Kavramsal Çerçeve
Yeni tarihsel süreçte emperyalist-kapitalist sistemin
saldırı politikalarından biri olarak özelleştirme,
kuşkusuz kavramsal açıdan da özgün bir yan taşımaktadır.
Bizzat kendisi üretim araçlarının özel mülkiyeti
üzerine kurulu olan kapitalizmin buna rağmen böyle
bir kavramlaştırma ihtiyacı duyması gerçekten
de ilginçtir. Bu kadarlık bir düşünme ile dahi
“özelleştirme”nin kapitalizmin klasik özel mülk
kavramından başka ve daha ötede bir anlam ifade
ettiği sonucuna kolayca varabiliriz.
Çok genel olarak, özelleştirme (privatization)
sözcüğü: “Özel hale getirmek, sınai veya ticari
hayattaki denetim ve mülkiyeti, kamu kesiminden
özel kesime aktarmak” olarak tanımlanmıştır. Özelleştirme
ilk defa 1979 yılında İngiltere’de Muhafazakar
Partinin seçim manifestosunda yer almış, ilk özelleştirme
uygulamaları da (Şili hariç tutulacak olursa)
yine İngiltere’de Muhafazakar Parti döneminde
gerçekleştirilmiştir. Daha sonra Kasım 1980’de
ABD’de başkanlık seçimlerinin Ronald Reagan tarafından
kazanılması ile uygulama dünyaya ihraç edilir
hale gelmiştir.
Özelleştirme dar anlamıyla, “mülkiyeti ve yönetimi
kamuya ait olan iktisadi üretim birimlerinin özel
sektöre devri” olarak tanımlanmaktadır. Bu devir,
genel olarak ya iktisadi birime ait hisse senetlerinin
halka arzı yoluyla ya da iktisadi birimin bir
bütün olarak (blok satış) kişi ya da kurumlara
satışıyla gerçekleşmektedir. Bu çerçevede, tarihin
çeşitli dönemlerinde hemen her ülkede, kamu mülkiyetindeki
birimlerin, özel sektöre devri söz konusu olduğu
halde, bu uygulamalardan hiçbiri “özelleştirme”
olarak adlandırılmamıştır. Burada, deyim yerindeyse
“özel” bir durum vardır. Özelleştirme, basit bir
mülkiyet veya yönetim transferinin ötesinde, bütün
bir iktisadi organizasyonu, tam bir kapitalist
yağma mantığına göre işleyen yapıya kavuşturmak
ve bunun için gerekli dönüşümü sağlamaktır. Bütün
bu unsurlar ise özelleştirmenin geniş anlamda
tanımında yer almaktadır.
Geniş anlamda özelleştirmede, mülkiyet devrinin
yanı sıra, bu tür kuruluşların özel kesime kiralanması,
kamu kesimi tarafından üretilen mal ve hizmetlerin
finansmanının özel kesimce sağlanması, yönetimin
özel kesime devri, mal ve hizmet üretimindeki
kamusal tekellerin kaldırılması ve kurumsal serbestleşme
de özelleştirme kavramı içinde yer almaktadır.
Bu çerçeve içinde özelleştirme bir bütün olarak
“devletin iktisadi faaliyetlerinin sınırlandırılmasını”
ve ekonomide “piyasa güçlerinin etkili kılınmasını”
ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ki bu durum, doğal olarak sosyal alanları da kapsamakta,
her düzeydeki sosyal kurumların, eğitim, sağlık
gibi hizmetlerin tamamen ticarileştirilmesi anlamını
ifade etmektedir.
Bir anlamda bu, kapitalizmin aslında en saf ve
en vahşi haline dönüşüdür; zaten kavramın özgün
yanı da budur; geçtiğimiz yüzyıl içersinde bir
dizi sosyal-siyasal zorlanma ile kendi “özel”
doğasına aslında pek uygun düşmeyen uygulamalara
katlanan kapitalizm, şimdi alternatif sistemin
yokluğu ve sosyalizmin gerilemesi koşullarında
bir anlamda aslına dönmekte, tipik Darvinci “altta
kalanın canı çıksın” düzenini kurmaktadır.
Yeni Sürecin Başat Politikası
Çok kısaca özetlenirse eğer, emperyalist kapitalizmin
1970’lerde içine girdiği bunalımı yönetmek amacıyla
1980’lerin başından itibaren uygulamaya başladığı
yeniden yapılanma programının önemli bir ayağını
oluşturan neoliberal ekonomi politikası, sermayenin
ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sürecini
kolaylaştırmaya yöneliktir.
Neo-liberalizm temel ekseni uluslararası mali
sermayenin çıkarlarının korunması amacını güden,
emperyalist ve yeni sömürgelerdeki emekçilere
dönük bir saldırıdır. Bu politika, mali sermaye
ve onun örgütleri olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya
Ticaret Örgütü ile işbirliği halindeki yeni sömürgeci
ya da emperyalist devletlerin egemenliği altındaki
bloklar eliyle ( bir iki istisna dışında, Küba,
Kuzey Kore vb.) kapitalist dünyanın tamamına uygulanmaktadır.
Kapitalizmin 1970’lerden bu yana hızlı bir şekilde
gelişmekte olan global krizi, genel olarak yatırım
olanaklarını, ama daha da önemlisi üretken yatırım
olanaklarını büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucunda,
esas dayanağı dış borçlar olarak, uluslararası
tefecilik ve spekülasyon alanlarında yatırıma
yönelme eğilimi gelişmiştir. Geçen onyıllarda
uluslararası spekülatif pazarın ve dış borçların
artışı bu şekilde gerçekleşmiştir. Böylelikle,
yeni-sömürge ve bağımlı ülkelerin uluslararası
mali sermayeye ekonomik bağımlılık ilişkileri
güçlendirilmiştir.
Spekülatif yatırımlara yönelme eğiliminin gelişmesinin
en iyi kanıtını, 1993 yılında uluslararası mali
sermayenin yüzde 60’ının spekülatif sermayeye
bağlanması olayında görebiliriz. Bu durum, sermayenin
büyük ölçüde tahrip olması sürecini ifade eden
krizlerin yanında, spekülatif sermayenin sanayi
yatırımların önüne geçtiğini gösterir.
Neoliberal politikalar, günümüz koşullarında mali
sermayenin dünya ölçeğinde üretken ve üretken
olmayan yatırımlarına alan yaratmak için düzenlenmiştir.
IMF programları, yabancı sermaye yatırımlarını
teşvik edici özel tedbirlerin uygulanmasını; yabancı
sermaye girişi üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını;
sermaye sahibi ülkeye geri dönecek kar oranlarının
arttırılması ya da devletlerin bu alanda zaman
zaman uyguladıkları denetimin kaldırılmasını;
serbest bölgelerin, ‘vergi sığınakları’nın oluşturulması
ve genişletilmesi ve sermayenin gittiği ülkedeki
işçi sınıfının vahşice sömürüsünün yaygınlaştırılmasını;
genelde kar ve gümrük vergilerinden muafiyeti;
ve doğrudan dış yatırımlar lehine yasaların düzenlenmesini
içerir. Bu koşullarda, sermaye ihracı eğiliminin
hayata geçirilmesinin olanakları genişletilmiş
olur.
Mali sermaye, sermaye ihracı olanaklarını genişletmek
için, devlet bürokrasisine kıyasla etkinlik açısından
pazarın üstünlüğü sloganı altında, devlet işletmelerinin
ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini teşvik
ve talep eder. Kelimenin tam anlamıyla bu, finans
sermayenin hareket alanının genişletilmesi ve
özel işletmeciliği kolaylaştıracak devlet sektörlerinin
devredilmesini talep etmek anlamına gelir.
Bu politika uyarınca devlet işletmelerinin ve
kamu hizmetlerinin daha etkin kılınacağı demogojisi
eşliğinde gerçekleşen özelleştirme, metropollerde
ve yeni-sömürgelerde devlet işletmelerinin haraç-mezat
satışına dönüştürülmüş ve kamu hizmetlerini daha
pahalı ve azınlığa hitab eder bir hale getirerek
eğitim ve sağlık gibi temel insan haklarını metalaştırmıştır.
Bütün bunlar olurken gümrük duvarları kaldırılarak
değişim ilişkilerindeki eşitsizlik emperyalist
ülkeler lehine daha fazla arttırılmıştır. Böylelikle
bağımlı ülkeler açısından eşit olmayan uluslararası
pazarda, rekabet etme olasılığı ortadan kaldırılırken,
emperyalist ülkeler açısından da rekabet edebilmelerinin
koşulları avantajlı kılınmıştır. Bağımlı ve yeni-sömürge
ülkeler açısından temel sorunu teşkil etmesine
rağmen, bu politika tarafından desteklenen dış
borçlar büyümeye devam etmektedir.
Özelleştirme: Bir İdeolojik Saldırı
Şüphesiz bu alandaki en büyük yanılgı, özelleştirmeyi
salt iktisadi bir işlem olarak görmek ve onun
arkasındaki ideolojik-politik saldırıyı algılamamaktır.
Oysa, özelleştirme politikalarının asıl özü, bir
dönem reel sosyalizmin dünyadaki varlığının yanında
işçi sınıfının örgütlü gücünün de basıncı altına
giren ve zorunlu olarak “sosyal devlet” gibi uygulamalara
yönelen kapitalizmin şimdi ideolojik bir adım
atması ve emekçiler dünyasına karşı savaş ilan
etmesidir. Bu, gerçek bir savaş ilanıdır. Postmodernizm
dahil bütün ideolojik-kültürel araçlarla desteklenen
bu saldırı, kendisine hedef olarak sosyalizmin
ve işçi sınıfının kazanımlarını seçmiş, bu bağlamda
neredeyse K ve S harfleriyle başlayan her şeyi
yıkmaya karar vermiştir: Kamu, Sosyal, vb....
Sınıfı parçalayıp çıplak ve yalnız bireyi yaratmak
isteyen, toplu davranışları parçalayıp bireye
koşulsuz teslim oluşu dayatan, kurtuluş teorilerini
geçersiz ilan edip kapitalizmi sonsuz ve sınırsız
insanlık düzeni olarak kutsayan kapitalizm, ekonomik
alanda da bir yandan üretimin işleyişini parçalarken
diğer yandan da şöyle ya da böyle “kamusallığı”,
“toplumsallığı” anımsatan her ne varsa ezip geçmek
istemektedir. Yani bir kamu işletmesinin yağmalanması
sadece o kurumun ucuz yolla elde edilip kullanılması
anlamına gelmemekte, aynı zamanda burjuvazi için
politik bir zafer anlamını da taşımaktadır.
Dolayısıyla, süreci sadece bir kâr sağlama mantığı
içersinde değerlendirmek doğru değildir.
Devletin Küçültülmesi: Kocaman Bir Yalan
Öte yandan böylece ekonomide ve günlük hayatta
devletin küçültüldüğü ve böylece halkın yaşamının
kolaylaştırıldığı da kocaman bir yalandan ibarettir.
Neoliberal politikalar nedeniyle büyük ulusal
ve sosyal sorunların derinleşmesine bağlı sosyal
çatışmaların artışıyla istikrarı etkilenen kapitalist
düzeni güvence altına almanın araçları olarak
devletler eskisinden çok daha fazla düzeyde güçlü
hale getirilmiş, 1990’ların başında çok kısa bir
süre duraklayan ekonominin militarizasyonu yeniden
hız kazanmaya başlamıştır. Bütün kapitalist ülkelerde
faşist yada ona çok yakın, faşizan denilebilecek
uygulamalar devlet politikaları haline gelmiştir.
Klasik anlamda burjuva demokrasilerinin varlığı
bugün için tartışmalıdır.
Emperyalist- kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinde
uyguladığı, temel saldırı araçlarından biri olan
neoliberal politikaların amacı , yeni sömürgeleri
sermayenin aktığı havuz, ucuz hammadde kaynağı,
yüksek teknolojiye sahip üretim araçlarıyla üretilen
dayanıklı, dayanıksız tüketim mallarının, fahiş
fiyatlara satıldığı pazarlar olarak kullandığı
alanlara dönüştürmektir. Bu saldırı politikalarının
sonucunda genel krizin faturaları yeni sömürgelere
kesiliyor, böylece sürekli bulunan milli kriz
daha fazla derinleşiyor. Öte yandan, bunun bir
sonucu olarak neoliberalizm, sınıf mücadelesini
ve siyasi istikrarsızlığı hızlandırıcı bir rol
oynuyor. Çünkü neoliberal saldırı politikaları,
işçilerin ve dünya halklarının yoksulluk seviyelerinin
katlanarak artmasına, onları kapitalist sömürünün
vahşi ve doymak bilmez karakterine, bu politikaların
uygulanmasına karşı direnişe geçmeye zorluyor.
İşgücü pazarını daha esnek hale getirmek ve kapitalist
uluslararası tekellerin dış yatırım ve ihraç mallarının
girişini kolaylaştırmak için yeni sömürgelerdeki
faşist devletleri her anlamda destekliyor ve işbirlikçi
faşist yönetimleri iktidara getiriyorlar . Bu
arada emperyalist ülkeler, global çatışmada kendileri
için daha iyi koşulları güvence altına almak istiyor
kendi konumlarını sağlamlaştırıyorlar.
Yani kolayca görülebildiği gibi, özelleştirme
ekonomiden devletin elinin çekilmesi anlamına
gelmiyor; çünkü birincisi, sanıldığı gibi “her
şey” satılmıyor, sistemi düzenleyen temel kurumların,
kapitalist devlet mekanizmasının elinde kalması
korunuyor; ikincisi, böylece devlet gerektiğinde
her şeyi düzenleyerek kâr oranlarını riskten kurtarma,
tekelleri koruma imkânlarını muhafaza ediyor.
Politikada ve günlük hayatta ise, tersine devletin
şiddet aygıtı daha konsantre edilerek geliştiriliyor,
sistematik biçimde büyütülüyor.
“İyi Özelleştirme” Var mı?
Bütün bunları görmemek ve olaylara salt iktisatçı
gözüyle bakmak, çoğu kez “özelleştirmenin iyisi-kötüsü”
gibi safdil tartışmalara yol açıyor. Rakamsal
sonuçlarına bakıp kâr edenleri iyi, kâr etmeyenleri
kötü özelleştirme olarak görmek tipik bir kapitalist
işletmeci mantığıdır.
Çünkü her şeyden önce, üretim kapasitesini değil
kâr oranını ele almak doğru bir ölçüt değildir.
Koca bir işletmenin %90’ını tasfiye edip geriye
kalan %10’unda ucuz emekle yüksek kâr oranı elde
ettiğinizde, bu kapitalist işletmecilik açısından
“başarı” sayılabilir belki ama, ekonomi bakımından
tam bir çöküntüdür. Ama zaten neoliberal politikanın
özü de işte tam bu çöküntüyü yaratmak ve spekülatif
sermayenin önünü açmaktır. Doğal olarak yeni-sömürgelerin
çürümüş ahlaki dünyasında tam bir çapul harekatı
olarak yürütülen özelleştirmelerin sonuçları,
çoğu kez normal kâr ölçütleri açısından da tam
bir skandaldır; düpedüz hırsızlık anlamını taşıyan
ihaleler mafyatik yollarla düzenlenmekte ve kapkaççı
uygulamalar ağırlık kazanmaktadır. Sadece Türkiye’de
değil, en tipik örnek olarak Rusya gibi eski reel
sosyalist ülkelerde kamu kurumlarının doğrudan
mafya kartellerine geçtiği bilinmeyen şey değildir.
Ama durumun tam olarak böyle olmadığı hallerde
de “iyi huylu” bir özelleştirmeden söz edilemez.
Çünkü bir bütün olarak yapılan şey, ekonominin
temel sektörlerinin çökertilmesinin yanında, emekçilerin
kazanılmış haklarının imhası ve vahşi bir düzenin
kurulmasıdır.
Bütün özelleştirmelerin en tipik özelliği toplu
işten çıkarmalardır. İşçi sınıfının kazanılmış
haklarını topyekün ortadan kaldırmak ve işletmeleri
esnek üretime uygun hale getirmek için izlenen
başlıca yol işten atmalardır. Bunun şu ya da bu
ölçüde yapılmadığı yerlerde hakların hızla budanması,
yaşam ve çalışma koşullarının sert biçimde kötüleşmesi
özelleştirme uygulamalarının tipik sonuçlarıdır.
Bu durum mevcut kapitalist işleyiş içinde aynı
zamanda doğaldır da... Patron konumundaki devlet
yöneticilerinin ve iktidar partilerinin belirli
doplumsal dengeleri koruma kaygısı ile sınırlı
ölçülerde gerçekleştirdikleri saldırı, özelleştirmeyle
birlikte dizginsiz siçimde gerçekleşmektedir.
İşletmeyi devralan kapitalist, azami kâr güdüsüyle,
doğal olarak saldırıya geçmekte, milyonlarca işsizin
bulunduğu koşullarda kazanılmış haklarla ve ücretlerle
işçi çalıştırmayı kabul etmemektedir. İşten çıkarmaların
ardından aynı işçiler ya da yeni işçiler çok daha
düşük ücretlerle ve vahşi çalışma koşullarıyla
işe alınmaktadırlar.
Bu nedenledir ki, işçinin haklarının korunduğu
bir özelleştirme olamaz. İyi bir özelleştirme
salt bu nedenle değil, pek çok nedenden ötürü
de olamaz. İşletmeleri ciddi yolsuzluklar yoluyla
adeta yağmalama mantığıylüa devralan burjuvaların
önemli bir bölümü bu işletmelerin artık büyük
bir rant kaynağı haline gelmiş arazileriyle ilgilenmekte,
çoğu örnekte görüldüğü üzere alınan işletmeler
kısa sürede kapatılmakta, yüzlerce, binlerce işçi
işsizler ordusunun saflarına gönderilmekte, bir
üretim birimi yok edilmekte, işletmelerin arazisi
ise arsa spekülasyonu yoluyla işletmenin değerinin
birkaç misli fiyata satılmaktadır. Böylece özelleştirme
macerası basit bir arsa spekülasyonu olarak son
bulmaktadır.
Sonuç olarak, soruna bütünsel bir çerçeveden bakılmalı,
neoliberal saldırının pir parçası olan özelleştirme,
bu genel politikanın içinde değerlendirilmelidir.
Ne yalnızca işten atılmalar, ne yerel kaynakların
emperyalistlere peşkeş çekilmesi, ne mafyatik
uygulamalar sorunun bütün cephelerini ifade etmektedir.
Yapılan şey, bunun ötesinde, esnek üretim yoluyla
sürecin parçalanmasından sosyal alanların yağmalanmasına,
kitlelerin yaşamının çürütülmesinden “düşük yoğunluklu
çatışma” ve “düşük yoğunluklu demokrasi” konseptlerine
dek, bütünlüklü bir restorasyondur. Devrimci sosyalistlerin
görevi ise hem tek tek uygulamalar üzerinden hem
de genel toplam açısından bütün bu politikalara
cepheden bir karşı duruş ortaya koymak, kitlelerle
birlikte, onları örgütleyerek bir direniş cephesi
inşa etmektir.
Bu bağlamda özelleştirme politikalarına ve uygulamalarına
basit bir yağma ve işçi haklarının gaspı durumunun
ötesinde kapitalist restorasyonun vahşi uygulaması
olarak bakılarak buna karşı direnişin bütün boyutları
düşünülerek örülmesi gereklidir. Özelleştirmeye
karşı direniş, neoliberalizme, emperyalizme, emperyalizmin
yeni süreçteki politikalarına karşı topyekün direnişin
önemli bir bileşeni olarak ele alınmalıdır.
|