Geçtiğimiz Haziran yitirdiğimiz Erdal Altunöz
yoldaşın teorik çalışmalarından biri olan bu yazıyı,
onun devrimci anısı önünde saygıyla eğilerek yayınlıyoruz.
Reel sosyalizmin çöküşüyle iki kutuplu dünyanın
yerini (başını ABD’nin çektiği) tek kutuplu dünya
aldı. O tarihten sonra -yani 1990’lı yıllar sonrasında-
dünyanın gündemini en çok meşgul eden ve üzerinde
en çok tartışılan olgu, savaş olgusudur.
1990’dan sonraki süreci bu kavram açısından ikiye
ayırabiliriz.
1-SSCB’nin çöküşünden 11 Eylül saldırısına kadar
geçen süreç.
2-11 eylül sonrası süreç.
İlk dönemdeki savaşlar şunlardı: Körfez savaşı,
Bosna, Çeçenistan. İkinci dönemdeki savaşlar daha
çok 11 Eylül saldırısına dayanılarak yapılan savaşlardır.
Bu dönemde savaşın meşru (!) zemini hazırdır.
Bilindiği gibi 11 Eylül’den sonra saldırılar yaygınlaşmıştır.
ABD’nin Irak, Afganistan’a açık işgali ile Kolombiya’da
ve Nepal’de kontr-gerilla üzerinden ve yerel hükümete
yardım tarzındaki saldırılar, Rusya’nın Çeçenlere
yönelik baskıları artırması, İsrail’de sürekli
esen saldırı rüzgarı hep 11 Eylül sonrası “terörizme
(!) yönelik” savaşlarıdır. İnsanlık tarihine baktığımızda
sürekli savaşlar önümüze çıkar.
Sorular...
Bilinen ilk ordular savaşı, MÖ 395 yılında Mısırlılarla
Hititler arasındaki savaştır. Peki o günden bugüne
dek neden savaşlar çıkıyor? Savaş özünde nedir?
Savaşa nasıl ve ne boyutta karşı çıkmalıyız? Sadece
hümanist bir tutum takınmak ne kadar yeterlidir?
Geçmişten beri süregelen bu savaşlar hiç bitmeyecek
mi?
Geçmişte özgür yurttaşlar ile köleler, derebeyi
ile serfler arasındaki mücadeleler, kapitalizmde
yerini burjuvalarla işçi sınıfı arasındaki mücadeleye
bırakmıştır. Bu mücadelede burjuvazi tüm imkanlarını
kullanarak işçi sınıfını kendi hizmetinde kullanmaya
ve sömürmeye çalışmaktadır. Bunun için burjuvazi
kendi örgütlenmesini inşa etmiştir. Devlet, kolluk
güçleri, ideologları... burjuvazi döneme uygun
olarak kimi zaman kolluk güçlerini kullanarak
kimi zamanda kalemşörleri, ideologları aracılığıyla
kendi egemenliğini idame ettirmek ister. Tüm bunlara
rağmen kapitalizm birçok noktada tıkanıklık yaşamaktadır.
Lenin “kapitalist rejimde bozulan dengenin zaman
zaman kurulmasının tek olanaklı yolunun, sanayide
bunalımlardan siyasette savaşlardan” geçtiğini
belirtir. Yani emperyalist savaş, özü itibariyle
egemen sisteminin devamını sağlamayı amaçlar.
Clausewitz, “Savaş Üzerine” adlı kitabında savaşı,
POLİTİKANIN; FARKLI ARAÇLARLA SÜRDÜRÜLMESİ olarak
tanımlar. Tüm savaşlar kendilerini doğuran politik
sistemden ayrılamaz. Savaştan önce belli bir devlet,
devlet içindeki belli bir sınıf tarafından izlenen
bir politika savaş sırasında aynı sınıf tarafından
ister istemez sürdürülür. Yalnızca eylemin biçimi
değişmiştir. Örneğin şimdi tüm kapitalist ülkelerin
amacı, emperyalist hiyerarşinin en tepesine oturarak
-klişeleşmiş bir deyimle- dünya pastasından en
büyük payı kapmaktır. Genel olarak politikalarını
bu eksende belirlemişlerdir. Ama bu hedefler birbiriyle
çatışır. Çünkü bir ülke için olumlu olan bir gelişme
diğer ülke için olumsuz olmaktadır. Bu durum kimi
zaman savaşla sonuçlanır. Bazı savaşlarsa mevcut
konumu güçlendirmeye yönelik olmaktadır. ABD’nin
son saldırıları buna örnektir. Özellikle seçilen
hedefler, Almanya, Rusya ve Çin’e zarar verecek,
onların çıkarına zarar veren bir niteliğe sahiptir.
Pazara yönelik savaşlar kimler arasında olur?
Aslında savaşlar, savaşan ülkelerin egemenleri
arasında olur. Ancak egemenler, daha fazla pay
kapmak için yapılan savaşları genelleştirerek
halk nezdinde kendi politikasının desteklenmesinin
zeminini hazırlamaya çalışır. Dikkat edilirse
savaş dönemlerinde milliyetçi söylemde bir patlama
meydana gelir. Milliyetçi söylemle kitleleri kendi
çıkarlarına hizmet etmek için kullanırlar. Burada
ikili kazançları olur.
1- Burjuvazi kendi emellerine ulaşmaya çalışır.
2- İşçi sınıfı enternasyonalizmini parçalayarak/parçalamaya
çalışarak kendi iktidarını devam ettirmeyi amaçlar.
İşçi sınıfının önünde ise iki seçenek kalır: Ya
burjuvazinin çıkarlarına hizmet edecek ya da Ekim
Devrimi’ndeki gibi burjuvaziyi alt edecektir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi savaşın sınıfsal
bir karakteri vardır. Burjuvazi savaş yoluyla
sadece ekonomik anlamda çıkar elde etmez. Farklı
ülkelerin işçi sınıflarını birbirine düşürerek
iktidarını devam ettirir.
Günümüze dönersek, bugünkü ABD saldırılarının
nedenleri ve amaçları nelerdir? Bunu anlamak için
önce ABD’in stratejistlerine bir kulak verelim:
Örneğin, Samuel Huntigton’un “medeniyetler çatışması”
adlı yapıtı şu anda yapılan savaşların sınıfsal
niteliğini gizleyerek, doğu-batı ya da Müslüman-Hıristiyan
çatışması olarak görülmesini sağlamaya çalışarak
bir bilinç bulanıklığı yaratmayı amaçlıyor. Brezinski
ise “ABD tek üstün güç olma özelliğini ancak Asya’yı
uzun dönemde denetimi altında tutarak sürdürebilir.
Daha bugünden dünya nüfusunun yarısı, enerji kaynaklarının
yarısından fazlası Asya’da. Raporlara göre Asya
önümüzdeki 15-20 yılda ekonomik ve politik odak
noktası olacak” diyerek ABD’nin politikasının
ne olacağı/ne olması gerektiği hakkında bilgi
vermektedir.
Savaş politikanın farklı araçlarla sürdürülmesidir
demiştik. ABD’nin Asya’ya yönelik politikasını
sürdürmesi şiddet yoluyla olmaktadır. 11 Eylül
öncesinde ABD, süper güç olma özelliğini yavaş
yavaş kaybediyordu. Çin, Rusya ve ayrıca Almanya’nın
başı çektiği AB ABD’nin konumunu tehlikeye sokuyordu.
Ayrıca 11 Eylül’den önce kapitalizmin doğasında
var olan krizlerden birini üretmesi ve bunun ABD’ye
yansıması, ABD’de ekonomik durgunluğun olması
da ABD’nin bu bunalımı aşmak için savaşa yönelmesini
beraberinde getirmiştir. Savaşla ABD, hem ekonomik
durgunluğu aşacak, (ABD ekonomisinin savaş ekonomisi
olduğu gerçeğinden hareketle bunu söylüyoruz)
hem de rakiplerinin etkinliğini kıracak ya da
onların hareket alanlarını daraltacak tarzda hedefler
belirlemiştir. Böylece süper güç olma özelliği
devam edecekti. 11 Eylül sonrası hedef seçilen
ülkeler Afganistan (Rusya’nın Afganistan’daki
zenginlikleri ele geçirmesini önleme ve burada
Rusya’yla olası savaşta burayı üs kullanma) Irak,
(Ortadoğu’nun en çok ilgi gösterilen ülkesi) Kore
Demokratik Cumhuriyeti’dir. (Güney Kore’ye asker
yığarak Çin ile olası savaşta asker yığmanın ön
hazırlığı) Ayrıca bu yerlerin hepsinin Asya’da
olduğu gözden kaçmamalıdır.
Savaşın Başka Yolları...
Kuşkusuz savaş sadece bombalar uçaklarla olmuyor.
Ya da sadece bunlarla bir yer ele geçirilmiyor.
ABD’in son operasyonunda Gürcistan’ı nasıl ele
geçirdiğini Evrensel gazetesi (9 arlık 2003 Salı)
şöyle anlatıyordu: “Gürcistan’daki kadife darbeyi
perde arkasından ABD’in Tiflis büyükelçisi Richard
M. Miles’in yönettiği ortaya çıktı. Miles NGO’ları
(hükümet dışı kuruluş) yönlendirerek E. Şevardnadze
hükümetinin yıkılmasını sağladı. Büyükelçi, Washington
destekli NGO’ları koordine ederek darbe için gerekli
ortamı hazırladı. Miles 1992-1993 yıllarında Bakü
büyükelçisiydi. Aynı yıl Karadağ sorunu nedeniyle
Azerbaycan ile Ermenistan arasında şiddetli tartışmalar
devam etmiş. Haziran 1992 seçimlerle birlikte
Azerbaycan devlet başkanlığına Amerikan yanlısı
Ebufeyz Elçibey geçmişti”.
Yani, artık Amerikan ordusu sadece rambolardan
kurulu değil. Amerika’nın yeni ordusu NGO’lardır.
Onlara biçilen rol aynı gazetenin aynı sayısında
söyle belirtiliyor: “ABD’nin NGO’lara biçtiği
yeni görevler ocak 2003 tarihli USAID (Amerikan
Kalkınma Ajansı) raporunda açıkça ifade edilmektedir.
Raporda çeşitli ülkelere yönelik kalkınma programları
ve mali yardımların bundan böyle “demokratik reformları
teşvik edici” olacağı vurgulanmıştı. Bu sözlerin
ardında yatan gerçek ABD’in sevmediği hükümetleri
devirmek için bu ülkelere yönelik USAID yardımlarını
NGO’lar üzerinden yapacağıydı. Nitekim raporda
hızla çoğalan NGO’ların mali yardımların stratejik
dağıtılması için çekici bir araç olduğunu dile
getiriyor. Counterpunch dergisine darbeyi değerlendiren
J. Lewich, Washington destekli NGO’ların sayısının
Küba’da hızla arttığına işaret ederek bir sonraki
hedefin Küba olabileceğini öne sürdü.”
ABD’nin eski Sovyet cumhuriyetlerine olan ilgisi
de dikkat çekicidir. Tabii ki bunun gerekçelerinden
en önemlisi, Rusya’nın büyümesini, gelişmesini
ve kendisi için tehlike oluşturacak düzeye gelmesini
engellemeye çalışmaktır. Öte yandan, ABD’in yaptığı
operasyonlar da tümüyle hedeflerine ulaşamamıştır.
Örneğin Afganistan ve Irak’ı istediği tarzda bitirememiştir.
Kısaca ABD süper güç olma özelliğini sürdürmek
için her yolu deniyor. Ancak daha önce de değindiğimiz
gibi ABD için olumlu olan diğerleri için olumsuzdur.
Bu ülkelerin ABD’ye pastanın hepsini yedirmeyeceği
açıktır.
Savaşa Karşı Tutumumuz
Günümüzdeki savaş emperyalist hiyerarşide en tepede
olma savaşıdır. Bunun proletaryaya, emekçilere,
halka kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Aksine
bu savaşlar sırtındaki kamburu daha da ağırlaştıracak
özelliğe sahiptir. Fatura gene halkların boğazından
kesilecektir.
Bunun için ne yapılmalı? Şüphesiz öncelikle bunun
haksız bir savaş olduğu kitlelere anlatılmalı
ve bu dönemde ortaya çıkacak “ulusal onur”, “ulusal
çıkar” “vatan, millet, Sakarya” edebiyatına karşı
sınıf bilinci aşılanmalıdır. Ulusal çıkarın aslında
burjuvazinin çıkarı olduğu anlatılmalıdır. Bizim
işimiz burjuvaların kendi aralarındaki savaşta
taraf olmak bu anlamda onların politikalarının
bir aracı olmak değil, bu kavgadan yararlanarak
onları alaşağı edip iktidarı ele geçirmektir.
Lenin’in Rusya’sı Ekim Devrimi’nde böyle yapmıştır.
Lenin “emperyalist savaşı, iç savaş durumuna çeviriniz
ve savaş sırasındaki tüm tutarlı sınıf savaşımları
ciddi bir biçimde yürütülen bütün yığın hareketleri
eninde sonunda bu amaca yönelmelidir” diyordu.
Savaş yıkımdır, ölümdür, insan haklarının en dibe
vurduğu dönemdir. Buna rağmen sosyalistlerin savaşa
bakış açıları burjuva hümanistlerinden farklıdır.
Olaya sadece insani boyutuyla değil, -ya da görünüşüyle
değil- olayın özüne inerek sınıfsal temelde değerlendirirler.
Sosyalistler tüm savaşlara karşı değildirler.
Lenin, savaşları savunma-haklı savaşlar ve haksız
savaşlar olarak ayırmaktadır.
Hangi savaşlar haklıdır, hangi savaşlar haksızdır
ya da sosyalistler hangi savaşlara destek vermelidir,
sorusuna Lenin söyle cevap vermektedir: “Savunma
savaşı sözü ile sosyalistler yalnızca ‘anayurdun
savunulması’ için verilen savaşlara ya da savunma
savaşlarına meşru, ilerici ve haklı savaşlar gözüyle
bakmışlar ve bakmaktadırlar. Her sosyalist, ezilen,
bağımlı, eşit olmayan devletin ezen, köleci, soyguncu
büyük devletlere karşı zaferi sevgiyle karşılar”.
Lenin karşı durulacak savaşı ise 1.Emperyalist
paylaşım savaşı koşullarında söyle açıklamaktadır:
“100 kölesi olan bir köle sahibi kölelerin daha
adil bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle
sahibine karşı savaşa girişiyor.
Açıktır ki bu durumda “savunma savaşı” ya da “anayurdun
savunulması” için savaş deyimlerinin kullanılması
tarihsel bakımdan yanlış ve uygulamada halkın,
işin inceliğini anlamayan ve bilinçsiz insanların
köle sahiplerince aldatılması olur.” Bu tür yaygaralara
karşı, yani ulusal söylemlere karşı Lenin, “kendi
ulusunun başka ulusları ezmesine göz yuman bir
proleter sosyalist olamaz şiarını yükseltmeliyiz”
demektedir.
Son derece açık: Savaşların olmaması için “son
kanlı kavgayla” iktidarı ele geçirmek gerekir.
Tabii bu tek ülkeyle sınırlı olmayacaktır. Barış
olayına gelirsek, bugüne kadar yapılan tüm barışlar
aslında emperyalistlerin paylarını aldıkları barışlardır.
Pastadan daha fazla pay kaptığının kabul ettirilmesidir
günümüzdeki barışın anlamı. Lenin bununla ilgili
şunu söyler: “ancak biz tek ülke değil bütün dünyadaki
burjuvaziyi devirir ve onları mülksüzleştirirsek
savaşlar olanaksız duruma gelir.”
Sonuç olarak günümüzdeki emperyalist savaşlar
haksız savaşlardır. Bu savaşlara hümanist bakış
açısıyla değil, sınıfsal temelde bakılmalıdır.
Gerçek barış ancak tüm dünyada burjuvazinin yıkılmasıyla
mümkündür.
|