Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

31. Sayı - Temmuz 2005

E. Yavaş

Neoliberal politikaların en önemli ayağı olan özelleştirme saldırısı bugünlerde Türkiye’nin en büyük kurumlarının yağmalanmasını gündemine almış durumda. Kamu sektörünün en kârlı ve en büyük işletmelerinin başına akbabalar gibi çöreklenmiş olan tekeller, tarihin en büyük soygununu gerçekleştiriyorlar. Bir yandan Ortadoğu’nun bankeri Hariri Ailesi Türk Telekom’u yok pahasına kapatmaya uğraşıyor, diğer yandan Tütün tekelleri TEKEL’e gözünü dikmiş halde... ve sonra TÜPRAŞ, ERDEMİR, Seydişehir Alüminyum geliyor.
Bütün bunların sanayi alanıyla sınırlı olmadığı da biliniyor. Özelleştirme, eğitimden, sağlıktan, kültüre yaşamın bütün alanlarını kapsayan geniş bir yelpazeye sahiptir. Bütün bunların hiçbiri birbirinden kopuk olgular değildir. Hepsinin tek hedefi, sermaye düzenine para akıtmaktır.
12 Eylül faşizmi ile önünü düzleyen sermaye, özelleştirme politikalarını Özal zamanında 1983’te başlattı. Özelleştirme politikalarının asıl amacı yeni-sömürge devletlerin kamu alanlarını emperyalist sermayenin işleyiş kurallarına (neoliberal politikalara) sonuna kadar açmaktır. Ticaretin tümüyle serbestleştirilmesi, sermayenin transferindeki kısıtlamaların kaldırılarak yeni-sömürge devletlerin uluslararası sermayenin sınırsız oyun alanı haline getirilmesi hedeflenmektedir.
1980’li yıllarda başlasa da aslında özelleştirme uygulamaları asıl ivmesini 1998 ve 2000 yıllarında kazanmıştır..

Özelleştirme Yalanları ve Gerçekler
Kuşkusuz bu süreç, büyük bir yalan ve demagoji kampanyasının eşliğinde yürütülmüş, olağanüstü bir medya bombardımanı altında emekçi kitlelerin zihni karmakarışık edilmeye çalışılmıştır.

Özelleştirme “Devletten Alıp Halka Vermektir”
Süreç boyunca en çok söylenen yalanlardan biri budur. Oysa bu, “kimin malının kime verildiği” sorusunun üstünü örtmektedir. Söz konusu kamu kurumları zaten halktan alınan aşırı vergilerle yaratılmıştır ve daha da önemlisi bu işlemlerden sonra halkın cebine tek bir kuruş bile girmemiştir. Özelleştirme sonucu sağlandığı iddia edilen gelir, tümüyle rantiyelerin ve hortumcuların cebine gitmiştir. Aynı süreçte 80 milyar dolardan fazla bir paranın sadece banka hortumcularıyla buharlaştığı resmi ağızlardan söylenmektedir. Örneğin 2003 bütçesinde personel harcamalarına ayrılan pay %20 iken, toplamın %45’i, yani 65,5 katrilyon rantiyeci ve faizcilere ayrılmıştır. Tüm ülkede yaratılan değerin sekizde birini üreten ve tüm vergilerin yüzde 30’unu ödeyen KİT’lerin hepsi satılsa bile elde edilen gelir, mevcut bütçe açığının ancak üçte birini kapatabilecektir. Ve üstelik bu yama sadece bir kez kullanılabilecektir. Yani kimse halka bir şey vermemekte, tersine bütün kaynaklar spekülatif sermaye havuzuna akıtılmaktadır.
Halka devredilme de tam bir safsatadır; devletin boşalttığı alanın uluslararası sermaye ve hatta bazı durumlarda düpedüz mafya tarafından doldurulduğu, çok değişik uygulamalar çerçevesinde tartışmasız bir biçimde ortaya çıkmıştır; üstelik Etibank örneğinde olduğu gibi daha sonra yeniden geri alınırken halkın soyulması ikinci kez gerçekleşmektedir.

