Artık neredeyse adet haline geldi: Her yıl, ÖSS
ve Ortaöğrenim Seçme-Yerleştirme Sınavı sonuçları
açıklandığında önce “bu sefer kaç kişi sıfır çekmiş”
diye bakılıyor.
Ve tabii, bir şey adet haline geldiği ölçüde de
kanıksanıyor, “eh bu da günümüzün olgularından
biri herhalde” denilip geçiliyor. Yani bir sınav
yapıyorsunuz, yüzbinlerce insan giriyor ve bunların
hiç küçümsenmeyecek bir bölümü, (57 bin) sıfır
sonuç alıp çıkıyor.
Ve bu, birkaç gün tartışıldıktan sonra unutulup
gidiyor. Muhtemelen “bu kadar aptal her yerde
olur” gibilerden bir istatistik varsayım yapılıyor.
Bunun böyle olduğunu ÖSS sonuçlarını açıklayan
ÖSYM Başkanı Prof. Ünal Yarımağan’ın yüzüne baksanız
anlarsınız. Son derece kibirli ve küçümseyici
bir eda sayın Prof’un yüzüne yapışmış gibi duruyor.
“Bu çocukların sınava niye girdiklerini anlayamadığını”
söylüyor Prof. Yarımağan, ikiyüzlü bir hayret
ifadesiyle. Anlamıyor ya da anlamak istemiyor.
Mutlak Yoksulluk ve Mutlak İşsizlik kavramlarını
da anlamaz aynı Profesör, işsizlikle iş bulma
ümidini yitirmek arasındaki farkı da anlamaz.
Peki ÖSS’de durum böyle ve diyelim ki orada aptal
çok. Ortaöğrenimdeki 65 bin sıfıra ne denebilir?
Neden her yıl sınavlarda sıfır puan alanların
sayısını ikiye katlanarak büyüyor? Ve en önemlisi
şu, gerçekten de Prof. Yarımağan’ın dediği gibi
bu kadar insan madem öyle sınava neden giriyorlar?
Bir kere her şeyden önce YÖK tahsildarı Profların
bu durumdan şikayet etmelerine gerek yok. Ortalama
40 milyonluk sınav masrafları üzerinden düşünüldüğünde
57 bin sıfırcının yatırdığı 2.5 trilyon çoktan
cebe indirilmiş durumda.
Ama bu “dünya işleri”ni bir an için bir tarafa
bırakıp yeniden sorumuza döndüğümüzde, yanıt nedir?
Neden insanlar kazanmamak için bir sınava girsinler?
Çünkü umutsuzlar, çok umutsuzlar. YÖK memurlarının
hayal edemeyeceği kadar umutsuzlar.
Kendilerine hayatın içinde bir yer arıyorlar,
bir gelecek arıyorlar ama bunu bulamayacaklarını
da biliyorlar artık.
İnsanların hayatlarını korkunç bir biçimde ezen
bir sınıfsal hiyerarşi, toplumun her köşesini
olduğu gibi eğitimi de kaplamış, artık mucizeler
dönemi, alttan gelip büyük başarılar sağlayan
yoksul çocuklar dönemi kapanmış. Şarkıda söylendiği
gibi “tamirci çırakları” işçi kalmaya mecburlar,
başka bir yolları yok. Yok ama bir yandan da şanslarını
düzen içinde hiç olmayan şanslarını denemek istiyorlar.
Çıktıkları koşu pistinde start verildiği anda
bile başkaları onlardan yüzerce metre ilerden
başlıyor yarışa. Umutsuzca koşuyorlar ama yine
o başkaları dakikada bir tur bindiriyor üstlerine.
Sınav birincileri gazete manşetlerini kaplıyor
ama öte yanda fen sorularına elini sürmeyen onbinlerce
öğrenci var. O bölüme el sürmüyorlar, çünkü orada
matematiksel kesinlilikler var; birazcık olsun
sözel bölümlere el atmalarının nedeni ise “belki
mantık yoluyla bir şeyleri kurtarabilirim” düşüncesinden
kaynaklanıyor.
Üstelik bu öykü, çok önceden, ilkokuldan, hatta
doğumla birlikte başlıyor. Bir yerde, bir mahallede,
bir ana-babanın çocuğu olarak doğuyorsunuz.
Çok çılgın değillerse eğer ana-babanız da sizin
pek şansınızın olmadığını biliyor, karneye dokuz
tane sıfır getirirseniz dayak cennetten şöyle
bir çıkıyor ama kimse sizden dokuz tane iyi not
da beklemiyor zaten. Asgari ücretle çalışan babanın
tek derdi, bir an önce balta sapı olmanız ya da
çekip sokağa gitmeniz.
Geçenlerde, YÖK yönetiminden bir Prof., (İmam
Hatip’lerin üniversiteye neden girmemesi gerektiğini
kanıtlamak için) uzun uzun meslek liselerinin
zaten ÖSS’de başarısız olduğunu anlatıyor.
Rakamlar veriyor, katsayıları kaldırsalar bile
meslek liselerinin zaten bir yere giremeyeceğini
“bilimsel olarak”(!) kanıtlıyor. Yüz kızarması
yok, hiç yok! Eğitimle görevli bir adam, çıkıp
bu ülkede yaşayan çocukların bir bölümünü nasıl
bir cehalete ittiklerini, onlara nasıl kötü bir
eğitim verdiklerini, üç tane soruyu yanıtlayamaz
hale getirdiklerini ballandırarak anlatıyor ve
hiç utanmıyor!
Ve nihayet, Kürdistan diye bir gerçeklikten söz
edildiği anda tüyleri diken diken olanlar, sınav
sonuçlarının bölgesel dağıtımının anlamını üzerine
bize hiçbir şey söylemiyorlar. Ortaöğrenimde en
kötü iller, Muş, Van, Bitlis, Bingöl, Urfa, Kars,
Mardin, Ardahan, Ağrı, Hakkari ve Şırnak...
ÖSS’de de durum farklı değil... Nedir sömürgecilik
peki? Bir ülkenin yeraltı-yer üstü zenginliklerini
talan edip geriye yalnızca yoksulluk bırakacaksınız;
bir ülkeyi onca yıldır her zaman ama her zaman
olağanüstü kurumlarla yöneterek kan ve vahşete
boğacaksınız; bir ülkenin çocukları -anadilde
eğitim bir yana- normal pozitif bilimlerden bile
fersah fersah uzakta kalacak ve en basit soruları
yanıtlayamayacak durumda olacak... Nedir bunun
anlamı? Sömürgecilik tanımı üzerine başka bir
ölçüt bilen var mı?
Yeniden sosyalizm, yine sosyalizm ve yine sosyalizm
ve ona giden yolda demokratik halk iktidarı...
Yeni-Sömürgeci uşaklar yalnızca bugünümüzü değil,
yarınımızı, geleceğimizi, bütün umutlarımızı çalıyorlar.
Bize geriye hiçbir şey bırakmıyorlar. Üniversiteden
başka her şeye benzeyen şu büyük binaların kapısından
içeri girsek ne olur; ama onun da önü kesiliyor.
Vasıfsız, düz işçiler, daha doğrusu işsizler olarak
sokaktayız ve sokaktan başka bir seçeneğimiz yok.
İyi o zaman!
Madem ki durum böyle. Madem ki sokaktayız ve orada
kalacağız; o zaman sokağın hakkını verelim.
Öyle bir verelim ki sokağın hakkını, neoliberal
düzenin soytarıları ve dalkavuk profları oraya
adımlarını bile atamasınlar. Öyle bir dolduralım
ki sokakları, barikatları, sesimiz öyle bir yükselsin
ki, yataklarında bile rahat uyuyamasınlar.
Madem ki durum böyle. Madem ki yoksuluz ve yoksul
kalmamız isteniyor, yoksulluğun ve katledilen
yıllarımızın, mahvedilen geleceğimizin öfkesiyle
kuşatalım onların saraylarını.
Biz yoksulluğumuzun sonuçlarına her gün katlanıyoruz;
onlar da asalaklıklarının sonucuna katlansın!
|