İstikrar, tüm dünyanın adeta unutmaya başladığı
giderek gizemli bir kavrama dönüşüyor. Çünkü tarih
hızlanıyor. Ve belki de ilginç bir paradoks olarak,
tarihin yani sınıflar mücadelesinin hızlanması
tek istikrarlı şey haline geliyor. İstikrar denilen
görece denge durumu istikrarlı biçimde bozuluyor.
Elbette bu sadece alttan yani ezilenlerin giriştiği
çeşitli mücadelelerden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda
üsttekilerin kendi aralarındaki tepişmeden, paylaşım
mücadelelerinin yarattığı çatışmalı durumlardan
da kaynaklanıyor.
Artık 1945’lerden 90 başına değin süren dönemde
olduğu gibi kalıcı güç dengelerinin var olduğu
bir sürecin kısa ve orta vadede mümkün olmadığı
açık biçimde görülebiliyor. Dünya çapında ve yerel
düzeylerde sürekli biçimde bozulan ve kurulan
statükoların, sürekli biçimde çatışan, birleşen
ve ayrışan çok sayıda öznenin varolduğu ve bundan
doğan “kaotik” tablonun ve dinamizmin egemen olduğu
bir dünyada ve toplumsal ilişkiler zemininde bulunuyoruz.
Sarsıcı gelişmelerin olmadığı tek bir ay yok...
Ortadoğu: Büyük Sıkışmanın ve Mücadelelerin
Ana Yatağı
Bölgemiz Ortadoğu büyük mücadelelerin başlıca
arenası olmaya devam ediyor. Ortadoğu halkları,
ülkeleri derin bir sıkışma içinde daha büyük çatışmalara
doğru hızla yol alıyor. Başta ABD emperyalizmi
olmak üzere emperyalistlerin müdahaleleri daha
derin ve büyük çatışmaların önünü açmış bulunuyor.
BOP ile biçim verilen emperyalist müdahale planları
ve geliştirilen uygulamalar tüm bölgeyi hızla
derin çatışmalara çekiyor. Suriye ve İran’a dönük
saldırganlık şimdilik Irak’daki çetin direniş
nedeniyle henüz bir hazırlık aşaması olarak biçimleniyor.
Ancak çok açık askeri işgaller, saldırılar sürecin
sadece bir yönünü ifade ediyor. Emperyalist müdahale;
devletlerin siyasi sınırlarının yeniden çizilmesinden
ekonomilerin neoliberal politikalara tamamen uyumlu
hale getirilmesine, dinsel yapının ve rolünün
yeniden düzenlenmesinden, kültürel olarak tam
bir teslimiyetin sağlanmasına, bütün bu süreçler
içinde yeni bir işbirlikçiler kadrosunun oluşturulmasına,
ezilenlerin tam bir teslimiyeti kabul etmelerini
sağlayacak denli parçalanıp, dümdüz edilmesine
değin birçok cepheye sahip ve özellikle ABD emperyalizmi
her cephede saldırıya geçmiş durumda. Bu bütünlüklü
plan ve uygulama deyim yerindeyse bir yeniden
yeni-sömürgeleştirme sürecidir. BOP’la başlayan
süreç, yeni-sömürgeciliğin bölgemizde yeniden
ve çok daha derinlikli ve kimi zaman klasik sömürgecilikle,
işgallerle iç içe yeniden organize edilmesidir.
Yani sadece Saddam gibi, Suriye ve İran gibi hizayı
bozanların hizaya getirilmesi operasyonu değildir
söz konusu olan. Daha da ötesinde, Ortadoğu eksenli
olarak tüm Avrasya’nın yeniden düzenlenmesidir.
ABD ile sorun yaşayan Suriye ve İran’a bir biçimde
saldırılacaktır. Evet, ama bu Yankee’lerin has
uşağı ve bölge gericiliğinin kaleleri olan Suudi
Arabistan ve Mısır’ın da bu operasyonlardan nasibini
almayacağı anlamına gelmiyor. Artık köhnemiş ve
ABD emperyalizminin dünya hegemonyası planlarına
gerektiği ölçüde hizmet etme yeteneğini kaybetmiş
tüm devlet yapılarının, tüm kurum ve kadroların
bu çatışmanın içine çekilmesi kaçınılmazdır. Yani
daha derin bağımlılık ilişkileri ve daha azgın
bir sömürgecilik için eski kabuk ve ilişkilerin,
statükoların, çoğu kez de zor yoluyla, göstere
göstere, herkese ibret olması düşüncesiyle vahşice
parçalanıp atılması sürecin ana yönüdür.
Türkiye oligarşisinin yerli işbirlikçi öğeleri
bu sürecin sancılarını en ağır biçimde yaşıyor.
Bir yandan bugüne değin yaşamsal olarak gördüğü
statükolar ve çıkar ilişkileri, diğer yandan ise
efendilerin artık karar altına aldığı ve uymak
ve mümkün olduğunca kırıntı kapmak için uğraşmak
dışında fazlaca seçeneğinin olmadığı emperyalist
planlar... Kuşkusuz, yerli işbirlikçiler açısından
bu, derin politik ve psikolojik yarılmalarla,
ayrışma ve çatışmalarla biçimlenecek bir süreçtir.
Ordu dahil, işbirlikçilerin tümünün stratejik
kararı zaten bellidir; ABD emperyalizminin yanında
yer alınacaktır. Bu noktada, 1 Mart tezkeresi
gibi konjonktürel yol kazaları dışında stratejik
tercihler noktasında bir sorun olması dahi düşünülemez
zaten... Ancak, asıl sorun hemen bu noktadan itibaren
başlıyor. Emperyalistlerin stratejik planlarına
işbirlikçiler nasıl eklemlenecektir, mevcut siyasal,
askeri, toplumsal statükoları korumak mümkün olacak
mıdır? Bölgede ortaya çıkan çatışmalı ortamda
daha güçlü bir pozisyon, daha çok kırıntı kapılabilecek
mi? Bu çatışmalı süreçlere ne düzeyde katılmak
ve emekçi halk kesimlerini buna nasıl ikna etmek
gerek? Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları
konusunda ilerleme kaydetmesi TC’nin siyasi varlığını
nasıl etkileyecek, elde avuçta olanın tümünü kaybetme
riski var mı? vb. sorular geriyor, çatışmalara
yol açıyor yerli işbirlikçilerde... Geçen yıl
çokça lafı edilen geçilemez “kırmızı çizgiler”
teranesi tümüyle bu gerilimlerin uşakça bir korku
ve saldırganlığın iç içe geçtiği ifadelerle dışa
vurulmasıydı. Tabii, bu süreç aynı zamanda yerli
işbirlikçiler içindeki çatışmaları derinleştiriyor.
Süreç kimi kesimler için yeni fırsat kapıları
anlamına da geliyor. İslamcı partiler arkasında
saflaşan yeni büyük burjuva kesimler, ABD emperyalizminin
geliştirdiği “ılımlı İslam” politikalarının uygulayıcılığına
soyunarak sistem içindeki pozisyonlarını güçlendirmeye,
işbirlikçiler içindeki güç dengelerini orta ve
uzun vadede kendi lehlerine değiştirmeye, giderek
başat bir konum elde etmeye çalışıyorlar. Bütün
bu noktalardaki belirsizlikler ve mücadeleler
zinciri her geçen gün eklenen yeni halkalarla
büyüyor.
Tüm bu karmaşık ve çatışmalı duruşuna karşın,
Türkiye oligarşisi giderek daha fazla ABD emperyalizminin
planlarına entegre oluyor. Hayali “kırmızı çizgi”ler
kafaya geçirilen çuvalın yarattığı karanlıkta
görünmez hale geldi. Uşaklar korkakça bir yaltaklanmayla,
ama hâlâ aynı kaygı ve gerilimlerle, efendilere
biat ettiler.
Tayyip’in ABD gezisi sırasında ve sonrasında yapılan
açıklamalar, Genelkurmay 2. başkanının açıklamaları
ve geliştirilen pratikler bu itaat tablosunu tamamlıyor.
Tayyip ve Genelkurmay açık biçimde BOP’a bağlılıklarını
ilan ettiler ve ABD’nin tüm isteklerini karşılayacaklarını
ifade ettiler.
Söylenenleri günlük yaşamın diline çevirecek olursak;
birincisi, ABD’nin mevcut askeri taleplerinin
tümü karşılanacak, ikincisi, ABD’nin coğrafyamızdaki
toplumsal meşruiyetinin sağlanması için gereken
herşey yapılacak, muhalif seslerin susturulması
için harekete geçilecek. Üçüncüsü, BOP’un tüm
bölge coğrafyasında kabul ve buna uygun bir siyasal
ve kültürel zeminin oluşturulması için elden gelen
her şey yapılacak... Dördüncüsü, bölgemiz Ortadoğu
ile sınırlanmadan, Balkanlardan Orta Asya’ya değin,
ABD emperyalizminin planlarına destek sağlanması
için çok yönlü faaliyet yürütülecek. TC oligarşisi
ABD planları içinde inisiyatif alındıkça askeri,
siyasi, mali açıdan daha güçlü bir pozisyon bulmayı
umuyor, en azından mevcut koşulların sürmesini
bekliyor. Bütün bu uşaklık faaliyetleri karşılığında
ABD’den öncelikli olarak beklenen ise Kürt ulusal
hareketinin Güney Kürdistan’daki varlığının sınırlanması
ve bölgede sınır değişikliklerine neden olacak
gelişmelerin önüne geçilmesidir. ABD emperyalizminin
bu konuda açık bir taahütü yoktur. Bu konuda işbirlikçilerin
beklentisi hiç olmazsa görüntüyü kurtaracak adımların
atılmasıdır. Genelkurmay 2. başkanının PKK’nin
yönetici kadrolarının ABD tarafından teslim edilebileceğini
açıklaması tamamen böyle bir adımdır. Kürt federal
yapısı konusunda, Kerkük konusunda “savaş nedeni”
olacak kırmızı çizgiler paspas olup bir kenara
atıldıktan sonra şimdi en azından kamuoyunu oyalayacak
bir parmak bal istenmektedir. İşbirlikçilerin
çekirdeğinin az yada çok ısrarlı olduğu sahte
laiklik konusunda ABD’ye dönük talepleri “ılımlı
İslam” söyleminin, Türkiye’nin “ılımlı islam demokrasisi”
olduğu söylemine çekilmesiydi. Bu kesimler, “ılımlı
islam” politikasının BOP’un en önemli politik
yapısal düzenleme bileşenlerinden biri olduğunu
giderek daha fazla görüyorlar. Bu yöndeki itirazlar
artık yüksek sesle ifade edilmiyor. Bu söyleme
itiraz eden işbirlikçiler bu sorunu iç cephede
yapılacak “balans ayarları” ile çözmeyi umuyor.
Görüldüğü üzere, işbirlikçiler gerek Kürt ulusal
hareketi, gerekse “ılımlı islam” bağlamındaki
kaygıları açısından çaresizdir. Tablo açıktır;
karakol çavuşu, yada teğmeni, kimi zaman merkezle
arasındaki mesafeden, denetimin nispeten zayıf
oluşundan ötürü, hoşuna gitmeyen, uygulanamayacağını
düşündüğü kimi genelkurmay emirlerini, kararlarını
uygulamayabilir, es geçebilir, ama bunun tolere
edilebilir sınırı vardır. Eni konu merkeze uyacaktır.
İşbirlikçilerle emperyalist efendiler arasındaki
gerilimli ilişkiler esas olarak böylesi ilişkilerdir.
Bu tablo içinde en aktif işbirlikçi Tayyip’tir.
Siyasal meşruiyetini ve güvenliğini tümüyle ABD’nin
desteğine bağlamış olan, Genelkurmay’ın basıncını
ABD’den aldığı onay ve destekle dengelemeye çalışan
Tayyip ABD gezisi sonrasında daha çok bölge ülkelerini
kapsayan dış gezi turlarına başlamıştır. Bu gezilerin
ABD’nin isteklerini bölge ülkelerine taşıma, TC
olarak da ABD’nin yanında durulduğunu gösterme,
“ılımlı islam” politikalarını daha dinamik olarak
işleme ve toplamda ABD’nin gücünü daha da pekiştirme
amacıyla olduğu açıktır. Bu gelişmelere paralel
olarak tüm basında ama özellikle islamcı basında
ABD karşıtı ifadeler kesin biçimde yer verilmemeye
başlanmıştır. Sözde anti-emperyalist islamcı basın
ve aydınlar sahibinin sesi olduklarını bir kez
daha göstermişlerdir
Genelkurmay 2. başkanının Temmuz ayı içindeki
adeta ABD’yi koruyan açıklamaları bu tabloyu tamamlamaktadır.
İşgalci ABD emperyalizmi ve uşak işbirlikçileri
kendi saflarını yeniden irili ufaklı rötuşlarla
düzene koymuşlardır.
AB İçi Çatlaklar, Büyüyen Şanghay Beşlisi
ve Derinleşen ABD-TC İlişkileri
Türkiye oligarşisi ile işgalci ABD emperyalizminin
sıkılaşan ilişkisi elbette Avrupa Birliği içindeki
mücadelelerden ve ABD’nin bu iç mücadelelere müdahalesinden
bağımsız ele alınamaz. Aynı biçimde son süreçte
güçlenen ve Şanghay İşbirliği Örgütüne dönüşen
Şanghay Beşlisi’nin büyüyen etkisinden de ayrı
düşünülemez.
TC’nin AB’ye girişini ABD’nin desteklediği biliniyor.
ABD açısından bu desteğin en temel nedeninin batıdan
İngiltere, Güneydoğu’dan Türkiye gibi sadık işbirlikçileri
eliyle Avrupa’yı kuşatma ve kendi dünya hegemonyasını
tehdit edecek bir güç haline gelmesini engelleme
olduğu biliniyor. Bu süreç belirsizliklerle dolu...
Ve ABD emperyalizminin, hele ki AB anayasası ret
edildikten ve TC’nin AB’ye girişi tümüyle şüpheli
bir hale geldikten sonra, TC’nin gücünü, dinamiklerini
fazlaca AB’ye bağlanmasına tahammül etmesi söz
konusu olamaz. Irak’ta ciddi sıkışmalar yaşayan,
müttefiklerini birer ikişer kaybeden ABD emperyalizmi
Türkiye’nin gücünün daha aktif biçimde harekete
geçirilmesine daha fazla ihtiyaç duyuyor. AB’nin
iç çatlaklarla güçten düştüğü bu dönemde Türkiye’nin
AB sürecine angaje olmasına fazlaca gerek bulunmuyor.
Türkiye’nin enerjisinin, konsantrasyonunun büyük
bir bölümünün Ortadoğu’ya çevrilmesi gerektiğini
hesaplıyorlar.
Sadece bu değil elbette. Şanghay Beşlisi’nin giderek
artan gücü ve yavaş yavaş bir çekim odağı haline
gelişi de, ABD emperyalizmi açısından kaygı verici
bir gelişme... Bu nedenle, tüm işbirlikçilerle
ilişkilerin daha da sıkılaştırılması, iplerin
daha sıkı bağlanması gerektiği açık.
Bu bağlamda önümüzdeki günlerde işgalci ABD ile
işbirlikçi Türkiye oligarşisi arasındaki iplerin
sağlamlaştırılması, uşaklığın daha ileri noktalara
taşınması için yeni adımların atılmasını beklemek
gerekiyor.
Türkiye ve Kuzey Kürt Coğrafyası; Büyük Direnişlere
Gebe Topraklar
Emperyalizm ve Türkiye oligarşisi artık BOP zeminine
oturan planlamalarını, her biri halk düşmanı saldırılar
olan uygulamalarına büyük bir hız kazandırmış
durumdalar.
Özelleştirmeler...
Özelleştirmeler bunun görünen temel ayaklarından
biri durumunda. 1980’lerden bu yana parça parça
gelişen özelleştirme saldırısı artık finale gelmiş
durumda. Elbette finalde en büyük, en yağlı parçalar
var. Hiç kuşkusuz bunlar kolayca yutulabilir lokmalar
değil. Öyle her işletmesinde birkaç yüz insanın
çalıştığı kurumlar değil bunlar... Binlerce işçisiyle,
milyarlarca dolarlık varlıklarıyla Telekom’da
olduğu gibi tüm ülkeye yayılmış varlığıyla kısa
sürede sadece ekonomik açıdan değil, politik açıdan
da gündem yaratan işletmeler. Ve bu işletmelerin
proleterleri parçalı biçimde de olsa son yılların
en önemli işçi direnişlerini gerçekleştiriyorlar.
Yapılan oldu-bitti satışlar, emekçilerin öfkesini
dindirmiyor. Seydişehir Alüminyum, Ereğli Demir
Çelik, Telekom, Tüpraş, Petkim direniş ateşinin
tutuştuğu büyük işçi merkezleri. Seydişehir işçileri,
Çelik-İş gibi, Ereğli işçileri Türk Metal-İş gibi
işbirlikçi sendika merkezlerine karşın sessizce
geçiştirilmeye çalışılan büyük direnişler geliştiriyorlar.
Seydişehir’de polisle yaşanan çatışmalar, işletmeyi
satın alan şirketin araçlarının paramparça edilmesi,
Ereğli’de fabrika işgalleri, Tüpraş’ta uyarı eylemleri...
Bu tablo büyük fabrika işçilerinin hayatını, geleceğini
savunma mücadelesi anlamında özel olarak üzerinde
durulması gereken bir tablodur. Önümüzdeki sürecin
önemli bir mücadele dinamiğidir.
Özelleştirmeler ve bunlara karşı işletmelerde
gelişen direnişler sadece işçi sınıfı açısından
değil, işgalci emperyalistler ve işbirlikçiler
açısından da özel bir önem taşıyor. Neoliberal
ekonomi politikaların derinleştirilmesinde ve
emperyalistlere olan borçların ödenmesinde, işçi
sınıfının gücünün kırılmasında bu özelleştirmelerin
başarılması önemli bir dönemeç noktasını ifade
ediyor. Ancak özelleştirmeler sadece bu da değildir.
Burada ilginç noktalardan biri de her açıdan stratejik
öneme sahip olan Telekom özelleştirmesini, geçtiğimiz
aylarda öldürülen başını Lübnan eski Başbakanı
Haririnin sahip olduğu firmanın çektiği bir konsorsiyumun
kazanmasıdır. Bu özelleştirmenin hemen öncesinde
Lübnan’da Arap tekelci sermayesinin neoliberal
politikalara ve BOP’a entegrasyonunu hedefleyen
bir uluslararası Konferans yapılmıştır. Tayyip’de
Amerika dönüşü bu Konferansa katılmış ve burada
Arap sermaye gruplarına Türkiye oligarşisinin
BOP ve neoliberal politikalara bağlılığını ifade
ederek onların da bu politikalar arkasında saflaşmaları
gerektiğini aktarmıştır. Bu Konferans sonrasında
Telekom özelleştirmesini Lübnan’da Amerika’nın
etkinliğinin artmasında birinci derecede rol oynayan
bu grubun kazanması dikkat çekicidir. Görüldüğü
üzere, hiçbir önemli gelişme kendi başına tekil
bir olgu olarak ortaya çıkmamaktadır. Tümü birbiriyle
derinden derine bağlantılı olarak gerçekleşmektedir.
BOP ve emperyalistlerin bölgeyi yeniden düzenleme
ve paylaşımı yeniden gerçekleştirme planları tüm
gelişmelerin merkezinde durmaktadır. Özelleştirmeler
de bütün bu yağma ve denetim altına alma planlamaların
bir parçası olarak gelişmektedir.
Konduların Yıkımı...
Oligarşi kentleri yeniden yapılandıracağını iddia
ediyor. Planları da hazır; kentsel dönüşüm projesi.
Projenin ana sponsorlarından ve akıl hocalarından
biri AB... Bu noktada ilk elde işaret edilen alanlar
yoksulların, işçilerin binbir çabayla, güçlükle
inşa ettikleri gecekondu bölgeleri. Projenin çok
sayıda yüzü ve hedefi var. Hiç kuşkusuz, oligarşinin
ve emperyalistlerin bu projesinin hiçbir adımının
emekçilerin lehine olmadığından emin olabiliriz.
Proje çok açık biçimde; başta metropol kentler
olmak üzere tüm kentlerin oligarşiye yeni ve büyük
rant alanları yaratmayı, kondu bölgelerinde biriken
büyük öfkeyi bir süreliğine de olsa dağıtmayı,
güvenlik risklerini azaltmayı, kentleri bu temelde
önümüzdeki 30-40 yıl için yeniden dizayn etmeyi
hedefliyor.
30-40 yıl önce ilk oluştukları dönemlerde kent
merkezlerinin çeperini oluşturan kondu bölgelerinin
küçümsenemeyecek bir bölümü, üst üste gelen göç
dalgalarıyla kentlerin birkaç misli büyümesi sonucu
en değerli kentsel (arsa veya bina olarak) rant
alanları haline geldiler. Oligarşi açık biçimde
bu durumu hazmedememektedir. Düşük bedeller ödenerek,
mümkünse bu da ödenmeyerek bu alanların ele geçirilmesi
oligarşinin başlıca hedeflerinden biri haline
gelmiştir. Hedeflerine ulaşılması halinde, paylaşılacak
onlarca milyar dolarlık yeni bir rant pastası
söz konusudur.
Projenin ikinci ve en önemli hedeflerinden biri,
daha kuruluşlarından bu yana büyük bir direniş
dinamiği haline gelen kondu semtlerinin bu yapısının
ortadan kaldırılmasıdır. Son 40 yıldır, sürekli
yıkımlarla, sürekli direnişlerle, yoksulluk ve
yoksulluğa karşı direnişin pratiğiyle yoğrulan
ve pek çok yerde devrimci güçlerin, direnişçi,
isyancı eğilimin hayatın bir parçası haline geldiği
bu bölgeler yıkımı ve insan dokusunun parçalanmasıyla
direniş dinamiklerinin de parçalanması hedeflenmektedir.
Özellikle son 15 yıl içinde metropol kentlerde
direniş mücadelelerinin odağı haline gelen kondu
semtleri öncelikli olan yıkımların hedefi durumundadır.
Projenin bunlara paralel yürüyen adımı kentin
dışına doğru yeni ve daha denetimli yerleşim alanlarının
oluşturulmasıdır.
Şu anda projenin uygulanması henüz başlangıç aşamasında
bulunmaktadır. Henüz ilk deneme hamleleri yapılmaktadır
da diyebiliriz. Bu aşamada büyük direnişlere zemin
olamayacak, ev sahiplerine yapılan ödemeler vb.
yoluyla olası direnişlerin önüne geçilmeye çalışıldığı
bölgelerde genellikle sayısı 20 evi geçmeyen küçük
çaplı yıkımlar yapılmaktadır. Oligarşi bir yandan
kamuoyunu yıkımlara alıştırmaya, haklı olduğu
düşüncesini yaymaya çalışmakta, diğer yandan direniş
potansiyellerini, devrimcilerin bu direnişlere
önderlik kapasitelerini vb. tespit etmeye, bu
zayıf alanlarda kazandığı “başarı”ları üzerinden
yıkımlar konusundaki kararlılığını, kimsenin kendilerini
durduramayacağını göstermeye çalışmaktadır. Henüz
büyük yıkım bölgelerine el atılmamıştır. Oligarşi’nin
yıkım projelerinin kaderini milyonlarca emekçinin
yaşadığı bölgelere el atıldığında ortaya çıkacak
direniş dinamiği belirleyecektir.
Kürt Coğrafyasında Büyüyen Çatışmalar
Sömürgeleştirilmiş Kürt coğrafyası son bir yüzyıldır
bölgemizin en önemli çatışma ve direniş odağı
durumunda. Kongra-Gel’in ateşkes kararını bozmasının
ardından çatışmalar giderek hız kazanıyor. Öcalan’ın
yakalanmasından önceki çatışmalı ortama doğru
yavaş yavaş ilerleniyor. Bu gelişmeler karşısında
pek çok komplo senaryosu yazılıp çiziliyor. Ancak
bunlardan hareket ederek süreci açıklamak yerine
somut olgulardan hareket etmek doğru olan çözümleme
tarzıdır.
Çok açık ki, bu gelişmeler birkaç noktada bir
iflası gösteriyor. Her şeyden önce, Kongre-Gel’in
Öcalan’ın eliyle sokulduğu, başta kendi kaderini
tayin hakkının inkarı olmak üzere temel ulusal
demokratik haklarından vazgeçerek postmodern Kürt
milliyetçiliği rotası iflas etmiştir. Öcalan’ın
yakalanması sonrasında angaje olduğu liberal sağ
milliyetçi çizgi inişleri çıkışlarıyla, her adımda
içeriği, hedefleri muğlaklaştırılmış projeleriyle
Kürt ulusal direnişini ufuksuzlaştırmış ve politik
olarak kimliksizleştirmiştir. Gelinen noktada
silahlı mücadeleyi bıraktığını ilan eden PKK,
Kongre-Gel olarak yeniden silahlı faaliyetlere
başlamıştır. Ancak yürütülen silahlı faaliyetler
artık 1999 öncesi silahlı faaliyetlerden hem nitelik,
hem de hedefler bağlamında tümüyle farklıdır.
1999 öncesinde açık hedefler doğrultusunda yürütülen
bir halk savaşı söz konusudur. Bağımsız birleşik
demokratik bir ülke hedefi, Ortadoğu halklarıyla
devrimci demokratik temellerde birleşme perspektifi
vardır. Bir ülke, bir ulus ve halk iddiası, bu
ülkenin ve ulusun kendi devletini kurma hedefi,
bunun için emperyalizm ve yerli sömürgecilerle
mücadele vardır. Gelinen noktada, ülke, ulus olma
iddiası zayıftır, kendi devletini kurma ve özgürce
ve eşit temelde diğer halklarla birleşme iddiası
yoktur. Sürekli değişen, savrulan ve somut hedefler
koymaktan uzak görüşler, Öcalan’ın yaşamını sürdürmesine
ve muhatap alınmasına kilitlenmiş, emperyalizm
ve yerli sömürgecilerle değişik düzeylerde işbirliği
yapmaya hazır, hatta ısrarla bunu isteyen, fakat
bu noktada da muhatap alınmayan bir siyasal hareket
söz konusudur. Bu anlamda Kongra-Gel’in bugün
gelişen silahlı faaliyetleri devrimci bir dinamizmin
ürünü değildir. Son 6 yılda yaşanan Kürt ulusal
direnişini sisteme bağlama politikalarında yaşanan
çıkışsızlığın ürünüdür. Ön açıcı değildir. Kürt
ulusunun başta ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkı olmak üzere temel ulusal demokratik hakları
temelinde geliştirilen bir mücadele değildir söz
konusu olan. Geçmişte çokça vurgulanan Kürt ulusunun
özgücüne dönüş yoktur. Emperyalistler ve bölge
güçleri arasındaki dengeler arasında, kendini
göstererek yol alma, çıkışsızlığın saflarında
yarattığı bunaltıcı atmosferi hafifletme çabalarıdır
söz konusu olan.
Kongra-Gel’in postmodern Kürt milliyetçiliği politikalarının
çıkışsızlığı, sömürgeci Türkiye oligarşisinin
başarılı olduğu anlamına gelmiyor. Sömürgecilik
Öcalan’ın yakalanması ve postmodern milliyetçilik
yoluna koyulması ve bunun PKK üzerindeki etkileri
sonucu oldukça önemli mesafeler kat etmiştir.
Ancak hareketi tümüyle elimine etmeyi başaramamıştır.
Kongra-Gel, Öcalan’ın önerdiği politikaları esas
olarak kabul etmekle birlikte, birebir uygulamamakta,
bir süzgeçten geçirmekte ve kendi pratik konumuna
uyarlamaktadır. Öcalan’ın önerdikleri ile Kongra-Gel’in
uyguladıkları arasındaki açı farkı, Kongra-Gel’in
ayakta kalmasını sağlamıştır. Daha da ötesinde,
Kürt ulusal sorunu orta yerde durmaktadır. Nesnel
çelişki orta yerdedir. Öznel güçlerden kaynaklanan
hiçbir geri çekilme nesnel dinamiği ortadan kaldıramaz.
PKK’yi geriletebilirsiniz, ancak sorun orta yerde
duruyorsa mutlaka patlayacak kanallar bulacaktır.
Şimdilik tek kanal Kongra-Gel... Bu nedenle Kürt
yurtsever dinamiği Kuzey’de önemli ölçüde ona
akıyor.
Sömürgeci Türkiye oligarşisinin sorunu ve Kongra-Gel’i
sürece yayılan bir çürütme politikası uygulayarak
etkisizleştirme ve giderek sönümlendirme politikası
bu faktörlerden ötürü başarısızdır. Evet, Kongra-Gel
pek çok açıdan geriletilmiştir, devrimci bir dinamik
olmaktan çıkarılmıştır, ancak çürütme politikası
da mevcut konjonktürde sınırlarına varmış bulunuyor.
Yeni hamleler olmadan bu politikanın artık çok
fazla ilerlemesi mümkün değildir. Ancak devletin
başarısızlığına ilişkin vurguları fazlaca da abartmamak
gerekiyor. Hemen şunu belirtelim; Kongra-Gel’in
eylemleri çıkışsızlık durumuna karşı bir arayışı
ifade etmesine ve devleti belli ölçülerde rahatsız
etmesine karşın, devlet bu eylemleri kısa ve orta
vadeli hedefleri açısından kullanmaktadır da.
Her şeyden önce, bu eylemleri Güney Kürdistan’a
müdahale etmenin aracı haline getirmek istemektedir.
“Kırmızı çizgi”, “Kerkük”, vb. politikalarının
iflasının ardından, Güney’deki, daha da ötesinde
Irak’taki gelişmelerin yönünün tayin edilmesi
süreçlerinden tümüyle dışlanan TC, silahlı eylemleri
bahane ederek Güney’e sınır ötesi harekat yapmaya
çalışmaktadır. Daha önce bir çok kez sınır ötesi
harekat yapılmasına ve hemen hemen hepsi fiyaskoyla
sonuçlanmasına rağmen, Güney’de belirli bir noktada
toplaşmadığını, dağınık olarak yerleşik olduğunu
söyledikleri Kongra-Gel güçlerine dönük bir askeri
harekatın Kongra-Gel güçlerine herhangi bir ciddi
zarar vermesi düşünülemez. Yapılmak istenen esas
olarak Güney’in nispeten istikrarlı olan gelişmesini
durdurmaktır. İkinci olarak, sömürgeci Türkiye
oligarşisi TC sınırları içindeki Kürtlerin gözlerini,
kulaklarını giderek daha fazla Güney’deki gelişmelere
çevirdiğini görüyor. Henüz bu politik ve örgütsel
bir nitelik kazanmış değil. Güney’de, Kongra-Gel’den
farklı olarak, açık biçimde bir ülke, bir ulus,
bir halk, görece daha net bir devletleşme istek
ve iradesi bulunuyor. Üstelik de arkasında ABD’nin
gücü bulunuyor. Bu gelişmeler oligarşi için oldukça
ürkütücü bir durumdur. Kongra-Gel’in yeniden silahlı
eylemlere başlaması TC sınırları içindeki Kürtlerin
Güney’e dönen ilgisinin yeniden kendi muğlak politikalarına
dönmesini de sağlamaktadır. Ve Oligarşi için Kongra-Gel’in
muğlak, postmodern bir milliyetçi söylemi ve politikaları,
Güney’in görece daha net ulusalcı söylemleri ve
politikalarına nazaran yeğ tutulacak politikalardır.
Üçüncü olarak, Kongra-Gel’in eylemleri özellikle
genelkurmaya politika yapma, tüm politik alanı
yeniden düzenleme noktasında da önemli fırsatlar
sunmaktadır. Genelkurmay, özellikle “ılımlı islam”cı
AKP’nin toplumsal zeminlerini daraltmak, toplumsal
kesimleri kendi arkasında saflaştırmak için bu
eylemleri ve süreci oldukça yetkin provokasyonlar
ve politikalarla kullanmaktadır. “Ilımlı islam”ın
karşısına, provokatif bir milliyetçi hareketin
yaratılması, milliyetçi faşist hareketlerin dinamik
tutulması ve gerektiğinde iktidara hazır hale
getirilmesinde bu eylemler ve eylemlerin yarattığı
atmosfer kullanılmaktadır. Kuşkusuz bu oligarşinin
her zaman başvuracağı bir yoldur. Ancak, Kongra-Gel’in
eylemlerinin hedefleri, çapı ve Kürt ulusunun
mücadelesine kattıklarıyla, genelkurmayın bayrak
provokasyonuyla birlikte başlattığı politik ve
toplumsal müdahalenin çapı ve hedefleri karşılaştırıldığında
oligarşinin kazanımlarının boyutları daha iyi
anlaşılabilir. Kısacası, eylemin çapı ve niteliği
fazlaca büyümediği sürece, oligarşiye rahatsızlık
vermeye devam edeceklerdir, yukarıdaki noktalar
bağlamında en az bir o kadar da onun politika
yapma alanını genişletecek ve rahatlatacaktır
Öte yandan, Kürt ulusunun yurtseverleşmiş kesimleri
yeni bir çıkış umuduyla bakıyor eylemlere. Bu
açık biçimde görülüyor. Kendi yorgunluklarını,
yılgınlıklarını, Kürt ulusunun artık yorulduğu,
savaş ve çatışma istemediğini iddia ederek makul
kılmaya çalışanların palavraları da açıkça görülüyor.
Çelişkinin çözümsüz kaldığı yerde çatışmanın zemini
ve dinamiklerinin de olacağı gerçeği bir kez daha
ortaya çıkıyor. Eylemlerin en önemli (hatta tek
de diyebiliriz) ve olumlu politik sonucu budur.
Tüm Süreç Silahların, Savaşların ve İşgallerin
Eksenine Oturuyor
Gerek dünyada, gerek bölgemiz Ortadoğu’da, gerekse
Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında yaşanan gelişmelerin
rotası, tüm önemli gelişmelerin şiddetli çatışmaların,
savaşların ve işgallerin eksenine girmeye başladığını
gösteriyor.
Amerikan emperyalizminin hegemonya planları ve
uygulamaları ve emperyalistler arası yeniden paylaşım
mücadelelerinin kaçınılmaz sonucu şiddetli çatışmalar
olmaktadır. Bu süreç, bütün yönleriyle kaçınılmaz
olarak bir işgal ve iç savaşlar süreci olarak
işleyecektir. Bu denli kapsamlı ve derinlikli
bir emperyalist müdahale sürecinin zor dışında
bir aracı olamaz. İç savaşlar ve işgaller artık
bölgemizin ve tüm sömürge ve yeni-sömürgeler dünyasının
olağan süreçleridir.
Afrika son 15 yıldır adeta kan gölüne dönmüştür.
İç savaşlarda ve emperyalist saldırılarda ölenlerin
sayısı milyonları çoktan aşmıştır. Tüm Asya adeta
ayaktadır. Çatışmaların yayılmadığı tek bir ülke
kalmamaktadır. Ortadoğu zaten malum, işgal, çatışma,
katliam haberleri günlük yaşamın rutinleri arasına
girmiştir. Latin Amerika halkları ayaktadır. Ayaklanmalar,
halkların direnişleri, emperyalist işgal planları
ve çeşitli ülkelerdeki büyüyen gerilla savaşları
büyük savaşımların habercisidir.
Artık silahların eleştirisinden bağımsız olan,
kopmuş olan bir eleştiri silahının hiçbir anlamı
olmadığı çok açık hale gelmiş durumdadır. Sınıflar
savaşımında, dünyanın değiştirilmesi mücadelesinde
az yada çok söz sahibi, irade ve pratik sahibi
olmak isteyen bir öznenin (bu özne ister gerici,
isterse devrimci olsun) kendini derhal silahlı
savaşıma, iç savaşlara, işgallere göre inşa etmesi
tartışmasız bir olgu haline gelmiştir. TC tüm
aygıtlarını buna uygun olarak dizayn ediyor. Toplamda
bir iç savaş aygıtına dönüşüyor. Ordu da sadece
jandarma ve özel kuvvetler değil, kara, hava ve
deniz gücü de tüm eğitimlerini “toplumsal olayları”
yani emekçilerin olası direnişlerini, devrimci
girişimlerini bastırma taktik ve stratejileri
üzerine kuruyor. Silahlanma tümüyle buna uygun
olarak yapılıyor. Sadece Türkiye için değil elbette,
Kosova, Afganistan, Afrika vb. geniş yelpazede
alınan görevlerde olduğu gibi tüm dünyadaki müdahaleler
için düşünülüyor bu... Yeni ceza yasası, ceza
infaz yasası ve son olarak gündemleştirilen terörle
mücadele yasasının ağırlaştırılması yoluyla hukuki
sistemde buna uygun hale getiriliyor. Kürt-Türk
düşmanlığının körüklenmesi, milliyetçi faşist
dinamiği sürekli canlı tutmaya dönük provokasyonlar
güncel iç savaş ve terör politikalarıdır.
Başta coğrafyamız olmak üzere, tüm sömürge ve
yeni-sömürgeler dünyasında bu gerçekliğin üzerinden
atlayarak politika yapmak isteyen her gücün kaçınılmaz
biçimde şu yada bu düzeyde ruhunu sisteme teslim
etmesi, onun politikalarına angaje olması kaçınılmazdır.
Öte yandan, mücadelede bütünlük; stratejik ve
günlük hedeflerde, araçlar ve örgütlerde, taktikler
ve kadrosal yapıda bütünlük de her zamankinden
çok daha fazla yaşamsal bir önem kazanmış durumdadır.
Bu bütünlüğü asgari düzeyde sağlayamayanın, kendini
bu bütünlüğe göre kurmayanın böylesi bir mücadelede,
hele ki devrimci bir özne ise hiçbir şansı olamaz.
İşin şurasından yada burasından tutarak, zamanla
işlerin düzeleceğini umarak yola çıkma dönemi
kesin biçimde bitmiştir.
Bütünlüklü Devrimci Çalışmayla Yeniden İnşaya
Bir Adım Daha
Devrimci sosyalizm açısından önümüzdeki görev
herhangi bir ülkede, her hangi bir hareket olarak
mücadeleyi bir yanından tutarak geliştirmek değildir.
İçinden geçtiğimiz tarihsel ve güncel uğrakta
bu mümkün de değildir. Devrimci sosyalizm mücadelesi
yeni bir tarihsel çıkışı, kendisinden sonra gelecek
tüm mücadeleleri de derinden etkileyecek bir tarihsel
çıkışı gerektiriyor. Bu nedenle bütünsellik vurgusu
ve bunun üzerine oturmuş emperyalist işgallere,
gerici iç savaşlara bütünsel bir devrimci savaş
çizgisi ve pratiği hayatidir... Yeniden inşa sürecimizde
bu perspektif üzerine oturmaktadır.
Bu süreç ancak günlük yaşam içinde güncel ve stratejik
görevlere yanıt verme ve emekçilerin gücünü kendinde
cisimleştirme yeteneğini her adımda daha güçlü
biçimde gösteren militan bir hareket ve pratik
yaratarak geliştirilebilir.
Eylül ayı her zaman olduğu gibi bir sonraki yılın
Haziran ortalarına değin süren yeni bir mücadele
döneminin başlangıcını ifade ediyor. Hazır olmalıyız.
Önümüzde sürecimize daha büyük bir tempo, daha
militan ve büyük bir mücadele pratiği, daha büyük
bir örgütsel yapı kazandırma görevi durmaktadır.
Geride bıraktığımız yıl içinde önemli deneyimler
kazandık. Bütünlüklü bir yeniden inşa yolunda
küçümsenemeyecek adımlar attık.
Emekçilerle sistem arasındaki genel ve güncel
çelişki noktaları üzerinden örgütlenmek ve devrimci
bir pratik geliştirmek bütün pratiğimizin yol
gösterici ilkesi oldu. Bu çok önemli bir kazanımdır.
Kendi problemleri, sıkıntıları üzerinden politika
yapmak pratiğinden koparak, emekçilerin gündemiyle
buluşmadır. Hayat içinde yeni ve gerçekten ilerletici
bir duruş noktası kazanmadır. Sadece bu da değil.
Devrimci sosyalizm kendini militan sokak pratiği
içinde ifade etme noktasında da önemli mesafeler
aldı. Bu yöndeki pek çok eksiğine karşın, pratiğini
kurumculuk, büroculuk pratiği olmaktan çıkararak,
bir sokak hareketine dönüştü.
Eylül’le birlikte başlayacak yeni mücadele döneminde
bütün bu mücadele deneyimlerini, kazanımlarını
daha sistematik, daha büyük ve daha nitelikli
pratiklere ve politik kazanımlara dönüştürmek
hedefiyle, azmiyle pratiğimizi öreceğiz.
Bir yandan, yeniden inşa sürecimizin başından
itibaren esas aldığımız esas olarak kendi güçlerimizi
esas alarak pratiğimizi geliştirme, her cephede
kendi tarzımızı yaratma tutumumuzu daha güçlü
pratiklerle sürdürürken, bir yandan da genel platformlar
dışında da devrimci siyasetlerle ortak temsiliyetler
oluşturma, eylem birlikleri geliştirme pratiğini
de daha fazla önemseyeceğiz.
Politik pratiğimiz açısından güncel gelişmelere
hızlı pratik reflekslerle karşılık verme noktasındaki
eksikliğimizi aşmak, nesnel alt yapısını oluşturmak
devrimci sosyalistlerin öncelikleri arasında olacaktır.
Genel, büyük ve birkaç ayı kapsayan, emekçilerle
sistem arasındaki çelişki noktaları üzerine kurulan
uzun kampanyaların ne denli büyük kazanımların
kapısını araladığını “İşsizlik ve Yoksullukla
Mücadele Kampanyamız” sırasında gördük. Güncel
hızlı politik refleks pratiklerin yanı sıra, yeni
büyük mücadele kampanyalarını geliştirmek pratiğimizin
ayrılmaz bir parçası haline gelecektir. Daha da
ötesinde büyük kampanyaların yanı sıra yerellerdeki
sorularla sınırlı olan daha küçük kampanyalar
örgütlemek, büyük yada küçük olsun kampanya temelli
çalışmayı pratiğimizin esaslı bir unsuru haline
getirmek önümüzdeki sürecimizin başlıca pratik
görevlerindendir.
Tüm sömürge ve yeni-sömürgeler dünyasını kan ve
ateşe boğan gizli yada açık emperyalist işgale
ve işbirlikçilerinin saldırılarına karşı direniş
ve başka ülkelerdeki direnişlerle dayanışma sürecin
öne çıkan ana politik sorunudur.
Devrimci sosyalizm işgalcilere ve işbirlikçilere
karşı mücadeleyi hayatın her alanına yayarak pratiklerini
örecektir.
Somut çelişki ve mücadele alanları olarak enternasyonalist
dayanışma ve mücadeleyi, özelleştirmeye, yıkımlara,
Kürt ulusuna yönelik saldırılara karşı mücadeleyi;
işgalciler ve işbirlikçileri karşı mücadele zeminine
oturtmak gerekiyor.
Bu mücadeleler içinde bölgemizin ve dünyanın diğer
bölgelerindeki devrimci güçlerin mücadeleleriyle
buluşmak, asgari enternasyonal mücadele bağlarını
oluşturmak zorunludur.
Özelleştirmeler ve yıkımlara karşı işçi sınıfı
ve emekçilerle birlikte omuz omuza savaşmak, onların
bir parçası olmak ve öncü eylemliliklerle-pratiklerle
onların en ileri kesimlerini en azından bir bölümünü
kazanmak ve bu yoldan emekçi kesimler içinde asgari
bir ilişki zemini yaratmak pratiğimizin ana hedefleri
arasında olmalıdır.
Kürt ulusu ile kendi coğrafyasında daha güçlü
biçimde buluşmayı ve onun kendi devrimci sosyalist
öncüsünü yaratma sürecine ivme katmayı esas alan
bir politik hat geliştirmek önümüzdeki sürecin
temel politik pratik görevleri arasındadır.
Bütün bu çelişki alanlarını ve görevleri emperyalist
işgalcilere ve işbirlikçilere karşı mücadele zeminine
bağlayarak bütünlüklü bir politik çalışma geliştirmek
hem zorunludur, hem de mümkündür. Devrimci sosyalizm
bunu yapacaktır.
Devrimci sosyalizm yeniden inşa sürecini bu bakış
açısı ile büyütüyor, eski eşik noktalarını geride
bırakıyor.
Tüm devrimci sosyalistler bir adım daha öne!
Tüm emekçiler devrimci sosyalizmin bayrağı altına!
|