Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

33. Sayı - Eylül 2005

Aylardır İstanbul’un varoşlarında bir kabus yaşanıyor. Herhangi bir mahalledeki herhangi bir emekçi bir sabah uyanıyor ve evinin kapısında bir tebligat görüyor… Onca yıldır yuvası bellediği yerin yıkılacağını böyle öğreniyor. 1930-1940’larda Nazilerin yahudi evlerine koydukları işaretler gibi…
Dev bir “Kentsel Dönüşüm Projesi”nden söz ediliyor. Ve bu “dev” proje, işe yoksulların küçük evlerini yıkmakla başlıyor! Ortalık bir anda karışıyor gecekondu bölgelerinde. Devlet, polisiyle, panzeriyle, yığılıyor gecekondunun önüne. Emekçiler kimi zaman az çok düzenli ve örgütlü bir direniş koyuyorlar ortaya, kimi zaman ise tamamen bireysel ve yer yer şiddetli, yer yer arabeske varan direnişler gösteriyor. Ama sistem, bütün soğuk yüzüyle insanların yaşam alanlarını, anılarını, sosyal-kültürel çevrelerini, yani insana dair ne varsa tam bir soğukkanlılıkla ezip geçiyor; ya da bazen ezip geçemiyor ama daha uygun bir zamanı kollamak için geri çekiliyor.
Ve sonra, hayat devam ediyor... Sokakta, villada… Aç karnına, tok karnına… Sefalet içinde, sefahat içinde...
Son yirmi yılda Türkiye’de yoksullara karşı girişilen her harekat, her seferinde medya tarafından “cesaret” diye alkışlandı, alkışlanıyor. Evet evet diyor, medya kalemşörleri, “işte popülizme pabuç bırakmayan kararlı bir yönetim!” Yaklaşan deprem felaketi konusunda kılını kıpırdatmayan, yüzlerce kaçak villa ve gökdelene elini süremeyen yönetimlerin yoksul gecekondulara terör estirmesinin adı “cesaret” oluyor! Çünkü onlar bunu, kentleri güzelleştirmek adına yapıyorlar!

Proje Dedikleri Nedir?
Peki nedir “Proje” adını verdikleri şey? Gerçekten kaosa dönüşmüş olan metropol kentleri güzelleştirmek için mi yapılıyor bütün bunlar?
Çıkarılan yasalarla zemini oluşturulan bu projenin gerekçelerine bakılırsa durum çok masum görünüyor. Şöyle şeyler söyleniyor örneğin: “Hızla gelişen kentleşme süreci ülkemizin önemli sorunlarının başında gelmektedir. Bu süreç özellikle kentlerimizin merkez bölgelerindeki, eski kent dokularının ve korunması gerekli kültürel mirasın olumsuz etkilenmesine neden olmuştur.
Kültürel mirasın yoğun olarak bulunduğu alanlar gerek eskimeleri ve bakımsız kalmaları, gerekse de yoğun olarak denetimsiz bir şekilde iskan edilmeleri ve kullanılmaları nedeniyle, toplumun can ve mal güvenliğini tehdit eder duruma gelmiştir. Bu bölgelerde güvenliğin sağlanması özellikle büyük şehirlerimizde büyük problemler teşkil etmektedir.” Ve sonra, “bu düşünceden hareketle...” diye başlayan bölümler, bölümler…
Yine başka bir belgeye, Aralık 2004 belediyeler kanunun 73. maddesine bakarsak; “Büyükşehir belediyeleri, büyükşehir belediyeleri sınırları içindeki ilçe ve ilk kademe belediyeleri ve il belediyeleri ile nüfusu 50,000’in üzerindeki belediyeler; kentin gelişimine uygun olarak eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, konut alanları, sanayi ve ticaret alanları, teknoloji parkları ve sosyal donatılar oluşturmak, deprem risklerine karşı önlemler almak veya kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak amacıyla…” diye başlayıp giden cümleler görüyoruz…
Böylece, emekçilerin bütün hayatlarını oluşturan 85 bin konut, bir anda hedef tahtasına konuluyor.
Peki gerçekten örneğin “deprem riski” gerekçesi anlamlı mı? Ne oligarşi, ne de belediyeler bu tehlikeyi ciddiye aldıklarına dair şu ana kadar ortaya bir belirti koymuşlar mıdır? Deprem tehlikesi özel olarak varoşlardaki gecekondularla mı ilgili?
Ya da “kenti güzelleştirmek” niye şimdi akıllarına geldi? Bu konuda şimdiye kadar tek bir ciddi adım atmışlar mı? Turistlerin soyulacağı birkaç özel bölge hariç İstanbul’un tarihi mekanlarının tümünü pislik götürmüyor mu?
Ve en önemlisi şu: Neden şimdi?

Çarpık Kentleşme Nasıl Yaratıldı?
Gerekçeleri, bahaneleri bir yana koyarak “neden şimdi” diye sormak aslında en sağlıklısı.
“Çağdaş bir kent”ten söz ediliyorsa eğer, bu kentin “çağdışı” olma öyküsü neydi?
Artık biliniyor, çarpık kentleşme bir “yeni-sömürge kapitalistleşmesi” öyküsüdür. Özellikle 1950’lerden sonra emperyalizme bağımlı olarak özellikle birkaç metropol kentin civarında gelişen Türkiye kapitalizmi, tarımda bozulan feodal ilişkilerin de püskürttüğü milyonlarca insanı büyük bir hızla kentlere doğru çekmiş, elli yıllık bir süreçte yaşadığımız coğrafyanın nüfus yapısı neredeyse tamamen değişmiştir. Ancak bu kapitalizm, kentlere yığdığı milyonlarca insanı istihdam edebilecek bir kapasiteye de hiç sahip olmamıştır. Kır, insanları bağrından söküp atmış ama kent bu dalgaları emebilmekten uzak kalmıştır.
Böylece gelişen çarpık kapitalizm, doğal olarak ucuz işgücü temeli üzerine dayanmaktadır. Ucuz işgücü ise, ücretlerdeki sabit harcamalardan en önemlisi olan barınma harcamaları bölümünün bir biçimde çözümünü gerekli kılmaktadır.
Bütün bu sorunları kendi kapasitesiyle çözebilecek durumda olmayan yeni-sömürge kapitalizmi de bu süreçte, kendisi için en makul görünen yolu seçmiş, daha doğrusu olayların zaten kendiliğinden gelişen seyrine dokunmamayı uygun bulmuştur. Kırlardan kopup gelen emekçiler, kentlerin dışında kalan geniş devlet (ve kısmen özel) arazileri işgal ederek tam da kelimenin anlamında olduğu gibi bir gecede “kondurulan” evler yapmışlardır.
Böylece, emekçilerin barınma masrafları sorunu, bir süreliğine onların kendi çabalarıyla halledilmiş bulunuyordu. Hiçbir altyapı götürülmeyen, neredeyse tamamen masrafsız bir alandı bu ve kapitalist sömürü oranları açısından bir cennet yaratılmıştı.
Böylece, kentlerin çevreleri yüzbinlerce yoksul ev tarafından kuşatılmaya başlandı. Bir planlama olmadan ve kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen kentleşme, çarpık yaşamı da beraberinde getirdi. Kültürde çarpıklık, eğitimde, sağlıkta, ulaşım, barınakta... Kentlerin görünümü de böyleydi: Boğaz’ı seyreden gecekondularla, hemen altında veya karşısında villalar karşı karşıya duruyordu.
Ancak daha sonra, sağlıksız büyüyen kent, doğal olarak daha dış çemberler yaratırken eski varoşlardan bir bölümü daha içte kalmaya, mülk olarak değerlenmeye, vb. başladı. Ve böylece, yeni bir durum ortaya çıktı. Kent merkezinin en iyi parçalarını kendisine ayırmak isteyen tekeller ile bu parçaların üzerinde milyonlarca emekçinin oturuyor olması arasında bir gerilim belirdi.

Değişen Kapitalist Yapı ve Neoliberalizmin Kent Alanlarındaki Atakları
90’lara gelindiğinde ise genel bir restorasyon zaten çoktan başlamıştı. Yeni sürecin tipik politikaları olan özelleştirmeler, sosyal kurum ve alanların tekellerin talanına açılması, kapitalist üretimin sektörlerinin büyük sanayi işletmelerinden “sıcak para” yöntemlerine ve çapulculuğa doğru kayması ve nihayet üretimin örgütlenişinin esnekleştirilmesi, vb. gündeme gelirken konut ve arsa alanında bunu izleyen gelişmeler olması kaçınılmazdı.
Öncelikle, üretimin parçalanışı ve büyük kitle üretimi yapan işletmelerin azalışı ve kadrolu-düzenli işçi katmanındaki düşüş, buna karşın niteliksiz-geçici işçi kesimlerinin olağanüstü artışı ve daha bir dizi faktör, ücetleri zaten sefalet düzeyinin altına düşürüyor ve milyonlarca işsiz ortalıkta dolanırken yoksulların barınma masrafları özel bir sorun olmaktan çıkıyordu.
Daha da önemlisi, hızlı rant sağlayan her alana el atılması ilkesine dayanan neoliberalizm, kent merkezlerindeki büyük alanlara gözünü dikmişti. Bu, sosyal sigortaların, eğitimin, orman alanlarının, vb. vb. bütün her şeyin yağmalanmasından bağımsız bir olgu değildi. Büyük plazaların kentleri kuşbakışı gören pencerelerinden çevreye bakan tekelciler, şehrin en merkezi yerlerinin yoksulların elinde olmasını, bu kadar değerli alanların sadece yiyip içip çocuk büyüten “çulsuzlar”ın mekanı olmasını hazmedemez hale geldiler. Bütün bu alanlar, tekellerin eline geçmeli, onların iş merkezi ya da eğlence mekanları haline dönüşmeli, çulsuzlar ise kent dışına sürülmeliydi.

Bir Başka Gerekçe: Güvenlik
Elbette her şey bu kadar da ekonomik nedenlere dayanmıyor. İşin bir başka cephesi de, kentlerin ortasında kalmaya başlayan emekçi mahallelerinin toplumsal bir tehlike teşkil etmeye başlamasıdır. 1980 sonrası artan Kürt göçü de, oligarşinin bu tehlike algılamasını daha da büyütmüştür. Özellikle bazı yöreler, ki bunlar yıkım projesinin ilk hedef aldığı yerlerdir, onyıllardır kentlerin ortasında ya da kenarında “çıbanbaşı” olarak durmakta, bunlardan bazıları Kürt-Alevi yoğunluğu nedeniyle de her toplumsal çalkantıda mutlaka sorun yaratmaktadır.
Ancak bunun da ötesinde, gitgide artan yoksulluk ve yoksulluğun yarattığı gerginlik, yalnızca toplumsal hareket bakımından değil, çürüme-yozlaşmayla birlikte gelişen çeteleşme ve kent suçları bakımından da problem haline gelmektedir. Her yıl katlanarak artan kent suçları, giderek varlıklı sınıflar ve orta sınıflar için bir sorundur ve kuşkusuz bütün bunların kaynağı da her zaman gecekondular olmaktadır. Büyük kentlerin yakında içinde dolaşılamaz hale gelmesi ve bunun özellikle patronların mekan ve alanlarını da tehdit etmesi, yaygın bir korkudur.
Bunun için ara sıra öne sürülen “İstanbul’a giriş vizesi” gibi saçmalıkların da fantaziden ibaret olduğunu aslında herkes bilmektedir. Dolayısıyla, Brezilya modelinde olduğu gibi kent merkezlerinin “temizlenmesi” ve özellikle mutlak yoksulluk kategorisindeki kesimlerin kent dışına sürülmesi, iki dünyanın birbirinde daha net ayrımlarla ayrılması bir başka açıdan “Proje”nin temelini oluşturmaktadır.

Nasıl Bir Kent Güzelliği ya da Çağdaş Kent?
Bu temel ise oligarşinin temsilcilerinin “kent güzelliği”nden neyi anladığını ortaya koyar.
Bu, esas olarak sınıf düşmanı bir projedir ve zaten yıkımlara karşı mücadeleyi sınıf savaşının bir parçası yapan da budur.
Bu proje, işçi sınıfına yoksullara düşman bir projedir. Bu ayrışma sınıfsal düşmanlığın göstergesidir. Burjuvazinin hiçbir şekilde emekçilere, onların toplulaştıkları alanlara tahammülü yoktur. Onun için, tek sömürü kaynağı olan emekçilerin yaşamı da onun için önemli değildir. İstanbul’u dünya kenti yapmak dedikleri budur. İstanbul bir Londra, bir Paris olsun istiyorlar. İstanbul’u dünya sermayesinin çekim merkezi yapmaya çalışıyorlar. Ve bu arada, emekçileri, dip yoksullarını kenara doğru itmek istiyorlar. Habitat toplantıları sırasında yüzlerce sokak çocuğunu, tinerciyi toplayıp kent dışında açık araziye açlığa terk eden düşünme tarzı, bu projenin temelidir.
Bu proje, ayrıca ırkçı bir projedir de. Burada sözünü ettiğimiz ırkçılık, bilinen Türk ırkçılığından öte, tekellerin kaymak tabakasının “sosyete”sinin dışına yönelttikleri bir şovenizmdir. Düşünsel altyapısında “yorganını sırtlayıp gelenler şehri mahvediyor” söylemi vardır. Bir yandan giydikleri elbiseleri dikecek, çöplerini toplayıp sokaklarını süpürecek insanlara ihtiyaç duyan bu elit, diğer yandan da bu kalabalığı mümkün olduğunca görmek istememekte, başka bir deyişle nimetlerinden yararlandığı insanların külfetine katlanmak istememektedir. Ücretler düşük olsun, Kürtler ve başkaları ucuz işgücü için kente yığılsın ama bu yığılmanın yarattığı kaos ve toplumsal kargaşa bizden uzak olsun!
Bu, az önce söylediğimiz gibi sadece Kürtleri hedef alan bir ırkçılığın ötesinde aslında yoksulluk nedeniyle yorganını sırtlayıp kente yığılan bütün insanları hedef alan bir Bebek-Etiler şovenizmidir.
Dolayısıyla bu şovenizm, “çağdaş kent”ten ne anlaşıldığını da ortaya koyar. Yaratılmak istenen -ve aslında hiçbir zaman yaratamayacakları kesin olan- kent modeli, merkezi alanları ve keyif alınacak-manzaralı yerleri itibarıyla burjuvaziye hitap eden, kenarları ve değersiz-uç bölgeleri itibarıyla yoksulları “mecburen” barındıran bir modeldir. Ve bu modelin hiçbir noktasında tarihsel bir şehri korumak ya da deprem riskini azaltmak gibi ciddiye alınabilir düşünceler yoktur.

Bu Gerçekten Bir “Proje”midir?
Esasen bu da tartışmalıdır. Daha doğrusu, parlatılıp sunulan biçimiyle yıkım sonrasını etraflıca planlayan bir proje gerçek değildir.
Resmi rakamlara göre İstanbul’da 182 bin 476 gecekondu bulunmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2004 Nisan ayından bu yana 1700 bina yıkmıştır. Evleri yıkılan insanların, belediyenin sosyal konutlarına yerleştirildiği-yerleştirileceği söylense de bu doğru değildir. Öncelikle, belediyenin modern evler dediği bu yapılar çok pahalı ve emekçinin ödeyemeyeceği şartlardadır. Üstelik mimari olarak da kafesi andırmaktadırlar.
Devletin bir kurumu olan Toplu Konut İdaresinin açıklamasına göre bu süreçte yapılacak olan konut ayısı 26 bin 374’tür. Yine TOKİ’nin açıklamasına göre aslında 1,5 milyon konutun yapılması gerekmektedir. Bunların yapılamamasını da TOKİ “fakir grubun ev alamaması” olarak açıklıyor.
Yapılacak evler ise ikiye ayrılıyor. Biri 45-55 metrekare, diğeri ise, 62-72 metrekarelik evler. 20 yıla yayılan taksitlerle ödemenin yapılacağı evler için çeşitli şartlar öne sürülmektedir. Mesela, 45-55 metrekarelik evlerin eşi ölmüş çocuklu bayan ve 60 yaşını aşmış, çocuğu olmayan insanlara satılması kararlaştırılmıştır. Boşanmış kadınlar bu haktan yararlanamayacaktır.
Rakamlarla devam edersek, 2007 yılına kadar gecekondu yıkımları için 35 bölgede 22 bin 565 bin konut yapılması planlanmaktadır. Oysa bu da tamamen kuşkuludur. Yapılacak konutlara kim ve nasıl yerleştirilecektir? Şu anda gecekondu yıkımlarına karşı bitirilmiş hiçbir konut bulunmamaktadır, kağıtta hazır bulunan proje taslağını saymazsak. Bu projenin hayata geçtiğini bir an farz etsek bile, yine bir şey kalmadığı görülecektir. Çünkü, yapılacak daha doğrusu yapılması planlanan konutlar ile sokağa atılan, atılacak insanlar arasından dağlar değil okyanuslar kadar fark vardır. Yakın zamanda Halkalı ve İkitelli TOKİ tarafından yapılacak evlerin sahipleri belirlendi. Bu evlerin kura ile belirlenmesi bir yana ortaya çıkan rakam gerçeği ortaya koymaya yetiyor. Halkalı ve İkitelli’de 118 konut yapılacak. İlk elde başvuru sayısı 20 bin.
Bunun yanısıra belediye yapacağı 118 konut için, 150 bin form basıp, dağıtmış durumda. Üstelik eve talip olan kişinin eşi ve çocuğunun evi olmayacak, İstanbul’da beş yıl oturmuş olacak, aylık geliri 450 YTL’nin üzerinde olmayacak, vs. vs. Tablo budur. Nereden bakılırsa bakılsın, proje, sadece yoksulların evlerini yıkmak ve boşalan bu alanları tekellere peşkeş çekmekten ibarettir. İşin geri kalan kısmı ise kelimenin tam anlamıyla “Allaha havale” edilmiştir.

Saflar Netleşiyor Uçurumlar Derinleşiyor
Tüm bunların toplamından yazının başından bahsettiğimiz, ayrışma çıkar. Yazıda ortaya koyduğumuz projelerin hiç birisi emekçilere yönelik değildir. Yapılması planlanan evler, elde avuçta kalmış parayı hortumlamak, yeni pazar alanları yaratmaktan ibarettir.
Deprem yardımlarını kirli işlere ayıranlar, görgüsüz tekel plazalarına ellerini sürmeyenler, yasadışı yollardan yeşil arazileri rant için yarış pisti yapanlar, yeni ve daha tatlı kârlar peşindeler.
Gecekondu sahipleri de dahil olmak üzere bütün emekçileri ise zor günler bekliyor. Yaşam, bir çatışmayı dayatıyor. Bugün parça parça yapılan güç denemeleri, emekçiler ciddi direnişler ortaya koymazlarsa eğer, daha geniş çaplı bir operasyona dönüşecektir.
Bundan daha kötüsü olur mu diyenler ise fena halde yanılırlar. Kapitalizm olduğu sürece, kötünün daha kötüsü her zaman vardır. Ta ki, “sosyalizm mi-barbarlık mı” sorusunun cevabını emekçiler verinceye dek…

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul