan herkese sağlıklı, doğayla
barışık, insanca yaşama uygun ücretsiz konut sağlanmalıdır.
Son 20 yılda hortumculara 200 milyar doların üzerinde
para hortumlatan, borç faizi olarak 1 trilyon
doların üzerinde parayı yerli ve yabancı faizcilere
aktaran devlet emekçilere de insanca konut sağlayabilir/sağlamalıdır.
2- Gecekondular emekçilerin tercihi değil,
zorunlu kaldıkları barınma ortamlarıdır. Gecekonduları
değil, barınma hakkımızı savunuyoruz. Bu noktada,
kiracı ve ev sahiplerine insanca yaşanır konut,
işyeri sahiplerine ve kiracılarına eşdeğer işyerleri
sağlanmadan gecekondular yıkılamaz. Bu tarz yıkımlar
emekçilerin varlığına saldırıdır. Bunlara karşı
direnmek meşrudur.
Bu iki talep sürecin temel söylemi haline gelmelidir.
Hiç kuşkusuz mücadelede kimi geri çekilmeler olabilir,
kimi zaman pek çok nedenden ötürü esneklikler
gösterilebilir. Ancak sürecin ana ekseni bu talepler
olmalıdır.
Bu talepler aynı zamanda gecekondu sorununu da
aşan, tüm emekçilerin ortak bir talebi olan konut
talebini dile getiren taleplerdir. Bu talepler
yoluyla gecekondulu emekçiler ile geri kalan tüm
emekçileri birleştirmek de mümkün olacaktır.
F) Halkla birlikte yürümek, her adımı onlarla
birlikte olgunlaştırarak atmak…
Sürecin önüne çıkan her sorunu halkla birlikte
açıkça tartışmak, onlarla birlikte kararlar alarak
uygulamak yıkımlara karşı mücadelenin belki de
en önemli noktasıdır. Yıkımlara karşı mücadele,
bizim devrimci fantazilerimizi halka dayattığımız
bir keyfi süreç değildir. Halk kitlesiyle, onların
iradesine dayanarak yapılan bir şeydir ve böyle
bir mücadelede saatler-günler süren kitle toplantıları
yapmak, herkesi son cümlesine kadar dinlemek ve
herkesin söylediğine değer vermek değişmez bir
kuraldır. Bu konuda sabırsızlık göstermek ya da
yanlış bulduğumuz düşüncelerden bir an önce kurtulup
“işe koyulmak” kesinlikle işe yaramayacaktır.
Biz bir atımlık barut olsun, derginin bir sayısına
kapak olsun diye değil, kalıcı kitle ilişkileri
ve giderek kalıcı bir halk hareketi yaratmak için
çalışıyoruz.
Bunun için sadece direnişe ilişkin kararları kitleyle
birlikte tartışarak almak yetmez; ayrıca biz onların
bütün yaşantılarının bir parçası olmak zorundayız.
Yani, yıkım sorununun dışında da (çocukların eğitiminden
kadınların sağlığına dek) bütün alanlarda insani
ilişkiler geliştirmek, onların yaşantısının bir
parçası haline gelmek, direniş mekanlarını aynı
zamanda sosyal-kültürel bir alan haline getirmek,
vb. vb. bütün bunlar devrimci sosyalistlerin bir
an bile ara vermeksizin yürüteceği çalışmalardır.
Kimse tepeden inme emirlerle ya da basit birkaç
günlük yardımla bir direnişin yönlendirici gücü
haline gelemez. Bu, hiç ara verilmeksizin gösterilecek
bir performansa bağlıdır.
G) Militan bir direniş örmek, gerektiğinde
en militan yöntem ve araçları kullanmak ama bunu
yaparken kitleden kopmamak, onları sürece katmak...
Ancak böyle yapıldığında militan direniş biçimlerine
sıra gelince kitleden kopmamak mümkündür. Militan
direniş biçimlerine hazırlanmak ertelenemez ve
ihmal edilemez bir görevdir; elbette devrimci
sosyalistler bu hazırlığı çok önceden, henüz fırtına
kopmadan yapmalıdırlar. Ama pratik uygulamaya
sıra geldiğinde, kitlenin ruh halinin buna hazırlanmış
olması, özellikle medyatik demagojilerin boşa
çıkarılması açısından son derece önemlidir. Militanlık,
kendinden menkul bir heves değildir; kitle tarafından
onaylanan, en azından benimsenen ve savunulan
noktada olmalıyız ve bu da kitle çalışmasının
bütün diğer ayaklarının iyi örülmesine bağlıdır.
I) Gecekondu sorununu işçi sınıfının diğer
kesimlerinin de sorunu yapmak için çaba göstermek...
Neoliberal saldırganlığın çeşitli görünümleri
olan alanların birbirine bağlanması, IMF haydutlukları
ile özelleştirme saldırısını ve gecekondu yıkımlarını
birbirine bağlamak, günümüzün başka bir görevidir.
İşçi sınıfının diğer katmanları ve emekten yana
güçlerin bütünü arasında konuya ilişkin bir duyarlılık
ve ilgi yaratmak, karşılıklı bir dayanışma ilişkisi
kurmak, mümkün olan her durumda denenmelidir.
Pratikte, yapılabiliyorsa eğer sendikalara ziyaretlerden
belli yerlerdeki işçi direnişlerine gidişlere
kadar her çaba gösterilmeli, aynı biçimde direnişçi
işçiler ve sendikalar da yıkım bölgelerine davet
edilmelidir.
İ) Savaşı burjuvazinin mekan ve alanlarına
taşımak için yollar ve eylem biçimleri bulmak...
Kitlenin ruh halini de hesaplayarak ve bu ruh
halini de dönüştürerek sorunu başka yerlere, burjuvazinin
mekanlarına taşıyacak yollar bulmak, mücadelenin
ihmal edilmemesi gereken görevlerinden biridir.
Gecekondu gerçeği, mümkün olan her durumda şımarık
burjuvazinin suratına çarpılmalı, insanların evleri
yıkılırken onların keyifli bir hayat sürmelerine
izin verilmemelidir. Bu anlamda sadece belediye
binalarının önünde yapılan basın açıklamaları
yetersizdir. Böylece sorun neredeyse belediyelik
bir sorun gibi algılanmakta ve kaymak tabaka sorunu
hiç üzerine alınmamaktadır. Bu çerçeve kırılmalı
ve iş merkezlerinden eğlence mekanlarına ve görgüsüz
düğünlere dek her burjuva mekan konducuların “toplu
ziyaret” gerçekleştirebileceği yerler olarak düşünülmelidir.
J) Basın ve medya ile iyi ilişkiler kurmak...
Basınla ilişkiler için özel ve düzenli bir işleyiş
yaratmak ve bu ilişkiyi sürdürmek önemlidir. Burjuva
basının gecekondu sorununa karşı takındığı son
derece alçakça tavır bilindiği halde bu ilişkilerden
kaçınılmamalı ama gerektiği yerde protesto tutumu
almaktan da çekinilmemelidir. Ve kuşkusuz normal
basın ilişkilerinin dışında, “haberi onların ayağına
götüren” fiili ziyaret biçimleri örgütlemek gereklidir.
Sonuç Olarak
Gecekondu yıkımlarına karşı direniş, çok yönlü
görevleri ve yoğun bir emeği barındıran özgün
bir alan olarak karşımızdadır. Devrimci sosyalizm,
her adımda yeni öğrendikleriyle, sürecin dersleriyle
kendi dağarcığını zenginleştirmekte, insan ilişkilerinden
militan araçların kullanımına ve taktik planlamalara
kadar her konuda kendisini yetkinleştirmektedir.
Her türden kitle çalışmasında olduğu gibi bu alanda
da geçici yenilgilerin, zigzagların mümkün olduğunu
hiç unutmadan kendi öz deneyimlerimizin güveniyle
hareket ediyoruz.
Devrimci bir halk hareketi inşa etmek, kitlelerin
içinden başlayan adımlarla mümkün olabilecektir.
Devrimci sosyalizm, önüne bu büyük görevi koymuştur
ve kazanma iradesiyle yürümektedir. Devrimci sosyalizm,
önüne bu büyük görevi koymuştur ve kazanma iradesiyle
yürümektedir.
|