Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

31. Sayı - Temmuz 2005

E. Toros

Kavramsal Çerçeve
Yeni tarihsel süreçte emperyalist-kapitalist sistemin saldırı politikalarından biri olarak özelleştirme, kuşkusuz kavramsal açıdan da özgün bir yan taşımaktadır. Bizzat kendisi üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulu olan kapitalizmin buna rağmen böyle bir kavramlaştırma ihtiyacı duyması gerçekten de ilginçtir. Bu kadarlık bir düşünme ile dahi “özelleştirme”nin kapitalizmin klasik özel mülk kavramından başka ve daha ötede bir anlam ifade ettiği sonucuna kolayca varabiliriz.
Çok genel olarak, özelleştirme (privatization) sözcüğü: “Özel hale getirmek, sınai veya ticari hayattaki denetim ve mülkiyeti, kamu kesiminden özel kesime aktarmak” olarak tanımlanmıştır. Özelleştirme ilk defa 1979 yılında İngiltere’de Muhafazakar Partinin seçim manifestosunda yer almış, ilk özelleştirme uygulamaları da (Şili hariç tutulacak olursa) yine İngiltere’de Muhafazakar Parti döneminde gerçekleştirilmiştir. Daha sonra Kasım 1980’de ABD’de başkanlık seçimlerinin Ronald Reagan tarafından kazanılması ile uygulama dünyaya ihraç edilir hale gelmiştir.
Özelleştirme dar anlamıyla, “mülkiyeti ve yönetimi kamuya ait olan iktisadi üretim birimlerinin özel sektöre devri” olarak tanımlanmaktadır. Bu devir, genel olarak ya iktisadi birime ait hisse senetlerinin halka arzı yoluyla ya da iktisadi birimin bir bütün olarak (blok satış) kişi ya da kurumlara satışıyla gerçekleşmektedir. Bu çerçevede, tarihin çeşitli dönemlerinde hemen her ülkede, kamu mülkiyetindeki birimlerin, özel sektöre devri söz konusu olduğu halde, bu uygulamalardan hiçbiri “özelleştirme” olarak adlandırılmamıştır. Burada, deyim yerindeyse “özel” bir durum vardır. Özelleştirme, basit bir mülkiyet veya yönetim transferinin ötesinde, bütün bir iktisadi organizasyonu, tam bir kapitalist yağma mantığına göre işleyen yapıya kavuşturmak ve bunun için gerekli dönüşümü sağlamaktır. Bütün bu unsurlar ise özelleştirmenin geniş anlamda tanımında yer almaktadır.
Geniş anlamda özelleştirmede, mülkiyet devrinin yanı sıra, bu tür kuruluşların özel kesime kiralanması, kamu kesimi tarafından üretilen mal ve hizmetlerin finansmanının özel kesimce sağlanması, yönetimin özel kesime devri, mal ve hizmet üretimindeki kamusal tekellerin kaldırılması ve kurumsal serbestleşme de özelleştirme kavramı içinde yer almaktadır.
Bu çerçeve içinde özelleştirme bir bütün olarak “devletin iktisadi faaliyetlerinin sınırlandırılmasını” ve ekonomide “piyasa güçlerinin etkili kılınmasını” ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Ki bu durum, doğal olarak sosyal alanları da kapsamakta, her düzeydeki sosyal kurumların, eğitim, sağlık gibi hizmetlerin tamamen ticarileştirilmesi anlamını ifade etmektedir.
Bir anlamda bu, kapitalizmin aslında en saf ve en vahşi haline dönüşüdür; zaten kavramın özgün yanı da budur; geçtiğimiz yüzyıl içersinde bir dizi sosyal-siyasal zorlanma ile kendi “özel” doğasına aslında pek uygun düşmeyen uygulamalara katlanan kapitalizm, şimdi alternatif sistemin yokluğu ve sosyalizmin gerilemesi koşullarında bir anlamda aslına dönmekte, tipik Darvinci “altta kalanın canı çıksın” düzenini kurmaktadır.

