Seydişehir’in Gör Dediği...
Geçtiğimiz aylarda Seydişehir Eti Alüminyum tesisleri
işçilerinin kent halkı ile birleşerek özelleştirmeye
karşı ortaya koyduğu direniş, gündemi sarsan olaylardan
biriydi. Seydişehir işçileri, işletmenin bazı
olanaklarını ve iş deneyimlerini de kullanarak
polisi epey zor durumlara düşürmüşler ve sonuçta
biraz yaralı vermekle birlikte istediklerini de
-kısmen ve şimdilik- elde etmişlerdi: En azından
tesisleri gezmek isteyen şirket temsilcileri geri
çekilmişlerdi.
Bütün bunların çok da gelip geçici heveslerden
kaynaklanmadığı, bir kaç gün önce yeniden ortaya
çıktı. Seydişehir ihalesini kazanan CE-KA AŞ.
yetkilileri, “mal sahibi” olarak geldikleri tesislerden
canlarını zor kurtardılar. Üçü şirket yöneticilerine
ait 4 araç ters çevrildi, tahrip edildi, biri
yakıldı, şirket yöneticileri saatlerce mahsur
kaldılar, Genel Müdür’ün evi taşlandı, vb. vb...
Ve yine polisten 12 yaralı...
Bütün bu atakların kalıcı olup olmayacağını, Seydişehir
işçisinin sergilediği örnek tutumun sürekli bir
çizgi halinde gelişip gelişmeyeceği şüphesiz önümüzdeki
haftalarda ya da aylarda daha net belli olacaktır.
SEKA ve başka örneklerden hareketle baktığımızda
bu konuda büyük hayaller kurmak çok mümkün gibi
görünmüyor; ama öte yandan siyasal öznenin sürece
ağırlığını koyamadığı koşullarda bile işçi sınıfının
sergilediği bu performans hafife alınacak gibi
değildir. Seydişehir, her açıdan iyi bir örnek
olmuştur.
Ama herhalde direniş gününden geride kalan en
çarpıcı tablo, ellerinde Türk bayrakları taşıyan
ve sağcı bir sendikada örgütlenmiş olan emekçilerin
ortaya koydukları direniş tablosuydu.
Bu tekil bir örnek de değil. Özelleştirme saldırısına
uğrayan işçilerin çoğunun direnişin sloganlarında
yoğun biçimde “vatan” vurgusunu kullanması, afişlerde
ve yürüyüşlerde sık sık “ulusal” ya da “yurtsever”
motiflerin öne çıkarılması artık sık rastlanan
olgulardır. Söz konusu tesislere talip olan şirketlerin
çoğunun yabancı olması (ya da yerli işbirlikçilerle
birlikte ihalelere girmeleri) şüphesiz bunu tetikleyen
unsurlardan biridir. Öyle anlaşılıyor ki, zaten
çoğu milliyetçi eğilimlere sahip olan sendikacılar
bu somut durum karşısında ulusal motifi “birleştirici”
bir unsur olarak görmekte, saldırı altındaki işçi
kitlesi de aynı duyguları kolayca paylaşabilmektedir.
Solun mızmız ve memnuniyetsiz bazı uç kesimleri
beğensin beğenmesin, bu durum, yani işçi sınıfının
elinde bizim bayraklarımızın değil başka bayrakların
olması, bir realitedir, somut bir veridir. Ama
aynı ölçüde somut bir başka bir veri de, en azından
Seydişehir gibi tekil örneklerde söz konusu emekçilerin
polisle çatışma konusunda solun son zamanlardaki
performansını aşan bir tablo gösterdiğidir. Dolayısıyla,
memnuniyetsizlerin -15/16 Haziran’daki Türk bayraklarını
da unutarak!- gösterdiği beğenmez tutum, pek sağlam
temellere oturmamaktadır. Daha doğrusu sınıfın
mevcut siyasal tablosunun geriliğinden hoşnut
olmama ile “her şeye burun kıvırma” arasındaki
farkın belirginleştirilmesi, neoliberal saldırıya
karşı mücadeleye doğru yaklaşımlar üretilmesi
bir zorunluluk ve görevdir. Bayrak provokasyonu
ile başlayan süreçte gerçekleştirilen faşist saldırılar,
Genelkurmay’ın kışkırtmaları, Kürt cephesinde
çatışmaların yeniden boyutlanmaya başlaması, vb.
vb. gibi gelişmelerle aynı döneme denk düşen bu
tablo, gerçekten de soğukkanlı bir sınıf bakışını
gerektirmektedir. En azından devrimci sosyalistler
açısından bazı zihin karışıklıklarını önlemek
elzemdir.
Seydişehir Bir Kez Daha
Ayakta!
Son aylarda bir özelleştirme
furyasıdır gidiyor. AKP hükümeti, ülkenin
en kârlı kurumlarını sermayeye peşkeş çekmek
için her türlü taklayı atıyor. Gece gündüz
demeden mecliste çalışıyor. Bu kurumlardan
birisi olan Seydişehir Alüminyum fabrikasının
da CE-KA inşaata satışı tamamlandı. 305
milyon dolara satılan fabrikanın satılmasına
rağmen, işçiler direnişlerine devam etti.
Fabrikayı alan kişi Mehmet Cengiz, aynı
zamanda Karadeniz otoyolu, İstanbul Metrosu
gibi projelerin müteahhidi. Kendisinin inşaat,
enerji ve turizmde yedi şirketi var.
Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz aylarda,
Seydişehir işçisi, polisle çatışmış, özelleştirmelerin
yoksulluk ve sefalet olduğunu Türkiye’ye
göstermişti. Seydişehir işçileri, Konya-Antalya
yolunu trafiğe kapatmış, Ankara’da Başbakanlık
ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı önünde
eylem yapmış, fabrikaya gelen firma yetkililerine
karşı da yine eylemler yaparak Türkiye’nin
gündemine oturmuşlardı.
31 Temmuz 2005 pazar günü CE-KA yöneticileri,
incelemek üzere fabrikaya geldiler. Ancak,
karşılarında direnmekte olan 2500 işçi ve
ailelerini buldular. Seydişehir emekçisi
şirket yöneticilerinin 2 mercedes, bir cip
ve genel müdürün Toyota marka otomobilini
taş yağmuruna tutarak, ters çevirip yakmaya
başladılar. İşçiler, daha sonra, yöneticilerinin
bulunduğu yere doğru yöneldi. Bu öfke selinden
korkan şirket yöneticileri, ışıkları söndürerek
misafirhanenin içinde uzun bir süre saklandı.