“Özelleştirme Devletin Sırtındaki Kamburu Kaldıracaktır”
KİT’lerin zarar ederek devletin sırtında kambur oldukları da en kötü yalanlardan biridir. Öncelikle, bu kurumlardan büyük çoğunluğunun zarar ettiği doğru değildir, hatta TÜPRAŞ gibi bazıları Türkiye’nin en çok gelir getiren kurumlarıdır. “Zarar ediyor” gibi görünenlerin ise esasında “zarar ettirildiği” bilinmeyen şey değildir. Önce kurumları çökertmek, sonra da “yük olduğu” için peşkeş çekmek, tipik bir uygulamadır. Örneğin Avrupa’nın en pahalı elektriğini kullanan Seydişehir Eti Alüminyum tesisleri, kağıt üzerinde salt bu yüzden zarar ediyor görünmektedir; başka bazı alanlarda ise tek bir çivi bile çakılmadan kurumlar çürütülmekte, sonra da satılmaktadır. Kaldı ki özelleştirilen kurumların bazılarının “batık” olarak geri dönmesi sonucunda ortaya çıkan zarar inanılmaz boyutlardadır.

“Özelleştirme Yolsuzluğu Önleyecektir”
Devlet yönetiminin çürümüşlüğünden hareket ederek yapılan bu demagojinin geçersizliğini anlamak için hem devlete, hem de satın alanlara bakmak yeterlidir. Türkiye’nin bütün hırsızları KİT’lerin talibidir ve bunların çoğunun hırsızlığı devlet belgeleriyle kanıtlanmıştır. Dolayısıyla partizanlık, kayırıcılık, yolsuzluk, özel olarak devlet için değil, kapitalizmin tümü için geçerli kavramlardır.

“Özelleştirme Borç Yükünün Hafiflemesini Sağlar”
“Borç ödemek” özelleştirmenin gerekçeleri arasında çok sık sayılsa da aslında konuyla doğrudan bir ilgisi yoktur. Politikanın dayatıldığı ülkelerin borçlu ülkeler olduğu kesindir ve elbette böyle bir tahsilat amacı vardır ama esasen yeni bir ekonomik düzenin inşası için gerçekleştirilen uygulamaların borç ödeme açısından getirisi hiç de yüksek değildir. Bu sayımızda yayınlanan Petrol-İş röportajında çok açıkça görüleceği gibi örneğin TÜPRAŞ’ın 1-1,5 milyar dolar gibi bir rakama satılması yerine normal biçimde çalıştırılması halinde aslında daha çok borç ödenebilmektedir!

“Özelleştirme Verimlilik ve Yeni İş Alanları Sağlar”
Aşağıda bazı somut örneklerde göreceğimiz gibi safsatanın en zayıf yanı budur. Tersine özelleştirilen kurumlar çökmekte, büyük bölümü kapatılarak verimsizleşmektedir, ki istenen de zaten budur.
Yeni iş alanları konusunda ise herhalde en iyi yanıtı Özelleştirme İdaresi Başdenetçisi Nursel Öztürk vermektedir: “Türkiye’de özelleştirilen kuruluşlarla ilgili olarak iki uygulama dikkati çekmektedir.
Bunlardan birincisi kuruluşun sermaye miktarının nominal ve ödenmiş olarak önemli ölçüde arttırılması (ki bu durum KİT’lere daha önce işin gereği olan sermayenin tahsis edilmediği ve yetersiz sermaye ile çalışmak durumunda kaldıklarını göstermektedir), diğeri ise personel sayısındaki azalmadır. Özelleştirilen kuruluşta, özelleştirmeden sonra meydana gelen işçi azalmasının, mevcut istihdam fazlalığını azaltmanın yanısıra, maliyetleri düşürmek amacına yönelik olduğu, yüksek ücretli sendikalı işçilerin işten çıkarılarak, yerlerine asgari ücretli ve sendikasız işçilerin alındığı şeklindeki tespitlerden anlaşılmaktadır.”
Yani sorun, işçi fazlalığı azlığı değil, ücretleri düşürme ve ucuz işgücü sorunudur. Nitekim özelleştirilen işyerlerinde işten atılma oranı % 68.2, sendikasızlaştırma oranı ise % 72’dir.
Ayrıca elde edilen gelir açısından da “astarı yüzünden pahalı” denebilecek bir durum vardır. Öyle ki, toplam özelleştirme bilançosuna baktığımızda; 1985-2000 arasında toplam 9.5 milyar dolarlık özelleştirme yapılırken aynı dönemde özelleştirme uygulamaları çerçevesinde 9.2 milyar dolar kullanım/harcama gerçekleştirilmiştir. Yani olaya salt devlet bütçesi açısından baktığımızda bile neyin kazanıldığı neyin kaybedildiği açıklanamaz durumdadır.

Türkiye’den Özelleştirme Maceraları
Özelleştirmenin nasıl bir çapulculuk politikası olduğunu anlamak için yalnızca çok bilinen örnekleri şöyle bir anımsamak bile yeterlidir.

Sütün Tadı Nasıl Kaçtı?
Süt Endüstrisi Kurumu’nda (SEK) özelleştirme öncesinde 62.776 ton olan yıllık üretimin 25.650 tona düşmesi bu alandaki en çarpıcı örneklerden biridir. 1995’te özelleştirilen 31 adet SEK işletmesinden 16’sı 1999’da fiilen kapalıdır ve sadece 11 işletmede üretim artışı söz konusudur. Aynı süreçte 442 işçiden geriye yalnızca 144’ü kalabilmiştir. Ama SEK’te asıl önemli olan konu bu değildir; asıl önemlisi satışla birlikte SEK’in süt alım fiyatındaki belirleyici konumunun sona ermesi ve Nestle ile Danone’nin önünün açılmasıdır.

Et-Balık’ta Durum
Et-BalıkKurumu’nda (EBK) ise özelleştirme öncesi 33.560 tonluk yıllık üretim daha sonra 1.330 tona düşmesi son derece çarpıcıdır. İşçi sayısı ise 867’den 176’ya inmiştir. 10 et kombinasından 4’ü tamamen çökertilerek esas olarak 3’ü ayakta bırakılmıştır.

Orman Ürünleri ve Çöküş
1996 yılında özelleştirilen 8 ORÜS işletmesinde 1 yıl sonra işçi sayısı % 66 azalmış, aynı seçmeli yöntem orada da uygulanmıştır. Bugün bu işletmelerden sadece iki tanesi üretimini artırmış, geriye kalanlar tümüyle çökmüş durumdadır.

Sümerbank “Güzelleşti” mi?
1996 yılında özelleştirilen 7 Sümer Holding işletmesinde ise, özelleştirme sonrası personel sayısı % 35, iplik üretimi % 22, dokuma üretimi ise % 77 oranlarında azalmıştır. Sonuç olarak üretimi geliştirme iddiası bu örnekte de fiyasko olmuş tam tersine işletmelerin sistemi çökertilmiştir.

Uzan Ailesine Yapılan İyilikler
Uzan’lara yapılan güzellikler ise saymakla bitecek gibi değildir. Örneğin Uzan ailesine satılan Türkiye Otomotiv Endüstrisi’nin satış bedeli özelleştirmenin bir vaktinde 80 milyar lira iken aynı kurumun 238 dönümlük arazisinin değeri aynı yıl itibarıyla 800 milyar liradır. Üstelik TOE daha sonra Ziraat Bankası tarafından borcunu ödeyemeyen aileden yeniden devletleştirilmiştir!
Yine Uzan ailesinin Rumeli Holding’ine satılan Trabzon Çimento’nun satış bedeli 315 milyar lira iken bu işletmenin sadece arazi bedeli ise yaklaşık 2 trilyondur.

USAŞ’un Akıl Almaz Satışı
Bazı hallerde rakamlar dudak uçuklatacak kadar acaiptir. Örneğin Türkiye’deki KİT’lerin özelleştirme raporunu hazırlayan Amerikan Morgan Guaranty tarafından 64 milyon dolar değer biçilen USAŞ, İskandinavya Hava Yolları SAS’a sadece ve sadece 14.5 milyon dolara satılmıştır.

Elektrik Faciaları
En kârlı alanlardan biri olan elektrik üretimi ve dağıtımı ise tam bir yağmaya uğramıştır. İstanbul Anadolu yakası elektrik dağıtım işini yapmakta olan AKTAŞ örneği bunların en bilinenidir. TEK’in Îstanbul Anadolu Yakası 30 yıllığına tüm stokları ve çalışanlarıyla birlikte AKTAŞ’a sudan ucuza kiralanmış ve tam bir soygun düzeni başlamıştır. AKTAŞ, elektrik kullanan herkesten “sayaç parası’, ‘bakım parası’ diyerek milyarları toplamış, TEK’ten aldığı elektriği iki katından fazla bir fiyata satması bir yana, sonuçta TEK’e de devasa borçlar takmıştır.
Bu alanda özelleştirmenin en somut sonuçlarından bir diğeri de fahiş fiyatlardan elektrik satın alınması olmuştur. Uzan’ların pek ünlü ÇEAŞ’ı bir yana, Turgay Ciner’in Park Termik’i, Batık ABD firması Enron’un ortağı olduğu Trakya Elektrik, Gürbüz Çapan’ın kardeşi Günay Çapan’ın Doğa Elektriği, Şarık Tara’nın ENKA santralleri ülkeyi yıllardır soymaktadır. Ürettikleri enerjiyi, en az yüzde 45 kârla devlete satan santraller sayesinde, patronların cebi halkın paralarıyla dolmaktadır.

TELETAŞ Ayak Altından Nasıl Çekildi?
Şimdilerde TELEKOM pazarlanırken geçmişin TELETAŞ örneğini unutmamak gerekiyor. Fransız Alcatel-Bell 1993 yılında TELETAŞ’ın yüzde 65’inin sahibi durumuna geldiğinde, Alcatel yöneticilerinden biri “biz Teletaş’ı öldürmek için aldık. Asya pazarında ayağımıza basıyordu” demekteydi ve sonraları da bu kanıtlandı. Ayrıca firmanın Alcatel-Bell hakimiyetine girmesiyle, TELETAŞ, sahip olduğu özgün ürünlerinin tamamını kaybederken, artık dünya piyasasına hakim çokuluslu şirketlerden biri olan Alcatel’in küresel politikaları gereği, yeni ürün geliştirmekten çok, Alcatel’in geliştirdiği ürünlerin belli bir parçasını ya da yazılımlarını geliştiren bir AR-GE anlayışına tabi olmuştur.

POAŞ: Medyanın Gücü
POAŞ, 3 Mart 2000 tarihinde, yüzde 51 hisse için 725 trilyon TL’ye İş Bankası-Doğan Holding Ortak Girişim Gurubu’na satıldı. Bu arada kasadaki 204 trilyon TL. de bu ortaklığa devredilmiş oldu. Yani POAŞ’ı alanlar, peşin ödemek durumunda oldukları yüzde 40 oranındaki 504 milyon doların 378.5 milyon dolarını kasada buldular. Kalan üç yıllık taksitleri ise POAŞ’ın iki yıllık kârı, yani 1999 yılı kârı olan 113.7 trilyon ve 2000 yılındaki kâr karşılayacaktı. Üstelik POAŞ’ın satışından elde edilen para, hali hazırda POAŞ’ın elindeki gayri menkullerin üçte biri değerindeydi! Öyle ki, POAŞ’ın elindeki taşınmazların değeri bile tek başına 4 milyar doları buluyordu!
Ama onlar, Türkiye’nin efendileriydiler ve bu sorunları kolayca hallettiler; 7 ay sonra da ilk icraatları 1200 işçinin kapı önüne konulmasıydı.

Tarımın Yeni Patronları: Piyasayı Özelleştirip Kurum Çökertmek
Her zaman özelleştirme de gerekmiyor. Bazen, bir alanı emperyalist şirketlere açtığınızda da sorun çözülebiliyor. Örneğin Türkiye Zirai Donatım Kurumu 1983 yılında gübre pazarlamasında % 92lik oranı ile devlet tekeli iken, bu oran 1985’te % 89’a, 1987’de % 25’e, 1990’da % 17’ye, 1992’de % 15’e, 1995’te % 1’e inmiş ve 1996’da sıfırlanmıştır. Buna karşın 1996 yılında özel sektörün payı % 29 iken 1999 yılında % 36’ya çıkmış, Toros gübrenin pazar payı % 21’e yükselmiştir. Son derece net biçimde yapılan şey, kurumu değil alanı özelleştirmek ve böylece yine aynı sonuca ulaşmaktır. Yem sanayiinde olan da budur: Bu alanda kamu sektörünün 1958’te % 100 ve 1970’te % 31 olan pazar payı, 1990’da % 12’ye düşmüştür.

Terminatör Tohum ve TİGEM’in Çöküşü
Tohum alanı tarımdaki operasyonun en canalıcı noktasıdır. Bilindiği gibi Cargill türünden şirketler, GATT çerçevesinde oluşturulan TRIPS-Ticaretle İlişkili Fikri Mülkiyet Anlaşmasına dayandırarak gen teknolojili tohumların bu anlaşmaya girdiğini ileri sürmekte, bir defa ürün alınmış tohumlardan yeni tohum alınmasını istememekte ve çiftçilerin tohumluk ayırmasını engellemeye çalışmaktadır. Bunun bir gereği olarak Cargill ve Monsanto şirketleri, “Terminatör” denilen bir geni tohumlara aktararak verimli ürün alınmasını sağlamakta, ancak bu ürünlerden bir daha tohum alınamamaktadır. Cargill’in yağ üretimi için ayçiçeğine alternatif olarak Samsun ve ilçelerinde yerleştirmeye çalıştığı Kanola bitkisi de benzer özellikler taşımaktadır. Bütün bunlar ise tohum alanındaki tek kamu kurumu olan Tohumculuk ve Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) üzerinde koparılan fırtınaların ve özelleştirme girişimlerinin gerçek nedenidir.

Özelletirme Kazanılmış Bütün Sosyal Hakların Gasbedilmesi Demektir
Örnekler uzatılabilir ve gerçekten de çok uzun bir liste yapmak mümkündür. Ama bu kadarıyla bile görülen, tam bir hırsızlık ve talan manzarasıdır.
Sonuç olarak, neoliberalizm politikalarının bir neticesi olan özelleştirme, öncelikle işsizlik ve sendikasızlaştırma noktasında başat rol oynamaktadır. Bu durumu destekleyen en büyük güç ise doğal olarak kapitalizm tarafından yaratılmış olan işsiz işçilerdir. Sürekli büyüyen “işsizler ordusu” yedekte beklemektedir. Düşük ücret, sendikal ve sosyal haklardan mahrumiyet, yoğun sömürü ve her an kapının önüne konularak “işsizler ordusu”na eklenmek, yeni tip üretimin belkemiğini oluşturan esnek üretimin sonucudur. Özelleştirme, tam da bu sorunun derinleşmesi, sokakları yeni işsiz kitlelerinin doldurması anlamına gelmektedir. Üstelik artık yumuşatıcı mekanizmalar da çok kuvvetli değildir ve emperyalizme göbekten bağımlı olan TC’nin başına geçen bütün hükümetlerin yaptığı gibi AKP hükümeti de emekçilere karşı başka bir yol izlemiyor/izleyemez de. Tüm gücüyle emekçilerin emeğini, yarattıkları değerleri peşkeş çekmek için çalışıyorlar. İşten atmalar, bu bakımdan özelleştirmelerin bir devamı olarak devam edecektir ve etmektedir. Bu ise artık safların daha da netleşmeye başlaması anlamına gelmektedir. Ancak sorun, artık sadece özelleştirilen kurumlardaki işçilerin sorunu olmaktan da çıkmış ve bir bütün olarak halkın, emekçi ve yoksulların sorunu haline gelmiştir. Sonuç olarak özelleştirme, bütün diğer yeni politikalarla birlikte bir bütün oluşturmakta, dolayısıyla bütün emekçi kitlelerine topyekün bir saldırı anlamına gelmektedir.
Öyleyse, emekçilerin öfkesini devrimci sosyalist hareketin etrafında örgütlemek için bir adım daha ileri atmalıyız. Özelleştirme karşıtı mücadele devrimci sosyalizmin kesinlikle üzerinden atlayamayacağı bir alandır ve son derece ciddiye alınmalıdır. Kitlelerle buluşmak, onlarla birlikte, onlardan da öğrenerek yürümek devrimci sosyalizmin en vazgeçilmez niteliğidir.



 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul