DÜNÜ OLMAYANIN GELECEĞİ YOKTUR
‘Dün’den en genel çerçevede anlaşılması gereken,
ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri mücadelelerin
bütünüdür. İnsanlığın toplumsal kastlara bölünüp
sınıflar mücadelesinin ortaya çıkmasından bu yana,
farklı toplumsal formasyonlar altında da olsa
ezilenler, ezenlere karşı bir mücadele yürütegelmişlerdir.
Bu mücadeleler sonucunda elde edilen birikimler,
iç içe geçen zincirin halkaları misali sonraki
kuşaklara taşınmıştır.
Komünistler, tarihlerinin geçmişle bağlantılarını
kurarak tüm mücadeleleri insanlığın gelişmesinde
zincirin birer halkası olarak ele alırlar. Alman
Komünistlerinin Spartakistler olarak kendilerini
adlandırmaları zincirin diğer halkalarıyla bağ
kurmak açısından büyük bir anlam taşımaktadır.
Halkaları birbirinden kopartmak mümkün değildir.
Bu halkanın son basamağı bilimsel sosyalizm uğruna
verilen mücadeledir. Kendimizi yeniden oluştururken
esas yararlanacağımız süreç son 150 yıllık tarihtir.
Yazıda dün derken, 1848’lerden bu yana bilimsel
sosyalizm uğruna yürütülen mücadele kastedilecektir.
Avrupa’da başlayan komünist gelenek, 20. yy.da
dünyanın her tarafını kapsayacak boyutlara gelmiştir.
Kısacası, gelenek derken geniş anlamda tarih boyunca
ezilenlerin biriktirdikleri deneyimi, dar anlamda
sosyalizm hedefiyle yürütülen mücadele deneyimlerini
anlıyoruz. Bu nedenle geleneğimizi Avrupa’da,
Asya’da, Latin Amerika’da... yürütülen mücadelelerin
toplamı olarak görüyoruz. Bilimsel sosyalizm mücadelesinin
gelişimi, öncelikle, bu süreçte biriktirilen deneyimle
olmuştur.
Gelenek sorununun önemi, ‘dün’kü kuşakların yarattığı
mirasın elekten geçirilerek ayrıştırılması ve
bunun önümüzü aydınlatmada bir araç olarak kullanmasıdır.
Ne yazık ki, TDH’nin bunu sağlıklı tarzda yapamaması,
bir çok sorunun kaynağını da oluşturmaktadır.
TDH soruna bütünlüklü değil, seçmeci bir tarzda
-daha çok parça üzerinden- bakmıştır. Hemen hemen
her devrimci yapı kendine bir ülkenin modelini
almış, model aldığı ülke devrimini her derde deva
görürken diğer devrim deneyimlerine uzak durmuştur.
Genel duruma baktığımızda Ekim devrimini örnek
alan bir yapı Çin, Vietnam, Küba devrimlerini
ML ve sosyalizm merkezli bir devrim olarak görmemekte;
yada tersinden Ekim’in derslerinin önemini küçümseyen
anlayışlar (üstü örtük biçimde de olsa) söz konusu
olabilmektedir.
Kanımızca tüm bu deneyimler -hatta başarısızlığa
uğrayanlar da dahil- zincirin birer halkası olarak
görülmelidir. Hepsinin özgün ve evrensel özellikleri
bulunmaktadır. Sorun, neyin evrensel, neyin özgün
olduğunun bilince çıkarılması ve Türkiye devrimi
açısından ne kadar yararlanılabileceğidir. Örneğin
Ekim devriminin yol ve yöntemleri, Çin’de, Vietnam’da,
Küba’da ne kadar geçerli olabilirdi? Türkiye gerçekliğinde
ne kadar temel alınabilir? Vietnam, Küba devrimlerinin
gerçekleştiriliş biçimi, izlediği yol ve yöntemler,
çözdüğü sorunlar... ülkemiz gerçekliğine ne kadar
uyuyor? Soruları daha da çoğaltabiliriz.
Eğer Marksizm yaşam içerisinde sürekli gelişen
ve derinleşen bir doktrinse ne sadece bir devrim
deneyimine dayanabilir, ne de Marks, Engels, Lenin,
Stalin, Mao, Che, Castro, Ho Şi Minh ve diğer
devrimci önderlerin her söylediğinin her koşulda
doğru olduğunu kabul eder. Lenin, Marks’ın söylediklerini
olduğu gibi tekrar etseydi, Leninizm olamazdı.
Lenin, Marks’ın söylediklerinin özgün ve evrensel
yanlarını ayrıştırarak evrensel olanları aldı,
zenginleştirdi, daha ileri bir düzeye sıçrattı,
diğerlerinin aşılması gerektiğini anladı. Örneğin
Marks’ta, Engels’te Bolşevik tarzı bir parti anlayışı
yoktu. Lenin, bu parti anlayışını daha çok Narodniklerin
deneyimlerini Marksist birikimle sentezleyerek
açığa çıkartmıştır. Bir iki örnek daha vermek
istiyoruz: SBKP ve Komüntern, Çin komünistlerine
Sovyetik tarz ayaklanma ve şehir merkezli bir
çalışma dayattı. Oysa, bunun Çin koşullarına uymadığı
1927’lerdeki Şanghay ayaklanmasında görüldü. Ya
da 1950’ler sonrası SBKP merkezli Komünist Partiler
hep Lenin’in belirttiği ‘olgun koşulların’ olmasını
bekliyorlardı. Sonuç: 1950’ler sonrasında dünyanın
hiç bir yerinde devrimlere öncülük edemediler...
Latin Amerika gerilla hareketlerinin önemli bir
bölümü, Küba devrimini sol mantıkla yorumladılar
ve önemli bir bölümü yenilgiye uğradılar. Tüm
bunlar ML’e ve geleneğe nasıl yaklaşmamız gerektiğini
açığa çıkartıyor. Lenin’in şu belirlemeleri bakış
açımızı oluşturuyor: “...biz, Marks’ın teorisini
tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz;
tersine biz onun, eğer yaşama ayak uydurmak istiyorlarsa,
sosyalistlerin her doğrultuda geliştirilmek zorunda
oldukları bilimin sadece bir temel taşını koyduğuna
inanıyoruz. Biz inanıyoruz ki, Marks’ın teorisinin
bağımsız geliştirilmesi, Rus sosyalistleri için
özellikle önem taşımaktadır; çünkü, bu teori,
yalnızca özel olarak, İngiltere’de, Fransa’dakinden
farklı, Fransa’da Almanya’dakinden farklı ve Almanya’da
Rusya’dakinden farklı olarak uygulanan genel yol
gösterici ilkeler sağlamaktadır...”(Mark, Engels,
Marksizm, sf,134) Soruna Lenin’in bu bakış açısından
bakmadığımız sürece her bir devrimci önderin söylediği
Kur’an derekesine indirgenir.
Devrim tarihine bu pencereden bakarak bazı saptamalar
yapacağız:
1) Sol güçler, Komünist hareketin 150 yıllık
tarihinden bahsederken, bunun başlangıcını haklı
olarak devrimci proletaryanın ilk uluslar arası
örgütü olan Komünistler Birliği’ne ve onun programına-Manifestosuna
dayandırırlar. Komünistler Birliği’nin program-manifestosunda
net olarak devrimci proletaryanın nihai hedefi
burjuvaziyi devirerek alt etmesi ve sınıfsız bir
toplumun kurulmasının gerekliliği ve zorunluluğu
olarak konulur. Tüzüğün 1. maddesinde; “Birliğin
amacı, burjuvazinin devrilmesi, proletaryanın
egemenliği, sınıfsal çelişkilere dayanan eski
burjuva toplumun ortadan kaldırılması, sınıfların
ve özel mülkiyetin olmadığı yeni bir toplumun
kurulması(dır).” (Marks, Engels, Lenin, İşçi Sınıfı
Partisi Üzerine, Sol Y, S. 19 ) olduğu belirtilir.
Komünistler Birliğinin temel şiarı olan “Bütün
Ülkelerin Proleterleri, Birleşin!” uluslararası
devrimci proletaryanın temel şiarı haline gelir.
Lenin, Marks ve Engels tarafından yazılan ve 1848
şubatında yayımlanan Komünistler Birliği Manifestosuyla
ilgili olarak “yeni dünya görüşünü, toplumsal
yaşamı ve en kapsamlı ve derin gelişme doktrini
olarak diyalektiği de içeren tutarlı materyalizmi,
sınıf savaşımı teorisini ve yeni, komünist bir
toplumun yaratıcısı proletaryanın dünya tarihi
ölçüsünde devrimci rolünü dehanın açıklığı ve
parlaklığıyla özet(ler)lediğini” belirtir (Lenin,
Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yayınları,
S. 11) Sonuç olarak Komünistler Birliği’nden çıkarılması
gereken iki temel ders bulunuyor: Yükselen sınıf
hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verme istemiyle
komünist bir örgütün kuruluşu ve ikincisi bu örgütün
ilkesel, programatik yaklaşımlarının derinliğidir.
2) 1848 Hareketinin yenilgiye uğramasından sonra
1850’lerden itibaren Çartist hareket yeniden canlanmaya
ve sınıf hareketi içinde etkili olmaya başlar.
Çartist hareketin 1850-58’e kadar yaşadığı canlanma
işçi sınıfında özellikle enternasyonal düşüncesinin
yerleşmesinde etkili olur. Sonuç olarak 1850’ler
sonrası Avrupa’da yükselen sınıf mücadelesine
önderlik etme anlayış ve ihtiyacı 1. Enternasyonalin
kurulmasında en önemli etkenlerden biriydi. İşçi
sınıfının yükselen mücadelesi, Marksist eğilimlerden,
küçük burjuva anarşist kesimlere ve hatta ulusalcı
güçlere kadar bir çok kesimi barındırıyordu. Proudhonculuk,
Mazzinicilik ve trade-unionculuk gibi.
1864’te Marks ve Engels’in önderliğinde faaliyete
geçen 1. Enternasyonal yaşadığı süre içinde Avrupa
ve Amerika işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını
büyük ölçüde güçlendirdi. Tarihte işçi sınıfının
ve emekçilerin devletini yaratma yönündeki bu
ilk girişimi olan Paris Komünü 1. Enternasyonalin
büyük eseriydi. Lenin’in sözleriyle “işçilerin
sermayeye yönelik devrimci saldırılarını hazırlaması
için uluslar arası bir işçi örgütünün temelini
attı. “Sosyalizm için, proleter, uluslararası
mücadelenin temelini attı.”
1. Enternasyonal tüzüğü, işçi sınıfının kurtuluşunun
kendisi tarafından gerçekleştirilmek zorunda olduğu
ifadesiyle başlar, geçici tüzüğe girişte de tüm
burjuva partileri, seçkin gruplar, komplocu sekt
örgütlenmeleri ve reformcu hareketler ile olan
farklılık vurgulanır. İşçi hareketinin hedefi
her çeşit gericiliğin tüm toplumsal sefaletin
manevi alçalmanın ve siyasal bağımlılığın temelinde
yatan emekçinin, üretim araçlarını yani geçim
kaynaklarını tekelinde tutanlara olan ekonomik
bağımlılıktan kurtarılması olarak saptıyordu.
Tüzüğün 1. maddesinde derneğin ulusal sınırlar
içinde gerçekleşemeyecek olan bu kurtuluş için
“çeşitli ülkelerde mevcut ve aynı amacı yani emekçi
sınıfların korunmasını ve ilerlemesini ve tam
kurtuluşunu amaçlayan işçi dernekleri arasındaki
merkezi haberleşme ve işbirliği ortamının sağlamak
için kurulmuş olduğu belirtiliyordu.
Enternasyonal farklı olan eğilimleri birleştirdi.
Ancak I. Enternasyonalin bu özelliği aynı zamanda
onu yıkıma da götürmüştür. Temel kavramlar ortaya
çıktıkça “mülkiyet sorunu, tekellerin kamulaştırılması
sorunu ve sosyal düzenlemeler, devlet olgusu v.b.”
farklılık belirdi ve bu farklılık derinleşerek
Enternasyonalde bulunan partilerin yan yana duramayacakları
bir zemini oluşturdu. Ancak kapitalizme karşı
uluslararası mücadelede ilk olması nedeniyle önemli
bir noktayı temsil etmektedir.
3) 19. yy’ın sonlarında Marksizm’in yaygınlaşması,
kapitalizmin hızlı gelişmesi ve yoğunlaşması,
kapitalizmin yapısal krizlerinin yol açtığı sorunlar
sonucu işçi hareketinde yeni bir yükselme dönemi
başladı ve birkaç ülkede işçi partileri oluşturuldu.
Almanya, Fransa, İngiltere... En güçlü parti Almanya
Sosyal Demokrat Partisiydi.
2. Enternasyonal, sınıf hareketinin yükselen bir
zemininde kuruldu. Engels de 2. Enternasyonalin
kuruluşuna katıldı...
2. Enternasyonal önceleri Marksizm’in gelişmesi
ile sınıf hareketinin toparlanıp birleştirilmesinde
işlev görmüştür. Ancak bu dönemde kapitalizmin
görece barışçıl gelişmesi, işçi sınıfı hareketinin
büyümesi ve proleter olmayan tabakalardan üyelerin
de katılması, işçi hareketine uzlaşma düşüncesini
sokan bir işçi aristokrasisi ve işçi bürokrasisinin
ortaya çıkmasını gündeme getirdi. Öncelikle Almanya’da
gelişen bu süreç giderek tüm diğer partilerde
de egemen hale gelerek oportünizmin 2. Enternasyonale
egemen olmasına neden oldu.
4) Avrupa’daki Sosyal Demokrat Partileri’nin
bir çoğu 1. Emperyalist Savaşla birlikte kendi
emperyalist burjuvalarını destekleyerek, işçi
sınıfına ihanet ettiler ve sosyal şoven bir konuma
dönüştüler. Emperyalist burjuvazilerini destekleyerek
işçi sınıfına ihanet eden Sosyal Demokrat Partiler,
olası devrimlerin öncüleri olmaktan çıkmalarıyla
birlikte Lenin, yeni bir Enternasyonalin hemen
kurulmasının gerektiği üzerine durur. Kanımızca
bu anlayış iki nedene dayanır:
Birincisi, yükselen devrim dalgasının ihtiyaçlarına
yanıt vermeye yöneliktir. Nasıl ki, ulusal partiler
bulundukları coğrafyadaki devrimi yönetmek için
oluşurlarsa, dünya partisi anlamına gelen Komünist
Enternasyonal de, yükselen devrim dalgasına bağlı
olarak devrimleri dünya çapında yönetmek için
oluşturulmuştur.
İkincisi, yükselen devrim dalgasından bağımsız
olarak, Lenin’in devrim perspektifiyle de bağlantılıdır.
Lenin emperyalizm döneminde kapitalist üretim
ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişmesi önünde
engel olduğunu, bunun dünya çapında devrimlerin
nesnel koşullarını oluşturduğunu, burjuvazinin
devrimci barutunu yitirerek gericileştiğini, bundan
sonraki devrimlerin proletaryanın öncülüğünde
kesintisiz devrim anlayışına uygun olarak sosyalizme
yöneleceğini öngördüğünden bu devrimlere öncülük
edecek bir enternasyonal oluşturması anlayışındaydı.
Yani Komünist Enternasyonalin hemen kurulma istemi
yükselen devrimci dalgayla doğrudan bağlantılıdır.
Ancak, Komünist Enternasyonal’in kendisi fikri
yükselen, alçalan devrimci dalgalarla bağlantılı
değildir.
Bundan şu sonucu çıkarabiliriz:
Ulusal KP’lerle, Dünya Komünist Partisi, sadece
kriz anlarında, krizin olanaklarını değerlendirmek
üzere kurulmazlar. Kriz anları komünist parti
ihtiyacını olağan üstü bir şekilde ön plana çıkartır;
ama o kriz(ler) olmasa da sınıf hareketini politikleştirerek
gerici sistemi yıkması için KP gereklidir. Aynı
şekilde Komünist Enternasyonal oluşurken devrim
dalgasına oturmasına karşın devrim dalgasının
geriye çekildiği bir dönemde gereksizliği anlamına
gelmez. Zira dünya çapında devrimin nesnel koşulları
oluşmuştur. Bu nedenle süreç boyunca gelişecek
mücadelelere bütünsel tarzda önderlik etme noktasında
zorunludur.
Bulunduğumuz konjonktürde devrimlerin öznel koşulları
belki de dünya komünist hareketi tarihinin en
geri düzeyde olmasına karşın, Komünist Enternasyonal
oluşturma fikri bir kenara atılamaz. Nesnel açıdan
baktığımızda işçi sınıfı tarihinin hiçbir döneminde
enternasyonal bir mücadeleye bu kadar ihtiyaç
duymadı. Emperyalist kapitalist ekonomilerin iç-içeliğinin
vardığı boyutun işçi sınıfı hareketi üzerindeki
etkisi ile emperyalizmin dünya çapındaki saldırılarının
işçi sınıfının on yıllarca mücadelelerle kazandıklarını
gasp etmeye yönelmesi, işçi sınıfı mücadelesinin
uluslararasılaşmasının zeminini oluşturmaktadır.
l Dünya komünist partisi olarak oluşan Komünist
Enternasyonal, yükselen mücadelelere önderlik
etme doğrultusunda -yaşanmış deneyimleri de dikkate
alarak- oluştu. Komünist Enternasyonalin örgütlenme
biçimini Lenin’in Bolşeviklerin deneyimini evrenselleştirmesi
olarak da ifade edebiliriz. Komünist Enternasyonalin
2. kongresinde gündeme getirilip kabul edilen
21 koşul, bir boyutuyla reformist partilerin Enternasyonale
girmelerini engellemeye yönelik iken, diğer boyutuyla
Enternasyonale girecek partilerin bir devrim örgütü
olarak yapılandırılmalarını sağlamak içindi. Bu
nedenle Komünist Enternasyonal; tüzük, program
ve taktiklerde temel ilkeleri dayatmıştır. 2.
Enternasyonalin gevşek, federatif yapısının tersine
III. Enternasyonal, Bolşevik Parti gibi bir devrim
örgütü olarak sıkı bir merkeziyetçilik ile demokratik
merkeziyetçilik ilkesini temel aldı; üye olan
partiler Komünist Enternasyonalin birer seksiyonu
olarak kendilerini adlandırdı...
- Bir dünya partisi olarak şekillenen Komünist
Enternasyonal, tek tek ulusal partilerin üzerinde
bir konuma sahip olması gerekirken, SBKP’nin ve
Sovyetler Birliği devletinin etkisinde kaldı.
Bu durum kuruluşunun ilk dönemlerinde -devrimci
dalganın yükseldiği koşullarda- olumlu bir etki
yaratırken, sonraki süreçlerde tıkanmanın ve tasfiyenin
aracı durumuna dönüştü. SBKP içindeki çelişki
ve çatışmalar doğrudan doğruya Komünist Enternasyonale
yansımaya başladı. SBKP içinde bilinen en büyük
tasfiye hareketi olan 1936-1939 tasfiyesi aynı
zamanda Enternasyonale de yansımıştır. Enternasyonalin
bir çok yöneticisi Sovyetler Birliği’nin iç güvenliğinden
sorumlu içişleri bakanlığı tarafından gözaltına
alınmış, tutuklanmış ve fiziksel imhayla karşı
karşıya kalmıştır. Göz altına alınanlar, tutuklananlar
ve fiziksel imhayla karşılaşanlar sadece Komünist
Enternasyonalin seksiyonu konumundaki SBKP yöneticileri
değil, diğer seksiyon partilerinin yöneticilerini
de içermekteydi. Şüphesiz ki bu yaklaşımlar SBKP
ve SB’i tarafından Enternasyonalin ve hem de enternasyonal
anlayışın darbelenmesi anlamına gelir.
- Yukarıdaki sonuçla bağlantılı olarak Komünist
Enternasyonal, komünist partiler arasındaki ilişkiler
konusunda kötü bir miras bıraktı. 1970’li yıllarda
gündeme gelen “kıble” yaklaşımı bu yaklaşımdan
beslenmiştir. Bir tarz “alt”, “üst” ilişkileri
ortaya çıkmıştır. Eleştirel olmaktan çok “merkez”in
her söylediğinin doğru olarak kabul edilmesi biçiminde
şekillenme olmuştur. Devrimci grupların kıbleleri
farklı olsa da, kıblelerine yaklaşım aynıydı;
bu yaklaşım ise diğer komünist partilerle gerçekten
seviyeli ve geliştirici olabilmenin yolunun yerel
komünist partilerin bir tür “kişilik kazanmasıyla”
bağlantılı olabileceğini düşünüyoruz.
- Kongrelerin tüzüksel işleyişe uygun olarak yapılmaması
anlayışı -ve bu anlamıyla demokratik merkeziyetçilik
anlayışının demokratik boyutunun ortadan kaldırılması
anlayışı- Komünist Enternasyonal anlayışından
beslenmiştir.
5-1960’larda oluşan dünya saflaşmasında SBKP’in
başını çektiği merkez tarihsel olarak 2. Enternasyonalin
ve Menşevizmin devamı konumuna düşmüştür. Devrim
sorununa bakış açısı, yol ve yöntemleri 2. Enternasyonalin
yeni koşullarda biçim değiştirmiş halidir. Ortaya
çıkış gerekçeleri yukarıda belirttiğimiz gibi
1930’lu yılların SBKP’si ve 3.Enternasyonalde
aranması gerekmektedir.
- Emperyalist saldırganlık karşısında ekonomik
gelişmeye yapılan vurgu ve bu vurgunun değişen
koşullarda -1945’ler sonrasında- devam ettirilmesi
ekonomizmin gelişmesine ve süreçlerin ekonomist
tarzda yorumlanmasının zeminini beraberinde getirmiştir.
Bu gelişmeler sonucu kolektivizmi, yığın dinamizmini
dikkate almayan insanları nesne olarak gören bir
sosyalizm anlayışı ortaya çıkmıştır. Ayrıca emperyalizmin
ekonomik yarış içerisinde çökertileceğinin tespit
edilmesi, farklı yol ve yöntemler izleyen devrimci
yapıların istikrar bozucu olarak görülmesine neden
olmuştur.
- Komünist Enternasyonal, Avrupa’daki devrimlerin
yenilgiye uğraması ve devrim dalgasının geriye
çekilişiyle birlikte, enternasyonalizmi, kazanılmış
bir mevzi olan Sovyet devletinin korunması olarak
ele aldı. Bu taktik kısmen doğruydu. Kazanılmış
bir mevzi olarak Sovyetlerin korunması tüm dünya
proletaryasının başlıca görevlerinden biri olarak
ele alınmalıydı. İkincisi, batının büyük kapitalist
ülkelerinde devrimci dalga çekilmişti. Bu ülkelerdeki
KP’ler devrimci krizlerin yeniden gelişmesine
değin, bir yandan enternasyonal görevlerini yerine
getirirken, diğer yandan olası devrimci krizi
devrime dönüştürmek için gereken hazırlıkları
yapmak göreviyle karşı karşıyaydılar. Devrimci
dinamizmin yükseldiği Doğu’da ise Sovyetlerin
korunması görevi yine başlıca enternasyonal görev
durumundaydı. Ancak bununla birlikte esas olarak
bu ülkelerdeki devrimci koşulların birer devrime
dönüştürülmesinde yoğunlaşmak zorunluydu. Ancak
Sovyetlerin korunması görevi tüm diğer görevlerin
önünde bir görev olarak ele alındı. Enternasyonal
görevler, örgütlenme ve enternasyonalizm anlayışı
Sovyet devletinin çıkarlarının korunması zeminine
oturdu. 1927’lerde enternasyonalizm anlayışı,
“Sovyet devletini kayıtsız şartsız destekleyen”
olarak tanımlandı. Sonraki süreçlerde bu anlayış
hiçbir zaman değişmedi.
Komünist Enternasyonalin Sovyet Devleti çıkarlarına
oturması ve bunun stratejik bir hal alması; Sovyet
devrimini öncelikle Avrupa, giderek de tüm dünyaya
yaymak ve Komünist bir sistem inşa etmek için
oluşturulan Komünist Enternasyonalin, kuruluş
gerekçesinin/amacının gerisine düşmesi anlamına
geliyor.
Enternasyonalizm anlayışında yaşanan bu sapma,
parça-bütün ilişkisinin yanlış tanımlanmasına
neden olmuştur. Parça-bütün ilişkisi, koşullara
göre değişebilen proletarya mücadelesinin bütünsel
çıkarlarıdır. Devrim dalgasının yükseldiği koşullarda
proletarya mücadelesinin genel çıkarları, var
olanı yeni devrimlerle geliştirmek; devrim dalgasının
gerilediği koşullarda ise eldekini korumaktır.
Oysa enternasyonalizmde yaşanan sapma her koşulda
eldekini korumayı temel almıştır. Çubuğun stratejik
tarzda bu şekilde bükülmesi, devrimci dalganın
yükseldiği koşullarda yeni devrimlerin gerçekleşmesi
noktasında olumsuz etkiye neden olmuştur. Bu anlayışın
sonraki yıllardaki iz düşümü “devrimlerin istikrar/denge
bozucu” olarak görülmesidir.
SB’nin özellikle 1950’lerin ikinci yarısında girdiği
süreçle birlikte izlediği politikaya ters düşen
her devrim mücadelesi istikrar bozucu olarak görülmeye
başlandı. Bu bakış açısından dolaylı ya da doğrudan
etkilenen kesimler Ekim Devrimi dışındaki devrimlerin
(Vietnam, Küba gibi) sosyalizm merkezli olduğunu
yadsıdılar/yadsıyorlar.
6- Çin devrimi, SBKP ve Komünist Enternasyonalin
sömürge ülke devrimleriyle ilgili netleşen yanlış
yaklaşımlarının (burjuva demokratik devrimden
sosyalist devrime geçiş) aşılmasıdır.
Çin komünistleri, SBKP ve KE’in istediği/belirlediği
çerçevede hareket etmiş olsalardı Çin devrimi
olmazdı; bu anlamıyla Çin devrimi, emperyalizm
döneminde ülkelerin sosyo-ekonomik gelişim düzeylerinden
bağımsız olarak siyasal iktidarın komünistlerin
öncülük ettiği bir devrimle ele geçirilebileceğini
ve kesintisiz bir tarzda sosyalizme yönelebileceğini
göstermiştir. Çin devriminden sonra gerçekleşen
Vietnam, Küba, Kore gibi devrim deneyimleri bu
yaklaşımı pratikte doğrulamıştır. Hemen burada
bir noktaya dikkat çekelim: Çin’de siyasal iktidarın
ele geçirilmesinden sonra yaşanan sapmalar (aşamacılık
ve buna bağlı olarak sosyalizmi orta sınıflarla
birlikte inşa etmek) ve sonrası süreçlerde onu
başarıya götürmüş olan devrim stratejisini tüm
bağımlı ülkeler için geçerli genel bir strateji
düzeyine yükseltme çabasının yanlışlığı bu gerçeği
değiştirmemektedir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
gerek Çin devrimi ve gerekse sonrasında gerçekleşen
benzeri devrim deneyimleri, Marksist devrim teorisiyle,
mücadele biçimlerinin kullanışı noktasında Marksizm’i
derinleştirmişlerdir.
7- Küba devrimine ilişkin şunları belirtebiliriz:
Birincisi, Küba devrimi bir geçiş döneminin devrimidir.
Küba devrimi 3. bunalım döneminin ilk evresinden
ikinci evresine geçiş sürecinde yaşanmıştır. Bundan
en genelde anlaşılması gereken nokta şudur: Çin,
Vietnam devrimleri yarı-feodal yarı-sömürge ve
sömürge ülkelerde gerçekleşmiştir. Oysa 2. emperyalist
savaştan sonra emperyalistler bağımlı ülkelerin
iç pazarını açmak doğrultusunda kapitalizmi geliştirmeye
başladılar. Küba özgülü açısından değerlendirdiğimizde
Küba’da yarı-feodal ilişkiler bulunmasına karşın
kapitalizmin egemen olduğu yeni-sömürge bir ülke
konumundaydı. Ancak Amerikan tekellerinin Küba
köylüsünü topraklarından kovup topraklarına el
koymaları ve buraları tarım alanları haline getirmeleri
nedeniyle devrim ulusal bir karakter kazandı.
Böylece Küba devrimi ulusal devrimden hızla sosyalist
devrime dönüşmüştür.
İkincisi, emperyalizm çağında dünya genelinde
olduğu gibi Küba’da da devrimin nesnel koşulları
bulunuyordu. Subjektif koşullar da önemli bir
noktadaydı. Bu koşullar içerisinde eksik olan
öznenin tarihsel girişimiydi. Küba KP, bu tarihsel
girişkenliği oynamaktan uzaktaydı. Zira devrime
bakış açısı tüm geleneksel/klasik komünist partiler
gibi sorunluydu. Kaynağını 3. Enternasyonalin
sömürge devrimlerine bakış açısı ve 1950’lerde
sistemleştirilen yanlış devrim anlayışından almaktaydı.
Gerçekte KKP, klasik tüm komünist partiler gibi
kastlaşmış, bürokratikleşmiş, 2. Enternasyonalci
konuma düşmüş bir parti durumundaydı.
Bu partilerin ortak özelliği “doğrudan sosyalist
devrimi” savunmalarıydı. Ama bu partilere göre
sosyalist devrimler ancak burjuva demokratik devrimini
takiben olabileceği yolundaydı. Burjuva demokratik
devrimi de orta sınıflardan bekliyorlardı. Dolayısıyla
orta sınıfların kendi devrimlerini gerçekleştirmeleri
için destek vermeleri, “sosyalist devrimin” koşullarını
yaratacaktı. Bu konuda Cezayir Komünist Partisi
ile yakın bir tarihsel kesitte El Salvador Komünist
Partisi verdiği özeleştiriler bu söylediklerimizi
çok net bir tarzda doğrulamaktadır: Cezayir devrimi
sırasında Cezayir Komünist Partisi, Lenin’in ayaklanma
için söyledikleri tüm koşulların olgunlaşmasını
beklemesi onu edilgen kılmış, sonuçta Ahmet Bin
Bella’nın başını çektiği Ulusal Kurtuluş Cephesi
öncülüğü ele geçirmişti.
El Salvador KP sekreteri Shefik Handal ise, verdiği
özeleştiride şunları belirtir: “Bizler, sosyalizmin
hiç bir ön aşama olmadan doğrudan kurulması yönünde
mücadele yanlısı aşırı sol tezlere hep karşı çıktık.
Ve önce kendimiz inandık ki, demokratik devrim,
bizim tarafımızdan örgütlenip yönlendirilmesi
gereken bir görev değildir, (vurgular bizim) tersine,
(...) bu nedenle demokratik anti-emperyalist devrimi
orta tabakalardan (entellektüeller, askerler vb.)
hatta burjuvaziden ‘ilerici’ ve ‘antiemperyalist
güçlere bir ‘yakınlaşma yolu’ olarak düşündük.(
vurgular bizim). (...) Doğal olarak, hiçbir parti
belgesinde bu değerlendirme yoktu ama partimiz
ve diğer kardeş partiler, gerçekte bu tez doğrultusunda
davranıyorlardı. Böyle bir davranıştan devrim
partisi çıkmaz; yalnızca ve yalnızca reform partisi
ortaya çıkar. (abç) El-Salvador KP, bu yanlış
görüşü kendi devrimci görevini yerine getirebilmek
için aşmak zorundaydı. İnanıyorduk ki, Latin Amerika’daki
komünist hareket, kendini reformist saflardan
kurtarmak için büyük bir ideolojik savaş vermelidir.”
(El-Salvador’da Devrim, sf: 84)
Gerçekte KKP yukarıda belirttiğimiz ve Shefik
Handal’ın çerçevesini net olarak çizdiği anlayış
çerçevesinde hareket ediyordu. Devrim için koşullar
olgun olmasına karşın KKP’nin özne işlevini gerçekleştirmekten
uzak hali Küba’da yeni arayışları gündeme getirmişti.
Tarihi 26 Temmuz Hareketi böylesi koşullarda doğdu.
26 Temmuz Hareketi mevcut tabloda eksik olanın
tarihsel girişkenlik olduğunu görerek bunu gerçekleştirmeye
çalıştı ve tarihsel olarak haklı olduğunu gösterdi.
İlk başlarda her şey onun aleyhindeydi: Moncada
kışlasına yapılan baskın başarısızlığa uğramış,
harekâta katılanların büyük bir kısmı ya öldürülmüş
ya da cezaevlerine atılmıştı. Castro, bir afla
cezaevinden çıktıktan sonra mücadelesine kaldığı
yerden devam edebilmek için Meksika’ya gitmiş,
orada hareketi yeniden örgütleyerek Küba’ya küçük
bir tekne ile (Granma) çıkarma yapmıştır. Ancak,
çıkarmaya katılanların büyük bir çoğunluğu katledilir.
Geriye iki elin parmakları kadar kalan küçük bir
grup kırsal alanlara çekilerek mücadeleyi devam
ettirir. İki yıl gibi kısa bir süre sonra da zafere
ulaşır. Burada altı çizilmesi gereken nokta Castro’nun
başını çektiği Hareketin, Küba devrimine ilişkin
eksik olanı doğru görmesi, bunu yerine getirmedeki
girişkenliği ve ısrarıdır. Castro’nun bir sözünü
etmeden geçemeyeceğiz: “Devrimi 82 kişiyle başlattım.
Yeniden yapmak zorunda kalsam, on ya da on beş
kişiyle ve kesin inançla devrim yaparım. Eğer
inancınız ve eylem planınız varsa ne kadar küçük
olduğunuzun önemi yoktur” (Bkz. Fidelce, Çeviren
Mehmet Aslan, Diyalektik yayınları 1. baskı, mart,
2005)
Şüphesiz her devrimin özgün ve evrensel yanları
bulunur. Küba devriminin özgünlüğü onun gelişim
sürecidir. Küba devrimi, Ekim devriminden de,
Çin devriminden de kimi farklı özelliklere sahiptir.
Çin devrimi yarı-feodal, yarı-sömürge ve zaman
zaman yabancı işgal altındaki bir ülkede yapılmıştır.
Oysa Küba devrimi yarı-feodal kalıntılar olsa
da toplumsal sürecin kapitalist olduğu yeni-sömürge
bir ülkede yapılmıştır. Ülkede kapitalist ilişkiler
egemen olmasına karşın, Amerikan emperyalizminin
dayattığı ilişkiler sonucu, köylülerin topraklarından
olmaları güçlü bir toprak istemiyle birlikte anti-emperyalist
devrimin kısmen ulusal karakter kazanmasına (anti-emperyalist
UDD) neden olmuştur. Devrim bu talebi karşılayarak,
hızla anti-kapitalist bir içeriğe dönüştürüldü.
Çin devriminde on yıllarla ifade edilen uzun süreli
bir savaş Küba koşullarında kısa yaşanmıştır.
Bunun bir nedeni kapitalizmin ulaştığı seviye,
bir diğer nedeni ise Küba’da siyasal tecridin
sağlanmış olması ve kitlesel örgütlenmenin gerçekleştirilmiş
olmasıydı.
Devrim öncesi siyasal yapı Küba devrimcilerinin
değişiyle kararsız bir denge halindeydi; yani,
Batista iktidarının siyasal olarak tecrit olması
(halk nezdinde gerçek yüzünün açığa çıkmış olması)
ama şehirlerde örgütlü işçi sınıfının 2. Enternasyonalci
klasik KP tarafından hareketsiz bırakılması karşısında
devrimci alternatifin kendini ortaya koyması ve
kitleleri bunun ekseninde toplamasıdır.
Küba devrimi, kimilerinin zannettiği gibi “bir
avuç gerillanın sınıf adına darbe yapmasıyla”
gerçekleşen bir devrim olmadığı gibi, “dönemin
uluslararası dengelerine oturan” ya da “Amerikan
emperyalizminin bir anlık gafleti”yle gerçekleşen
bir devrim de değildi. Bu anlamıyla Küba devrimi,
SBKP merkezinin pratikte oluşan 2. Enternasyonalci
bakış açısının aşılması olduğu gibi Çin devriminin
de aşılmasıdır.
Küba devrimi Çin devriminden esinlenmiştir ama
doğrudan onun etkisinde değildir. Küba devriminin
önderleri devrim öncesi süreçte Çin deneyimini
yeterince bilmediklerini belirtirler. Küba devrimcileri
uluslararası deneyimlerden yeterince yararlanamadılarsa
da yaşadıklarından ciddi dersler çıkardıkları
görülmüştür. Mücadele sürecinde süreklilik içinde
kopuş yaşayarak devrim halkasını yakalamışlardır.
Olgun zeminde (devrimin nesnel koşullarının tam
olarak olmasa da belirli ölçülerde olgun olması)
öznel güçlerin yaşadığı sorunlar karşısında (reformizmin
devrim kanalını tıkaması) devrimci bir çıkış yapılarak
aşılmıştır. Düşmana karşı devrimci bir alternatifin
yaşayıp gelişme zemini bulacağını tespit eden
Küba devrimcileri, yenilen ağır darbelere rağmen
(Moncada kışlası baskını ve Granma çıkarmasında
yenilen ağır darbeler) kısa bir süre içinde devrimin
öncüleri haline gelmişlerdir. Küba devrimcileri,
taktik düzeydeki kimi yenilgilerin stratejik olmadığını,
devrim için tüm koşulların olgunlaşmasını beklemenin
doğru olmadığını, tarihsel bir girişimle devrimci
güçlerin zafer kazanabileceklerini gösterdiler.
26 Temmuz Hareketi bunları yerine getirerek sınıfla
buluşmuş ve iki yıl gibi kısa bir sürede zafere
ulaşmışlardır. Ancak Küba devrimi sadece bu iki
yılın ürünü değildir
Küba devriminin bir özgünlüğü de devrime öncülük
eden örgütlenmenin gelişimidir. Rusya ve Çin’de
sürecin başından itibaren KP’leri mevcuttu ve
gelişmelere öncülük etmişlerdi. Oysa 26 Temmuz
Hareketi klasik bir komünist parti örgütlenmesi
değildir. O daha çok politikanın araçlarla sürdürülmesinin
zorunluluğunu fark eden ve tarihsel girişkenliğini
oynayabilmek doğrultusunda kendini buna uygun
şekilde örgütlendiren devrimci bir yapıydı. İdeolojik
anlamda homojen bir yapıya da sahip değildi.
Küba devriminin önemli bir başka özelliği de,
ekonomist merkezli bir sosyalizm anlayışını reddetmesidir.
Küba devrimi, reel sosyalist ülkelerin tersine,
yığın inisiyatifini, devrimde yeni insanın rolünü
ön plana çıkarmıştır.
8. Latin Amerika devrimci hareketini genel boyutlarda
değerlendirirken bazı noktaların altını çizmek
gerekir.
Birincisi, Latin Amerika’da kurulu düzenlere karşı,
gerilla eksenli silahlı başkaldırı halkçı bir
gelenektir, tarihseldir ve bu anlamıyla Latin
Amerika’da gerillacılık folklorik bir özellik
taşır. Latin Amerika genelinde Tupac Amaru, Agustin
Farabundo Marti, Josa Marti, Sandino, Pancho Villa,
Emilano Zapata, Luis Carlos Prestes... Tarihsel
önderler olarak kabul edilmektedirler.
İkincisi, Latin Amerika’ya Marksist hareketin
girişi 20. yy’ın başlarıdır. İlk olarak 1918’de
Arjantin Komünist Partisi kurulmuştur. Ardından
Brezilya, Şili, Küba, Peru, Venezuela ve peşi
sıra diğer ülkelerde Komünist Partileri kurulmuştur.
Bu partilerin tamamına yakını 3. Enternasyonal’de
ve SB’de yaşananlardan doğrudan doğruya etkilenmişlerdir
ve onlardan bağımsız ele almamak gerekir. Devrim
sorununa bakış açıları bu çerçevede oluşmuştur.
Bu noktayı yazımızın çeşitli bölümlerinde dile
getirdiğimiz için bir tekrarı ifade etse de kısaca
değinmeği gerekli görüyoruz: Bu partilerin devrim
konusundaki stratejileri “burjuva demokratik devrimden
sosyalist devrime geçiş” olarak ifade edilebilir.
Burada esas sorunu teşkil eden “burjuva demokratik
devrimlerin” önderliğini emperyalizm çağında “ulusal”,
orta sınıflara bırakmalarıydı. Orta, “ulusal”
sınıfların kendi devrimlerini gerçekleştirmelerine
yardımcı oluyorlardı. Bu devrimler gerçekleştiği
oranda “sosyalist devrime” geçilebilecekti. El
Salvador KP sekreteri Shefik Handal’ın yukarıda
belirttiğimiz özeleştirisi bu anlamda büyük bir
önem taşıyor.
Üçüncüsü, Latin Amerika’ya kapitalizmin girişiyle
birlikte kırsal alanlar hızla çözülmeye başladı.
Bu çözülme öncelikle kırsal alanlarda, giderek
de şehirlerde yoğun bir tepkiye yol açtı. Topraklarını
kaybeden köylülerin yoğun hareketliliği yanında
şehirlere göç etmek zorunda kalanların büyük bir
kısmı şehirlerin kenar mahallelerinde toplanmaya
başladılar. Buradaki sanayiler bu göçü emebilecek
kapasiteden uzak durumdaydı. Dolayısıyla buralarda
işsizlik, yoksulluk, ... diz boyuydu. Bu nesnellik
tüm Amerika’yı patlamaya hazır bir saatli bomba
haline getirmişti. Ortaya çıkan tablo karşısında
KP’ler, bu hareketlerden yararlanıp politik iktidarı
ele geçirmeyi ve kesintisiz şekilde sosyalizme
geçmeyi hedeflemek yerine, bunlardan uzak kalmayı
ve Lenin’in ayaklanma için belirttiği koşulların
olgunlaşmasını bekliyorlardı. KP’ler, tıpkı gelişmiş
ülkelerde olduğu gibi klasik propaganda araçlarıyla
kitleleri örgütlemeye çalışıyorlardı.
Dördüncüsü, KP’lerin reformizmi nedeniyle sürecin
ihtiyaçlarına yanıt olamamaları, modern gerilla
hareketlerinin peşi sıra gelişmesine neden olmuştur.
Tarihsel arka plan (gerilla mücadelesinin geçmişe
dayalı ve köklü olması) ile dönemin koşullarından
(kırsal alanın çözülmesi ve köylülüğün yoğun hareketlilik
içine girmesi ile Çin devriminin zafere ulaşması)
yararlanan gerilla hareketleri bir sürece (1950’lerden
1970’lerin başlarına kadar) damgasını vurdular.
Bu dönemdeki gerilla hareketlerinin önemi öncekiler
gibi sadece ulusal boyutta kalmamaları, demokratik
devrimi kesintisiz şekilde sosyalizme evirilecek
bir süreç olarak almalarıdır. Yani ulusal ve toplumsal
kurtuluş hareketlerini birleştirmişleridir. Küba
devrimi gerilla hareketini hem harlamıştır ve
hem de ulusal ve toplumsal kurtuluş yönündeki
eğilimlerini güçlendirmiştir. 1960’ların ortalarından
itibaren gerilla hareketleri peşi sıra yenilgiye
uğramaya başladılar. 1970’lerin ortalarından itibaren
gerilla mücadelesi geçmişe göre önemli ölçüde
zayıfladı. Ama esas zayıflaması 1980’lerin sonlarına
doğru kendini göstermiştir. Uruguay, El Salvador,
Guatemala, Brezilya ve kısmen Kolombiya’da yaşanan
uzlaşmalar bunun açık göstergeleridir. Ancak her
şeye karşın halen Kolombiya, Peru gibi Latin Amerika
ülkelerinde gerilla mücadelesi önemli bir güçtür
Beşincisi, 1960’ların ortalarına gelindiğinde
yarı-feodal ilişkilerin yoğunluğuna karşın Latin
Amerika ülkelerin çoğunda kapitalizm egemen üretim
biçimi halini almıştır. Bu aşamadan sonra kır
ve kır eksenli gerilla hareketinin yanında, şehir
ve şehir eksenli gerillacılık ortaya çıkmaya başlar.
Bu değişikliklerin ilk başladığı yerlerden biri
Venezüella idi. Şehir gerillacılığının İlk kez
Venezuela’da patlak vermesi tesadüf değildir.
Venezela, Latin Amerika’da kapitalist iç pazarın
en gelişmiş olduğu ülkeydi. Bu ülkede şehir gerillasının
önemsenişi mücadele alanlarının şehirler olmasından
ötürüdür. Venezuela devrimci hareketinin önderlerinden
Dauglos Bravo bu gerçeklikten hareket ederek:
1) Halk ordusunun sadece köylü ordusu olmadığı,
yani temel gücün sadece köylülük olamayacağı,
2) Kır-şehir diyalektik bütünlüğü ilkesini ifade
eden birleşik devrimci savaşın geçerli olacağı
tespitini yapar. Venezuela’nın ekonomik yapısının
şehirlerin önemini keşfettiğini söylemek mümkündür.
Dauglos Bravo’nun kaleme aldığı İracare Bildirisi
bütün yollardan yararlanan bir mücadele anlayışını
savunmaktadır.
Dauglos Bravo’nın bu yaklaşımı gerilla hareketine
bir katkı olarak görülmelidir.
Altıncısı, reformizmin, kastlaşmış bürokratizmin
egemen olduğu bir dünyada Latin Amerika’daki mücadele
yüzünü devrime dönmüş, yaşanan çeşitli eksiklik
ve yanlışlıklara karşın, devrimi, devrimci mücadeleyi
güncelleştirmiş ve dünya devrim tarihine önemli
dersler bırakmıştır. Hemen hemen herkesin tespit
ettiği “1945-1970’lerde “yükselen ulusal ve sosyal
kurtuluş hareketleri”nin önemli bir damarının
Latin Amerika devrimci mücadelesi olduğu unutulmamalıdır..
Latin Amerika’da hemen hemen tümü Küba’dan önemli
ölçüde etkilenen devrimci mücadeleler, Afrika
ve Asya’nın sömürge ve yeni-sömürgelerinde boy
veren SSCB, Çin ve Arnavutluk’taki revizyonist,
dogmatik çizgilerle aralarına mesafe koyarak,
kendi yollarını çizen, devrimi güncel bir sorun
olarak ele alıp örgütleyen ve dünyadaki tüm önemli
devrimci girişimleri gerçekleştiren devrimci güçlerle
birlikte dönemin devrimci sosyalist yönelimini
oluşturmuşlardır. Evet, dönemin bütünsel teorik
açılımlarının yapılması noktasında, enternasyonal
birlik alanında ve daha pek çok alanda ciddi eksiklikleri
ve kimi yanlışları vardır. Ancak bunlar söz konusu
hareketlerin dönemin devrimci dinamizminin ana
temsilcileri oldukları, ML’in söz konusu dönemde
uygulanması ve geliştirilmesinde başlıca rolü
oynadıkları gerçeğini değiştirmez.
9- Türkiye devrimci hareketi açısından şu tespitleri
yapabiliriz: Birincisi, Marksist hareketin tarihi
TKP ile başlar. TKP, İstanbul, Anadolu ve Rusya’daki
komünist grupların 10 Eylül 1920 birleşmeleriyle
oluşur. Kuruluşunun 5. ayında başta Mustafa Suphi
ve Ethem Nejat olmak üzere 15 temel kadrosunu
yitirir. Türkiye Komünist Partisi (TKP) coğrafyamızdaki
ilk Komünist partisi olması itibarıyla geleneğimizin
dününü ifade etmektedir. Dün, basit bir yaşanmışlık,
tarih anlatımı ve/veya tarih yorumu değil, yaşanmış
deneyimlerin sentezlenmesi ve bunlardan gerekli
dersleri çıkararak mücadelenin önünün açılması
olarak anlaşılmalıdır
TKP, ne toptan kabul, ne toptan reddedilebilecek
bir harekettir. Resmi anlamda varlığını 60 yıl
sürdüren bu hareket ne ideolojik, ne politik ne
de örgütsel bazda sürekliliğini sağlayamamıştır.
TKP, enternasyonalist bir parti olarak kurulmuştur.
85 yıl sonrasında bile dar ulusalcılık eksenini/perspektifini
aşamayan devrimci örgütler oluşurken, kendini
uluslararası proletarya mücadelesinin bir parçası
olarak kurması ve buna uygun konumlanması kavrayışın
ileri boyutluluğuyla açıklanabilir.
TKP’nin Komünist partisini kurma ve komünistlerin
birliği noktasındaki yaklaşımı yaşadığımız süreçteki
pek çok örgütlenmeden oldukça ileriyi temsil etmektedir.
Neredeyse her grubun kendini tek Komünist örgüt,
hareket, parti olarak nitelediği bir dönemde 85
yıl öncesinde, çalışmaların yürütüldüğü, yürütüleceği
bölgelerden gelecek delegelerle Komünist partisinin
kurulacağının belirtilmesi/hedeflenmesi ve adım
adım buna doğru yürünmesi önemli bir derstir.
Aynı şekilde yıllara sığacak ‘ideolojik mücadele’,
‘birbirini tanıma’ düşüncelerinin ayyuka çıktığı
günümüzün tersine program ve tüzük noktasında
anlaşarak sürecin ihtiyaçlarını karşılayacak bir
partinin kurulması, ideolojik farklılıkların bu
yapı içinde ortak hareket etmeyi kaldırmaması
koşuluyla hareket etmesi önemlidir.
TKP, Türkiye proletaryasının günümüzle karşılaştırılamayacak
düzeydeki zayıflığına karşın proletaryayı temel
almış, proletaryayı örgütlemek noktasında tüm
güçlerini seferber etmiştir. Bu noktada önemli
başarılar da sağlamıştır. Sınıf perspektifi ve
ısrarlı sınıf çalışması, dönemin proletaryası
içinde azımsanmaması gereken bir güç haline getirmiştir.
Sınıf perspektifi, sınıfa yönelme, sınıf içinde
parti çalışması (hücre çalışması)... gibi noktalarda
alınabilecek önemli dersler bulunuyor.
Bu olumluluklarına karşın TKP’nin devrim stratejisi,
Kemalizm’e bakış açısı, ulusal soruna bakış açısı...
sorunludur, çok ciddi yanlışlarla sakatlanmıştır.
TKP yazınında çok net olarak tanımlanmasa da serbest
rekabetçi kapitalizm döneminin devrim stratejisi
anlayışını görmek mümkün. Dönemin konjonktürel
etkisiyle de (SB’nin durumu) ‘misak-ı milli’nin
bir kısmında egemen olan Kemalist burjuva diktatörlüğüne
karşı sağlıklı bir perspektif geliştirememiştir.
Bağımsız politik bir güç olarak, Kemalist burjuvaziyle
birleşmese de ona verdiği destek iktidar perspektifinde
sis perdesinin oluşmasına neden olmuştur.
Öte yanda TKP, Kürt ulusal sorunu konusunda bütünlüklü
ve sağlıklı bir perspektif üretememiştir. İsmail
Hakkı’nın 3. Enternasyonalin 2. kongresinde dile
getirdiği tok yaklaşımına karşın, TKP’nin 1. programında
çözümü “federasyon”la sınırlaması; Kürt ulusal
gerçeğini tok bir tarzda dillendirmemesi ciddi
bir eksiklik/yanlış olarak görülmelidir. Sınırları
netleşmemiş bir ülkenin KP’si olarak bu eksikliği
bir noktaya kadar anlamak mümkün olsa da, Lozan
sonrasında izlenen politikayı kabul etmek ve/veya
mazur görmek mümkün değildir. TKP 2. programında
ulusların KKTH ilkesi ortaya konulmasına karşın,
pratik bir sorun olarak ortaya çıkan Kürt ayaklanmaları
konusunda sosyal şoven konuma düşmüştür.
TKP’nin Kemalizm’e bakış açısı da sorunludur.
Bu bakış açısı sonuçta 15 MK üyesinin hayatına
mal olmuştur. Daha kuruluşunun beşinci ayında
gündeme gelen bu yıkım kapanması güç bir yaraya
dönüşmüştür.
Tarihsel bir gerçek olarak ortaya çıkan TKP, tüm
eksikliklerine, zaaflarına rağmen döneminin işçi
sınıfının birikimini örgütlü tarzda temsil eden
en ileri halkayı oluşturmaktadır. Politik olarak
bu ana noktayı gözden kaçıranlar, bizlere sadece
köksüzlüğü/köksüzlüklerini anlatırlar. Ama bilinmelidir
ki, tarihi keyfi olarak kendileriyle başlatanların
yarını olmayacaktır.
İkincisi, gerek dönemsel koşullar (3. Enternasyonal’de
yaşananlar) ve gerekse de Merkez komitenin büyük
bir kısmının fiziki imhasından sonra TKP iktidar
perspektifini tamamen kaybetti.
Programında Kürt ulusunun kendi kaderini tayin
hakkından bahsetmesine karşın Kürt ulusuna yönelik
katliamlara sessiz kalmış ve hatta Dersim katliamında
(Kemalizm’in kapitalizmi geliştirdiği belirtilerek)
TC’yi desteklemiştir.
TKP’nin, bu ideolojik-politik savrulmalarına karşı
ciddi tek eleştiri Hikmet Kıvılcımlı’dan geldi.
Mustafa Suphilerin katledilmelerine yol açan hataları
açığa çıkarmaya çalıştığı gibi Kürt sorunu konusunda
TKP’nin resmi politikasıyla karşılaştırılamayacak
düzeyde ileri yaklaşımlar ortaya koymuştur. Ulusal
sorun hakkında yazdıkları, 70 yıl sonra bugün
bile anlamından fazla bir şey yitirmemiştir.
Kıvılcımlı yaşamı boyunca örnek bir komünist tutum
takınarak (polis ve cezaevleri tavrının yanında)
partiyi düşünsel olarak da ileriye taşımak noktasında
bitmek bilmeyen bir enerjiyle kendini davaya vermiştir.
Çoğu zaman TKP yöneticileri tarafından hasıraltı
edilen düşünceleri uzun yıllar sonra açığa çıkarılmıştır.
Ancak, şunu belirtmeden geçmek doğru olmayacaktır:
Kıvılcımlı, yaptığı birçok doğru eleştiriye karşın
TKP’den örgütsel bir kopuşu düşünmez. Israrla
TKP içinde kalıp onu dönüştürmeyi hedef alır.
Bu noktada başarı şansı yoktu ve gidişatın önünü
kesemedi. Revizyonistleşen, reformistleşen, 2.
Enternasyonalci konuma dönüşen TKP içinde bir
tür devrimci muhalefet yapan bir konuma dönüşür.
Kısmen Rosa ve Liebknecht’in kopuş öncesinde Alman
Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde muhalefet
yapmasına benzer. Rosa ve Liebknecht’in geç kalsalar
da Alman Sosyal Demokrat İşçi partisinden koparlar.
Ancak Kıvılcımlı böyle bir şeyi yapamaz. TKP’nin
1935’lerde görülen likidasyonu 1970’li yıllara
kadar sürer. Bu süre içinde zaman zaman TKP’nin
yeniden oluşturulması doğrultusunda çalışmalar
olduysa da, TKP ciddi politik bir güç olarak çıkamaz.
Solun 1970’ler ve sonrasında yaşadığı bir çok
sorunun merkezinde TKP’nin bıraktığı olumsuz tarih
yatar. Şüphesiz TKP’yi, Enternasyonal’deki, SBKP’deki
ve geleneksel klasik komünist partilerdeki bozulmadan
ayrı olarak değerlendirmemek gerekir.
***
10) 1970 devrimci hareketi, Dünya Komünist Hareketi’nin
küçük bir maketi gibiydi:
SBKP’yi Dünya Komünist Hareketin merkezi olarak
gören partiler TKP, TİP ve daha sonra TSİP SBKP’nin
özellikle 1956’lar sonrasında izlediği politikanın
her anlamdaki destekçileri ve Türkiye’deki uygulayıcıları
konumundaydılar. Böylece uluslararası revizyonizmin,
reformizmin bu topraklardaki uzantıları haline
geldiler; dünya değerlendirmeleri, sosyalizm anlayışı,
devrimin içeriği, izleyeceği yol ve yöntemler
vb. konularda SBKP’nin her söylediğini tekrar
ediyorlardı.
ÇKP’yi Dünya Komünist Hareketi’nin merkezi olarak
gören anlayışlar da, Türkiye’nin yarı-feodal,
yarı-sömürge bir ülke olduğu, bu tür ülkelerdeki
devrimin anti-emperyalist, anti-feodal olduğu,
devrim stratejisinin halk savaşı stratejisi olduğu
ve bu stratejinin bağımlı tüm ülkelerde geçerli
tek strateji olduğunu belirtiyorlardı. Bu anlayışın
savunucuları TKP-ML ve onun devamcıları olmuştur.
1970’li yılların ortasında AEP’in yollarını, ÇKP
merkezinden ayırmasından sonra bunun yansımaları
kısa zamanda Türkiye’de görüldü, AEP merkezli
hareketler oluştu. Daha önce ÇKP merkezli kimi
hareketler hızlı bir dönüş yaparak AEP merkezli
konuma geçti. Birkaç ay öncesine kadar ‘dünya
komünist hareketinin ustası’ olarak lanse edilen
Mao, karşı devrimcilikle suçlanmaya, alıntıları
yazılardan vb. silinmeye başlandı.
Partimiz THKP-C ise, 1965-70 sürecinde, sınıf
mücadelesinin çok yönlü ilişkileri içinde ortaya
çıktı. TİP ve MDD sürecinden devrimci kopuşu yaşayan
ilk öncülerimiz 1970 sonlarında partileşmiş, yeterli
hazırlığı yaşamadan 12 Mart açık faşizmine karşı
silahlı mücadeleyi başlatmıştır. Kesintisiz Devrim
1-2-3 P-C’nin üzerinde yükseldiği ideolojik-politik
zemindir, programatik platformudur.
71 silahlı mücadelesi TDH için yol ayrımıdır.
Parlamenterist-legalist-evrimci sosyalizmden,
Kemalizm’e soldan destek olan, özgücüne güvenmeyen,
iktidar perspektifinden uzaklaşan tüm anlayışlardan
kopuşu temsil eder. THKO ve TKP/ML’ den farklı
olarak P-C dogmatik değil, M-L ile ülke gerçeğini
sentezleyen, yukarıda işaret ettiğimiz yeni devrimci
sosyalist yönelimin temsilcisidir.
Elbette P-C, içinden çıktığı sürecin doğal izlerini
taşır. Aynı zamanda bir geçiş sürecini ifade eden
bu yıllar, P-C için yönünü ileriye dönme, her
adımda yenilenmeyi içerir. Mahir Çayan’ın ilk
yazıları ile son yazıları arasındaki fark tam
da budur.
1975-80 sürecinde birçok P-C gücü vardır. Bu parçalanmışlık
sürecin bir olgusu olmasına karşın, parçaların
bir kısmı için ayrışmanın ciddi politik gerekçeleri
söz konusu değildir. Ama bir kısmı için (örneğin
DY vb.), görünenden öte derin ideolojik- politik
gerekçeler vardır. 12 Eylül yenilgisi ve fiziksel
tasfiyeler bu tabloyu önemli ölçüde bozmuş, bu
gün için yeni özellikler oluşmuştur.
Dün P-C’yi savunmak, “Kesintisiz Devrim 1-2-3”ü
eleştirel tarzda savunmak iken, bugün bu noktada
olmak dogmatikliktir. Çünkü P-C’de yenilenme eylemi
içseldir. Yeni olgularla gelişmek, yeni tarihsel
sürecin ve sosyalizm deneyimlerinin ışığında mücadelenin
her alanında yeni ve daha ileri bir düzeye sıçramak,
bu temelde mücadele içinde devrimci sosyalist
tarz ve kültürü temsil etmek temel ML ölçüdür.
11- 1990’lar her açıdan yeni bir tarihsel süreçtir.
1970-80 sürecinde uç veren birçok olgu, reel sosyalizmin
çözülmesi ile netleşmiş, bir dönem kapanırken
yeni bir dönemin kapısı aralanmıştır. Sol ve devrimci
hareket, doğal olarak, bu ilişkiler içinde yeni
içerik ve biçim almıştır, almaya devam etmektedir.
Aslında 12 Eylül yenilgisi TDH açısından önemli
bir yeri tutar. Bu yenilgi ardından gelen reel
sosyalizmin çözülmesi uzun yıllara yayılan yenilgi
ortamını hazırladı. Bu süreçte devrimci konumda
olan KUKM devrim için önemli imkânlar yaratırken,
TDH birbirini izleyen tasfiye süreçleri ile ayakları
üzerine dikilemedi. 1975-80 sürecinin önemli devrimci
yapıları, bu tasfiyecilik sürecinde düzene yönünü
döndü, reformist-legalist alanda konumlandı. TKP
ve TİP tamamen tasfiye olurken, bu alan EMEP,
ÖDP, SİP (yeni adıyla TKP) vb. ile dolduruldu.
Reformist-legalist sol, sadece TİP, TKP vb. devamı
olarak ortaya çıkmadı, devrimci demokrasiden de
türedi. KUKM için, elbette 1990’lı yıllar bir
başlangıç olsa da, İmralı süreci kırılma, düzene
dönme, devrimci yurtseverlikten postmodern liberal
burjuva milliyetçi düzleme geçme sürecidir. Ve
bu liberal tasfiye süreci ‘demokratik uygarlık’,
‘ekolojik toplum’ vb. adı altında derinleşmektedir.
Tasfiyeciliğin ideolojik-politik-örgütsel kaynakları,
boyutları vardır. Bilimsel sosyalizmden ve proletaryanın
öncülüğünden uzaklaşma, burjuva demokrasisine
tapınma, devrimci şiddeti reddetme ve legalleşme
olarak ortaya çıkan tasfiyecilik, yeni dönemin
ilişkilerinden, ‘küresel kapitalizm’den, beslenmektedir.
Elbette liberal-reformist tasfiyecilik karşısında
devrimcilikte ısrar edenlerde vardır. Ancak bu
devrimcilik genel olarak dogmatik devrimcilikle
sakatlanmaktadır, yenilenme dinamizmi zayıftır.
Böylece liberal-reformculuk ile dogmatik devrimcilik
birbirini dışlayan değil, birbirini besleyen konumdadır.
Demek ki; yeni dönemde sol ve devrimci hareket
yeni ölçülerle ayrışmakta, kendini konumlandırmaktadır.
Bir dönemin ayrıştırıcı ölçüleri (örneğin, ‘sosyal
emperyalizm’, ‘Maocu bozkurt’, yani uluslararası
sosyalist hareketteki ayrışma veya kapitalizm-feodalizm
tartışmaları vb.) tümden geride kalmış, sosyalizm,
devrim, demokrasi, ‘küresel kapitalizm’ ve saldırıları
vb. noktalarda tarihsel deneyimin dersleri, bugün
izlenecek yollar vb. noktalar ön plana çıkmıştır.
Ve yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşılacağı
üzere, bu süreçte devrim-reform ayrışması güçlenerek
devam etmektedir. Bu ayrışmanın örgütlenme ve
mücadele biçimlerini kapsayan bölümleri vardır.
Liberal-reformizmin legalizme tapınması ve silahlı
mücadeleye cepheden saldırması tesadüf değildir.
Emperyalizme bağımlı, yeni-sömürge bir ülkede,
emperyalizm ve oligarşiye dayanan faşizm süreklidir.
Böyle bir ülkede, milli kriz süreklidir; illegalite
temeldir, legal çalışma ve legal örgütlenme biçimleri
tamamlayıcıdır. Devrimci sosyalizm, bu ayrışmada
liberal-reformculuğun karşısında devrimcilikte
ısrar etmektedir. Ancak bu devrimcilik ilkel-dogmatik
değil, yenilenmecidir.
Liberalizm ve devrimci demokrasinin ufku demokratizmle
sınırlıdır. Reformist/liberal sol, burjuva demokrasini
aşamaz, emperyalizmden, bu arada AB’den demokrasi
bekler. Örneğin, AB’den gün alınınca, 17 Aralık’ı
‘burjuva demokrasisinin tamamlanması’ veya Kürt
sorunu başta olmak üzere tüm sorunların çözüme
kavuşacağını savunur. Dahası özellikle Kürt liberalleri
emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik işgal ve saldırıları
destekler pozisyondadır. Devrimci demokrasi ise
devrim fikrini savunur, demokrasinin devrimle
geleceğini ileri sürer, ancak ufkunu bağımsızlık
ve demokrasi ile sınırlar. Hatta ‘vatan’, ‘adalet’,
çeşitli söylemler temelinde “insan hakları”, “demokrasi”
vb. kavramlar, ulusalcı tonlarda taşıyan bir söylemle
her şey yapılır. Veya bazıları ise ‘demokratik
kapitalizm’ arayışı içinde olur, ‘yeni demokrasi’yi
feodalizm ve komprador kapitalizm ile sosyalizm
arasına, ‘üçüncü toplum/devlet’ olarak tanımlar.
Demokratizmin, Kemalizm, sınıfsal eksenden koparılan
demokrasi ve popülizmden güç aldığı biliniyor.
Proletaryanın öncülüğü ve sosyalizme mesafelidir.
Hiç şüphesiz tüm bunlar, programatik duruştan
kaynaklanır, güncel siyaset içinde biçimler alır.
O halde, demokratizm (liberal ve devrimci kesimleriyle)
ile sosyalizm arasındaki ayrışma söz konusudur.
Ve bu ayrışma kimi kesimlerce çarpıtıldığı gibi
Demokratik Halk Devrimi (DHD)-Sosyalist Devrim
(SD) biçiminde değildir. Sosyalist Devrim demokratizmle
birlikte savunulduğu gibi, DHD sosyalistler tarafından
savunulabilir. Dünya ve ülkemiz açısından birçok
örnek verilebilir. Devrimci sosyalizm, kesintisiz
devrim temelinde DHD’yi zorunlu görürken, demokratik
tüm sorunların gerçek çözümünün sosyalizmle mümkün
olacağını savunur. Demokratizmin tüm kaynakları
ile arasına kalın bir mesafe örer.
Bir başka ayrışma konusu, demokrasi sorununun
önemli bir parçası olan Kürt ulusal sorunudur.
Başka ulusu ezen ulus özgür olamaz. Kürt coğrafyası
emperyalizm ve bölge sömürgeci güçleri tarafından
dört parçaya bölünerek devletlerarası sömürge
haline getirilmiştir. Kürt coğrafyasının en büyük
parçası TC ‘sınırları’ içindedir. İç bütünlüğü
parçalanan Kürt coğrafyası ve Kürt ulusu için
gerçek kurtuluş, bağımsız-birleşik-demokratik
sosyalizme yürüyen bir ülkenin yaratılmasıdır.
Bu stratejik hedefe ancak devrimle ulaşılır. UKKTH,
VAZGEÇİLMEZ bir demokratik haktır, bu hak ve örgütlenme
dahil her hakkın nasıl kullanılacağı konusunda
karar Kürt ulusuna ve devrimcilerine aittir. Elbette
proletarya için, bu hakkın kullanımı, dünya devriminin
bir parçası olarak, hangi sınıfların elinde kullanıldığı,
emperyalizme darbe vurup vurmadığı, emekçi sınıfları
demokrasi mücadelesinde nasıl eğittiği vb. ile
ele alınır. Kürt devrimi, Ortadoğu devrimleri
açısından adeta stratejik bir kapıdır. Eşitlik
ve özgürlük koşullarında, Ortadoğu Devrimci Çemberi,
giderek halkların federasyonu, sermayenin uluslararasılaşmasına
paralel, sadece bir şiar değil, nesnel bir imkan
değil, aynı zamanda vazgeçilmez, üstünden atlanamaz
bir görev ve olgudur. Burada Kürt devriminin çok
önemli bir rol oynayacağı açıktır.
Her demokratik sorun gibi, Kürt sorunu da emperyalizm
ve çeşitli ara sınıflar tarafından istismar edilmektedir.
Emperyalizmin ‘YDD’ ilanından bu yana Kürt sorununa
özel bir ilgi gösterdiği, işbirlikçi Kürt burjuvaları
öncülüğünde ‘federasyon’ vb. dillendirdiği, inkâr
ve imha politikalarında ısrar eden sömürgeci güçlerle
çelişkiler yaşadığı biliniyor. Emperyalizmin Ortadoğu’ya
yönelik politikalarında, işgal ve egemenlik savaşında
Kürt işbirlikçiliğine ihtiyacı vardır, Kürt sorununa
ilgi bundandır. Ne adına olursa olsun, bu temelde
bir çözüm, belki dönemsel denge ve gelişmelere
paralel Kürt kimliği vb. açısından bir ilerlemeyi
içerse de, gerçek çözüm olamaz. Dahası Ortadoğu
devrimleri açısından mazlum Kürt ulusu ‘işbirlikçi’
utancını taşıyacak, devrimler ve halkların kardeşliği
ve mücadelesi açısından ciddi engeller oluşacaktır.
Öte yandan, ‘ulusallık’, hatta ‘ulusal devleti
koruma’ adına Kürt ulusunun demokratik haklarının
inkarı kötü biçimde kılıflandırılmaya çalışılan
kaba bir şövenizmdir. Çok kez kaba bir anti-emperyalizmle
birlikte dillendirilen bu tezler, egemenler arası
çelişkilerin bir tarafına, Kemalist devletçiliğe
hizmet etmektedir. ‘Ulusal devlet’, 1923’ten bu
yana, 1923-50 sürecinde Bonapartist karakterli,
2. Paylaşım savaşı sonrası gelişen yeni-sömürgeciliğe
paralel ise faşist karakterlidir.
Kürt ulusal sorununu ‘devrim’ ve ‘proletarya’
adına, misaki-milli sınırları içinde ele alan,
UKKTH’nı devrim sonrasına bırakan, devrim sonrasında
ise ‘büyük devlet’ adına kültürel özerklikle sınırlı
bir çözümü savunanlar vardır. ‘Ulusallık’ bu kesimlere
sirayet etmiştir. Devrimci olan ama Kemalizm’den
etkilenenler; en ilerisinden ise UKKTH’dan yana,
ama ayrı bir Kürt devletine uzak olanlar vardır.
Devrimci sosyalizm, tüm bu anlayış ve akıllarla
mesafelidir; İki ülke-iki devrimi, buna bağlı
olarak UKKTH’nı tereddütsüz savunur. Kürt proletaryasının
bağımsız örgütlenme hakkı, kendi devrimini yapma
hakkı vardır; eşit ve özgür koşullarda, birleşik
mücadele ve örgütlenme biçimleri yaratmak devrim(ler)
için zorunludur.
Hemen belirtelim, bu ve başka çalışmalarımızda
ifade ettiğimiz gibi, TDH, Kürt sorununda lekeli
bir tarihe sahiptir. H. Kıvıcımlı’nın TKP’ye muhalefetinde,
1930’larda ileri sürdüğü temel yaklaşımlar son
derece değerlidir. Kemalizm’in yoğun etkisinin
olduğu, kalkınmacı sosyalizm ve aşamalı devrim
anlayışının yaygın olduğu 1970’de, birçok yanlış
anlayışına rağmen İ. Kaypakkaya’nın açılımları,
bu lekeli tarihin içinde onurlu adımlardandır.
Devrimci sosyalizm tarihi kendi ile başlatıp kendi
ile bitirmez, tarihimizin tüm kazanımlarını eleştirel
ele alır, bu kaynaklardan beslenerek kendi sistemini,
hattını oluşturur.
Anti-emperyalizm başka bir konu başlığıdır. Reel
sosyalizmin çözülmesinden bu yana, yeni dönemde,
‘küreselleşme’, ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ vb.
söylem ve saldırılarıyla bu konu oldukça karmaşık
hale dönüşmüştür. Bir dönemin ‘bağımsız ve bağlantısızlar
hareketi’ tarihe karıştığı gibi, bu ve başka çalışmalarımızda
ifade ettiğimiz gibi, sosyalizmin çözdüğü sanılan
ulusal sorunlar, başka etkenlerin yanında emperyalizmin
kışkırtmalarının da etkisiyle çatışma ve savaşlara
dönüşmüştür. AB tartışmaları, ‘Emeğin Avrupası’
palavraları, demokrasi beklentileri yanılsamaları
ile birlikte sorunun karmaşıklığı büyümüştür.
Doğal olarak TDH önemli bir anti-emperyalizm geleneğine
sahip olsa da, bu birikim ve gelenek bozulma,
başkalaşma eğilimi içinde olmuştur. Anti-emperyalizm
ve yurtseverlik yeniden tanımlanmak ihtiyacı içindedir.
Anti-emperyalizm, ne ABD, ne de AB karşıtlığı
ile tanımlanabilir. Emperyalizm, kapitalizmin
en yüksek aşamasıdır, ayrı bir üretim biçimi değildir.
İçinden geçtiğimiz yeni dönem bazılarının ileri
sürdüğü gibi ‘post kapitalizm’, ‘emperyalizmin
aşılması’, ‘demokrasi çağı’ vb değil, emperyalizmin
yeni bir tarihsel sürecidir. Emperyalizm, barış,
demokrasi vb. değil, savaş, ilhak, gericilik eğilimi
taşır. Reel sosyalizmin çözülmesi ve devrimci
kurtuluş savaşlarının gerilemesiyle, bu eğilim
daha da güçlenmiş, stratejik saldırılar yoğunlaşmıştır.
Anti-emperyalizm anti-kapitalizmden koparılamaz,
ulusal mücadele sınıfsal eksende ele alınmak zorundadır,
yurtseverlik emekçi karakterdedir. Anti-emperyalizm,
anti-ABD, veya anti-AB’cilikten daha geniş muhtevaya
sahiptir; ‘dış ilişki’ veya ‘dayanışma’dan öte,
devrim ve sosyalizmle birlikte ele alınmak zorundadır.
Sadece, örneğin ‘AB’ye hayır’ demek anlamlı değildir,
tutarlı bir anti-emperyalizm emperyalist dünya
sisteminin bütün boyutlarına ve sonuçlarına karşı
cepheden tavır almayı gerektirir. Bu bağlamda
neo liberal saldırılara, (özelleştirme, tarımın
tasfiyesi, tahkim vb.), emperyalizmin işbirlikçisi
egemen güçlere sınıfsal temelde cepheden tavır
almayı içerir. Kısacası, anti-emperyalizm salt
bir siyasi bağımsızlık sorunu olmaktan çok daha
geniş anlamlar kazanmıştır. Tutarlı anti-emperyalist
olmanın kaçınılmaz olarak giderek daha çok anti-kapitalist
olmayı da gerektirdiği açıktır. Bundan dolayı
anti-emperyalizmle sosyalizm arasındaki ilişki
eskiye nazaran çok daha güçlenmiştir.
Bu temelde bir anti-emperyalizm ve yurtseverlik,
kaba bir anti-ABD’cilikten, ‘ulusal devlet’ savunuculuğundan,
‘AB’ye hayır’ demekten, ‘Emeğin Avrupası’ ve başta
Kürt sorunu olmak üzere demokrasi beklentileri
içinde olmaktan vb. tümden farklıdır.
Toparlarsak; sol ve devrimci hareket bu temelde
yeniden harmanlanmaktadır. Kitle hareketinin zayıflığı,
kitle hareketi ile sosyalist hareket arasındaki
açının büyüklüğü bu saflaşma ve harmanlamayı zayıflatmaktadır.
Hatta tüm bunları doğrudan kesen değil, oldukça
karmaşık bir süreç, ilişkiler söz konusudur.
Sol ve devrimci hareketin ayrıştığı ve yeniden
harmanlandığı bütün noktalardan üç başlıca eğilimin
ortaya çıktığını ifade edebiliriz; birincisi,
postmodern liberal-reformist eğilimdir ve esas
olarak legal sol partilerde ifadesini bulmaktadır.
İkincisi, dogmatik, ülke ve dünyadaki nesnel ve
öznel dinamiklerin değişimini bütünlüklü olarak
kavramaktan ve sonuçlar çıkarmaktan uzak olan,
ancak temel bir takım devrimci söylemlerde ısrar
eden dogmatik devrimci eğilimdir. Üçüncüsü, devrimci
sosyalist hareketimizin de içinde yer aldığı,
daha da ötesi giderek belirgin bir yer tutmaya
başladığı, henüz küçük adımlarla ve arayışlar
biçiminde de olsa büyüyen devrimci yenilenme eğilimidir.
Devrimci sosyalizm, tüm bu karmaşa ve ayrışmada,
her sorunda doğru ve sağlam bir perspektifi devrimci
yenilenme zemininde geliştirmektedir. Ve daha
önemlisi, düne değil geleceğe yönünü dönerken,
yenilenme eylemini ana eksen olarak benimserken,
özetle işaret ettiğimiz bu birikime dayanır, onun
üzerinden yükselir. Bu birikim, Komünist Manifesto’dan
bu yana 150 yıllık devrimci sosyalist, 1920 TKP
kuruluşundan bu yana sosyalist hareketin ve 35
yıllık devrimci sosyalizmin kendi öz birikimini
içirir.
Devrimin ihtiyacına yanıt olamayanlar geride kalır.
Liberal ve dogmatik solun yanıt olamayacağı defalarca
kanıtlanmıştır. Devrimci yenilenme, devrim ve
sosyalizm için, her alanı kapsayan eylemdir. Devrimci
yanıtlar bu eylem üzerinden üretilecek, devrim
ve sosyalizm yürüyüşü büyütülecek, zafer koparılıp
alınacaktır.
|