Burayı taşlayan işçiler, misafirhanenin
camlarını kırdı. Konya ve Beyşehir’den polis,
Yalıhüyük, Ahırlı ve Bozkır ilçelerinden
ise takviye jandarma ekipleri gelerek, fabrika
kuşatma altına alındı. İşçilerin direnişinde
12’si polis, 17 kişi de yaralandı. 400 çalışandan
60 işçi dışındakiler izne çıkarıldı.
Seydişehir işçisi, emekçisi direnişlerindeki
kararlılıklarıyla en güzel örnek olmaya
devam ediyor. Bu direniş AKP’nin bütün niyetini
ortaya çıkarıyor. AKP yalancı, AKP, işbirlikçi,
AKP IMF uşağı gibi gerçekler insanların
hafızalarına kazınıyor. Belki şu anda bu
tepki ülke genelinde Seydişehir ve birkaç
yerde pratiğe geçse de, AKP’nin bu ahval
ve şeraiti belleklere depolanıyor. “Seydişehir
CE-Ka’ya Mezar Olacak”, sloganı bu noktada,
geleceğimiz, yarınlarımız için ayrı bir
önem kazanıyor. Tez elden, bu yağmacıların
önüne barikat barikat çıkmak gerekiyor.
Bunu yapmak da sadece devrimcilere düşmüyor.
Bu ülkenin geleceğinden kaygı duyan her
ülke insanının da kaygı duyması, harekete
geçmesi gerekiyor.
|
Emperyalist Politika: Tek Tek Lokmalar Halinde
Yutmak...
Üstelik Seydişehir tek bir örnek de değildir.
1980’lerden bu yana sürdürülen neoliberal özelleştirme
politikaları, bugünlerde TÜPRAŞ, Telekom, Havaalanları,
TEKEL, Erdemir, Seydişehir Alüminyum gibi en yağlı
ve en iri parçaları piyasaya sürmüştür ve doğal
olarak büyük işçi kitlelerini bünyesinde barındıran
bu işletmelerden en azından bazıları zorlu direnişlerin
alanı olacaktır.
Düzen cephesi, uzun süredir bilinçli bir tercih
olarak özelleştirme saldırısını toplulaştırmamakta,
tek tek satışları ayrı ayrı zaman dilimlerine
denk düşürmekte, muhtemelen ihale zamanlarını
da buna göre ayarlamaktadır. (Hemen anımsanabilir;
“Kentsel Dönüşüm Projesi” adıyla pazarlanan yıkımlar
da şimdilik küçük ölçekli bir biçimde yürütülmektedir.)
Çok büyük işçi kitlelerini karşıya almak ve doğal
olarak büyük bir cephe ile savaşmak yerine hükümet,
kamu işletmelerini tek tek lokmalar halinde yutmak
ve her tekil örnekte baskı, şiddet, rüşvet, vb.
gibi bütün yolları kullanarak “sorunu çözmek”
ve sonra bir diğer alana saldırmak istiyor. Bugüne
dek bunun somut örnekleri yaşanmış, Paşabahçe’den
SEKA’ya bir dizi direniş, şu ya da bu biçimde
esnetilerek bitirilmiştir. Toplamda irili-ufaklı
185 işletme bugüne dek yağma edilmiş ama bunlardan
bazıları oldukça kalabalık işçi gruplarını barındırdığı
halde çok güçlü direnişler ortaya konulamamıştır.
Açıkçası bütün bunları yalnızca “hain sendikacılar”a
bağlamak da tek başına yeterli değildir; evet
Türk-İş ve sağcı bazı sendikaların kamu sektöründeki
geleneksel ağırlığı da önemlidir ama daha genel
planda işçi sınıfı da, devrimci öznenin eksikliği
koşullarında saldırının bütünlüğünü ve genel direnişin
önemini kavrayamamakta, “her durumdan mümkün olan
en az zararla kurtulma” tavrına -zorlanarak da
olsa- uyum sağlamaktadır. Doğrusu bir başka bağlam
için icat edilmiş olan “susma sustukça sıra sana
gelecek” sloganı ilk kez bu kadar somut bir anlam
kazanmaktadır. Gerçekten de bir alandaki saldırıyı
izlemekle yetinen bir başka kurumun işçileri,
IMF sopası kendilerine yöneldiğinde can havliyle
sokağa fırlamakta, en pasif sendikalar alanlara
insan yığmakta, ama yine de sorunun derinliği
ve bütünlüğü yeterince anlaşılamadığı için “tek
tek lokmalar” yutulmaya devam etmektedir.
Bugünkü durumun nispeten özgün yanı ise çok önemli
alanların tümünde birden yapılan operasyonun daha
büyük sayıda işçi kitlesini risk altına sokması
ve daha büyük direnişlerin imkânlarını yaratmasıdır.
Belki henüz devrimci güçlerin çoğunun bile tam
olarak kavrayamadığı gerçek, bugünkü özelleştirme
dalgasının öncekilerden farkıdır. Şimdiye kadar
özelleştirilen kurumlar sayısal olarak çok görünseler
de bugünkü 5-6 kurumun çapına eşit değillerdir.
Bu kez, neredeyse Türkiye ekonomisinin belkemiği
denebilecek kurumlar söz konusudur ve üstelik
bu kurumlarda “zarar ediyor” bahanesi de geçersizdir.
Dolayısıyla büyük işçi kitlelerini ve kent nüfuslarını
içeren bu toplam, birleştirilmesi halinde iktidarı
zorlayabilecek potansiyellere sahiptir. Tam da
bu yüzden, böylesi sıcak günler yaklaşırken özelleştirme
saldırısı ve sınıfın tutumu konusundaki kafa karışıklıklarının
ele alınması bugün bir zorunluluktur.
Coca Cola’ya İtaat Edenler
ve Direnenler...
Coca Cola, Amerikan emperyalizmi
ile bütünleşmiş bir isim. Dünyanın neresine
giderseniz gidin Coca Cola dendiğinde akla
hemen Amerika gelmektedir. Bu uluslararası
tekel de bu ülkenin genel karakterini benimsemiş
ve fabrikalarında çalışan işçilerle ilişkiyi
de bu zeminde kurmaktadır. Daha fazla nasıl
sömürürüm, nasıl çok kâr ederim... G8’ler
toplantısında Bush çok net konuşmuştu, “benim
için Amerikan çıkarları önemlidir”, Tabii
ki Amerikan çıkarları dediği Amerikan halkının
çıkarları değil, belli başlı tekellerin
çıkarlarıdır. Coca Cola’da bunlardan birisidir
ve aynı zamanda eli kanlı katildir. Kolombiya’da
öldürttüğü sendika liderlerinin kanları
hala kurumamıştır.
Sömürüyü ve zulümu kendine kimlik edinmiş
bir tekel olan Coca Cola’nın Türkiye’de
de farklı davranması beklenemez. Zaten onlar
da böyle bir beklentinin önüne geçmek için
elinden geleni yapmaktadır.
“Coca Cola işçileri gözaltına alındı.” Yer,
Türkiye İstanbul’daki Coca Cola’nın Dudullu
deposu. 22 Temmuz 2005 Cuma bir haber küçük
puntolarlarla aralara sıkıştırılmış.
İşten atılmalarını protesto etmek ve işveren
ile görüşme taleplerinin yerine getirilmesi
amacıyla sabah saatlerinden itibaren Coca
Cola’nın Dudullu’daki deposuna gelen 150
işçiye, firma yetkilileri köpeklerini çağırtarak
saldırtmıştır.
DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin yanı
sıra DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Genel Başkanı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve sendika avukatları
Coca Cola yetkilileri ile görüşme yaptıkları
sırada, çevik kuvvet polisi fabrikanın alt
katında bulunan işçilere ve ailelerine biber
gazı ve coplarla saldırdı. Kol kola girerek
kenetlenen işçileri teker teker ayırarak
minibüslere bindiren polis, işçilerin eş
ve çocuklarını bir süre polis otosunda tuttuktan
sonra serbest bıraktı.
Diğer yandan Coca Cola işçilerine, fabrika
önünde sloganlarla destek veren sendikacı,
işçi yakınları ve polis arasında çatışma
yaşandı. Polisin saldırısına etraftan topladıkları
taşlarla cevap veren destekçiler, polis
otosunda bekletilen işçilerin serbest bırakılmasını,
aksi halde fabrika önünde beklemeye devam
edeceklerini bildirdiler. Bunun üzerine
polis otosunda bekletilen işçiler Emniyet
Müdürlüğü’ne götürüldü. Gözaltına alınan
91 işçiden 84’ü serbest bırakıldı.
Bütün bunlar yaşanırken Tayyip Erdoğan da
Coca Cola patronunun çiftliğinde mutlu dakikalar
geçirmekteydi, hem de bütün sülalesiyle.
Coca Cola’nın attığı kemiklerle beslenen
yerli medya, Tayyip’in yaptığı geziyi sayfa
sayfa verirken, işsizlikten dolayı sonlarının
ne olacağı belli olmayan işçilere ise fabrika
da polislerce nasıl itaat edileceği dersi
sert bir şekilde veriliyordu; fakat bu medyada
yer bulmuyordu. Çünkü kendileri bu dersi
zaten almışlardı.
|
1990 Sonrası Süreç ve Karışıklığın Maddi Zeminleri
Gerçekten de, günümüzde sınıf mücadelesinin en
ciddi sorunlarından biri, sosyalizmin genel gerilemesinin
de ötesinde bizzat işçi sınıfının kendisinde görülen
kafa karışıklığı ve muğlak noktalardır. Sürecin
özelliklerinden ötürü, devrimci hareketin sınıfla
-zaten geçmişte de pek kuvvetli olmayan- bağlarının
iyice zayıflaması, bu muğlaklıkları artırmış,
burjuva medyanın yoğun etkisi altında eğilip bükülen
sınıf belleği, sakatlanmış, ortak düşünce havuzu
bulandırılmıştır.
Elbette bu, yalnızca propagandanın gücünden kaynaklanan
bir durum değildir ve yeni tarihsel süreçte ifadesini
bulan maddi temelleri vardır.
1990’lar sonrasında başlayan yeni tarihsel sürecin
en önemli özelliklerinden biri de son derece dinamik
ve karmaşık bir yapı göstermesidir. Daha önce
çeşitli vesilelerle söyledik, yeniden söylemekte
yarar var: 1945 sonrası süreç, bütün iç değişkenliklerine
karşın yine de az çok oturmuş, uluslararası ya
da yerel ölçekte safların kesin biçimde belirlendiği
bir süreçtir ve dönem boyunca devrimci güçlerin
önüne çıkan sorun alanları, birkaç parametrenin
yardımıyla çözümlenebilir haldedir. Aynı dönemde
emekçilerin zihnini özel olarak bulandıracak unsurlar
da çok fazla sayıda değildir; ta 1800’lerden akıp
gelen davranış biçimleri ve sınıf refleksleri,
hem safların netliği, hem de üretimin Fordist
örgütlenişinin sınıfa sağladığı avantajlar açısından
az çok belirlidir ve geçerlidir. Proletaryanın
ortak sınıf belleği, yüz yıl boyunca kaç kez kırılmaya
uğramış olursa olsun yine de devamlılığını korumakta,
kuşaktan kuşağa aktarılan mücadele deneyimlerinin
biriktiği genel havuz, en azından ekonomik mücadele
cephesinde ön açıcı olmaktadır. İşçi sınıfı, kitle
üretimi yapılan büyük birimlerde bir aradadır,
pratik deneyimler ve sorunlara bakış kalıpları
büyük bir hızla kitlelerin bütününe yayılmakta
ve ortak tutumlar yaratabilmektedir. Sendikaların
en reformist ellerde olduğu zamanlarda bile tabandaki
sınıf içgüdüsü hükmünü sürdürmekte, karşı taraf
bir hamle yaptığında ona karşı ne yapılacağı konusunda
fazla tereddüt ortaya çıkmamaktadır. Ve zaten,
karşı tarafın, yani dünya kapitalist sisteminin
ya da onun yerel kollarının hamleleri de sınırlıdır;
çoğunlukla izlenen yol, eninde sonunda kitle hareketinin
şiddet yoluyla bastırılması (ya da daha özgün
durumlarda sendikacıların satın alınması, vb)
biçimindedir. İşçi sınıfının fiziki ve düşünsel
yapısının, genel olarak kitle hareketinin daha
karmaşık politikalarla parçalanması, mücadele
belleğini ve ortak-otomatik davranış biçimlerini
zayıflatan yolların keşfedilmesi henüz söz konusu
değildir ya da bu yöntemlerin uygulama alanı henüz
dardır. Dolayısıyla, “kazanılmış hak bilinci”
özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde oldukça
kuvvetlidir; sınıfın bütünlüklü yapısı da bu bilincin
devamını sağlamaktadır.
1980’lerden itibaren başlayan neoliberal restorasyon
sürecine geldiğimizde ise önümüzde yeni bir tablo
vardır.
Birincisi, bu süreç kapitalist üretimin işleyişini
kapsamlı biçimde değişikliğe uğratmış; böylece
hem üretimi, hem de işçi sınıfının yapısını parçalayan,
yalnızca örgütlenmeyi değil ortak mücadele-örgütlenme
belleğini de zayıflatan yeni bir manzara ortaya
çıkmıştır. Sosyalist Barikat’ın 2. sayısında ayrıntılarıyla
ele aldığımız bu manzaranın en doğrudan sonucu,
işçi sınıfı kitlelerindeki kafa karışıklığı olmuş,
sınıfın zihnindeki oturmuş davranış kalıpları
bozulmuş, mücadele süreci içersinde şu ya da bu
ölçüde sosyalist güçler tarafından belirlenen
ya da en azından etkilenen ortak düşünme biçimlerinin
yerini dağınık, burjuva medyası tarafından manipüle
edilebilen bir zihin almıştır. En geri ekonomik
bilincini bile ancak mücadele ve örgütlülük sürecinde
alabilecek olan işçi sınıfı, bu canlı ve sıcak
ortamdan, büyük fabrika direnişi deneyimlerinden
uzak kaldığında, üzerine püskürtülen propagandaya
direnmekte zorlanmış, tek tek işçilerin zihni
kuşkularla sakatlanmıştır. Neyin iyi neyin kötü
olduğunu kendi sınıf kardeşleriyle canlı bir mücadele
sürecinde değerlendiremeyen tek işçi, böylece
bir bilinç kırılmasına uğrarken, neoliberal dalganın
sadece kendi ekmeğiyle oynamadığını, bütünlüklü
bir emperyalist-kapitalist saldırı olduğunu kavramakta
zorlanmakta, olguların iç bağlantılarını yeterince
anlayamamaktadır.
Ve tabii, aynı zaman diliminde yeni ekonomik düzen
tarafından yaratılmış olan yeni orta sınıflar
ve onların taşıyıcılığını yaptığı ideolojik saldırı
da etkilidir. Reklamcılardan, orta düzey şirket
yöneticilerine, para spekülasyonundan rant sağlayan
“oyuncu”lara kadar bir dizi ara kategoriden oluşan
bu tabaka, neoliberal uygulamaların şirinleştirilerek,
rasyonalize edilerek topluma yansıtılmasında görev
almışlar ve medya tekelleriyle birlikte zaten
kendi mücadele deneyimleri zayıflamış olan emekçilerin
zihnindeki karışıklığı artıran bir unsur olmuşlardır.
Asıl tehlike, kuşkusuz bu kesimlerin zaten emek
dünyasıyla ilgisi olmayan üst kesimlerinden gelmemiştir;
asıl tehlike bu yeni orta sınıfın sol ve emekçilerle
bağlantılı olan alt kategorilerinden, çevresine
umutsuzluk yayan “mahalle çapında postmodern filozoflar”dan
ve bütün bunların sınıfa dek uzanan etkilerinden
gelmiştir. Böylece üretimin işleyişinde gerçekleşen
parçalanma, zihinsel alanda da karşılığını bulmuştur.
İkincisi, özelleştirme ve sosyal kurumların çökertilmesi
alanında belli bir mesafe alınması aynı zamanda
bu uygulamaların artık “normal” ve “geri dönülemez”
olduğu yanılsamasını da yaratmış, cepheden ve
bütünlüklü bir karşı çıkışın altyapısını zayıflatmıştır.
Türkiye’deki restorasyonun öyküsü bu bakımdan
daha da özgündür. Türkiye’de 12 Eylül Cuntası’nın
yoğun bir baskı ve depolitizasyon yaratan ortamında
ilk adımları atılan restorasyon, işçi sınıfı ve
emekçileri, devrimci güçleri hazırlıksız ve elverişsiz
bir konumda yakalamış, operasyonun bir bölümü
kapsamlı bir karşı duruşla karşılaşmadan gerçekleştirilmiştir.
Böylece, özelleştirme alanında bu süreçte yapılanlar,
gelecekte yapılacaklar için bir zemin oluşturmuş,
yapılanların “normal” ve “değişimin gereği” olduğu,
artık “geri dönülemez” bir noktaya ulaştığı ve
“bir gerçeklik olarak kabul edilmesi gerektiği”
fikri (yoğun medya bombardımanının da etkisiyle)
toplumsal yapıda belli bir ağırlık kazanmıştır.
Özelleştirmeye karşı direnişlerin bile (en azından
sendikacıların ve sınıfın bir bölümü açısından)
doğrudan özelleştirme saldırısına yönelik bir
anlam ifade etmediği, daha çok bu uygulamanın
işçilerin kazanılmış haklarına dokunan yanına
yöneldiği bilinen bir olgudur. Zaman zaman sıradan
işçilerin ağzından duyduğumuz “tamam özelleştirme
yapsınlar ama...” diye başlayan cümleler hem bu
karışıklığın hem de belli bir özgüven yokluğunun
ifadesidir.
Yani tek tek işletmelerde direnen emekçiler, özelleştirme
saldırısına karşı genel bir sınıf cephesinin yokluğunun
yarattığı umutsuzlukla daha ağırlıklı olarak “kendilerini
korumayı” hedeflemektedirler; dolayısıyla onlar
bayraklar ve vatan savunması söylemleriyle sokağa
çıktıklarında bile savundukları asıl şey aslında
kendi işleri ve sosyal kazanımlarıdır.
En keskin milliyetçi sloganların üstünü kazıdığımızda
altından çıkan talep son derece basittir: Ekmeğime
dokunma! Ve bu bağlamda da direnişlerde, eylemlerde
kullanılan bayraklar, vb. (şüphesiz yaygın milliyetçi
duyguların yanında) bu ekmek davasını resmi düzeyde
meşrulaştırma, karşı tarafı zora sokarak saldırısını
önleme gibi bin yıllık savaş hilelerine denk düşmektedir.
Gecekondu yıkımlarından özelleştirme karşıtı direnişlere
kadar her yerde bayrak, polisin saldırısını “durdurucu”
bir faktör olarak ellerde gezmekte, ancak son
zamanlarda görüldüğü gibi artık bu savunma tarzı
çok da etkili olmamaktadır.
Sonuç olarak özetlendiğinde yeni tarihsel sürecin
işçi sınıfının hayatında yarattığı değişiklikler,
sosyalizmin genel gerilemesiyle birleşerek ortak
belleği ve davranış biçimlerini sarsan etkiler
yaratmış, emekçilerin zihninde muğlaklıklara yol
açmıştır.
Böylece özelleştirme saldırısı gibi genel saldırılar,
iç bağlantılarıyla ve gerçek niteliğiyle kavranamamakta,
devrimci öznenin müdahale edemediği koşullarda
direniş bilinci doğal olarak geri noktalarda oluşmaktadır.
Anti-Emperyalist
Anti-Oligarşik Demokratik Halk Devrimi:
Hırsızlık Düzeninin Sonu
Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik
Demokratik Halk Devrimi, emperyalizmin varlığına
son veren ve onun işbirlikçisi oligarşik
diktatörlüğü parçalayarak yerine demokratik
halk iktidarını kuran ve bu iktidar aracılığıyla
kesintisiz olarak sosyalizme yürüyen bir
çizgiye sahiptir.
Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Demokratik
Halk Devrimi, doğası gereği, bütün emperyalist
ilişki ve anlaşmaların yok sayılması, bütün
emperyalist kurum ve kuruluşların bu coğrafya
üzerinden kesin biçimde sökülüp atılması
anlamına gelir.
Aynı şekilde devrimimiz, emperyalist işgalcilerle
işbirliği halinde emekçi halkları sömüren
tekelci burjuvaziye ait bütün kilit işletmelerin
kamulaştırılması anlamını taşır.
Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Demokratik
Halk Devrimi, işbirlikçi-kukla hükümetler
tarafından imzalanmış bütün dış ve iç anlaşmaları
tamamen geçersiz ve hükümsüz sayar. Dolayısıyla,
bugün ya da gelecekte yapılan-yapılacak
kamu özelleştirmelerine dair her tür anlaşma,
ihale, sözleşme, devrim açısından hükümsüz
kılınacak ve yok sayılacaktır. Devrim, bu
konuda kendisini uluslararası emperyalist
kurumların dayattığı tek taraflı-çok taraflı
anlaşmalarla, “ulusararası hukuk” gibi kandırmacalarla
da bağlı saymayacak, hırsızlık yoluyla ele
geçirilmiş olan bütün kurumları tereddütsüz
biçimde halkın malı haline getirecektir.
Devrim, bütün bu mülkler üzerinde şu anda
var olan gayrı-meşru sahiplik haklarını
tümüyle geçersiz sayacaktır. Ve doğal olarak,
Demokratik Halk İktidarı, sosyalizme ilerleyen
yolda bütün bu kurumları kolektif bir ekonominin
inşası için değerlendirecektir.
Dahası, devrimci sosyalizm şu anda da söz
konusu kurumlarla ilgili bütün anlaşma ve
sözleşmeleri meşru saymamakta, bütün bu
kurumları daha şimdiden halkın malı olarak
kabul ettiği için mevcut “sahiplik” ilişkilerini
hırsızlık olarak nitelemektedir. Dolayısıyla,
devrimci sosyalizm, bu kurumları yağmalayan
yerli-yabancı tekelleri de “halka karşı
suç işlemiş” saymaktadır. Bu topraklarda
istedikleri gibi at oynatabileceklerini
düşünenler kuşkusuz yanılmaktadırlar ve
Devrimci Sosyalizm, bu yanılgıyı açığa çıkarmakla
görevlidir.
|
Bir Diğer Boyut: Düz Düşünme Biçimleri
Elbette bu durum sadece sınıfın genel kitlesi
için geçerli değildir. Yeni tarihsel sürecin özelliklerini
çözümlemekte geciken ya da bu çözümlemeyi bütünlüklü
bir tarzda yapamayan solda da benzer sıkıntılar
yaşanmıştır, yaşanmaktadır.
Kuşkusuz genel siyasi tablonun bir bölümünü, yani
“küreselleşme” ve neoliberal saldırının bütün
cephelerini ayakta alkışlayan, bütün “bağımsızlıkçı”
ve devrimci düşünceleri “3. Dünya Solculuğu” diye
damgalayıp reddeden işbirlikçi-liberalleri en
baştan tartışma dışı tutabiliriz. Bunlar, siyasi
hayatta kendilerini nasıl ifade ederlerse etsinler,
doğrudan doğruya düzen cephesindedirler ve pratik
olarak halk düşmanıdırlar.
Ancak bu eğilimin genel siyasi arenadaki etkileri
sanıldığı kadar zayıf değildir. Yeni orta sınıfların
sola değen kesimlerinde yaygın olan utangaç-liberal
yaklaşımlar büyük ölçüde bu genel düzen havuzundan
beslenmektedir. Üç dakika kuyrukta beklediğinde
“yahu bunları özelleştirmek lazım aslında” diyen
sıradan küçük burjuva solculuğunun siyasetteki
karşılığı zaman zaman “küresel direniş” gibi iri
iri laflarda ortaya çıkmakta, tek tek ülkelerde
devrimin güncelliğinden çoktan umudunu kesmiş
olan bu solcu tipi, işçi sınıfının yerel direnişlerini
de çeşitli demagojik yollarla reddetmektedir.
Bu direnişlere -bağlı olduğu parti ya da çevrenin
kararıyla gelip destek verse de- aslında bir türlü
içten benimsemeyen, direnişin sonuçsuz olacağına
baştan iman eden bu tip, bu ruh halini açıklayabilmek
için çoğu kez işçilerin dini eğiliminin güçlülüğünü
ya da milliyetçi sloganlarını bahane etmektedir.
Yüzeysel okumalarla Latin Amerika kitle direnişlerine
hayranlık duyan ama beri yanda üstünde durduğu
toprağı beğenmeyen liberal solcumuz, esasında
işçi sınıfının dünyanın hiçbir yerinde ulvi bir
topluluk olmadığını, en gerici eğilimlerden en
yoğun çürüme biçimlerine dek her musibetin en
çok işçi mahallelerinde zemin bulunduğunu tamamen
unutmaktadır.
Ulusallığı Okşamak: Bir Anlık Yarar İçin...
Bu türden eğilimleri bir an için kenara bırakıp
neoliberalizme karşı genel bir duruş sergileyen
kesimlere doğru geldiğimizde ilk karşılaştığımız
tutumlardan biri, emekçilerde ve genel olarak
toplumda yaygınlaşan milliyetçi eğilimlerle pragmatik
biçimde oynama eğilimidir. Tutarlı, savaşkan bir
anti-emperyalizm çizgisine değil, reformizmin
çeşitli versiyonlarına dayanan bu eğilim, kimi
zaman Güney Kürdistan’daki “çuval” operasyonundan
hareketle “ulusal onur” söylemlerine sapmakta,
kimi zaman “teröre karşı ortak tepki”nin (!) sözcüsü
olmakta; kimi zaman 19 Mayıs bayramını anti-emperyalizme
vesile olarak ilan ederken kimi zaman da (onca
yıllık yeni-sömürgeci ilişkinin üzerinden atlayıp)
AB’ye girişi “sömürgeleşme” olarak lanetlemektedir.
Bu arada “yurtsever cephe”, “vatan” gibi kavramlar
ortalığı kaplamaktadır.
Bütün bunların ortak noktası, son derece açıkça
“toplumdaki yaygın eğilime oynamak”tır. Toplumda
yaygın olduğu varsayılan bir duygu temel alınmakta
ve onun üzerine pragmatik-düzen içi politikalar
inşa edilmektedir.
Şunu en baştan açıkça söylemek gerekiyor: Türkiye
devrimi, sosyalist kuruluşun olmazsa olmaz önşartı
olarak, emperyalizmin ve bütün işbirlikçilerinin,
bütün kurum ve uzantılarıyla birlikte bu topraklardan
sökülüp atılmasını, dolayısıyla “bağımsızlığı”
en önemli adımlardan biri olarak önüne koyar.
Ve içeriğini nasıl doldurursanız doldurun, sonuç
olarak her anti-emperyalist mücadele, “yurtseverlik”,
yani üzerinde yaşadığınız toprakların bağımsızlığını
savunmak anlamına gelir.
Büyük anti-faşist direniş boyunca Sovyet ülkesinde
ve diğer işgale uğramış ülkelerde, ayrıca (Kürdistan
dahil olmak üzere) bütün sömürgeler ve yarı-sömürgelerde
gelişen sosyalist-yurtseverlik biçimleri de kavramsal
olarak yanlış değillerdir. “İşçi sınıfının vatanının
olmaması” başka şeydir, bir belirli anda emperyalizme
ya da sömürgeciliğe karşı belli bir vatan toprağının
savunulması ya da kurtarılması için savaşmak başka
şeydir. Sosyalistler, kuşkusuz bu vatan toprağının
emperyalist işgal ve sömürüden kurtarılmasını
başka herhangi bir amaç için değil, sosyalist
bir ülke inşa edilmesi için isterler; ve zaten
günümüz itibarıyla duruma bakıldığında bu iki
olgu tümüyle iç içe geçmiş durumdadır. Yani, sosyalist
olmayan bir “orta yol”dan ülkenin bağımsızlığını
korumanın da imkânları kalmamıştır. Dolayısıyla
bu konuda tersinden yapılan keskin ukalalıklar
da geçersizdir. En “saf” ve en “rafine” komünist
edalarıyla anti-emperyalizmi küçümseyen ya da
onu “komünist hedeflerden uzaklaştırıcı bir unsur”
olarak gören eğilimler, ayakları yere basmayan
eğilimlerdir ve esasen bunlar dünyayı da kavramaktan
acizdirler. Tarihin bugüne kadarki seyrinde, gitgide
kendi içine kapanan ve daralan bu tür “sağlam”
komünistler tarafından gerçekleştirilmiş tek bir
devrimin olmaması boşuna değildir. Çünkü bu eğilim,
ne dünyanın ne de üzerinde yaşadığı toprağın gerçekliğinin
farkındadır.
Açık ya da gizli emperyalist (sömürgeci) işgal
altındaki bir ülke, elbette bir anti-emperyalist
mücadele sürecinden geçecektir ve şüphesiz bu
mücadele, ona önderlik eden sınıfın ve partinin
niteliğine bağlı olan bir yurtseverlik biçimine
yaslanacaktır.
Ve elbette bu yurtseverlik kavramının içeriği,
o coğrafyanın özgün koşulları tarafından da biçimlendirilecektir.
Söz konusu olan coğrafya, Türkiye gibi bir iç-sömürgeyi
içinde barındırıyorsa, ezen ulus devrimcileri
bu realiteyi dikkate alacaklar, anti-emperyalist
mücadele ile kendi devletinin sömürgeciliğine
karşı mücadeleyi birlikte yürütürlerken anti-emperyalist
yurtseverliğin ezen-ulus şovenizmine yol açmasına,
hatta bunu bir biçimde ima etmesine asla izin
vermeyeceklerdir. Bu anlamda ortada karmaşık,
çözülemez bir sorun da yoktur: Devrimci sosyalizm,
başta ABD emperyalizmi olmak üzere bütün emperyalist
güçlerin ve işbirlikçi oligarşinin bu topraklardan
sökülüp atılması için savaşacak, ama öte yandan
özgür, bağımsız, birleşik bir Kürt coğrafyası
için verilen savaşı bütün gücüyle destekleyecektir.
Dolayısıyla devrimci sosyalizm, kavramların içini
bu genel ve özgül koşulları dikkate alarak doldurmakta,
gelip geçici hevesleri, günlük politikaları bu
çerçeveye karıştırmamaktadır. Devrimci sosyalizmin
anti-emperyalist vurgusu, bütün biçimleri ve cepheleriyle
kendisini ortaya koyduğunda ise esasen hiçbir
emekçinin de bu içerikten kuşkusu kalmayacaktır.
Ulusalcılığın “utangaç” biçimlerini ortaya koyan
kesimlerin asıl problemi de tam bu noktadadır.
Politik olarak düzen-içi bir çizgi izleyen ve
anti-emperyalist bir politik-askeri savaşı önüne
koymayan bu kesimler, esas olarak toplumda halen
mevcut olan ya da olduğu varsayılan tepkilere
ve eğilimlere bakarak pragmatik politikalar belirlemektedirler.
Orta sınıflarda ve emekçilerde beliren karmaşık
duyguların üzerine deyim yerindeyse “atlayan”
bu kesimler, en geri düzeylere dek düşmekte, yeni
bir anti-emperyalist savaş yoluyla sınıfın eğilimlerinin
rotasını belirlemek yerine mevcut olana teslim
olmaktadırlar.
Dolayısıyla bu kesimler, özelleştirme karşıtı
mücadelede bayraklı işçileri burun kıvırarak izleyen
“sağlam komünistler” kadar zararlı bir etki yaratmaktadırlar.
Çünkü sonuçta bu eğilim, sınıfta zaten var olan
devrimcilerden uzak durma eğilimini dolaylı olarak
-sendikacılar üzerinden- desteklemektedir. Devrimci
hareketin sınıfla arasındaki bu mesafeyi kapatmak
için yapması gerekenleri tartışması bir yana,
en geri eğilimlerle birleşip devrimci harekete
karşı tutum alma tavrı başlı başına gerici bir
tutumdur.
Erdemir İşçisi İşyerini
Terk Etmiyor...
Fabrikalar satıldı, satılıyor,
satılacak. Türkiye ekonomisinde belli başlı
yere sahip olan bu işletmeler, IMF direktifleri
çerçevesinde elden çıkarılıyor. İşçi sınıfı
cephesinde son aylarda yaşanan hareketlilik,
özelleştirme karşıtlığının potansiyelini
de gözlerimizin önüne seriyor. Yurdun çeşitli
yerlerinde yaşanan direnişler, belki satışları
geri aldıramıyor ama çocuklarına, yarınlara
onurlu bir direniş geleneği armağan ediliyor.
Topluma kabul ettirilmeye çalışılan “siz
mi kurtaracaksınız” zihniyeti her direnişte
mahkum ediliyor.
AKP hükümeti de, bu politikadan asla taviz
vermeyeceğini binlerce emekçinin gözünün
içine baka baka söylüyor. Özelleştirme takvimleri
bir bir hayata geçiriliyor. Bu fabrikaların
kâr ettiğine dair istatistiklere dönüp bakma
gereği bile duyulmuyor. AKP hükümeti illa
da özelleştireceğim deyip duruyor. Aç kurtlar
da dört gözle bekliyor. Edeceği kârlar,
sömüreceği emekçiler rüyalarını süslüyor.
Bu fabrikaların başında gelen ve sermayenin
iştahını kabartan kurumlardan birisi de
ülkenin kilometre taşlarından biri olan
ERDEMİR. Sıcak günler yaşadığımız bu günlerde,
işçi sınıfının gündemi de sıcaklaşıyor.
Kin, öfke büyüyor. Seydişehir emekçilerinden
sonra, ERDEMİR işçileri de, fabrikalarına
sahip çıkıyor. Onların gaz bombaları, copları,
silahları, tankları, tüfekleri yok belki.
Ama emek üreten elleri ve yumrukları var,
evlerinde ekmek bekleyen çocukları var.
Onurlu bir şekilde sürdürmeleri gereken
yaşamları var. Bu haykırış, bu çığlık bu
yüzdendir, panzerler yığılıp, silahlarla
onların üzerine gidilmesi bu yüzdendir.
Bu panik ve saldırganlık direniş yayılmasın
diyedir.
Uzun yıllar bu ülkeye hizmet veren ERDEMİR’in
satışı için son ihale teklifi 26 Eylül 2005.
Dünyanın 13. büyük demir-çelik şirketi olan
Ereğli Demir-Çelik’in yüzde 46.12’iık bölümü
satılacak. Başvuranlar arasında Koç Holding
ve Oyak bulunurken, yabancı sermayeden de
dünyanın en büyük çelik şirketlerinden İngiliz-Hollanda
ortaklığı Mittal, ikinci büyük grup olan
Fransız-Lüksemburg ortaklığı Arcelor gibi
sermayedarlar bulunuyor. Kısaca şu ana kadar
9’u yabancı olmak üzere 13 sermaye grubu
sıraya girmiş durumda.
Burada belleğimizi biraz tazelersek; Karadeniz
Ereğli’de kurulan ERDEMİR Türkiye’nin ikinci
demir-çelik tesisi olarak 1965 yılında faaliyete
başlıyor. 0,4 milyon/yıl üretim kapasitesi,
bugün 3,5 milyon ton kapasitesi ile Türkiye’nin
en büyük demir-çelik kuruluşu ve tek entegre
yassı çelik üreticisi. Yıllar geçtikçe büyüyen
ERDEMİR 2002 yılında İskenderun Demir-Çelik
Fabrikalarını da bünyesine alarak güçleniyor.
ERDEMİR’in 15 bin çalışanı, 3.5 milyar doların
üzerinde cirosu ile bugüne kadar devlete
katkısı 10 milyarın üzerinde. Son olarak
ERDEMİR’in ne ürettiğine bakarsak; beyaz
eşyadan, gemiye, otomotiv sektöründen inşaata,
konstrüksiyondan elektrikli ev aletlerine,
madeni yağ, konserve, boya, kimyasal ve
aerosol kutularından meşrubat ve kavanoz
kapaklarına, elektrikli küçük ev cihazlarından
pil gövdesine, oyuncağa, savunma sanayiinden
basınçlı kap, tarım aletleri, boru, profil
ve LPG tüplerine, jant’a kadar geniş bir
ağa sahip.
Satışın geleceği günü beklerken, biraz rakamlara
ve soytarılıklara dalmakta da yarar var.
Tez elden bir rakama başvurursak, Ereğli
Demir Çelik Fabrikaları’nın 2004 yılı net
dönem kârı 823.3 milyon YTL. Soytarılardan
Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, “bütün
firmaların ve sektörlerin küresel rekabete
açıldıklarını” belirtiyor örneğin. “Bu ortamda
kamu işletmelerinin varlığını sürdürebilmesinin
mümkün olmadığını” söyleyen bakana sormak
gerekiyor: ERDEMİR, bu açıklamanın neresine
denk düşüyor? Sorunun cevabı açık ve net.
İşin IMF boyutuna, küresel sermayenin emirlerinin
hayata geçirilmesine denk düşüyor tabii
ki. Şener devam ediyor: “Bu sene finansman
programına göre Özelleştirme İdaresi’nin
Hazine’ye 1 milyar dolar para aktarması
gerekiyordu. Zaten o 1 milyar doları şimdiden
aktarmıştır. Finansman programında bulunmadığı
halde TMSF 1.6 milyar YTL hazineye nakit
aktarımı yapmıştır. Dolayısıyla ekonomimizdeki
finans dengeleri de olumlu bir şekilde seyretmektedir.’’
Sonrasında ne oluyor, bu paralar nereye
aktarılıyor? Daha öncesinde nereye aktarıldı?
Rant ve soygun ekonomisi nasıl ayakta duruyor?
İşsizlik, yoksulluk, açlık neden artıyor?
Sokaktaki genç hırsızlar, kapkaççılar da
neyin nesi oluyor? Yoksa bunlar uzay boşluğunda
mı yaşanıyor? Eğitim neden dibe vuruyor?
Ülkedeki en ufak bir toplumsal harekete
karşı neden haince saldırılıyor? Sorular,
sorular, sorular… Cevapları bizce bilenen
sorular. İnsanlara göstermek istediğimiz
gerçekler…
Bunlar, ERDEMİR işçisinin farkında olduğu
cevaplar. Bunun ışığında aylardır süren
bir direniş var ERDEMİR’de. Satış için teklif
veren şirketler de fabrikaya incelemek üzere
ERDEMİR’e geliyor, daha doğrusu gelmeye
çalışıyor. Bunlardan birisi Arcelor Firması.
3 Ağustos 2005 günü gelmek istiyor ve bunu
duyan 2 bin ERDEMİR işçisi gece fabrikayı
terk etmeyerek sabah saatlerinden itibaren
fabrikada hazırlığını yapıyor. Bunun üzerine
Arcelor firması yetkilileri geri dönüyor.
Korktuklarından mı geri döndüler onu bilmiyoruz
ama kısa bir süre önce yaşanan Seydişehir
işçilerinin direnişi bir yerlerden kulaklarına
çalınmış olsa gerek !
5 Ağustos 2005 günü bir diğer teklif veren
grup olan Rus şirketi de ERDEMİR’i yokluyor.
Fakat ERDEMİR işçisi, yine gece fabrikasını
terk etmiyor. Sabah olduğunda ise, işçiler
eylem yaparak oradaki akan trafiği kesiyor.
Sonuçta bu firma da ERDEMİR’i inceleme “şerefi”ne
nail olamıyor.
Önümüzdeki günler, bu geliş-gidişlerin devam
edeceği yönünde. Belki bir daha ki sefere
daha farklı biçimde, kolluk güçleri ve şiddet
araçlarıyla gelecekler. Yine karşılarında
ERDEMİR işçisi olacak. Bunun yanında direniş
de olacak, kavga da... ERDEMİR işçisi yarını
kurtarmanın bugünden geçtiğinin farkında.
İşçiler, yarının anlamının, yarının çocukları,
ülkenin geleceği demek olduğunu da çok iyi
biliyorlar. Zonguldak’tan bir ses oluyorlar.
Bu sese sesler ekleyip, çığlık fırtınaları
yaratıp, kulaklarda bomba olarak patlamak
da bütün ülke insanlarının kendi gücüne
inanmasından geçiyor.
|
Devlet Mülkiyeti-Özel Mülkiyet Üzerine Akıllar
Fikirler...
Konuyla ilgili olarak ortaya çıkan kafa karışıklıklarından
biri de bir delinin kuyuya atıp kırk akıllının
çıkaramadığı şu taşa benzemektedir. Yeri tarihsel
süreci anlamakta zorlanan ve ikide birde “devlet
zaten egemen sınıfların aracı değil mi?” gibi
laflarla hepimize marksizm dersleri veren (!)
bazı uç kesimler bugünlerde coğrafyamızda bol
bol mevcuttur. Bu kesimler, özetle mevcut kamu
işletmelerinin zaten “egemen sınıfların aracı”
olan devlete ait olduğunu, dolayısıyla özelleştirmeye
karşı mücadelenin sınıf mücadelesinde özel bir
başlık oluşturmadığını söyleyerek “halkın malı”
gibi söylemleri bir yana bırakıp asıl ağırlığı
sınıfın kazanılmış haklarının korunmasına ve “anti-kapitalist
mücadele”ye vermemizi öğütlüyorlar.
Hiç uzatmadan, -ilk bakışta kulağa çok hoş gelen-
bu tür yaklaşımların tamamen gerçek hayattan kopuk
olduğu söylenebilir. Sosyalist Barikat’ın birçok
sayısında ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi, emperyalizmin
yeni tarihsel sürecinin en önemli politikalarından
biri neoliberalizm başlığı altında toplanan özelleştirme,
sosyal alanları ve kurumları tasfiye etme ve diğer
uygulamaların bütünlüğüdür. Ve bütün bunlar, esasen
doğrudan sosyalizme ve her tür sosyal-kamusal
kurum ve kavrama karşı bir ideolojik haçlı seferi
anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu politikalara
karşı yürütülen mücadele, emperyalist-kapitalist
sisteme karşı yürütülen mücadelenin bir parçasıdır
ve ancak onunla birlikte anlamlıdır; ki zaten
bu mücadelenin başarıya ulaşması da nihai olarak
böyle bir perspektifle mümkündür. Bu tesislerin
hiçbiri şu anda da “halkın malı” değildir, tarih
bilincine sahip herkesin kolayca bileceği gibi
bu tesisler, özellikle yeni-sömürgeci ilişkinin
başlangıcında işbirlikçi kapitalist gelişmenin
zemini olmuşlar, daha sonra da yeni emperyalist
politikalar doğrultusunda gözden çıkarılmışlardır.
Bu politikalar ise sadece teknik olarak A tesisinin
kapatılıp B tesisinin açılması değil, genel bir
yağma saldırısıdır ve sanayi tesislerinin de ötesinde
sağlık sistemlerinden eğitime her alanı kapsayan
bütünlüklü bir olgudur. Kapitalist sistem zaten
doğası gereği özel mülkiyete dayanıyorken neden
tarihin belli bir evresinde “özelleştirme” diye
bir politikanın-kavramın gündeme geldiğini biraz
düşünürsek, olgu kolayca anlaşılabilir. Özel olarak
böyle bir politika-kavram gündeme gelmiştir; çünkü
emperyalist kapitalizm yeni bir tarihsel sürece
girmiştir ve bu süreç bütünlüklü-kapsamlı bir
politikalar toplamıdır. Bu politikaları kavrayıp
onlara karşı mücadele etmekle kapitalizmin kendisine
karşı savaşmak arasında da bir çelişki yoktur.
Dolayısıyla burada “devletçilik” vb. gibi tartışmaların
yeri yoktur; devrimci sosyalizm nihai olarak bu
coğrafya üzerindeki bütün kilit sektörlerin kamulaştırılmasını
ve emekçiler tarafından yönetilmesini öngören
bir programa sahiptir. Bugün yürütülen mücadele
de özel sektöre karşı devlet kurumlarının savunulması
değil, emperyalist-kapitalist yağmaya karşı emekçilerin
direnişinin örgütlenmesidir. Sonuç itibarıyla
şu ya da bu işletmenin kim tarafından işletileceğinden
bağımsız olarak asıl sorun emekçilerin üzerine
yüklenen bir saldırı dalgasının göğüslenmesi sorunudur.
Devrimci Sosyalizm: Emekçi Kitlelerle Birlikte,
Onları Örgütleyerek...
Devrimci sosyalistlerin zihni son derece açıktır.
Emekçik kitlelerle birlikte yürümek, onların sorunlarının
ve yaşamlarının dönüştürücü bir parçası olmak,
onların düzenle çatıştığı her yerde mutlaka belli
bir yer tutmak ve bunun için hayatın her alanında
somut girişimleri örgütlemek devrimci sosyalistin
asli görevidir.
Ve o, bu görevi yerine getirirken, sağda solda
mızıldananları, kafa karıştıranları ve artık sıkıcı
olmaya başlayan demagojileri dikkate almaz. O,
gerçek hayatın içindedir, gerçek hayatın çıplak
olgularıyla yüz yüzedir. “Özelleştirmeye niye
karşı çıkılıyor, zaten bunlar kapitalist işletmeler
değil mi?”, “Yabancı sermaye yasalarına neden
karşı çıkılıyor, kapitalistin yerlisi daha mı
iyi?”, “Gecekonduculara neden sahip çıkılıyor,
insanları mülk sahibi yapmak doğru mu?”, “SSK’yı
neden savunalım, insanların hastane kapılarında
sürünmesi daha mı iyi?”, vs. vs. vs...
Bütün bunlar, gerçek hayattan kopuk, emekçilerin
gerçek hayatında bu sayılanların ne anlam ifade
ettiğini bilmeyen akıldaneliklerden ibarettir.
|