Yeni Sürecin Başat Politikası
Çok kısaca özetlenirse eğer, emperyalist kapitalizmin 1970’lerde içine girdiği bunalımı yönetmek amacıyla 1980’lerin başından itibaren uygulamaya başladığı yeniden yapılanma programının önemli bir ayağını oluşturan neoliberal ekonomi politikası, sermayenin ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sürecini kolaylaştırmaya yöneliktir.
Neo-liberalizm temel ekseni uluslararası mali sermayenin çıkarlarının korunması amacını güden, emperyalist ve yeni sömürgelerdeki emekçilere dönük bir saldırıdır. Bu politika, mali sermaye ve onun örgütleri olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü ile işbirliği halindeki yeni sömürgeci ya da emperyalist devletlerin egemenliği altındaki bloklar eliyle ( bir iki istisna dışında, Küba, Kuzey Kore vb.) kapitalist dünyanın tamamına uygulanmaktadır.
Kapitalizmin 1970’lerden bu yana hızlı bir şekilde gelişmekte olan global krizi, genel olarak yatırım olanaklarını, ama daha da önemlisi üretken yatırım olanaklarını büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucunda, esas dayanağı dış borçlar olarak, uluslararası tefecilik ve spekülasyon alanlarında yatırıma yönelme eğilimi gelişmiştir. Geçen onyıllarda uluslararası spekülatif pazarın ve dış borçların artışı bu şekilde gerçekleşmiştir. Böylelikle, yeni-sömürge ve bağımlı ülkelerin uluslararası mali sermayeye ekonomik bağımlılık ilişkileri güçlendirilmiştir.
Spekülatif yatırımlara yönelme eğiliminin gelişmesinin en iyi kanıtını, 1993 yılında uluslararası mali sermayenin yüzde 60’ının spekülatif sermayeye bağlanması olayında görebiliriz. Bu durum, sermayenin büyük ölçüde tahrip olması sürecini ifade eden krizlerin yanında, spekülatif sermayenin sanayi yatırımların önüne geçtiğini gösterir.
Neoliberal politikalar, günümüz koşullarında mali sermayenin dünya ölçeğinde üretken ve üretken olmayan yatırımlarına alan yaratmak için düzenlenmiştir. IMF programları, yabancı sermaye yatırımlarını teşvik edici özel tedbirlerin uygulanmasını; yabancı sermaye girişi üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını; sermaye sahibi ülkeye geri dönecek kar oranlarının arttırılması ya da devletlerin bu alanda zaman zaman uyguladıkları denetimin kaldırılmasını; serbest bölgelerin, ‘vergi sığınakları’nın oluşturulması ve genişletilmesi ve sermayenin gittiği ülkedeki işçi sınıfının vahşice sömürüsünün yaygınlaştırılmasını; genelde kar ve gümrük vergilerinden muafiyeti; ve doğrudan dış yatırımlar lehine yasaların düzenlenmesini içerir. Bu koşullarda, sermaye ihracı eğiliminin hayata geçirilmesinin olanakları genişletilmiş olur.
Mali sermaye, sermaye ihracı olanaklarını genişletmek için, devlet bürokrasisine kıyasla etkinlik açısından pazarın üstünlüğü sloganı altında, devlet işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini teşvik ve talep eder. Kelimenin tam anlamıyla bu, finans sermayenin hareket alanının genişletilmesi ve özel işletmeciliği kolaylaştıracak devlet sektörlerinin devredilmesini talep etmek anlamına gelir.
Bu politika uyarınca devlet işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin daha etkin kılınacağı demogojisi eşliğinde gerçekleşen özelleştirme, metropollerde ve yeni-sömürgelerde devlet işletmelerinin haraç-mezat satışına dönüştürülmüş ve kamu hizmetlerini daha pahalı ve azınlığa hitab eder bir hale getirerek eğitim ve sağlık gibi temel insan haklarını metalaştırmıştır. Bütün bunlar olurken gümrük duvarları kaldırılarak değişim ilişkilerindeki eşitsizlik emperyalist ülkeler lehine daha fazla arttırılmıştır. Böylelikle bağımlı ülkeler açısından eşit olmayan uluslararası pazarda, rekabet etme olasılığı ortadan kaldırılırken, emperyalist ülkeler açısından da rekabet edebilmelerinin koşulları avantajlı kılınmıştır. Bağımlı ve yeni-sömürge ülkeler açısından temel sorunu teşkil etmesine rağmen, bu politika tarafından desteklenen dış borçlar büyümeye devam etmektedir.

Özelleştirme: Bir İdeolojik Saldırı
Şüphesiz bu alandaki en büyük yanılgı, özelleştirmeyi salt iktisadi bir işlem olarak görmek ve onun arkasındaki ideolojik-politik saldırıyı algılamamaktır. Oysa, özelleştirme politikalarının asıl özü, bir dönem reel sosyalizmin dünyadaki varlığının yanında işçi sınıfının örgütlü gücünün de basıncı altına giren ve zorunlu olarak “sosyal devlet” gibi uygulamalara yönelen kapitalizmin şimdi ideolojik bir adım atması ve emekçiler dünyasına karşı savaş ilan etmesidir. Bu, gerçek bir savaş ilanıdır. Postmodernizm dahil bütün ideolojik-kültürel araçlarla desteklenen bu saldırı, kendisine hedef olarak sosyalizmin ve işçi sınıfının kazanımlarını seçmiş, bu bağlamda neredeyse K ve S harfleriyle başlayan her şeyi yıkmaya karar vermiştir: Kamu, Sosyal, vb....
Sınıfı parçalayıp çıplak ve yalnız bireyi yaratmak isteyen, toplu davranışları parçalayıp bireye koşulsuz teslim oluşu dayatan, kurtuluş teorilerini geçersiz ilan edip kapitalizmi sonsuz ve sınırsız insanlık düzeni olarak kutsayan kapitalizm, ekonomik alanda da bir yandan üretimin işleyişini parçalarken diğer yandan da şöyle ya da böyle “kamusallığı”, “toplumsallığı” anımsatan her ne varsa ezip geçmek istemektedir. Yani bir kamu işletmesinin yağmalanması sadece o kurumun ucuz yolla elde edilip kullanılması anlamına gelmemekte, aynı zamanda burjuvazi için politik bir zafer anlamını da taşımaktadır.
Dolayısıyla, süreci sadece bir kâr sağlama mantığı içersinde değerlendirmek doğru değildir.

Devletin Küçültülmesi: Kocaman Bir Yalan
Öte yandan böylece ekonomide ve günlük hayatta devletin küçültüldüğü ve böylece halkın yaşamının kolaylaştırıldığı da kocaman bir yalandan ibarettir. Neoliberal politikalar nedeniyle büyük ulusal ve sosyal sorunların derinleşmesine bağlı sosyal çatışmaların artışıyla istikrarı etkilenen kapitalist düzeni güvence altına almanın araçları olarak devletler eskisinden çok daha fazla düzeyde güçlü hale getirilmiş, 1990’ların başında çok kısa bir süre duraklayan ekonominin militarizasyonu yeniden hız kazanmaya başlamıştır. Bütün kapitalist ülkelerde faşist yada ona çok yakın, faşizan denilebilecek uygulamalar devlet politikaları haline gelmiştir. Klasik anlamda burjuva demokrasilerinin varlığı bugün için tartışmalıdır.
