Neoliberal politikaların en önemli ayağı olan
özelleştirme saldırısı bugünlerde Türkiye’nin
en büyük kurumlarının yağmalanmasını gündemine
almış durumda. Kamu sektörünün en kârlı ve en
büyük işletmelerinin başına akbabalar gibi çöreklenmiş
olan tekeller, tarihin en büyük soygununu gerçekleştiriyorlar.
Bir yandan Ortadoğu’nun bankeri Hariri Ailesi
Türk Telekom’u yok pahasına kapatmaya uğraşıyor,
diğer yandan Tütün tekelleri TEKEL’e gözünü dikmiş
halde... ve sonra TÜPRAŞ, ERDEMİR, Seydişehir
Alüminyum geliyor.
Bütün bunların sanayi alanıyla sınırlı olmadığı
da biliniyor. Özelleştirme, eğitimden, sağlıktan,
kültüre yaşamın bütün alanlarını kapsayan geniş
bir yelpazeye sahiptir. Bütün bunların hiçbiri
birbirinden kopuk olgular değildir. Hepsinin tek
hedefi, sermaye düzenine para akıtmaktır.
12 Eylül faşizmi ile önünü düzleyen sermaye, özelleştirme
politikalarını Özal zamanında 1983’te başlattı.
Özelleştirme politikalarının asıl amacı yeni-sömürge
devletlerin kamu alanlarını emperyalist sermayenin
işleyiş kurallarına (neoliberal politikalara)
sonuna kadar açmaktır. Ticaretin tümüyle serbestleştirilmesi,
sermayenin transferindeki kısıtlamaların kaldırılarak
yeni-sömürge devletlerin uluslararası sermayenin
sınırsız oyun alanı haline getirilmesi hedeflenmektedir.
1980’li yıllarda başlasa da aslında özelleştirme
uygulamaları asıl ivmesini 1998 ve 2000 yıllarında
kazanmıştır..
Özelleştirme Yalanları ve Gerçekler
Kuşkusuz bu süreç, büyük bir yalan ve demagoji
kampanyasının eşliğinde yürütülmüş, olağanüstü
bir medya bombardımanı altında emekçi kitlelerin
zihni karmakarışık edilmeye çalışılmıştır.
Özelleştirme “Devletten Alıp Halka Vermektir”
Süreç boyunca en çok söylenen yalanlardan biri
budur. Oysa bu, “kimin malının kime verildiği”
sorusunun üstünü örtmektedir. Söz konusu kamu
kurumları zaten halktan alınan aşırı vergilerle
yaratılmıştır ve daha da önemlisi bu işlemlerden
sonra halkın cebine tek bir kuruş bile girmemiştir.
Özelleştirme sonucu sağlandığı iddia edilen gelir,
tümüyle rantiyelerin ve hortumcuların cebine gitmiştir.
Aynı süreçte 80 milyar dolardan fazla bir paranın
sadece banka hortumcularıyla buharlaştığı resmi
ağızlardan söylenmektedir. Örneğin 2003 bütçesinde
personel harcamalarına ayrılan pay %20 iken, toplamın
%45’i, yani 65,5 katrilyon rantiyeci ve faizcilere
ayrılmıştır. Tüm ülkede yaratılan değerin sekizde
birini üreten ve tüm vergilerin yüzde 30’unu ödeyen
KİT’lerin hepsi satılsa bile elde edilen gelir,
mevcut bütçe açığının ancak üçte birini kapatabilecektir.
Ve üstelik bu yama sadece bir kez kullanılabilecektir.
Yani kimse halka bir şey vermemekte, tersine bütün
kaynaklar spekülatif sermaye havuzuna akıtılmaktadır.
Halka devredilme de tam bir safsatadır; devletin
boşalttığı alanın uluslararası sermaye ve hatta
bazı durumlarda düpedüz mafya tarafından doldurulduğu,
çok değişik uygulamalar çerçevesinde tartışmasız
bir biçimde ortaya çıkmıştır; üstelik Etibank
örneğinde olduğu gibi daha sonra yeniden geri
alınırken halkın soyulması ikinci kez gerçekleşmektedir.
“Özelleştirme Devletin Sırtındaki Kamburu
Kaldıracaktır”
KİT’lerin zarar ederek devletin sırtında kambur
oldukları da en kötü yalanlardan biridir. Öncelikle,
bu kurumlardan büyük çoğunluğunun zarar ettiği
doğru değildir, hatta TÜPRAŞ gibi bazıları Türkiye’nin
en çok gelir getiren kurumlarıdır. “Zarar ediyor”
gibi görünenlerin ise esasında “zarar ettirildiği”
bilinmeyen şey değildir. Önce kurumları çökertmek,
sonra da “yük olduğu” için peşkeş çekmek, tipik
bir uygulamadır. Örneğin Avrupa’nın en pahalı
elektriğini kullanan Seydişehir Eti Alüminyum
tesisleri, kağıt üzerinde salt bu yüzden zarar
ediyor görünmektedir; başka bazı alanlarda ise
tek bir çivi bile çakılmadan kurumlar çürütülmekte,
sonra da satılmaktadır. Kaldı ki özelleştirilen
kurumların bazılarının “batık” olarak geri dönmesi
sonucunda ortaya çıkan zarar inanılmaz boyutlardadır.
“Özelleştirme Yolsuzluğu Önleyecektir”
Devlet yönetiminin çürümüşlüğünden hareket ederek
yapılan bu demagojinin geçersizliğini anlamak
için hem devlete, hem de satın alanlara bakmak
yeterlidir. Türkiye’nin bütün hırsızları KİT’lerin
talibidir ve bunların çoğunun hırsızlığı devlet
belgeleriyle kanıtlanmıştır. Dolayısıyla partizanlık,
kayırıcılık, yolsuzluk, özel olarak devlet için
değil, kapitalizmin tümü için geçerli kavramlardır.
“Özelleştirme Borç Yükünün Hafiflemesini
Sağlar”
“Borç ödemek” özelleştirmenin gerekçeleri arasında
çok sık sayılsa da aslında konuyla doğrudan bir
ilgisi yoktur. Politikanın dayatıldığı ülkelerin
borçlu ülkeler olduğu kesindir ve elbette böyle
bir tahsilat amacı vardır ama esasen yeni bir
ekonomik düzenin inşası için gerçekleştirilen
uygulamaların borç ödeme açısından getirisi hiç
de yüksek değildir. Bu sayımızda yayınlanan Petrol-İş
röportajında çok açıkça görüleceği gibi örneğin
TÜPRAŞ’ın 1-1,5 milyar dolar gibi bir rakama satılması
yerine normal biçimde çalıştırılması halinde aslında
daha çok borç ödenebilmektedir!
“Özelleştirme Verimlilik ve Yeni İş Alanları
Sağlar”
Aşağıda bazı somut örneklerde göreceğimiz gibi
safsatanın en zayıf yanı budur. Tersine özelleştirilen
kurumlar çökmekte, büyük bölümü kapatılarak verimsizleşmektedir,
ki istenen de zaten budur.
Yeni iş alanları konusunda ise herhalde en iyi
yanıtı Özelleştirme İdaresi Başdenetçisi Nursel
Öztürk vermektedir: “Türkiye’de özelleştirilen
kuruluşlarla ilgili olarak iki uygulama dikkati
çekmektedir.
Bunlardan birincisi kuruluşun sermaye miktarının
nominal ve ödenmiş olarak önemli ölçüde arttırılması
(ki bu durum KİT’lere daha önce işin gereği olan
sermayenin tahsis edilmediği ve yetersiz sermaye
ile çalışmak durumunda kaldıklarını göstermektedir),
diğeri ise personel sayısındaki azalmadır. Özelleştirilen
kuruluşta, özelleştirmeden sonra meydana gelen
işçi azalmasının, mevcut istihdam fazlalığını
azaltmanın yanısıra, maliyetleri düşürmek amacına
yönelik olduğu, yüksek ücretli sendikalı işçilerin
işten çıkarılarak, yerlerine asgari ücretli ve
sendikasız işçilerin alındığı şeklindeki tespitlerden
anlaşılmaktadır.”
Yani sorun, işçi fazlalığı azlığı değil, ücretleri
düşürme ve ucuz işgücü sorunudur. Nitekim özelleştirilen
işyerlerinde işten atılma oranı % 68.2, sendikasızlaştırma
oranı ise % 72’dir.
Ayrıca elde edilen gelir açısından da “astarı
yüzünden pahalı” denebilecek bir durum vardır.
Öyle ki, toplam özelleştirme bilançosuna baktığımızda;
1985-2000 arasında toplam 9.5 milyar dolarlık
özelleştirme yapılırken aynı dönemde özelleştirme
uygulamaları çerçevesinde 9.2 milyar dolar kullanım/harcama
gerçekleştirilmiştir. Yani olaya salt devlet bütçesi
açısından baktığımızda bile neyin kazanıldığı
neyin kaybedildiği açıklanamaz durumdadır.
Türkiye’den Özelleştirme Maceraları
Özelleştirmenin nasıl bir çapulculuk politikası
olduğunu anlamak için yalnızca çok bilinen örnekleri
şöyle bir anımsamak bile yeterlidir.
Sütün Tadı Nasıl Kaçtı?
Süt Endüstrisi Kurumu’nda (SEK) özelleştirme öncesinde
62.776 ton olan yıllık üretimin 25.650 tona düşmesi
bu alandaki en çarpıcı örneklerden biridir. 1995’te
özelleştirilen 31 adet SEK işletmesinden 16’sı
1999’da fiilen kapalıdır ve sadece 11 işletmede
üretim artışı söz konusudur. Aynı süreçte 442
işçiden geriye yalnızca 144’ü kalabilmiştir. Ama
SEK’te asıl önemli olan konu bu değildir; asıl
önemlisi satışla birlikte SEK’in süt alım fiyatındaki
belirleyici konumunun sona ermesi ve Nestle ile
Danone’nin önünün açılmasıdır.
Et-Balık’ta Durum
Et-BalıkKurumu’nda (EBK) ise özelleştirme öncesi
33.560 tonluk yıllık üretim daha sonra 1.330 tona
düşmesi son derece çarpıcıdır. İşçi sayısı ise
867’den 176’ya inmiştir. 10 et kombinasından 4’ü
tamamen çökertilerek esas olarak 3’ü ayakta bırakılmıştır.
Orman Ürünleri ve Çöküş
1996 yılında özelleştirilen 8 ORÜS işletmesinde
1 yıl sonra işçi sayısı % 66 azalmış, aynı seçmeli
yöntem orada da uygulanmıştır. Bugün bu işletmelerden
sadece iki tanesi üretimini artırmış, geriye kalanlar
tümüyle çökmüş durumdadır.
Sümerbank “Güzelleşti” mi?
1996 yılında özelleştirilen 7 Sümer Holding işletmesinde
ise, özelleştirme sonrası personel sayısı % 35,
iplik üretimi % 22, dokuma üretimi ise % 77 oranlarında
azalmıştır. Sonuç olarak üretimi geliştirme iddiası
bu örnekte de fiyasko olmuş tam tersine işletmelerin
sistemi çökertilmiştir.
Uzan Ailesine Yapılan İyilikler
Uzan’lara yapılan güzellikler ise saymakla bitecek
gibi değildir. Örneğin Uzan ailesine satılan Türkiye
Otomotiv Endüstrisi’nin satış bedeli özelleştirmenin
bir vaktinde 80 milyar lira iken aynı kurumun
238 dönümlük arazisinin değeri aynı yıl itibarıyla
800 milyar liradır. Üstelik TOE daha sonra Ziraat
Bankası tarafından borcunu ödeyemeyen aileden
yeniden devletleştirilmiştir!
Yine Uzan ailesinin Rumeli Holding’ine satılan
Trabzon Çimento’nun satış bedeli 315 milyar lira
iken bu işletmenin sadece arazi bedeli ise yaklaşık
2 trilyondur.
USAŞ’un Akıl Almaz Satışı
Bazı hallerde rakamlar dudak uçuklatacak kadar
acaiptir. Örneğin Türkiye’deki KİT’lerin özelleştirme
raporunu hazırlayan Amerikan Morgan Guaranty tarafından
64 milyon dolar değer biçilen USAŞ, İskandinavya
Hava Yolları SAS’a sadece ve sadece 14.5 milyon
dolara satılmıştır.
Elektrik Faciaları
En kârlı alanlardan biri olan elektrik üretimi
ve dağıtımı ise tam bir yağmaya uğramıştır. İstanbul
Anadolu yakası elektrik dağıtım işini yapmakta
olan AKTAŞ örneği bunların en bilinenidir. TEK’in
Îstanbul Anadolu Yakası 30 yıllığına tüm stokları
ve çalışanlarıyla birlikte AKTAŞ’a sudan ucuza
kiralanmış ve tam bir soygun düzeni başlamıştır.
AKTAŞ, elektrik kullanan herkesten “sayaç parası’,
‘bakım parası’ diyerek milyarları toplamış, TEK’ten
aldığı elektriği iki katından fazla bir fiyata
satması bir yana, sonuçta TEK’e de devasa borçlar
takmıştır.
Bu alanda özelleştirmenin en somut sonuçlarından
bir diğeri de fahiş fiyatlardan elektrik satın
alınması olmuştur. Uzan’ların pek ünlü ÇEAŞ’ı
bir yana, Turgay Ciner’in Park Termik’i, Batık
ABD firması Enron’un ortağı olduğu Trakya Elektrik,
Gürbüz Çapan’ın kardeşi Günay Çapan’ın Doğa Elektriği,
Şarık Tara’nın ENKA santralleri ülkeyi yıllardır
soymaktadır. Ürettikleri enerjiyi, en az yüzde
45 kârla devlete satan santraller sayesinde, patronların
cebi halkın paralarıyla dolmaktadır.
TELETAŞ Ayak Altından Nasıl Çekildi?
Şimdilerde TELEKOM pazarlanırken geçmişin TELETAŞ
örneğini unutmamak gerekiyor. Fransız Alcatel-Bell
1993 yılında TELETAŞ’ın yüzde 65’inin sahibi durumuna
geldiğinde, Alcatel yöneticilerinden biri “biz
Teletaş’ı öldürmek için aldık. Asya pazarında
ayağımıza basıyordu” demekteydi ve sonraları da
bu kanıtlandı. Ayrıca firmanın Alcatel-Bell hakimiyetine
girmesiyle, TELETAŞ, sahip olduğu özgün ürünlerinin
tamamını kaybederken, artık dünya piyasasına hakim
çokuluslu şirketlerden biri olan Alcatel’in küresel
politikaları gereği, yeni ürün geliştirmekten
çok, Alcatel’in geliştirdiği ürünlerin belli bir
parçasını ya da yazılımlarını geliştiren bir AR-GE
anlayışına tabi olmuştur.
POAŞ: Medyanın Gücü
POAŞ, 3 Mart 2000 tarihinde, yüzde 51 hisse için
725 trilyon TL’ye İş Bankası-Doğan Holding Ortak
Girişim Gurubu’na satıldı. Bu arada kasadaki 204
trilyon TL. de bu ortaklığa devredilmiş oldu.
Yani POAŞ’ı alanlar, peşin ödemek durumunda oldukları
yüzde 40 oranındaki 504 milyon doların 378.5 milyon
dolarını kasada buldular. Kalan üç yıllık taksitleri
ise POAŞ’ın iki yıllık kârı, yani 1999 yılı kârı
olan 113.7 trilyon ve 2000 yılındaki kâr karşılayacaktı.
Üstelik POAŞ’ın satışından elde edilen para, hali
hazırda POAŞ’ın elindeki gayri menkullerin üçte
biri değerindeydi! Öyle ki, POAŞ’ın elindeki taşınmazların
değeri bile tek başına 4 milyar doları buluyordu!
Ama onlar, Türkiye’nin efendileriydiler ve bu
sorunları kolayca hallettiler; 7 ay sonra da ilk
icraatları 1200 işçinin kapı önüne konulmasıydı.
Tarımın Yeni Patronları: Piyasayı Özelleştirip
Kurum Çökertmek
Her zaman özelleştirme de gerekmiyor. Bazen, bir
alanı emperyalist şirketlere açtığınızda da sorun
çözülebiliyor. Örneğin Türkiye Zirai Donatım Kurumu
1983 yılında gübre pazarlamasında % 92lik oranı
ile devlet tekeli iken, bu oran 1985’te % 89’a,
1987’de % 25’e, 1990’da % 17’ye, 1992’de % 15’e,
1995’te % 1’e inmiş ve 1996’da sıfırlanmıştır.
Buna karşın 1996 yılında özel sektörün payı %
29 iken 1999 yılında % 36’ya çıkmış, Toros gübrenin
pazar payı % 21’e yükselmiştir. Son derece net
biçimde yapılan şey, kurumu değil alanı özelleştirmek
ve böylece yine aynı sonuca ulaşmaktır. Yem sanayiinde
olan da budur: Bu alanda kamu sektörünün 1958’te
% 100 ve 1970’te % 31 olan pazar payı, 1990’da
% 12’ye düşmüştür.
Terminatör Tohum ve TİGEM’in Çöküşü
Tohum alanı tarımdaki operasyonun en canalıcı
noktasıdır. Bilindiği gibi Cargill türünden şirketler,
GATT çerçevesinde oluşturulan TRIPS-Ticaretle
İlişkili Fikri Mülkiyet Anlaşmasına dayandırarak
gen teknolojili tohumların bu anlaşmaya girdiğini
ileri sürmekte, bir defa ürün alınmış tohumlardan
yeni tohum alınmasını istememekte ve çiftçilerin
tohumluk ayırmasını engellemeye çalışmaktadır.
Bunun bir gereği olarak Cargill ve Monsanto şirketleri,
“Terminatör” denilen bir geni tohumlara aktararak
verimli ürün alınmasını sağlamakta, ancak bu ürünlerden
bir daha tohum alınamamaktadır. Cargill’in yağ
üretimi için ayçiçeğine alternatif olarak Samsun
ve ilçelerinde yerleştirmeye çalıştığı Kanola
bitkisi de benzer özellikler taşımaktadır. Bütün
bunlar ise tohum alanındaki tek kamu kurumu olan
Tohumculuk ve Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü
(TİGEM) üzerinde koparılan fırtınaların ve özelleştirme
girişimlerinin gerçek nedenidir.
Özelletirme Kazanılmış Bütün Sosyal Hakların
Gasbedilmesi Demektir
Örnekler uzatılabilir ve gerçekten de çok uzun
bir liste yapmak mümkündür. Ama bu kadarıyla bile
görülen, tam bir hırsızlık ve talan manzarasıdır.
Sonuç olarak, neoliberalizm politikalarının bir
neticesi olan özelleştirme, öncelikle işsizlik
ve sendikasızlaştırma noktasında başat rol oynamaktadır.
Bu durumu destekleyen en büyük güç ise doğal olarak
kapitalizm tarafından yaratılmış olan işsiz işçilerdir.
Sürekli büyüyen “işsizler ordusu” yedekte beklemektedir.
Düşük ücret, sendikal ve sosyal haklardan mahrumiyet,
yoğun sömürü ve her an kapının önüne konularak
“işsizler ordusu”na eklenmek, yeni tip üretimin
belkemiğini oluşturan esnek üretimin sonucudur.
Özelleştirme, tam da bu sorunun derinleşmesi,
sokakları yeni işsiz kitlelerinin doldurması anlamına
gelmektedir. Üstelik artık yumuşatıcı mekanizmalar
da çok kuvvetli değildir ve emperyalizme göbekten
bağımlı olan TC’nin başına geçen bütün hükümetlerin
yaptığı gibi AKP hükümeti de emekçilere karşı
başka bir yol izlemiyor/izleyemez de. Tüm gücüyle
emekçilerin emeğini, yarattıkları değerleri peşkeş
çekmek için çalışıyorlar. İşten atmalar, bu bakımdan
özelleştirmelerin bir devamı olarak devam edecektir
ve etmektedir. Bu ise artık safların daha da netleşmeye
başlaması anlamına gelmektedir. Ancak sorun, artık
sadece özelleştirilen kurumlardaki işçilerin sorunu
olmaktan da çıkmış ve bir bütün olarak halkın,
emekçi ve yoksulların sorunu haline gelmiştir.
Sonuç olarak özelleştirme, bütün diğer yeni politikalarla
birlikte bir bütün oluşturmakta, dolayısıyla bütün
emekçi kitlelerine topyekün bir saldırı anlamına
gelmektedir.
Öyleyse, emekçilerin öfkesini devrimci sosyalist
hareketin etrafında örgütlemek için bir adım daha
ileri atmalıyız. Özelleştirme karşıtı mücadele
devrimci sosyalizmin kesinlikle üzerinden atlayamayacağı
bir alandır ve son derece ciddiye alınmalıdır.
Kitlelerle buluşmak, onlarla birlikte, onlardan
da öğrenerek yürümek devrimci sosyalizmin en vazgeçilmez
niteliğidir.
|