Aylardır İstanbul’un varoşlarında bir kabus yaşanıyor.
Herhangi bir mahalledeki herhangi bir emekçi bir
sabah uyanıyor ve evinin kapısında bir tebligat
görüyor… Onca yıldır yuvası bellediği yerin yıkılacağını
böyle öğreniyor. 1930-1940’larda Nazilerin yahudi
evlerine koydukları işaretler gibi…
Dev bir “Kentsel Dönüşüm Projesi”nden söz ediliyor.
Ve bu “dev” proje, işe yoksulların küçük evlerini
yıkmakla başlıyor! Ortalık bir anda karışıyor
gecekondu bölgelerinde. Devlet, polisiyle, panzeriyle,
yığılıyor gecekondunun önüne. Emekçiler kimi zaman
az çok düzenli ve örgütlü bir direniş koyuyorlar
ortaya, kimi zaman ise tamamen bireysel ve yer
yer şiddetli, yer yer arabeske varan direnişler
gösteriyor. Ama sistem, bütün soğuk yüzüyle insanların
yaşam alanlarını, anılarını, sosyal-kültürel çevrelerini,
yani insana dair ne varsa tam bir soğukkanlılıkla
ezip geçiyor; ya da bazen ezip geçemiyor ama daha
uygun bir zamanı kollamak için geri çekiliyor.
Ve sonra, hayat devam ediyor... Sokakta, villada…
Aç karnına, tok karnına… Sefalet içinde, sefahat
içinde...
Son yirmi yılda Türkiye’de yoksullara karşı girişilen
her harekat, her seferinde medya tarafından “cesaret”
diye alkışlandı, alkışlanıyor. Evet evet diyor,
medya kalemşörleri, “işte popülizme pabuç bırakmayan
kararlı bir yönetim!” Yaklaşan deprem felaketi
konusunda kılını kıpırdatmayan, yüzlerce kaçak
villa ve gökdelene elini süremeyen yönetimlerin
yoksul gecekondulara terör estirmesinin adı “cesaret”
oluyor! Çünkü onlar bunu, kentleri güzelleştirmek
adına yapıyorlar!
Proje Dedikleri Nedir?
Peki nedir “Proje” adını verdikleri şey? Gerçekten
kaosa dönüşmüş olan metropol kentleri güzelleştirmek
için mi yapılıyor bütün bunlar?
Çıkarılan yasalarla zemini oluşturulan bu projenin
gerekçelerine bakılırsa durum çok masum görünüyor.
Şöyle şeyler söyleniyor örneğin: “Hızla gelişen
kentleşme süreci ülkemizin önemli sorunlarının
başında gelmektedir. Bu süreç özellikle kentlerimizin
merkez bölgelerindeki, eski kent dokularının ve
korunması gerekli kültürel mirasın olumsuz etkilenmesine
neden olmuştur.
Kültürel mirasın yoğun olarak bulunduğu alanlar
gerek eskimeleri ve bakımsız kalmaları, gerekse
de yoğun olarak denetimsiz bir şekilde iskan edilmeleri
ve kullanılmaları nedeniyle, toplumun can ve mal
güvenliğini tehdit eder duruma gelmiştir. Bu bölgelerde
güvenliğin sağlanması özellikle büyük şehirlerimizde
büyük problemler teşkil etmektedir.” Ve sonra,
“bu düşünceden hareketle...” diye başlayan bölümler,
bölümler…
Yine başka bir belgeye, Aralık 2004 belediyeler
kanunun 73. maddesine bakarsak; “Büyükşehir belediyeleri,
büyükşehir belediyeleri sınırları içindeki ilçe
ve ilk kademe belediyeleri ve il belediyeleri
ile nüfusu 50,000’in üzerindeki belediyeler; kentin
gelişimine uygun olarak eskiyen kent kısımlarını
yeniden inşa ve restore etmek, konut alanları,
sanayi ve ticaret alanları, teknoloji parkları
ve sosyal donatılar oluşturmak, deprem risklerine
karşı önlemler almak veya kentin tarihi ve kültürel
dokusunu korumak amacıyla…” diye başlayıp giden
cümleler görüyoruz…
Böylece, emekçilerin bütün hayatlarını oluşturan
85 bin konut, bir anda hedef tahtasına konuluyor.
Peki gerçekten örneğin “deprem riski” gerekçesi
anlamlı mı? Ne oligarşi, ne de belediyeler bu
tehlikeyi ciddiye aldıklarına dair şu ana kadar
ortaya bir belirti koymuşlar mıdır? Deprem tehlikesi
özel olarak varoşlardaki gecekondularla mı ilgili?
Ya da “kenti güzelleştirmek” niye şimdi akıllarına
geldi? Bu konuda şimdiye kadar tek bir ciddi adım
atmışlar mı? Turistlerin soyulacağı birkaç özel
bölge hariç İstanbul’un tarihi mekanlarının tümünü
pislik götürmüyor mu?
Ve en önemlisi şu: Neden şimdi?
Çarpık Kentleşme Nasıl Yaratıldı?
Gerekçeleri, bahaneleri bir yana koyarak “neden
şimdi” diye sormak aslında en sağlıklısı.
“Çağdaş bir kent”ten söz ediliyorsa eğer, bu kentin
“çağdışı” olma öyküsü neydi?
Artık biliniyor, çarpık kentleşme bir “yeni-sömürge
kapitalistleşmesi” öyküsüdür. Özellikle 1950’lerden
sonra emperyalizme bağımlı olarak özellikle birkaç
metropol kentin civarında gelişen Türkiye kapitalizmi,
tarımda bozulan feodal ilişkilerin de püskürttüğü
milyonlarca insanı büyük bir hızla kentlere doğru
çekmiş, elli yıllık bir süreçte yaşadığımız coğrafyanın
nüfus yapısı neredeyse tamamen değişmiştir. Ancak
bu kapitalizm, kentlere yığdığı milyonlarca insanı
istihdam edebilecek bir kapasiteye de hiç sahip
olmamıştır. Kır, insanları bağrından söküp atmış
ama kent bu dalgaları emebilmekten uzak kalmıştır.
Böylece gelişen çarpık kapitalizm, doğal olarak
ucuz işgücü temeli üzerine dayanmaktadır. Ucuz
işgücü ise, ücretlerdeki sabit harcamalardan en
önemlisi olan barınma harcamaları bölümünün bir
biçimde çözümünü gerekli kılmaktadır.
Bütün bu sorunları kendi kapasitesiyle çözebilecek
durumda olmayan yeni-sömürge kapitalizmi de bu
süreçte, kendisi için en makul görünen yolu seçmiş,
daha doğrusu olayların zaten kendiliğinden gelişen
seyrine dokunmamayı uygun bulmuştur. Kırlardan
kopup gelen emekçiler, kentlerin dışında kalan
geniş devlet (ve kısmen özel) arazileri işgal
ederek tam da kelimenin anlamında olduğu gibi
bir gecede “kondurulan” evler yapmışlardır.
Böylece, emekçilerin barınma masrafları sorunu,
bir süreliğine onların kendi çabalarıyla halledilmiş
bulunuyordu. Hiçbir altyapı götürülmeyen, neredeyse
tamamen masrafsız bir alandı bu ve kapitalist
sömürü oranları açısından bir cennet yaratılmıştı.
Böylece, kentlerin çevreleri yüzbinlerce yoksul
ev tarafından kuşatılmaya başlandı. Bir planlama
olmadan ve kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen kentleşme,
çarpık yaşamı da beraberinde getirdi. Kültürde
çarpıklık, eğitimde, sağlıkta, ulaşım, barınakta...
Kentlerin görünümü de böyleydi: Boğaz’ı seyreden
gecekondularla, hemen altında veya karşısında
villalar karşı karşıya duruyordu.
Ancak daha sonra, sağlıksız büyüyen kent, doğal
olarak daha dış çemberler yaratırken eski varoşlardan
bir bölümü daha içte kalmaya, mülk olarak değerlenmeye,
vb. başladı. Ve böylece, yeni bir durum ortaya
çıktı. Kent merkezinin en iyi parçalarını kendisine
ayırmak isteyen tekeller ile bu parçaların üzerinde
milyonlarca emekçinin oturuyor olması arasında
bir gerilim belirdi.
Değişen Kapitalist Yapı ve Neoliberalizmin
Kent Alanlarındaki Atakları
90’lara gelindiğinde ise genel bir restorasyon
zaten çoktan başlamıştı. Yeni sürecin tipik politikaları
olan özelleştirmeler, sosyal kurum ve alanların
tekellerin talanına açılması, kapitalist üretimin
sektörlerinin büyük sanayi işletmelerinden “sıcak
para” yöntemlerine ve çapulculuğa doğru kayması
ve nihayet üretimin örgütlenişinin esnekleştirilmesi,
vb. gündeme gelirken konut ve arsa alanında bunu
izleyen gelişmeler olması kaçınılmazdı.
Öncelikle, üretimin parçalanışı ve büyük kitle
üretimi yapan işletmelerin azalışı ve kadrolu-düzenli
işçi katmanındaki düşüş, buna karşın niteliksiz-geçici
işçi kesimlerinin olağanüstü artışı ve daha bir
dizi faktör, ücetleri zaten sefalet düzeyinin
altına düşürüyor ve milyonlarca işsiz ortalıkta
dolanırken yoksulların barınma masrafları özel
bir sorun olmaktan çıkıyordu.
Daha da önemlisi, hızlı rant sağlayan her alana
el atılması ilkesine dayanan neoliberalizm, kent
merkezlerindeki büyük alanlara gözünü dikmişti.
Bu, sosyal sigortaların, eğitimin, orman alanlarının,
vb. vb. bütün her şeyin yağmalanmasından bağımsız
bir olgu değildi. Büyük plazaların kentleri kuşbakışı
gören pencerelerinden çevreye bakan tekelciler,
şehrin en merkezi yerlerinin yoksulların elinde
olmasını, bu kadar değerli alanların sadece yiyip
içip çocuk büyüten “çulsuzlar”ın mekanı olmasını
hazmedemez hale geldiler. Bütün bu alanlar, tekellerin
eline geçmeli, onların iş merkezi ya da eğlence
mekanları haline dönüşmeli, çulsuzlar ise kent
dışına sürülmeliydi.
Bir Başka Gerekçe: Güvenlik
Elbette her şey bu kadar da ekonomik nedenlere
dayanmıyor. İşin bir başka cephesi de, kentlerin
ortasında kalmaya başlayan emekçi mahallelerinin
toplumsal bir tehlike teşkil etmeye başlamasıdır.
1980 sonrası artan Kürt göçü de, oligarşinin bu
tehlike algılamasını daha da büyütmüştür. Özellikle
bazı yöreler, ki bunlar yıkım projesinin ilk hedef
aldığı yerlerdir, onyıllardır kentlerin ortasında
ya da kenarında “çıbanbaşı” olarak durmakta, bunlardan
bazıları Kürt-Alevi yoğunluğu nedeniyle de her
toplumsal çalkantıda mutlaka sorun yaratmaktadır.
Ancak bunun da ötesinde, gitgide artan yoksulluk
ve yoksulluğun yarattığı gerginlik, yalnızca toplumsal
hareket bakımından değil, çürüme-yozlaşmayla birlikte
gelişen çeteleşme ve kent suçları bakımından da
problem haline gelmektedir. Her yıl katlanarak
artan kent suçları, giderek varlıklı sınıflar
ve orta sınıflar için bir sorundur ve kuşkusuz
bütün bunların kaynağı da her zaman gecekondular
olmaktadır. Büyük kentlerin yakında içinde dolaşılamaz
hale gelmesi ve bunun özellikle patronların mekan
ve alanlarını da tehdit etmesi, yaygın bir korkudur.
Bunun için ara sıra öne sürülen “İstanbul’a giriş
vizesi” gibi saçmalıkların da fantaziden ibaret
olduğunu aslında herkes bilmektedir. Dolayısıyla,
Brezilya modelinde olduğu gibi kent merkezlerinin
“temizlenmesi” ve özellikle mutlak yoksulluk kategorisindeki
kesimlerin kent dışına sürülmesi, iki dünyanın
birbirinde daha net ayrımlarla ayrılması bir başka
açıdan “Proje”nin temelini oluşturmaktadır.
Nasıl Bir Kent Güzelliği ya da Çağdaş Kent?
Bu temel ise oligarşinin temsilcilerinin “kent
güzelliği”nden neyi anladığını ortaya koyar.
Bu, esas olarak sınıf düşmanı bir projedir ve
zaten yıkımlara karşı mücadeleyi sınıf savaşının
bir parçası yapan da budur.
Bu proje, işçi sınıfına yoksullara düşman bir
projedir. Bu ayrışma sınıfsal düşmanlığın göstergesidir.
Burjuvazinin hiçbir şekilde emekçilere, onların
toplulaştıkları alanlara tahammülü yoktur. Onun
için, tek sömürü kaynağı olan emekçilerin yaşamı
da onun için önemli değildir. İstanbul’u dünya
kenti yapmak dedikleri budur. İstanbul bir Londra,
bir Paris olsun istiyorlar. İstanbul’u dünya sermayesinin
çekim merkezi yapmaya çalışıyorlar. Ve bu arada,
emekçileri, dip yoksullarını kenara doğru itmek
istiyorlar. Habitat toplantıları sırasında yüzlerce
sokak çocuğunu, tinerciyi toplayıp kent dışında
açık araziye açlığa terk eden düşünme tarzı, bu
projenin temelidir.
Bu proje, ayrıca ırkçı bir projedir de. Burada
sözünü ettiğimiz ırkçılık, bilinen Türk ırkçılığından
öte, tekellerin kaymak tabakasının “sosyete”sinin
dışına yönelttikleri bir şovenizmdir. Düşünsel
altyapısında “yorganını sırtlayıp gelenler şehri
mahvediyor” söylemi vardır. Bir yandan giydikleri
elbiseleri dikecek, çöplerini toplayıp sokaklarını
süpürecek insanlara ihtiyaç duyan bu elit, diğer
yandan da bu kalabalığı mümkün olduğunca görmek
istememekte, başka bir deyişle nimetlerinden yararlandığı
insanların külfetine katlanmak istememektedir.
Ücretler düşük olsun, Kürtler ve başkaları ucuz
işgücü için kente yığılsın ama bu yığılmanın yarattığı
kaos ve toplumsal kargaşa bizden uzak olsun!
Bu, az önce söylediğimiz gibi sadece Kürtleri
hedef alan bir ırkçılığın ötesinde aslında yoksulluk
nedeniyle yorganını sırtlayıp kente yığılan bütün
insanları hedef alan bir Bebek-Etiler şovenizmidir.
Dolayısıyla bu şovenizm, “çağdaş kent”ten ne anlaşıldığını
da ortaya koyar. Yaratılmak istenen -ve aslında
hiçbir zaman yaratamayacakları kesin olan- kent
modeli, merkezi alanları ve keyif alınacak-manzaralı
yerleri itibarıyla burjuvaziye hitap eden, kenarları
ve değersiz-uç bölgeleri itibarıyla yoksulları
“mecburen” barındıran bir modeldir. Ve bu modelin
hiçbir noktasında tarihsel bir şehri korumak ya
da deprem riskini azaltmak gibi ciddiye alınabilir
düşünceler yoktur.
Bu Gerçekten Bir “Proje”midir?
Esasen bu da tartışmalıdır. Daha doğrusu, parlatılıp
sunulan biçimiyle yıkım sonrasını etraflıca planlayan
bir proje gerçek değildir.
Resmi rakamlara göre İstanbul’da 182 bin 476 gecekondu
bulunmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi,
2004 Nisan ayından bu yana 1700 bina yıkmıştır.
Evleri yıkılan insanların, belediyenin sosyal
konutlarına yerleştirildiği-yerleştirileceği söylense
de bu doğru değildir. Öncelikle, belediyenin modern
evler dediği bu yapılar çok pahalı ve emekçinin
ödeyemeyeceği şartlardadır. Üstelik mimari olarak
da kafesi andırmaktadırlar.
Devletin bir kurumu olan Toplu Konut İdaresinin
açıklamasına göre bu süreçte yapılacak olan konut
ayısı 26 bin 374’tür. Yine TOKİ’nin açıklamasına
göre aslında 1,5 milyon konutun yapılması gerekmektedir.
Bunların yapılamamasını da TOKİ “fakir grubun
ev alamaması” olarak açıklıyor.
Yapılacak evler ise ikiye ayrılıyor. Biri 45-55
metrekare, diğeri ise, 62-72 metrekarelik evler.
20 yıla yayılan taksitlerle ödemenin yapılacağı
evler için çeşitli şartlar öne sürülmektedir.
Mesela, 45-55 metrekarelik evlerin eşi ölmüş çocuklu
bayan ve 60 yaşını aşmış, çocuğu olmayan insanlara
satılması kararlaştırılmıştır. Boşanmış kadınlar
bu haktan yararlanamayacaktır.
Rakamlarla devam edersek, 2007 yılına kadar gecekondu
yıkımları için 35 bölgede 22 bin 565 bin konut
yapılması planlanmaktadır. Oysa bu da tamamen
kuşkuludur. Yapılacak konutlara kim ve nasıl yerleştirilecektir?
Şu anda gecekondu yıkımlarına karşı bitirilmiş
hiçbir konut bulunmamaktadır, kağıtta hazır bulunan
proje taslağını saymazsak. Bu projenin hayata
geçtiğini bir an farz etsek bile, yine bir şey
kalmadığı görülecektir. Çünkü, yapılacak daha
doğrusu yapılması planlanan konutlar ile sokağa
atılan, atılacak insanlar arasından dağlar değil
okyanuslar kadar fark vardır. Yakın zamanda Halkalı
ve İkitelli TOKİ tarafından yapılacak evlerin
sahipleri belirlendi. Bu evlerin kura ile belirlenmesi
bir yana ortaya çıkan rakam gerçeği ortaya koymaya
yetiyor. Halkalı ve İkitelli’de 118 konut yapılacak.
İlk elde başvuru sayısı 20 bin.
Bunun yanısıra belediye yapacağı 118 konut için,
150 bin form basıp, dağıtmış durumda. Üstelik
eve talip olan kişinin eşi ve çocuğunun evi olmayacak,
İstanbul’da beş yıl oturmuş olacak, aylık geliri
450 YTL’nin üzerinde olmayacak, vs. vs. Tablo
budur. Nereden bakılırsa bakılsın, proje, sadece
yoksulların evlerini yıkmak ve boşalan bu alanları
tekellere peşkeş çekmekten ibarettir. İşin geri
kalan kısmı ise kelimenin tam anlamıyla “Allaha
havale” edilmiştir.
Saflar Netleşiyor Uçurumlar Derinleşiyor
Tüm bunların toplamından yazının başından bahsettiğimiz,
ayrışma çıkar. Yazıda ortaya koyduğumuz projelerin
hiç birisi emekçilere yönelik değildir. Yapılması
planlanan evler, elde avuçta kalmış parayı hortumlamak,
yeni pazar alanları yaratmaktan ibarettir.
Deprem yardımlarını kirli işlere ayıranlar, görgüsüz
tekel plazalarına ellerini sürmeyenler, yasadışı
yollardan yeşil arazileri rant için yarış pisti
yapanlar, yeni ve daha tatlı kârlar peşindeler.
Gecekondu sahipleri de dahil olmak üzere bütün
emekçileri ise zor günler bekliyor. Yaşam, bir
çatışmayı dayatıyor. Bugün parça parça yapılan
güç denemeleri, emekçiler ciddi direnişler ortaya
koymazlarsa eğer, daha geniş çaplı bir operasyona
dönüşecektir.
Bundan daha kötüsü olur mu diyenler ise fena halde
yanılırlar. Kapitalizm olduğu sürece, kötünün
daha kötüsü her zaman vardır. Ta ki, “sosyalizm
mi-barbarlık mı” sorusunun cevabını emekçiler
verinceye dek…
|