Emperyalist- kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinde uyguladığı, temel saldırı araçlarından biri olan neoliberal politikaların amacı , yeni sömürgeleri sermayenin aktığı havuz, ucuz hammadde kaynağı, yüksek teknolojiye sahip üretim araçlarıyla üretilen dayanıklı, dayanıksız tüketim mallarının, fahiş fiyatlara satıldığı pazarlar olarak kullandığı alanlara dönüştürmektir. Bu saldırı politikalarının sonucunda genel krizin faturaları yeni sömürgelere kesiliyor, böylece sürekli bulunan milli kriz daha fazla derinleşiyor. Öte yandan, bunun bir sonucu olarak neoliberalizm, sınıf mücadelesini ve siyasi istikrarsızlığı hızlandırıcı bir rol oynuyor. Çünkü neoliberal saldırı politikaları, işçilerin ve dünya halklarının yoksulluk seviyelerinin katlanarak artmasına, onları kapitalist sömürünün vahşi ve doymak bilmez karakterine, bu politikaların uygulanmasına karşı direnişe geçmeye zorluyor.
İşgücü pazarını daha esnek hale getirmek ve kapitalist uluslararası tekellerin dış yatırım ve ihraç mallarının girişini kolaylaştırmak için yeni sömürgelerdeki faşist devletleri her anlamda destekliyor ve işbirlikçi faşist yönetimleri iktidara getiriyorlar . Bu arada emperyalist ülkeler, global çatışmada kendileri için daha iyi koşulları güvence altına almak istiyor kendi konumlarını sağlamlaştırıyorlar.
Yani kolayca görülebildiği gibi, özelleştirme ekonomiden devletin elinin çekilmesi anlamına gelmiyor; çünkü birincisi, sanıldığı gibi “her şey” satılmıyor, sistemi düzenleyen temel kurumların, kapitalist devlet mekanizmasının elinde kalması korunuyor; ikincisi, böylece devlet gerektiğinde her şeyi düzenleyerek kâr oranlarını riskten kurtarma, tekelleri koruma imkânlarını muhafaza ediyor. Politikada ve günlük hayatta ise, tersine devletin şiddet aygıtı daha konsantre edilerek geliştiriliyor, sistematik biçimde büyütülüyor.

“İyi Özelleştirme” Var mı?
Bütün bunları görmemek ve olaylara salt iktisatçı gözüyle bakmak, çoğu kez “özelleştirmenin iyisi-kötüsü” gibi safdil tartışmalara yol açıyor. Rakamsal sonuçlarına bakıp kâr edenleri iyi, kâr etmeyenleri kötü özelleştirme olarak görmek tipik bir kapitalist işletmeci mantığıdır.
Çünkü her şeyden önce, üretim kapasitesini değil kâr oranını ele almak doğru bir ölçüt değildir. Koca bir işletmenin %90’ını tasfiye edip geriye kalan %10’unda ucuz emekle yüksek kâr oranı elde ettiğinizde, bu kapitalist işletmecilik açısından “başarı” sayılabilir belki ama, ekonomi bakımından tam bir çöküntüdür. Ama zaten neoliberal politikanın özü de işte tam bu çöküntüyü yaratmak ve spekülatif sermayenin önünü açmaktır. Doğal olarak yeni-sömürgelerin çürümüş ahlaki dünyasında tam bir çapul harekatı olarak yürütülen özelleştirmelerin sonuçları, çoğu kez normal kâr ölçütleri açısından da tam bir skandaldır; düpedüz hırsızlık anlamını taşıyan ihaleler mafyatik yollarla düzenlenmekte ve kapkaççı uygulamalar ağırlık kazanmaktadır. Sadece Türkiye’de değil, en tipik örnek olarak Rusya gibi eski reel sosyalist ülkelerde kamu kurumlarının doğrudan mafya kartellerine geçtiği bilinmeyen şey değildir.
Ama durumun tam olarak böyle olmadığı hallerde de “iyi huylu” bir özelleştirmeden söz edilemez. Çünkü bir bütün olarak yapılan şey, ekonominin temel sektörlerinin çökertilmesinin yanında, emekçilerin kazanılmış haklarının imhası ve vahşi bir düzenin kurulmasıdır.
Bütün özelleştirmelerin en tipik özelliği toplu işten çıkarmalardır. İşçi sınıfının kazanılmış haklarını topyekün ortadan kaldırmak ve işletmeleri esnek üretime uygun hale getirmek için izlenen başlıca yol işten atmalardır. Bunun şu ya da bu ölçüde yapılmadığı yerlerde hakların hızla budanması, yaşam ve çalışma koşullarının sert biçimde kötüleşmesi özelleştirme uygulamalarının tipik sonuçlarıdır. Bu durum mevcut kapitalist işleyiş içinde aynı zamanda doğaldır da... Patron konumundaki devlet yöneticilerinin ve iktidar partilerinin belirli doplumsal dengeleri koruma kaygısı ile sınırlı ölçülerde gerçekleştirdikleri saldırı, özelleştirmeyle birlikte dizginsiz siçimde gerçekleşmektedir. İşletmeyi devralan kapitalist, azami kâr güdüsüyle, doğal olarak saldırıya geçmekte, milyonlarca işsizin bulunduğu koşullarda kazanılmış haklarla ve ücretlerle işçi çalıştırmayı kabul etmemektedir. İşten çıkarmaların ardından aynı işçiler ya da yeni işçiler çok daha düşük ücretlerle ve vahşi çalışma koşullarıyla işe alınmaktadırlar.
Bu nedenledir ki, işçinin haklarının korunduğu bir özelleştirme olamaz. İyi bir özelleştirme salt bu nedenle değil, pek çok nedenden ötürü de olamaz. İşletmeleri ciddi yolsuzluklar yoluyla adeta yağmalama mantığıylüa devralan burjuvaların önemli bir bölümü bu işletmelerin artık büyük bir rant kaynağı haline gelmiş arazileriyle ilgilenmekte, çoğu örnekte görüldüğü üzere alınan işletmeler kısa sürede kapatılmakta, yüzlerce, binlerce işçi işsizler ordusunun saflarına gönderilmekte, bir üretim birimi yok edilmekte, işletmelerin arazisi ise arsa spekülasyonu yoluyla işletmenin değerinin birkaç misli fiyata satılmaktadır. Böylece özelleştirme macerası basit bir arsa spekülasyonu olarak son bulmaktadır.
Sonuç olarak, soruna bütünsel bir çerçeveden bakılmalı, neoliberal saldırının pir parçası olan özelleştirme, bu genel politikanın içinde değerlendirilmelidir. Ne yalnızca işten atılmalar, ne yerel kaynakların emperyalistlere peşkeş çekilmesi, ne mafyatik uygulamalar sorunun bütün cephelerini ifade etmektedir. Yapılan şey, bunun ötesinde, esnek üretim yoluyla sürecin parçalanmasından sosyal alanların yağmalanmasına, kitlelerin yaşamının çürütülmesinden “düşük yoğunluklu çatışma” ve “düşük yoğunluklu demokrasi” konseptlerine dek, bütünlüklü bir restorasyondur. Devrimci sosyalistlerin görevi ise hem tek tek uygulamalar üzerinden hem de genel toplam açısından bütün bu politikalara cepheden bir karşı duruş ortaya koymak, kitlelerle birlikte, onları örgütleyerek bir direniş cephesi inşa etmektir.
Bu bağlamda özelleştirme politikalarına ve uygulamalarına basit bir yağma ve işçi haklarının gaspı durumunun ötesinde kapitalist restorasyonun vahşi uygulaması olarak bakılarak buna karşı direnişin bütün boyutları düşünülerek örülmesi gereklidir. Özelleştirmeye karşı direniş, neoliberalizme, emperyalizme, emperyalizmin yeni süreçteki politikalarına karşı topyekün direnişin önemli bir bileşeni olarak ele alınmalıdır.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul