Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

31. Sayı - Temmuz 2005

G. Onur

DÜNÜ OLMAYANIN GELECEĞİ YOKTUR

‘Dün’den en genel çerçevede anlaşılması gereken, ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri mücadelelerin bütünüdür. İnsanlığın toplumsal kastlara bölünüp sınıflar mücadelesinin ortaya çıkmasından bu yana, farklı toplumsal formasyonlar altında da olsa ezilenler, ezenlere karşı bir mücadele yürütegelmişlerdir. Bu mücadeleler sonucunda elde edilen birikimler, iç içe geçen zincirin halkaları misali sonraki kuşaklara taşınmıştır.
Komünistler, tarihlerinin geçmişle bağlantılarını kurarak tüm mücadeleleri insanlığın gelişmesinde zincirin birer halkası olarak ele alırlar. Alman Komünistlerinin Spartakistler olarak kendilerini adlandırmaları zincirin diğer halkalarıyla bağ kurmak açısından büyük bir anlam taşımaktadır. Halkaları birbirinden kopartmak mümkün değildir. Bu halkanın son basamağı bilimsel sosyalizm uğruna verilen mücadeledir. Kendimizi yeniden oluştururken esas yararlanacağımız süreç son 150 yıllık tarihtir. Yazıda dün derken, 1848’lerden bu yana bilimsel sosyalizm uğruna yürütülen mücadele kastedilecektir. Avrupa’da başlayan komünist gelenek, 20. yy.da dünyanın her tarafını kapsayacak boyutlara gelmiştir. Kısacası, gelenek derken geniş anlamda tarih boyunca ezilenlerin biriktirdikleri deneyimi, dar anlamda sosyalizm hedefiyle yürütülen mücadele deneyimlerini anlıyoruz. Bu nedenle geleneğimizi Avrupa’da, Asya’da, Latin Amerika’da... yürütülen mücadelelerin toplamı olarak görüyoruz. Bilimsel sosyalizm mücadelesinin gelişimi, öncelikle, bu süreçte biriktirilen deneyimle olmuştur.
Gelenek sorununun önemi, ‘dün’kü kuşakların yarattığı mirasın elekten geçirilerek ayrıştırılması ve bunun önümüzü aydınlatmada bir araç olarak kullanmasıdır. Ne yazık ki, TDH’nin bunu sağlıklı tarzda yapamaması, bir çok sorunun kaynağını da oluşturmaktadır. TDH soruna bütünlüklü değil, seçmeci bir tarzda -daha çok parça üzerinden- bakmıştır. Hemen hemen her devrimci yapı kendine bir ülkenin modelini almış, model aldığı ülke devrimini her derde deva görürken diğer devrim deneyimlerine uzak durmuştur. Genel duruma baktığımızda Ekim devrimini örnek alan bir yapı Çin, Vietnam, Küba devrimlerini ML ve sosyalizm merkezli bir devrim olarak görmemekte; yada tersinden Ekim’in derslerinin önemini küçümseyen anlayışlar (üstü örtük biçimde de olsa) söz konusu olabilmektedir.
Kanımızca tüm bu deneyimler -hatta başarısızlığa uğrayanlar da dahil- zincirin birer halkası olarak görülmelidir. Hepsinin özgün ve evrensel özellikleri bulunmaktadır. Sorun, neyin evrensel, neyin özgün olduğunun bilince çıkarılması ve Türkiye devrimi açısından ne kadar yararlanılabileceğidir. Örneğin Ekim devriminin yol ve yöntemleri, Çin’de, Vietnam’da, Küba’da ne kadar geçerli olabilirdi? Türkiye gerçekliğinde ne kadar temel alınabilir? Vietnam, Küba devrimlerinin gerçekleştiriliş biçimi, izlediği yol ve yöntemler, çözdüğü sorunlar... ülkemiz gerçekliğine ne kadar uyuyor? Soruları daha da çoğaltabiliriz.
Eğer Marksizm yaşam içerisinde sürekli gelişen ve derinleşen bir doktrinse ne sadece bir devrim deneyimine dayanabilir, ne de Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Che, Castro, Ho Şi Minh ve diğer devrimci önderlerin her söylediğinin her koşulda doğru olduğunu kabul eder. Lenin, Marks’ın söylediklerini olduğu gibi tekrar etseydi, Leninizm olamazdı. Lenin, Marks’ın söylediklerinin özgün ve evrensel yanlarını ayrıştırarak evrensel olanları aldı, zenginleştirdi, daha ileri bir düzeye sıçrattı, diğerlerinin aşılması gerektiğini anladı. Örneğin Marks’ta, Engels’te Bolşevik tarzı bir parti anlayışı yoktu. Lenin, bu parti anlayışını daha çok Narodniklerin deneyimlerini Marksist birikimle sentezleyerek açığa çıkartmıştır. Bir iki örnek daha vermek istiyoruz: SBKP ve Komüntern, Çin komünistlerine Sovyetik tarz ayaklanma ve şehir merkezli bir çalışma dayattı. Oysa, bunun Çin koşullarına uymadığı 1927’lerdeki Şanghay ayaklanmasında görüldü. Ya da 1950’ler sonrası SBKP merkezli Komünist Partiler hep Lenin’in belirttiği ‘olgun koşulların’ olmasını bekliyorlardı. Sonuç: 1950’ler sonrasında dünyanın hiç bir yerinde devrimlere öncülük edemediler... Latin Amerika gerilla hareketlerinin önemli bir bölümü, Küba devrimini sol mantıkla yorumladılar ve önemli bir bölümü yenilgiye uğradılar. Tüm bunlar ML’e ve geleneğe nasıl yaklaşmamız gerektiğini açığa çıkartıyor. Lenin’in şu belirlemeleri bakış açımızı oluşturuyor: “...biz, Marks’ın teorisini tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz; tersine biz onun, eğer yaşama ayak uydurmak istiyorlarsa, sosyalistlerin her doğrultuda geliştirilmek zorunda oldukları bilimin sadece bir temel taşını koyduğuna inanıyoruz. Biz inanıyoruz ki, Marks’ın teorisinin bağımsız geliştirilmesi, Rus sosyalistleri için özellikle önem taşımaktadır; çünkü, bu teori, yalnızca özel olarak, İngiltere’de, Fransa’dakinden farklı, Fransa’da Almanya’dakinden farklı ve Almanya’da Rusya’dakinden farklı olarak uygulanan genel yol gösterici ilkeler sağlamaktadır...”(Mark, Engels, Marksizm, sf,134) Soruna Lenin’in bu bakış açısından bakmadığımız sürece her bir devrimci önderin söylediği Kur’an derekesine indirgenir.
Devrim tarihine bu pencereden bakarak bazı saptamalar yapacağız:

1) Sol güçler, Komünist hareketin 150 yıllık tarihinden bahsederken, bunun başlangıcını haklı olarak devrimci proletaryanın ilk uluslar arası örgütü olan Komünistler Birliği’ne ve onun programına-Manifestosuna dayandırırlar. Komünistler Birliği’nin program-manifestosunda net olarak devrimci proletaryanın nihai hedefi burjuvaziyi devirerek alt etmesi ve sınıfsız bir toplumun kurulmasının gerekliliği ve zorunluluğu olarak konulur. Tüzüğün 1. maddesinde; “Birliğin amacı, burjuvazinin devrilmesi, proletaryanın egemenliği, sınıfsal çelişkilere dayanan eski burjuva toplumun ortadan kaldırılması, sınıfların ve özel mülkiyetin olmadığı yeni bir toplumun kurulması(dır).” (Marks, Engels, Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Y, S. 19 ) olduğu belirtilir. Komünistler Birliğinin temel şiarı olan “Bütün Ülkelerin Proleterleri, Birleşin!” uluslararası devrimci proletaryanın temel şiarı haline gelir. Lenin, Marks ve Engels tarafından yazılan ve 1848 şubatında yayımlanan Komünistler Birliği Manifestosuyla ilgili olarak “yeni dünya görüşünü, toplumsal yaşamı ve en kapsamlı ve derin gelişme doktrini olarak diyalektiği de içeren tutarlı materyalizmi, sınıf savaşımı teorisini ve yeni, komünist bir toplumun yaratıcısı proletaryanın dünya tarihi ölçüsünde devrimci rolünü dehanın açıklığı ve parlaklığıyla özet(ler)lediğini” belirtir (Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, S. 11) Sonuç olarak Komünistler Birliği’nden çıkarılması gereken iki temel ders bulunuyor: Yükselen sınıf hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verme istemiyle komünist bir örgütün kuruluşu ve ikincisi bu örgütün ilkesel, programatik yaklaşımlarının derinliğidir.

2) 1848 Hareketinin yenilgiye uğramasından sonra 1850’lerden itibaren Çartist hareket yeniden canlanmaya ve sınıf hareketi içinde etkili olmaya başlar. Çartist hareketin 1850-58’e kadar yaşadığı canlanma işçi sınıfında özellikle enternasyonal düşüncesinin yerleşmesinde etkili olur. Sonuç olarak 1850’ler sonrası Avrupa’da yükselen sınıf mücadelesine önderlik etme anlayış ve ihtiyacı 1. Enternasyonalin kurulmasında en önemli etkenlerden biriydi. İşçi sınıfının yükselen mücadelesi, Marksist eğilimlerden, küçük burjuva anarşist kesimlere ve hatta ulusalcı güçlere kadar bir çok kesimi barındırıyordu. Proudhonculuk, Mazzinicilik ve trade-unionculuk gibi.
1864’te Marks ve Engels’in önderliğinde faaliyete geçen 1. Enternasyonal yaşadığı süre içinde Avrupa ve Amerika işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını büyük ölçüde güçlendirdi. Tarihte işçi sınıfının ve emekçilerin devletini yaratma yönündeki bu ilk girişimi olan Paris Komünü 1. Enternasyonalin büyük eseriydi. Lenin’in sözleriyle “işçilerin sermayeye yönelik devrimci saldırılarını hazırlaması için uluslar arası bir işçi örgütünün temelini attı. “Sosyalizm için, proleter, uluslararası mücadelenin temelini attı.”
1. Enternasyonal tüzüğü, işçi sınıfının kurtuluşunun kendisi tarafından gerçekleştirilmek zorunda olduğu ifadesiyle başlar, geçici tüzüğe girişte de tüm burjuva partileri, seçkin gruplar, komplocu sekt örgütlenmeleri ve reformcu hareketler ile olan farklılık vurgulanır. İşçi hareketinin hedefi her çeşit gericiliğin tüm toplumsal sefaletin manevi alçalmanın ve siyasal bağımlılığın temelinde yatan emekçinin, üretim araçlarını yani geçim kaynaklarını tekelinde tutanlara olan ekonomik bağımlılıktan kurtarılması olarak saptıyordu. Tüzüğün 1. maddesinde derneğin ulusal sınırlar içinde gerçekleşemeyecek olan bu kurtuluş için “çeşitli ülkelerde mevcut ve aynı amacı yani emekçi sınıfların korunmasını ve ilerlemesini ve tam kurtuluşunu amaçlayan işçi dernekleri arasındaki merkezi haberleşme ve işbirliği ortamının sağlamak için kurulmuş olduğu belirtiliyordu.
Enternasyonal farklı olan eğilimleri birleştirdi. Ancak I. Enternasyonalin bu özelliği aynı zamanda onu yıkıma da götürmüştür. Temel kavramlar ortaya çıktıkça “mülkiyet sorunu, tekellerin kamulaştırılması sorunu ve sosyal düzenlemeler, devlet olgusu v.b.” farklılık belirdi ve bu farklılık derinleşerek Enternasyonalde bulunan partilerin yan yana duramayacakları bir zemini oluşturdu. Ancak kapitalizme karşı uluslararası mücadelede ilk olması nedeniyle önemli bir noktayı temsil etmektedir.

3) 19. yy’ın sonlarında Marksizm’in yaygınlaşması, kapitalizmin hızlı gelişmesi ve yoğunlaşması, kapitalizmin yapısal krizlerinin yol açtığı sorunlar sonucu işçi hareketinde yeni bir yükselme dönemi başladı ve birkaç ülkede işçi partileri oluşturuldu. Almanya, Fransa, İngiltere... En güçlü parti Almanya Sosyal Demokrat Partisiydi.
2. Enternasyonal, sınıf hareketinin yükselen bir zemininde kuruldu. Engels de 2. Enternasyonalin kuruluşuna katıldı...
2. Enternasyonal önceleri Marksizm’in gelişmesi ile sınıf hareketinin toparlanıp birleştirilmesinde işlev görmüştür. Ancak bu dönemde kapitalizmin görece barışçıl gelişmesi, işçi sınıfı hareketinin büyümesi ve proleter olmayan tabakalardan üyelerin de katılması, işçi hareketine uzlaşma düşüncesini sokan bir işçi aristokrasisi ve işçi bürokrasisinin ortaya çıkmasını gündeme getirdi. Öncelikle Almanya’da gelişen bu süreç giderek tüm diğer partilerde de egemen hale gelerek oportünizmin 2. Enternasyonale egemen olmasına neden oldu.

4) Avrupa’daki Sosyal Demokrat Partileri’nin bir çoğu 1. Emperyalist Savaşla birlikte kendi emperyalist burjuvalarını destekleyerek, işçi sınıfına ihanet ettiler ve sosyal şoven bir konuma dönüştüler. Emperyalist burjuvazilerini destekleyerek işçi sınıfına ihanet eden Sosyal Demokrat Partiler, olası devrimlerin öncüleri olmaktan çıkmalarıyla birlikte Lenin, yeni bir Enternasyonalin hemen kurulmasının gerektiği üzerine durur. Kanımızca bu anlayış iki nedene dayanır:
Birincisi, yükselen devrim dalgasının ihtiyaçlarına yanıt vermeye yöneliktir. Nasıl ki, ulusal partiler bulundukları coğrafyadaki devrimi yönetmek için oluşurlarsa, dünya partisi anlamına gelen Komünist Enternasyonal de, yükselen devrim dalgasına bağlı olarak devrimleri dünya çapında yönetmek için oluşturulmuştur.
İkincisi, yükselen devrim dalgasından bağımsız olarak, Lenin’in devrim perspektifiyle de bağlantılıdır. Lenin emperyalizm döneminde kapitalist üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişmesi önünde engel olduğunu, bunun dünya çapında devrimlerin nesnel koşullarını oluşturduğunu, burjuvazinin devrimci barutunu yitirerek gericileştiğini, bundan sonraki devrimlerin proletaryanın öncülüğünde kesintisiz devrim anlayışına uygun olarak sosyalizme yöneleceğini öngördüğünden bu devrimlere öncülük edecek bir enternasyonal oluşturması anlayışındaydı. Yani Komünist Enternasyonalin hemen kurulma istemi yükselen devrimci dalgayla doğrudan bağlantılıdır. Ancak, Komünist Enternasyonal’in kendisi fikri yükselen, alçalan devrimci dalgalarla bağlantılı değildir.
Bundan şu sonucu çıkarabiliriz:
Ulusal KP’lerle, Dünya Komünist Partisi, sadece kriz anlarında, krizin olanaklarını değerlendirmek üzere kurulmazlar. Kriz anları komünist parti ihtiyacını olağan üstü bir şekilde ön plana çıkartır; ama o kriz(ler) olmasa da sınıf hareketini politikleştirerek gerici sistemi yıkması için KP gereklidir. Aynı şekilde Komünist Enternasyonal oluşurken devrim dalgasına oturmasına karşın devrim dalgasının geriye çekildiği bir dönemde gereksizliği anlamına gelmez. Zira dünya çapında devrimin nesnel koşulları oluşmuştur. Bu nedenle süreç boyunca gelişecek mücadelelere bütünsel tarzda önderlik etme noktasında zorunludur.
Bulunduğumuz konjonktürde devrimlerin öznel koşulları belki de dünya komünist hareketi tarihinin en geri düzeyde olmasına karşın, Komünist Enternasyonal oluşturma fikri bir kenara atılamaz. Nesnel açıdan baktığımızda işçi sınıfı tarihinin hiçbir döneminde enternasyonal bir mücadeleye bu kadar ihtiyaç duymadı. Emperyalist kapitalist ekonomilerin iç-içeliğinin vardığı boyutun işçi sınıfı hareketi üzerindeki etkisi ile emperyalizmin dünya çapındaki saldırılarının işçi sınıfının on yıllarca mücadelelerle kazandıklarını gasp etmeye yönelmesi, işçi sınıfı mücadelesinin uluslararasılaşmasının zeminini oluşturmaktadır.
l Dünya komünist partisi olarak oluşan Komünist Enternasyonal, yükselen mücadelelere önderlik etme doğrultusunda -yaşanmış deneyimleri de dikkate alarak- oluştu. Komünist Enternasyonalin örgütlenme biçimini Lenin’in Bolşeviklerin deneyimini evrenselleştirmesi olarak da ifade edebiliriz. Komünist Enternasyonalin 2. kongresinde gündeme getirilip kabul edilen 21 koşul, bir boyutuyla reformist partilerin Enternasyonale girmelerini engellemeye yönelik iken, diğer boyutuyla Enternasyonale girecek partilerin bir devrim örgütü olarak yapılandırılmalarını sağlamak içindi. Bu nedenle Komünist Enternasyonal; tüzük, program ve taktiklerde temel ilkeleri dayatmıştır. 2. Enternasyonalin gevşek, federatif yapısının tersine III. Enternasyonal, Bolşevik Parti gibi bir devrim örgütü olarak sıkı bir merkeziyetçilik ile demokratik merkeziyetçilik ilkesini temel aldı; üye olan partiler Komünist Enternasyonalin birer seksiyonu olarak kendilerini adlandırdı...
- Bir dünya partisi olarak şekillenen Komünist Enternasyonal, tek tek ulusal partilerin üzerinde bir konuma sahip olması gerekirken, SBKP’nin ve Sovyetler Birliği devletinin etkisinde kaldı. Bu durum kuruluşunun ilk dönemlerinde -devrimci dalganın yükseldiği koşullarda- olumlu bir etki yaratırken, sonraki süreçlerde tıkanmanın ve tasfiyenin aracı durumuna dönüştü. SBKP içindeki çelişki ve çatışmalar doğrudan doğruya Komünist Enternasyonale yansımaya başladı. SBKP içinde bilinen en büyük tasfiye hareketi olan 1936-1939 tasfiyesi aynı zamanda Enternasyonale de yansımıştır. Enternasyonalin bir çok yöneticisi Sovyetler Birliği’nin iç güvenliğinden sorumlu içişleri bakanlığı tarafından gözaltına alınmış, tutuklanmış ve fiziksel imhayla karşı karşıya kalmıştır. Göz altına alınanlar, tutuklananlar ve fiziksel imhayla karşılaşanlar sadece Komünist Enternasyonalin seksiyonu konumundaki SBKP yöneticileri değil, diğer seksiyon partilerinin yöneticilerini de içermekteydi. Şüphesiz ki bu yaklaşımlar SBKP ve SB’i tarafından Enternasyonalin ve hem de enternasyonal anlayışın darbelenmesi anlamına gelir.
- Yukarıdaki sonuçla bağlantılı olarak Komünist Enternasyonal, komünist partiler arasındaki ilişkiler konusunda kötü bir miras bıraktı. 1970’li yıllarda gündeme gelen “kıble” yaklaşımı bu yaklaşımdan beslenmiştir. Bir tarz “alt”, “üst” ilişkileri ortaya çıkmıştır. Eleştirel olmaktan çok “merkez”in her söylediğinin doğru olarak kabul edilmesi biçiminde şekillenme olmuştur. Devrimci grupların kıbleleri farklı olsa da, kıblelerine yaklaşım aynıydı; bu yaklaşım ise diğer komünist partilerle gerçekten seviyeli ve geliştirici olabilmenin yolunun yerel komünist partilerin bir tür “kişilik kazanmasıyla” bağlantılı olabileceğini düşünüyoruz.
- Kongrelerin tüzüksel işleyişe uygun olarak yapılmaması anlayışı -ve bu anlamıyla demokratik merkeziyetçilik anlayışının demokratik boyutunun ortadan kaldırılması anlayışı- Komünist Enternasyonal anlayışından beslenmiştir.

5-1960’larda oluşan dünya saflaşmasında SBKP’in başını çektiği merkez tarihsel olarak 2. Enternasyonalin ve Menşevizmin devamı konumuna düşmüştür. Devrim sorununa bakış açısı, yol ve yöntemleri 2. Enternasyonalin yeni koşullarda biçim değiştirmiş halidir. Ortaya çıkış gerekçeleri yukarıda belirttiğimiz gibi 1930’lu yılların SBKP’si ve 3.Enternasyonalde aranması gerekmektedir.
- Emperyalist saldırganlık karşısında ekonomik gelişmeye yapılan vurgu ve bu vurgunun değişen koşullarda -1945’ler sonrasında- devam ettirilmesi ekonomizmin gelişmesine ve süreçlerin ekonomist tarzda yorumlanmasının zeminini beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler sonucu kolektivizmi, yığın dinamizmini dikkate almayan insanları nesne olarak gören bir sosyalizm anlayışı ortaya çıkmıştır. Ayrıca emperyalizmin ekonomik yarış içerisinde çökertileceğinin tespit edilmesi, farklı yol ve yöntemler izleyen devrimci yapıların istikrar bozucu olarak görülmesine neden olmuştur.
- Komünist Enternasyonal, Avrupa’daki devrimlerin yenilgiye uğraması ve devrim dalgasının geriye çekilişiyle birlikte, enternasyonalizmi, kazanılmış bir mevzi olan Sovyet devletinin korunması olarak ele aldı. Bu taktik kısmen doğruydu. Kazanılmış bir mevzi olarak Sovyetlerin korunması tüm dünya proletaryasının başlıca görevlerinden biri olarak ele alınmalıydı. İkincisi, batının büyük kapitalist ülkelerinde devrimci dalga çekilmişti. Bu ülkelerdeki KP’ler devrimci krizlerin yeniden gelişmesine değin, bir yandan enternasyonal görevlerini yerine getirirken, diğer yandan olası devrimci krizi devrime dönüştürmek için gereken hazırlıkları yapmak göreviyle karşı karşıyaydılar. Devrimci dinamizmin yükseldiği Doğu’da ise Sovyetlerin korunması görevi yine başlıca enternasyonal görev durumundaydı. Ancak bununla birlikte esas olarak bu ülkelerdeki devrimci koşulların birer devrime dönüştürülmesinde yoğunlaşmak zorunluydu. Ancak Sovyetlerin korunması görevi tüm diğer görevlerin önünde bir görev olarak ele alındı. Enternasyonal görevler, örgütlenme ve enternasyonalizm anlayışı Sovyet devletinin çıkarlarının korunması zeminine oturdu. 1927’lerde enternasyonalizm anlayışı, “Sovyet devletini kayıtsız şartsız destekleyen” olarak tanımlandı. Sonraki süreçlerde bu anlayış hiçbir zaman değişmedi.
Komünist Enternasyonalin Sovyet Devleti çıkarlarına oturması ve bunun stratejik bir hal alması; Sovyet devrimini öncelikle Avrupa, giderek de tüm dünyaya yaymak ve Komünist bir sistem inşa etmek için oluşturulan Komünist Enternasyonalin, kuruluş gerekçesinin/amacının gerisine düşmesi anlamına geliyor.
Enternasyonalizm anlayışında yaşanan bu sapma, parça-bütün ilişkisinin yanlış tanımlanmasına neden olmuştur. Parça-bütün ilişkisi, koşullara göre değişebilen proletarya mücadelesinin bütünsel çıkarlarıdır. Devrim dalgasının yükseldiği koşullarda proletarya mücadelesinin genel çıkarları, var olanı yeni devrimlerle geliştirmek; devrim dalgasının gerilediği koşullarda ise eldekini korumaktır. Oysa enternasyonalizmde yaşanan sapma her koşulda eldekini korumayı temel almıştır. Çubuğun stratejik tarzda bu şekilde bükülmesi, devrimci dalganın yükseldiği koşullarda yeni devrimlerin gerçekleşmesi noktasında olumsuz etkiye neden olmuştur. Bu anlayışın sonraki yıllardaki iz düşümü “devrimlerin istikrar/denge bozucu” olarak görülmesidir.
SB’nin özellikle 1950’lerin ikinci yarısında girdiği süreçle birlikte izlediği politikaya ters düşen her devrim mücadelesi istikrar bozucu olarak görülmeye başlandı. Bu bakış açısından dolaylı ya da doğrudan etkilenen kesimler Ekim Devrimi dışındaki devrimlerin (Vietnam, Küba gibi) sosyalizm merkezli olduğunu yadsıdılar/yadsıyorlar.

6- Çin devrimi, SBKP ve Komünist Enternasyonalin sömürge ülke devrimleriyle ilgili netleşen yanlış yaklaşımlarının (burjuva demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş) aşılmasıdır.
Çin komünistleri, SBKP ve KE’in istediği/belirlediği çerçevede hareket etmiş olsalardı Çin devrimi olmazdı; bu anlamıyla Çin devrimi, emperyalizm döneminde ülkelerin sosyo-ekonomik gelişim düzeylerinden bağımsız olarak siyasal iktidarın komünistlerin öncülük ettiği bir devrimle ele geçirilebileceğini ve kesintisiz bir tarzda sosyalizme yönelebileceğini göstermiştir. Çin devriminden sonra gerçekleşen Vietnam, Küba, Kore gibi devrim deneyimleri bu yaklaşımı pratikte doğrulamıştır. Hemen burada bir noktaya dikkat çekelim: Çin’de siyasal iktidarın ele geçirilmesinden sonra yaşanan sapmalar (aşamacılık ve buna bağlı olarak sosyalizmi orta sınıflarla birlikte inşa etmek) ve sonrası süreçlerde onu başarıya götürmüş olan devrim stratejisini tüm bağımlı ülkeler için geçerli genel bir strateji düzeyine yükseltme çabasının yanlışlığı bu gerçeği değiştirmemektedir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: gerek Çin devrimi ve gerekse sonrasında gerçekleşen benzeri devrim deneyimleri, Marksist devrim teorisiyle, mücadele biçimlerinin kullanışı noktasında Marksizm’i derinleştirmişlerdir.

7- Küba devrimine ilişkin şunları belirtebiliriz: Birincisi, Küba devrimi bir geçiş döneminin devrimidir. Küba devrimi 3. bunalım döneminin ilk evresinden ikinci evresine geçiş sürecinde yaşanmıştır. Bundan en genelde anlaşılması gereken nokta şudur: Çin, Vietnam devrimleri yarı-feodal yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde gerçekleşmiştir. Oysa 2. emperyalist savaştan sonra emperyalistler bağımlı ülkelerin iç pazarını açmak doğrultusunda kapitalizmi geliştirmeye başladılar. Küba özgülü açısından değerlendirdiğimizde Küba’da yarı-feodal ilişkiler bulunmasına karşın kapitalizmin egemen olduğu yeni-sömürge bir ülke konumundaydı. Ancak Amerikan tekellerinin Küba köylüsünü topraklarından kovup topraklarına el koymaları ve buraları tarım alanları haline getirmeleri nedeniyle devrim ulusal bir karakter kazandı. Böylece Küba devrimi ulusal devrimden hızla sosyalist devrime dönüşmüştür.
İkincisi, emperyalizm çağında dünya genelinde olduğu gibi Küba’da da devrimin nesnel koşulları bulunuyordu. Subjektif koşullar da önemli bir noktadaydı. Bu koşullar içerisinde eksik olan öznenin tarihsel girişimiydi. Küba KP, bu tarihsel girişkenliği oynamaktan uzaktaydı. Zira devrime bakış açısı tüm geleneksel/klasik komünist partiler gibi sorunluydu. Kaynağını 3. Enternasyonalin sömürge devrimlerine bakış açısı ve 1950’lerde sistemleştirilen yanlış devrim anlayışından almaktaydı. Gerçekte KKP, klasik tüm komünist partiler gibi kastlaşmış, bürokratikleşmiş, 2. Enternasyonalci konuma düşmüş bir parti durumundaydı.
Bu partilerin ortak özelliği “doğrudan sosyalist devrimi” savunmalarıydı. Ama bu partilere göre sosyalist devrimler ancak burjuva demokratik devrimini takiben olabileceği yolundaydı. Burjuva demokratik devrimi de orta sınıflardan bekliyorlardı. Dolayısıyla orta sınıfların kendi devrimlerini gerçekleştirmeleri için destek vermeleri, “sosyalist devrimin” koşullarını yaratacaktı. Bu konuda Cezayir Komünist Partisi ile yakın bir tarihsel kesitte El Salvador Komünist Partisi verdiği özeleştiriler bu söylediklerimizi çok net bir tarzda doğrulamaktadır: Cezayir devrimi sırasında Cezayir Komünist Partisi, Lenin’in ayaklanma için söyledikleri tüm koşulların olgunlaşmasını beklemesi onu edilgen kılmış, sonuçta Ahmet Bin Bella’nın başını çektiği Ulusal Kurtuluş Cephesi öncülüğü ele geçirmişti.
El Salvador KP sekreteri Shefik Handal ise, verdiği özeleştiride şunları belirtir: “Bizler, sosyalizmin hiç bir ön aşama olmadan doğrudan kurulması yönünde mücadele yanlısı aşırı sol tezlere hep karşı çıktık. Ve önce kendimiz inandık ki, demokratik devrim, bizim tarafımızdan örgütlenip yönlendirilmesi gereken bir görev değildir, (vurgular bizim) tersine, (...) bu nedenle demokratik anti-emperyalist devrimi orta tabakalardan (entellektüeller, askerler vb.) hatta burjuvaziden ‘ilerici’ ve ‘antiemperyalist güçlere bir ‘yakınlaşma yolu’ olarak düşündük.( vurgular bizim). (...) Doğal olarak, hiçbir parti belgesinde bu değerlendirme yoktu ama partimiz ve diğer kardeş partiler, gerçekte bu tez doğrultusunda davranıyorlardı. Böyle bir davranıştan devrim partisi çıkmaz; yalnızca ve yalnızca reform partisi ortaya çıkar. (abç) El-Salvador KP, bu yanlış görüşü kendi devrimci görevini yerine getirebilmek için aşmak zorundaydı. İnanıyorduk ki, Latin Amerika’daki komünist hareket, kendini reformist saflardan kurtarmak için büyük bir ideolojik savaş vermelidir.” (El-Salvador’da Devrim, sf: 84)
Gerçekte KKP yukarıda belirttiğimiz ve Shefik Handal’ın çerçevesini net olarak çizdiği anlayış çerçevesinde hareket ediyordu. Devrim için koşullar olgun olmasına karşın KKP’nin özne işlevini gerçekleştirmekten uzak hali Küba’da yeni arayışları gündeme getirmişti.
Tarihi 26 Temmuz Hareketi böylesi koşullarda doğdu. 26 Temmuz Hareketi mevcut tabloda eksik olanın tarihsel girişkenlik olduğunu görerek bunu gerçekleştirmeye çalıştı ve tarihsel olarak haklı olduğunu gösterdi. İlk başlarda her şey onun aleyhindeydi: Moncada kışlasına yapılan baskın başarısızlığa uğramış, harekâta katılanların büyük bir kısmı ya öldürülmüş ya da cezaevlerine atılmıştı. Castro, bir afla cezaevinden çıktıktan sonra mücadelesine kaldığı yerden devam edebilmek için Meksika’ya gitmiş, orada hareketi yeniden örgütleyerek Küba’ya küçük bir tekne ile (Granma) çıkarma yapmıştır. Ancak, çıkarmaya katılanların büyük bir çoğunluğu katledilir. Geriye iki elin parmakları kadar kalan küçük bir grup kırsal alanlara çekilerek mücadeleyi devam ettirir. İki yıl gibi kısa bir süre sonra da zafere ulaşır. Burada altı çizilmesi gereken nokta Castro’nun başını çektiği Hareketin, Küba devrimine ilişkin eksik olanı doğru görmesi, bunu yerine getirmedeki girişkenliği ve ısrarıdır. Castro’nun bir sözünü etmeden geçemeyeceğiz: “Devrimi 82 kişiyle başlattım. Yeniden yapmak zorunda kalsam, on ya da on beş kişiyle ve kesin inançla devrim yaparım. Eğer inancınız ve eylem planınız varsa ne kadar küçük olduğunuzun önemi yoktur” (Bkz. Fidelce, Çeviren Mehmet Aslan, Diyalektik yayınları 1. baskı, mart, 2005)
Şüphesiz her devrimin özgün ve evrensel yanları bulunur. Küba devriminin özgünlüğü onun gelişim sürecidir. Küba devrimi, Ekim devriminden de, Çin devriminden de kimi farklı özelliklere sahiptir. Çin devrimi yarı-feodal, yarı-sömürge ve zaman zaman yabancı işgal altındaki bir ülkede yapılmıştır. Oysa Küba devrimi yarı-feodal kalıntılar olsa da toplumsal sürecin kapitalist olduğu yeni-sömürge bir ülkede yapılmıştır. Ülkede kapitalist ilişkiler egemen olmasına karşın, Amerikan emperyalizminin dayattığı ilişkiler sonucu, köylülerin topraklarından olmaları güçlü bir toprak istemiyle birlikte anti-emperyalist devrimin kısmen ulusal karakter kazanmasına (anti-emperyalist UDD) neden olmuştur. Devrim bu talebi karşılayarak, hızla anti-kapitalist bir içeriğe dönüştürüldü.
Çin devriminde on yıllarla ifade edilen uzun süreli bir savaş Küba koşullarında kısa yaşanmıştır. Bunun bir nedeni kapitalizmin ulaştığı seviye, bir diğer nedeni ise Küba’da siyasal tecridin sağlanmış olması ve kitlesel örgütlenmenin gerçekleştirilmiş olmasıydı.
Devrim öncesi siyasal yapı Küba devrimcilerinin değişiyle kararsız bir denge halindeydi; yani, Batista iktidarının siyasal olarak tecrit olması (halk nezdinde gerçek yüzünün açığa çıkmış olması) ama şehirlerde örgütlü işçi sınıfının 2. Enternasyonalci klasik KP tarafından hareketsiz bırakılması karşısında devrimci alternatifin kendini ortaya koyması ve kitleleri bunun ekseninde toplamasıdır.
Küba devrimi, kimilerinin zannettiği gibi “bir avuç gerillanın sınıf adına darbe yapmasıyla” gerçekleşen bir devrim olmadığı gibi, “dönemin uluslararası dengelerine oturan” ya da “Amerikan emperyalizminin bir anlık gafleti”yle gerçekleşen bir devrim de değildi. Bu anlamıyla Küba devrimi, SBKP merkezinin pratikte oluşan 2. Enternasyonalci bakış açısının aşılması olduğu gibi Çin devriminin de aşılmasıdır.
Küba devrimi Çin devriminden esinlenmiştir ama doğrudan onun etkisinde değildir. Küba devriminin önderleri devrim öncesi süreçte Çin deneyimini yeterince bilmediklerini belirtirler. Küba devrimcileri uluslararası deneyimlerden yeterince yararlanamadılarsa da yaşadıklarından ciddi dersler çıkardıkları görülmüştür. Mücadele sürecinde süreklilik içinde kopuş yaşayarak devrim halkasını yakalamışlardır. Olgun zeminde (devrimin nesnel koşullarının tam olarak olmasa da belirli ölçülerde olgun olması) öznel güçlerin yaşadığı sorunlar karşısında (reformizmin devrim kanalını tıkaması) devrimci bir çıkış yapılarak aşılmıştır. Düşmana karşı devrimci bir alternatifin yaşayıp gelişme zemini bulacağını tespit eden Küba devrimcileri, yenilen ağır darbelere rağmen (Moncada kışlası baskını ve Granma çıkarmasında yenilen ağır darbeler) kısa bir süre içinde devrimin öncüleri haline gelmişlerdir. Küba devrimcileri, taktik düzeydeki kimi yenilgilerin stratejik olmadığını, devrim için tüm koşulların olgunlaşmasını beklemenin doğru olmadığını, tarihsel bir girişimle devrimci güçlerin zafer kazanabileceklerini gösterdiler. 26 Temmuz Hareketi bunları yerine getirerek sınıfla buluşmuş ve iki yıl gibi kısa bir sürede zafere ulaşmışlardır. Ancak Küba devrimi sadece bu iki yılın ürünü değildir
Küba devriminin bir özgünlüğü de devrime öncülük eden örgütlenmenin gelişimidir. Rusya ve Çin’de sürecin başından itibaren KP’leri mevcuttu ve gelişmelere öncülük etmişlerdi. Oysa 26 Temmuz Hareketi klasik bir komünist parti örgütlenmesi değildir. O daha çok politikanın araçlarla sürdürülmesinin zorunluluğunu fark eden ve tarihsel girişkenliğini oynayabilmek doğrultusunda kendini buna uygun şekilde örgütlendiren devrimci bir yapıydı. İdeolojik anlamda homojen bir yapıya da sahip değildi.
Küba devriminin önemli bir başka özelliği de, ekonomist merkezli bir sosyalizm anlayışını reddetmesidir. Küba devrimi, reel sosyalist ülkelerin tersine, yığın inisiyatifini, devrimde yeni insanın rolünü ön plana çıkarmıştır.

8. Latin Amerika devrimci hareketini genel boyutlarda değerlendirirken bazı noktaların altını çizmek gerekir.
Birincisi, Latin Amerika’da kurulu düzenlere karşı, gerilla eksenli silahlı başkaldırı halkçı bir gelenektir, tarihseldir ve bu anlamıyla Latin Amerika’da gerillacılık folklorik bir özellik taşır. Latin Amerika genelinde Tupac Amaru, Agustin Farabundo Marti, Josa Marti, Sandino, Pancho Villa, Emilano Zapata, Luis Carlos Prestes... Tarihsel önderler olarak kabul edilmektedirler.
İkincisi, Latin Amerika’ya Marksist hareketin girişi 20. yy’ın başlarıdır. İlk olarak 1918’de Arjantin Komünist Partisi kurulmuştur. Ardından Brezilya, Şili, Küba, Peru, Venezuela ve peşi sıra diğer ülkelerde Komünist Partileri kurulmuştur. Bu partilerin tamamına yakını 3. Enternasyonal’de ve SB’de yaşananlardan doğrudan doğruya etkilenmişlerdir ve onlardan bağımsız ele almamak gerekir. Devrim sorununa bakış açıları bu çerçevede oluşmuştur. Bu noktayı yazımızın çeşitli bölümlerinde dile getirdiğimiz için bir tekrarı ifade etse de kısaca değinmeği gerekli görüyoruz: Bu partilerin devrim konusundaki stratejileri “burjuva demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş” olarak ifade edilebilir. Burada esas sorunu teşkil eden “burjuva demokratik devrimlerin” önderliğini emperyalizm çağında “ulusal”, orta sınıflara bırakmalarıydı. Orta, “ulusal” sınıfların kendi devrimlerini gerçekleştirmelerine yardımcı oluyorlardı. Bu devrimler gerçekleştiği oranda “sosyalist devrime” geçilebilecekti. El Salvador KP sekreteri Shefik Handal’ın yukarıda belirttiğimiz özeleştirisi bu anlamda büyük bir önem taşıyor.
Üçüncüsü, Latin Amerika’ya kapitalizmin girişiyle birlikte kırsal alanlar hızla çözülmeye başladı. Bu çözülme öncelikle kırsal alanlarda, giderek de şehirlerde yoğun bir tepkiye yol açtı. Topraklarını kaybeden köylülerin yoğun hareketliliği yanında şehirlere göç etmek zorunda kalanların büyük bir kısmı şehirlerin kenar mahallelerinde toplanmaya başladılar. Buradaki sanayiler bu göçü emebilecek kapasiteden uzak durumdaydı. Dolayısıyla buralarda işsizlik, yoksulluk, ... diz boyuydu. Bu nesnellik tüm Amerika’yı patlamaya hazır bir saatli bomba haline getirmişti. Ortaya çıkan tablo karşısında KP’ler, bu hareketlerden yararlanıp politik iktidarı ele geçirmeyi ve kesintisiz şekilde sosyalizme geçmeyi hedeflemek yerine, bunlardan uzak kalmayı ve Lenin’in ayaklanma için belirttiği koşulların olgunlaşmasını bekliyorlardı. KP’ler, tıpkı gelişmiş ülkelerde olduğu gibi klasik propaganda araçlarıyla kitleleri örgütlemeye çalışıyorlardı.
Dördüncüsü, KP’lerin reformizmi nedeniyle sürecin ihtiyaçlarına yanıt olamamaları, modern gerilla hareketlerinin peşi sıra gelişmesine neden olmuştur. Tarihsel arka plan (gerilla mücadelesinin geçmişe dayalı ve köklü olması) ile dönemin koşullarından (kırsal alanın çözülmesi ve köylülüğün yoğun hareketlilik içine girmesi ile Çin devriminin zafere ulaşması) yararlanan gerilla hareketleri bir sürece (1950’lerden 1970’lerin başlarına kadar) damgasını vurdular. Bu dönemdeki gerilla hareketlerinin önemi öncekiler gibi sadece ulusal boyutta kalmamaları, demokratik devrimi kesintisiz şekilde sosyalizme evirilecek bir süreç olarak almalarıdır. Yani ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerini birleştirmişleridir. Küba devrimi gerilla hareketini hem harlamıştır ve hem de ulusal ve toplumsal kurtuluş yönündeki eğilimlerini güçlendirmiştir. 1960’ların ortalarından itibaren gerilla hareketleri peşi sıra yenilgiye uğramaya başladılar. 1970’lerin ortalarından itibaren gerilla mücadelesi geçmişe göre önemli ölçüde zayıfladı. Ama esas zayıflaması 1980’lerin sonlarına doğru kendini göstermiştir. Uruguay, El Salvador, Guatemala, Brezilya ve kısmen Kolombiya’da yaşanan uzlaşmalar bunun açık göstergeleridir. Ancak her şeye karşın halen Kolombiya, Peru gibi Latin Amerika ülkelerinde gerilla mücadelesi önemli bir güçtür
Beşincisi, 1960’ların ortalarına gelindiğinde yarı-feodal ilişkilerin yoğunluğuna karşın Latin Amerika ülkelerin çoğunda kapitalizm egemen üretim biçimi halini almıştır. Bu aşamadan sonra kır ve kır eksenli gerilla hareketinin yanında, şehir ve şehir eksenli gerillacılık ortaya çıkmaya başlar.
Bu değişikliklerin ilk başladığı yerlerden biri Venezüella idi. Şehir gerillacılığının İlk kez Venezuela’da patlak vermesi tesadüf değildir. Venezela, Latin Amerika’da kapitalist iç pazarın en gelişmiş olduğu ülkeydi. Bu ülkede şehir gerillasının önemsenişi mücadele alanlarının şehirler olmasından ötürüdür. Venezuela devrimci hareketinin önderlerinden Dauglos Bravo bu gerçeklikten hareket ederek: 1) Halk ordusunun sadece köylü ordusu olmadığı, yani temel gücün sadece köylülük olamayacağı, 2) Kır-şehir diyalektik bütünlüğü ilkesini ifade eden birleşik devrimci savaşın geçerli olacağı tespitini yapar. Venezuela’nın ekonomik yapısının şehirlerin önemini keşfettiğini söylemek mümkündür. Dauglos Bravo’nun kaleme aldığı İracare Bildirisi bütün yollardan yararlanan bir mücadele anlayışını savunmaktadır.
Dauglos Bravo’nın bu yaklaşımı gerilla hareketine bir katkı olarak görülmelidir.
Altıncısı, reformizmin, kastlaşmış bürokratizmin egemen olduğu bir dünyada Latin Amerika’daki mücadele yüzünü devrime dönmüş, yaşanan çeşitli eksiklik ve yanlışlıklara karşın, devrimi, devrimci mücadeleyi güncelleştirmiş ve dünya devrim tarihine önemli dersler bırakmıştır. Hemen hemen herkesin tespit ettiği “1945-1970’lerde “yükselen ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri”nin önemli bir damarının Latin Amerika devrimci mücadelesi olduğu unutulmamalıdır..
Latin Amerika’da hemen hemen tümü Küba’dan önemli ölçüde etkilenen devrimci mücadeleler, Afrika ve Asya’nın sömürge ve yeni-sömürgelerinde boy veren SSCB, Çin ve Arnavutluk’taki revizyonist, dogmatik çizgilerle aralarına mesafe koyarak, kendi yollarını çizen, devrimi güncel bir sorun olarak ele alıp örgütleyen ve dünyadaki tüm önemli devrimci girişimleri gerçekleştiren devrimci güçlerle birlikte dönemin devrimci sosyalist yönelimini oluşturmuşlardır. Evet, dönemin bütünsel teorik açılımlarının yapılması noktasında, enternasyonal birlik alanında ve daha pek çok alanda ciddi eksiklikleri ve kimi yanlışları vardır. Ancak bunlar söz konusu hareketlerin dönemin devrimci dinamizminin ana temsilcileri oldukları, ML’in söz konusu dönemde uygulanması ve geliştirilmesinde başlıca rolü oynadıkları gerçeğini değiştirmez.

9- Türkiye devrimci hareketi açısından şu tespitleri yapabiliriz: Birincisi, Marksist hareketin tarihi TKP ile başlar. TKP, İstanbul, Anadolu ve Rusya’daki komünist grupların 10 Eylül 1920 birleşmeleriyle oluşur. Kuruluşunun 5. ayında başta Mustafa Suphi ve Ethem Nejat olmak üzere 15 temel kadrosunu yitirir. Türkiye Komünist Partisi (TKP) coğrafyamızdaki ilk Komünist partisi olması itibarıyla geleneğimizin dününü ifade etmektedir. Dün, basit bir yaşanmışlık, tarih anlatımı ve/veya tarih yorumu değil, yaşanmış deneyimlerin sentezlenmesi ve bunlardan gerekli dersleri çıkararak mücadelenin önünün açılması olarak anlaşılmalıdır
TKP, ne toptan kabul, ne toptan reddedilebilecek bir harekettir. Resmi anlamda varlığını 60 yıl sürdüren bu hareket ne ideolojik, ne politik ne de örgütsel bazda sürekliliğini sağlayamamıştır.
TKP, enternasyonalist bir parti olarak kurulmuştur. 85 yıl sonrasında bile dar ulusalcılık eksenini/perspektifini aşamayan devrimci örgütler oluşurken, kendini uluslararası proletarya mücadelesinin bir parçası olarak kurması ve buna uygun konumlanması kavrayışın ileri boyutluluğuyla açıklanabilir.
TKP’nin Komünist partisini kurma ve komünistlerin birliği noktasındaki yaklaşımı yaşadığımız süreçteki pek çok örgütlenmeden oldukça ileriyi temsil etmektedir. Neredeyse her grubun kendini tek Komünist örgüt, hareket, parti olarak nitelediği bir dönemde 85 yıl öncesinde, çalışmaların yürütüldüğü, yürütüleceği bölgelerden gelecek delegelerle Komünist partisinin kurulacağının belirtilmesi/hedeflenmesi ve adım adım buna doğru yürünmesi önemli bir derstir. Aynı şekilde yıllara sığacak ‘ideolojik mücadele’, ‘birbirini tanıma’ düşüncelerinin ayyuka çıktığı günümüzün tersine program ve tüzük noktasında anlaşarak sürecin ihtiyaçlarını karşılayacak bir partinin kurulması, ideolojik farklılıkların bu yapı içinde ortak hareket etmeyi kaldırmaması koşuluyla hareket etmesi önemlidir.
TKP, Türkiye proletaryasının günümüzle karşılaştırılamayacak düzeydeki zayıflığına karşın proletaryayı temel almış, proletaryayı örgütlemek noktasında tüm güçlerini seferber etmiştir. Bu noktada önemli başarılar da sağlamıştır. Sınıf perspektifi ve ısrarlı sınıf çalışması, dönemin proletaryası içinde azımsanmaması gereken bir güç haline getirmiştir. Sınıf perspektifi, sınıfa yönelme, sınıf içinde parti çalışması (hücre çalışması)... gibi noktalarda alınabilecek önemli dersler bulunuyor.
Bu olumluluklarına karşın TKP’nin devrim stratejisi, Kemalizm’e bakış açısı, ulusal soruna bakış açısı... sorunludur, çok ciddi yanlışlarla sakatlanmıştır.
TKP yazınında çok net olarak tanımlanmasa da serbest rekabetçi kapitalizm döneminin devrim stratejisi anlayışını görmek mümkün. Dönemin konjonktürel etkisiyle de (SB’nin durumu) ‘misak-ı milli’nin bir kısmında egemen olan Kemalist burjuva diktatörlüğüne karşı sağlıklı bir perspektif geliştirememiştir. Bağımsız politik bir güç olarak, Kemalist burjuvaziyle birleşmese de ona verdiği destek iktidar perspektifinde sis perdesinin oluşmasına neden olmuştur.
Öte yanda TKP, Kürt ulusal sorunu konusunda bütünlüklü ve sağlıklı bir perspektif üretememiştir. İsmail Hakkı’nın 3. Enternasyonalin 2. kongresinde dile getirdiği tok yaklaşımına karşın, TKP’nin 1. programında çözümü “federasyon”la sınırlaması; Kürt ulusal gerçeğini tok bir tarzda dillendirmemesi ciddi bir eksiklik/yanlış olarak görülmelidir. Sınırları netleşmemiş bir ülkenin KP’si olarak bu eksikliği bir noktaya kadar anlamak mümkün olsa da, Lozan sonrasında izlenen politikayı kabul etmek ve/veya mazur görmek mümkün değildir. TKP 2. programında ulusların KKTH ilkesi ortaya konulmasına karşın, pratik bir sorun olarak ortaya çıkan Kürt ayaklanmaları konusunda sosyal şoven konuma düşmüştür.
TKP’nin Kemalizm’e bakış açısı da sorunludur. Bu bakış açısı sonuçta 15 MK üyesinin hayatına mal olmuştur. Daha kuruluşunun beşinci ayında gündeme gelen bu yıkım kapanması güç bir yaraya dönüşmüştür.
Tarihsel bir gerçek olarak ortaya çıkan TKP, tüm eksikliklerine, zaaflarına rağmen döneminin işçi sınıfının birikimini örgütlü tarzda temsil eden en ileri halkayı oluşturmaktadır. Politik olarak bu ana noktayı gözden kaçıranlar, bizlere sadece köksüzlüğü/köksüzlüklerini anlatırlar. Ama bilinmelidir ki, tarihi keyfi olarak kendileriyle başlatanların yarını olmayacaktır.
İkincisi, gerek dönemsel koşullar (3. Enternasyonal’de yaşananlar) ve gerekse de Merkez komitenin büyük bir kısmının fiziki imhasından sonra TKP iktidar perspektifini tamamen kaybetti.
Programında Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkından bahsetmesine karşın Kürt ulusuna yönelik katliamlara sessiz kalmış ve hatta Dersim katliamında (Kemalizm’in kapitalizmi geliştirdiği belirtilerek) TC’yi desteklemiştir.
TKP’nin, bu ideolojik-politik savrulmalarına karşı ciddi tek eleştiri Hikmet Kıvılcımlı’dan geldi. Mustafa Suphilerin katledilmelerine yol açan hataları açığa çıkarmaya çalıştığı gibi Kürt sorunu konusunda TKP’nin resmi politikasıyla karşılaştırılamayacak düzeyde ileri yaklaşımlar ortaya koymuştur. Ulusal sorun hakkında yazdıkları, 70 yıl sonra bugün bile anlamından fazla bir şey yitirmemiştir.
Kıvılcımlı yaşamı boyunca örnek bir komünist tutum takınarak (polis ve cezaevleri tavrının yanında) partiyi düşünsel olarak da ileriye taşımak noktasında bitmek bilmeyen bir enerjiyle kendini davaya vermiştir. Çoğu zaman TKP yöneticileri tarafından hasıraltı edilen düşünceleri uzun yıllar sonra açığa çıkarılmıştır.
Ancak, şunu belirtmeden geçmek doğru olmayacaktır: Kıvılcımlı, yaptığı birçok doğru eleştiriye karşın TKP’den örgütsel bir kopuşu düşünmez. Israrla TKP içinde kalıp onu dönüştürmeyi hedef alır. Bu noktada başarı şansı yoktu ve gidişatın önünü kesemedi. Revizyonistleşen, reformistleşen, 2. Enternasyonalci konuma dönüşen TKP içinde bir tür devrimci muhalefet yapan bir konuma dönüşür. Kısmen Rosa ve Liebknecht’in kopuş öncesinde Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde muhalefet yapmasına benzer. Rosa ve Liebknecht’in geç kalsalar da Alman Sosyal Demokrat İşçi partisinden koparlar. Ancak Kıvılcımlı böyle bir şeyi yapamaz. TKP’nin 1935’lerde görülen likidasyonu 1970’li yıllara kadar sürer. Bu süre içinde zaman zaman TKP’nin yeniden oluşturulması doğrultusunda çalışmalar olduysa da, TKP ciddi politik bir güç olarak çıkamaz.
Solun 1970’ler ve sonrasında yaşadığı bir çok sorunun merkezinde TKP’nin bıraktığı olumsuz tarih yatar. Şüphesiz TKP’yi, Enternasyonal’deki, SBKP’deki ve geleneksel klasik komünist partilerdeki bozulmadan ayrı olarak değerlendirmemek gerekir.

***
10) 1970 devrimci hareketi, Dünya Komünist Hareketi’nin küçük bir maketi gibiydi:
SBKP’yi Dünya Komünist Hareketin merkezi olarak gören partiler TKP, TİP ve daha sonra TSİP SBKP’nin özellikle 1956’lar sonrasında izlediği politikanın her anlamdaki destekçileri ve Türkiye’deki uygulayıcıları konumundaydılar. Böylece uluslararası revizyonizmin, reformizmin bu topraklardaki uzantıları haline geldiler; dünya değerlendirmeleri, sosyalizm anlayışı, devrimin içeriği, izleyeceği yol ve yöntemler vb. konularda SBKP’nin her söylediğini tekrar ediyorlardı.
ÇKP’yi Dünya Komünist Hareketi’nin merkezi olarak gören anlayışlar da, Türkiye’nin yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülke olduğu, bu tür ülkelerdeki devrimin anti-emperyalist, anti-feodal olduğu, devrim stratejisinin halk savaşı stratejisi olduğu ve bu stratejinin bağımlı tüm ülkelerde geçerli tek strateji olduğunu belirtiyorlardı. Bu anlayışın savunucuları TKP-ML ve onun devamcıları olmuştur.
1970’li yılların ortasında AEP’in yollarını, ÇKP merkezinden ayırmasından sonra bunun yansımaları kısa zamanda Türkiye’de görüldü, AEP merkezli hareketler oluştu. Daha önce ÇKP merkezli kimi hareketler hızlı bir dönüş yaparak AEP merkezli konuma geçti. Birkaç ay öncesine kadar ‘dünya komünist hareketinin ustası’ olarak lanse edilen Mao, karşı devrimcilikle suçlanmaya, alıntıları yazılardan vb. silinmeye başlandı.
Partimiz THKP-C ise, 1965-70 sürecinde, sınıf mücadelesinin çok yönlü ilişkileri içinde ortaya çıktı. TİP ve MDD sürecinden devrimci kopuşu yaşayan ilk öncülerimiz 1970 sonlarında partileşmiş, yeterli hazırlığı yaşamadan 12 Mart açık faşizmine karşı silahlı mücadeleyi başlatmıştır. Kesintisiz Devrim 1-2-3 P-C’nin üzerinde yükseldiği ideolojik-politik zemindir, programatik platformudur.
71 silahlı mücadelesi TDH için yol ayrımıdır. Parlamenterist-legalist-evrimci sosyalizmden, Kemalizm’e soldan destek olan, özgücüne güvenmeyen, iktidar perspektifinden uzaklaşan tüm anlayışlardan kopuşu temsil eder. THKO ve TKP/ML’ den farklı olarak P-C dogmatik değil, M-L ile ülke gerçeğini sentezleyen, yukarıda işaret ettiğimiz yeni devrimci sosyalist yönelimin temsilcisidir.
Elbette P-C, içinden çıktığı sürecin doğal izlerini taşır. Aynı zamanda bir geçiş sürecini ifade eden bu yıllar, P-C için yönünü ileriye dönme, her adımda yenilenmeyi içerir. Mahir Çayan’ın ilk yazıları ile son yazıları arasındaki fark tam da budur.
1975-80 sürecinde birçok P-C gücü vardır. Bu parçalanmışlık sürecin bir olgusu olmasına karşın, parçaların bir kısmı için ayrışmanın ciddi politik gerekçeleri söz konusu değildir. Ama bir kısmı için (örneğin DY vb.), görünenden öte derin ideolojik- politik gerekçeler vardır. 12 Eylül yenilgisi ve fiziksel tasfiyeler bu tabloyu önemli ölçüde bozmuş, bu gün için yeni özellikler oluşmuştur.
Dün P-C’yi savunmak, “Kesintisiz Devrim 1-2-3”ü eleştirel tarzda savunmak iken, bugün bu noktada olmak dogmatikliktir. Çünkü P-C’de yenilenme eylemi içseldir. Yeni olgularla gelişmek, yeni tarihsel sürecin ve sosyalizm deneyimlerinin ışığında mücadelenin her alanında yeni ve daha ileri bir düzeye sıçramak, bu temelde mücadele içinde devrimci sosyalist tarz ve kültürü temsil etmek temel ML ölçüdür.
11- 1990’lar her açıdan yeni bir tarihsel süreçtir. 1970-80 sürecinde uç veren birçok olgu, reel sosyalizmin çözülmesi ile netleşmiş, bir dönem kapanırken yeni bir dönemin kapısı aralanmıştır. Sol ve devrimci hareket, doğal olarak, bu ilişkiler içinde yeni içerik ve biçim almıştır, almaya devam etmektedir.
Aslında 12 Eylül yenilgisi TDH açısından önemli bir yeri tutar. Bu yenilgi ardından gelen reel sosyalizmin çözülmesi uzun yıllara yayılan yenilgi ortamını hazırladı. Bu süreçte devrimci konumda olan KUKM devrim için önemli imkânlar yaratırken, TDH birbirini izleyen tasfiye süreçleri ile ayakları üzerine dikilemedi. 1975-80 sürecinin önemli devrimci yapıları, bu tasfiyecilik sürecinde düzene yönünü döndü, reformist-legalist alanda konumlandı. TKP ve TİP tamamen tasfiye olurken, bu alan EMEP, ÖDP, SİP (yeni adıyla TKP) vb. ile dolduruldu. Reformist-legalist sol, sadece TİP, TKP vb. devamı olarak ortaya çıkmadı, devrimci demokrasiden de türedi. KUKM için, elbette 1990’lı yıllar bir başlangıç olsa da, İmralı süreci kırılma, düzene dönme, devrimci yurtseverlikten postmodern liberal burjuva milliyetçi düzleme geçme sürecidir. Ve bu liberal tasfiye süreci ‘demokratik uygarlık’, ‘ekolojik toplum’ vb. adı altında derinleşmektedir. Tasfiyeciliğin ideolojik-politik-örgütsel kaynakları, boyutları vardır. Bilimsel sosyalizmden ve proletaryanın öncülüğünden uzaklaşma, burjuva demokrasisine tapınma, devrimci şiddeti reddetme ve legalleşme olarak ortaya çıkan tasfiyecilik, yeni dönemin ilişkilerinden, ‘küresel kapitalizm’den, beslenmektedir.
Elbette liberal-reformist tasfiyecilik karşısında devrimcilikte ısrar edenlerde vardır. Ancak bu devrimcilik genel olarak dogmatik devrimcilikle sakatlanmaktadır, yenilenme dinamizmi zayıftır. Böylece liberal-reformculuk ile dogmatik devrimcilik birbirini dışlayan değil, birbirini besleyen konumdadır.
Demek ki; yeni dönemde sol ve devrimci hareket yeni ölçülerle ayrışmakta, kendini konumlandırmaktadır. Bir dönemin ayrıştırıcı ölçüleri (örneğin, ‘sosyal emperyalizm’, ‘Maocu bozkurt’, yani uluslararası sosyalist hareketteki ayrışma veya kapitalizm-feodalizm tartışmaları vb.) tümden geride kalmış, sosyalizm, devrim, demokrasi, ‘küresel kapitalizm’ ve saldırıları vb. noktalarda tarihsel deneyimin dersleri, bugün izlenecek yollar vb. noktalar ön plana çıkmıştır.
Ve yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, bu süreçte devrim-reform ayrışması güçlenerek devam etmektedir. Bu ayrışmanın örgütlenme ve mücadele biçimlerini kapsayan bölümleri vardır. Liberal-reformizmin legalizme tapınması ve silahlı mücadeleye cepheden saldırması tesadüf değildir. Emperyalizme bağımlı, yeni-sömürge bir ülkede, emperyalizm ve oligarşiye dayanan faşizm süreklidir. Böyle bir ülkede, milli kriz süreklidir; illegalite temeldir, legal çalışma ve legal örgütlenme biçimleri tamamlayıcıdır. Devrimci sosyalizm, bu ayrışmada liberal-reformculuğun karşısında devrimcilikte ısrar etmektedir. Ancak bu devrimcilik ilkel-dogmatik değil, yenilenmecidir.
Liberalizm ve devrimci demokrasinin ufku demokratizmle sınırlıdır. Reformist/liberal sol, burjuva demokrasini aşamaz, emperyalizmden, bu arada AB’den demokrasi bekler. Örneğin, AB’den gün alınınca, 17 Aralık’ı ‘burjuva demokrasisinin tamamlanması’ veya Kürt sorunu başta olmak üzere tüm sorunların çözüme kavuşacağını savunur. Dahası özellikle Kürt liberalleri emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik işgal ve saldırıları destekler pozisyondadır. Devrimci demokrasi ise devrim fikrini savunur, demokrasinin devrimle geleceğini ileri sürer, ancak ufkunu bağımsızlık ve demokrasi ile sınırlar. Hatta ‘vatan’, ‘adalet’, çeşitli söylemler temelinde “insan hakları”, “demokrasi” vb. kavramlar, ulusalcı tonlarda taşıyan bir söylemle her şey yapılır. Veya bazıları ise ‘demokratik kapitalizm’ arayışı içinde olur, ‘yeni demokrasi’yi feodalizm ve komprador kapitalizm ile sosyalizm arasına, ‘üçüncü toplum/devlet’ olarak tanımlar. Demokratizmin, Kemalizm, sınıfsal eksenden koparılan demokrasi ve popülizmden güç aldığı biliniyor. Proletaryanın öncülüğü ve sosyalizme mesafelidir. Hiç şüphesiz tüm bunlar, programatik duruştan kaynaklanır, güncel siyaset içinde biçimler alır.
O halde, demokratizm (liberal ve devrimci kesimleriyle) ile sosyalizm arasındaki ayrışma söz konusudur. Ve bu ayrışma kimi kesimlerce çarpıtıldığı gibi Demokratik Halk Devrimi (DHD)-Sosyalist Devrim (SD) biçiminde değildir. Sosyalist Devrim demokratizmle birlikte savunulduğu gibi, DHD sosyalistler tarafından savunulabilir. Dünya ve ülkemiz açısından birçok örnek verilebilir. Devrimci sosyalizm, kesintisiz devrim temelinde DHD’yi zorunlu görürken, demokratik tüm sorunların gerçek çözümünün sosyalizmle mümkün olacağını savunur. Demokratizmin tüm kaynakları ile arasına kalın bir mesafe örer.
Bir başka ayrışma konusu, demokrasi sorununun önemli bir parçası olan Kürt ulusal sorunudur. Başka ulusu ezen ulus özgür olamaz. Kürt coğrafyası emperyalizm ve bölge sömürgeci güçleri tarafından dört parçaya bölünerek devletlerarası sömürge haline getirilmiştir. Kürt coğrafyasının en büyük parçası TC ‘sınırları’ içindedir. İç bütünlüğü parçalanan Kürt coğrafyası ve Kürt ulusu için gerçek kurtuluş, bağımsız-birleşik-demokratik sosyalizme yürüyen bir ülkenin yaratılmasıdır. Bu stratejik hedefe ancak devrimle ulaşılır. UKKTH, VAZGEÇİLMEZ bir demokratik haktır, bu hak ve örgütlenme dahil her hakkın nasıl kullanılacağı konusunda karar Kürt ulusuna ve devrimcilerine aittir. Elbette proletarya için, bu hakkın kullanımı, dünya devriminin bir parçası olarak, hangi sınıfların elinde kullanıldığı, emperyalizme darbe vurup vurmadığı, emekçi sınıfları demokrasi mücadelesinde nasıl eğittiği vb. ile ele alınır. Kürt devrimi, Ortadoğu devrimleri açısından adeta stratejik bir kapıdır. Eşitlik ve özgürlük koşullarında, Ortadoğu Devrimci Çemberi, giderek halkların federasyonu, sermayenin uluslararasılaşmasına paralel, sadece bir şiar değil, nesnel bir imkan değil, aynı zamanda vazgeçilmez, üstünden atlanamaz bir görev ve olgudur. Burada Kürt devriminin çok önemli bir rol oynayacağı açıktır.
Her demokratik sorun gibi, Kürt sorunu da emperyalizm ve çeşitli ara sınıflar tarafından istismar edilmektedir. Emperyalizmin ‘YDD’ ilanından bu yana Kürt sorununa özel bir ilgi gösterdiği, işbirlikçi Kürt burjuvaları öncülüğünde ‘federasyon’ vb. dillendirdiği, inkâr ve imha politikalarında ısrar eden sömürgeci güçlerle çelişkiler yaşadığı biliniyor. Emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik politikalarında, işgal ve egemenlik savaşında Kürt işbirlikçiliğine ihtiyacı vardır, Kürt sorununa ilgi bundandır. Ne adına olursa olsun, bu temelde bir çözüm, belki dönemsel denge ve gelişmelere paralel Kürt kimliği vb. açısından bir ilerlemeyi içerse de, gerçek çözüm olamaz. Dahası Ortadoğu devrimleri açısından mazlum Kürt ulusu ‘işbirlikçi’ utancını taşıyacak, devrimler ve halkların kardeşliği ve mücadelesi açısından ciddi engeller oluşacaktır.
Öte yandan, ‘ulusallık’, hatta ‘ulusal devleti koruma’ adına Kürt ulusunun demokratik haklarının inkarı kötü biçimde kılıflandırılmaya çalışılan kaba bir şövenizmdir. Çok kez kaba bir anti-emperyalizmle birlikte dillendirilen bu tezler, egemenler arası çelişkilerin bir tarafına, Kemalist devletçiliğe hizmet etmektedir. ‘Ulusal devlet’, 1923’ten bu yana, 1923-50 sürecinde Bonapartist karakterli, 2. Paylaşım savaşı sonrası gelişen yeni-sömürgeciliğe paralel ise faşist karakterlidir.
Kürt ulusal sorununu ‘devrim’ ve ‘proletarya’ adına, misaki-milli sınırları içinde ele alan, UKKTH’nı devrim sonrasına bırakan, devrim sonrasında ise ‘büyük devlet’ adına kültürel özerklikle sınırlı bir çözümü savunanlar vardır. ‘Ulusallık’ bu kesimlere sirayet etmiştir. Devrimci olan ama Kemalizm’den etkilenenler; en ilerisinden ise UKKTH’dan yana, ama ayrı bir Kürt devletine uzak olanlar vardır.
Devrimci sosyalizm, tüm bu anlayış ve akıllarla mesafelidir; İki ülke-iki devrimi, buna bağlı olarak UKKTH’nı tereddütsüz savunur. Kürt proletaryasının bağımsız örgütlenme hakkı, kendi devrimini yapma hakkı vardır; eşit ve özgür koşullarda, birleşik mücadele ve örgütlenme biçimleri yaratmak devrim(ler) için zorunludur.
Hemen belirtelim, bu ve başka çalışmalarımızda ifade ettiğimiz gibi, TDH, Kürt sorununda lekeli bir tarihe sahiptir. H. Kıvıcımlı’nın TKP’ye muhalefetinde, 1930’larda ileri sürdüğü temel yaklaşımlar son derece değerlidir. Kemalizm’in yoğun etkisinin olduğu, kalkınmacı sosyalizm ve aşamalı devrim anlayışının yaygın olduğu 1970’de, birçok yanlış anlayışına rağmen İ. Kaypakkaya’nın açılımları, bu lekeli tarihin içinde onurlu adımlardandır. Devrimci sosyalizm tarihi kendi ile başlatıp kendi ile bitirmez, tarihimizin tüm kazanımlarını eleştirel ele alır, bu kaynaklardan beslenerek kendi sistemini, hattını oluşturur.
Anti-emperyalizm başka bir konu başlığıdır. Reel sosyalizmin çözülmesinden bu yana, yeni dönemde, ‘küreselleşme’, ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ vb. söylem ve saldırılarıyla bu konu oldukça karmaşık hale dönüşmüştür. Bir dönemin ‘bağımsız ve bağlantısızlar hareketi’ tarihe karıştığı gibi, bu ve başka çalışmalarımızda ifade ettiğimiz gibi, sosyalizmin çözdüğü sanılan ulusal sorunlar, başka etkenlerin yanında emperyalizmin kışkırtmalarının da etkisiyle çatışma ve savaşlara dönüşmüştür. AB tartışmaları, ‘Emeğin Avrupası’ palavraları, demokrasi beklentileri yanılsamaları ile birlikte sorunun karmaşıklığı büyümüştür. Doğal olarak TDH önemli bir anti-emperyalizm geleneğine sahip olsa da, bu birikim ve gelenek bozulma, başkalaşma eğilimi içinde olmuştur. Anti-emperyalizm ve yurtseverlik yeniden tanımlanmak ihtiyacı içindedir.
Anti-emperyalizm, ne ABD, ne de AB karşıtlığı ile tanımlanabilir. Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır, ayrı bir üretim biçimi değildir. İçinden geçtiğimiz yeni dönem bazılarının ileri sürdüğü gibi ‘post kapitalizm’, ‘emperyalizmin aşılması’, ‘demokrasi çağı’ vb değil, emperyalizmin yeni bir tarihsel sürecidir. Emperyalizm, barış, demokrasi vb. değil, savaş, ilhak, gericilik eğilimi taşır. Reel sosyalizmin çözülmesi ve devrimci kurtuluş savaşlarının gerilemesiyle, bu eğilim daha da güçlenmiş, stratejik saldırılar yoğunlaşmıştır. Anti-emperyalizm anti-kapitalizmden koparılamaz, ulusal mücadele sınıfsal eksende ele alınmak zorundadır, yurtseverlik emekçi karakterdedir. Anti-emperyalizm, anti-ABD, veya anti-AB’cilikten daha geniş muhtevaya sahiptir; ‘dış ilişki’ veya ‘dayanışma’dan öte, devrim ve sosyalizmle birlikte ele alınmak zorundadır. Sadece, örneğin ‘AB’ye hayır’ demek anlamlı değildir, tutarlı bir anti-emperyalizm emperyalist dünya sisteminin bütün boyutlarına ve sonuçlarına karşı cepheden tavır almayı gerektirir. Bu bağlamda neo liberal saldırılara, (özelleştirme, tarımın tasfiyesi, tahkim vb.), emperyalizmin işbirlikçisi egemen güçlere sınıfsal temelde cepheden tavır almayı içerir. Kısacası, anti-emperyalizm salt bir siyasi bağımsızlık sorunu olmaktan çok daha geniş anlamlar kazanmıştır. Tutarlı anti-emperyalist olmanın kaçınılmaz olarak giderek daha çok anti-kapitalist olmayı da gerektirdiği açıktır. Bundan dolayı anti-emperyalizmle sosyalizm arasındaki ilişki eskiye nazaran çok daha güçlenmiştir.
Bu temelde bir anti-emperyalizm ve yurtseverlik, kaba bir anti-ABD’cilikten, ‘ulusal devlet’ savunuculuğundan, ‘AB’ye hayır’ demekten, ‘Emeğin Avrupası’ ve başta Kürt sorunu olmak üzere demokrasi beklentileri içinde olmaktan vb. tümden farklıdır.
Toparlarsak; sol ve devrimci hareket bu temelde yeniden harmanlanmaktadır. Kitle hareketinin zayıflığı, kitle hareketi ile sosyalist hareket arasındaki açının büyüklüğü bu saflaşma ve harmanlamayı zayıflatmaktadır. Hatta tüm bunları doğrudan kesen değil, oldukça karmaşık bir süreç, ilişkiler söz konusudur.
Sol ve devrimci hareketin ayrıştığı ve yeniden harmanlandığı bütün noktalardan üç başlıca eğilimin ortaya çıktığını ifade edebiliriz; birincisi, postmodern liberal-reformist eğilimdir ve esas olarak legal sol partilerde ifadesini bulmaktadır. İkincisi, dogmatik, ülke ve dünyadaki nesnel ve öznel dinamiklerin değişimini bütünlüklü olarak kavramaktan ve sonuçlar çıkarmaktan uzak olan, ancak temel bir takım devrimci söylemlerde ısrar eden dogmatik devrimci eğilimdir. Üçüncüsü, devrimci sosyalist hareketimizin de içinde yer aldığı, daha da ötesi giderek belirgin bir yer tutmaya başladığı, henüz küçük adımlarla ve arayışlar biçiminde de olsa büyüyen devrimci yenilenme eğilimidir.
Devrimci sosyalizm, tüm bu karmaşa ve ayrışmada, her sorunda doğru ve sağlam bir perspektifi devrimci yenilenme zemininde geliştirmektedir. Ve daha önemlisi, düne değil geleceğe yönünü dönerken, yenilenme eylemini ana eksen olarak benimserken, özetle işaret ettiğimiz bu birikime dayanır, onun üzerinden yükselir. Bu birikim, Komünist Manifesto’dan bu yana 150 yıllık devrimci sosyalist, 1920 TKP kuruluşundan bu yana sosyalist hareketin ve 35 yıllık devrimci sosyalizmin kendi öz birikimini içirir.
Devrimin ihtiyacına yanıt olamayanlar geride kalır. Liberal ve dogmatik solun yanıt olamayacağı defalarca kanıtlanmıştır. Devrimci yenilenme, devrim ve sosyalizm için, her alanı kapsayan eylemdir. Devrimci yanıtlar bu eylem üzerinden üretilecek, devrim ve sosyalizm yürüyüşü büyütülecek, zafer koparılıp alınacaktır.

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul