15-16 Haziran direnişi Türkiye işçi sınıfı tarihinde
bir dönüm noktası özelliği taşıyor. Aradan geçen
otuz beş yıla karşın politik açıdan hala aşılamamış
olması ve işçi sınıfı hareketiyle ona öncülük
etmeye soyunan devrimci güçlerin içinde bulundukları
olumsuz koşullar 15-16 Haziran’ın önemini daha
da artırmaktadır.
Her toplumsal eylemlilik gibi 15-16 Haziran eylemliliği
de nesnel bir zemin üzerinde gelişti. Bu zeminin
kendisi kapitalizmin gelişmesiyle birlikte işçi
sınıfının önemli bir güç olarak tarih sahnesine
çıkmasıdır.
Kapitalizmin gelişmesi -ve bu anlamıyla sınıfsal,
sendikal çalışmaların ortaya çıkması- Osmanlı
döneminde başlasa da esas yoğunluğu 1945’ler sonrasında
olmuştur. 1945 sonrası süreçte emperyalizm Türkiye
ile yeni ilişkiler geliştirmiş, yeni-sömürgecilik
olarak ifade edilebilecek bu ilişkiler sonucu
işbirlikçilik temelinde bir kapitalizm gelişmeye
başlamıştır. Tüketim ve imalat sanayinin gelişmesinde
ifadesini bulan bu gelişme işçi sınıfının yoğunlaşmasının
zeminini yaratmış, o güne kadar işçi sınıfı daha
çok küçük işletmelerde ve Kamu İktisadi Teşebbüslerinde
(KİT) yoğunlaşırken imalat sanayinin gelişmesiyle
binlerce insanın bir arada çalıştığı işyerleri
ortaya çıkmıştır. Bu bir arada çalışmanın doğal
sunucu ise işçi sınıfının gelişmeye başlaması
olmuştur. Böylece 1960’lı yıllara damgasını vuran
küçük burjuva ve köylü hareketleri yerini işçi
sınıfı hareketine bırakmaya başlamıştır.
15-16 Haziran eylemi bu zemin üzerinde gelişen
sınıfın artık sürece damgasını vuracağını dosta
düşmana göstermesi anlamında bir dönüm noktasıdır.
Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin geliştiği tüm
ülkelerde benzeri gelişmeler yaklaşık aynı süreçlerde
yaşanmış, sanayideki işçiler arasında imalat sanayinin
çalışanlarının oranı belirleyici noktaya gelmiştir.
Sınıfın bu niceliksel gelişmesi sınıf hareketinin
gelişme düzeyinin artmasına neden olmuştur.
Bu arada yeni-sömürgecilik ilişkilerine geçiş,
Türkiye siyasal arenasında aynı zamanda “çok partili
yaşama geçiş” anlamına gelmiş, bu zemin sendikal
mücadelenin de gelişmesini sağlamıştır.
1952 yılında CIA uzmanlarının denetiminde sınıf
işbirlikçisi Türk-İş’in kurulması, bir anlamda
işçi sınıfı mücadelesinin etkisizleştirilmesi
ve ılımlılaştırılması girişimidir. Grev hakkının
tanınması da bir yandan artan hoşnutsuzluğun sonucudur,
diğer yandan da bu hoşnutsuzluğun bir devlet kurumu
gibi çalışan Türk-İş tarafından kontrol edilebileceği
düşüncesine dayalıdır. Siyasal örgütlerle sınıfın
ilişkisine böylece bir sınır çizgisi çekilmiştir.
Aynı yıllarda gençlik hareketinde de hızlı bir
kabarma görülmektedir. 1960’lı yılların ikinci
yarısında kurulan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu)
ve onun içinden çıkan Dev-Genç’in bu gelişmede
önemli bir rolü vardır. Mihri Belli ile birlikte
anılan MDD (Milli Demokratik Devrim) tezi ideolojik
tartışmalara yeni boyut kazandırır. İdeolojik
netleşmenin yaşandığı bu süreç elli yıllık pasifizmin
zincirlerini de çatlatmaya başlar.
Türk-İş bünyesinden ayrılan bir grup sendikacının
DİSK’i kurması da aynı sürece denk düşmüş ve DİSK,
işçileri sınıf işbirlikçisi Türk-İş’in denetiminden
çıkarma, işçi sınıfının kendi özgücüne güvenme
ve iktisadi alanda haklarına sahip çıkmada önemli
bir işlev görmüştür. Bu gelişmeler sonucu Türk-İş
bünyesinden DİSK’e doğru kaymalar başlar.
Tam da bu noktada burjuvazi bu gidişe dur demek
için harekete geçer ve 30 Nisan 1970’te gündeme
getirilen 274-275 sayılı yasa tasarılarıyla hükümet
işbirlikçisi Türk-İş korunmak istenir.
Hükümet yeni yasayla Türk-İş’ten ayrılmaları zorlaştırmak
için “sendikalardan ayrılmayı noterin onayına”
bırakırken, “sendika genel kurullarının iki sene
yerine üç senede” yapılması zorunluluğunu getirir.
Bunlarla da yetinilmez, yeni sendikaların “Türkiye
çapında faaliyet gösterebilmesi için kurulduğu
iş kolundaki işçilerin 1/3’nü kapsaması” ve “sendika
kurucusu üyesi olabilmek için en azından o iş
kolunda üç yıl çalışması” hükümleri getirilir.
Ek olarak memurların sendikasızlaştırılması önünde
yasaklar koyulur. Yani yasa açıkça DİSK’in ortadan
kaldırılmasını hedeflemektedir.
Bu yasa tasarısı 11 Haziran’da görülmeye başlanır.
Parlamentodaki partilerden sadece TİP tasarıya
karşıdır. CHP ve Milli Birlikçiler oylamaya katılmazken
AP ve Güven Partisi lehte oy verir. Sonuçta yasa,
4 muhalif oya karşı 214 oyla kabul edilir.
Yasanın onaylanması üzerine 14 Haziran’da DİSK’e
bağlı sendikaların yöneticileri ve işyeri temsilcileri
toplantı yapar. Sonuna kadar mücadele kararı alınır.
15 Haziran’da 113 işyerinin direnişe katıldığı
ilk eylemde DİSK, Türk-İş ve bağımsız sendikalara
bağlı işçileri içeren 75 bin kişilik bir kitle
İstanbul’da yürüyüş yapar. İlk günkü eylem büyük
bir coşku içinde ve bir gün sonra tekrar toplanmak
üzere dağılır.
16 Haziran’da ise İstanbul ve İzmit’te eyleme
katılanların sayısı 200 bini bulur. Dev-Genç yürüyüş
kollarının en ön safındadır. Devlet yürüyüşü engellemek
için birçok yerde barikatlar kurar. Ama bu barikatlar
insan seline dayanamaz. Bazı yerlerde polis ve
jandarmalarla çatışma çıkar. Bazı yerlerde de
jandarmaların ellerinden silahları alınır. Bu
çatışmalarda işçi sınıfı üç yiğit evladını; Yaşar
YILDIRIM, Mustafa BAYRAM ve Mehmet GiDEK’i yitirir.
Bu gelişmeler üzerine sıkıyönetim ilan edilir.
DİSK başkanı Kemal Türkler sıkıyönetimce “misafir”
edilir. Aynı gün Kemal Türkler radyodan işçilere
hitabında “işçi kardeşlerim, işçi sınıfının bilinçli
temsilcileri, sizlere sesleniyorum.
Beni iyi dinleyiniz: Anayasal haklarınız için
direndiniz, direniyorsunuz. Anayasamız her türlü
toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız
olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı
işçiler olduğumuz için hiçbir hareketimiz anayasaya
aykırı olamaz. Ne var ki bizim aramızda çeşitli
maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek
girebilirler. Hatta kötüsü şerefli Türk ordusunun
bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir, tahrik
yapabilir. Türkiye Devrimci İşçi Sendikalar Genel
Başkanı olarak sizleri uyarıyorum” der. (T. Aranır
ve Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı ve Sendikalar ve
15-16 Haziran’dan aktarma, Türkiye Üzerine Tezler
c. III, s.353-354) Sonuçta yasa tasarısı geri
çekilir ama askeri mahkemeler harekete geçirilerek
yüzlerce işçi önderi işinden atılır.
15-16 Haziran Direnişinden Çıkartılması Gereken
Dersler
- 15-16 Haziran, bir devrimci partinin öncülüğünde
başlayıp biten ve siyasal iktidarı hedefleyen
bir eylem değildir. Eylem, gericiliğin yeni bir
yasa ile kaldırmaya çalıştığı demokratik sendika
haklarını korumaya yöneliktir. Eylemin kendi içinde
bir örgütlülüğü olsa da nitelik olarak kendiliğindenci
bir eylemdir. İstanbul ve İzmit illeri dışında
illere taşmaması ve işlerinden kovulan 5-6 bin
işçinin işlerine geri alınmaları için eylemler
yapılmaması bir partinin öncülüğünde gelişmediğinin
açık göstergesidir.
- 15-16 Haziran işçi sınıfının ekonomik, demokratik,
sendikal örgütü DİSK’in çağrısıyla başlamıştır.
Ancak, eylem kısa sürede militan bir havaya bürününce
DİSK yönetimi bu durumdan ürkmüştür. DİSK, gelişmelere
uygun bir taktik belirleyip ona öncülük edeceğine
fren mekanizması olmuştur. Kemal Türkler’in radyo
konuşması bunu çarpıcı biçimde göstermektedir.
Eylem, taban örgütlenmesinin cılız, DİSK yönetiminin
de işçi sınıfının sendikal mücadelesini yönetmekten
aciz olduğunu göstermiştir. Bu durum sendikal
anlayışın düzen içi mücadeleyi benimsediğini ve
politik perspektiften yoksun olduğunu göstermektedir.
- 15-16 Haziran, işçi sınıfının siyasi öncüsü
olduğu iddiasında olan TİP’in, işçi sınıfının
siyasi öncülüğünü yapmaktan aciz reformist bir
parti olduğunu açığa çıkarmıştır.
- Dev-Genç birçok yürüyüşün ön saflarında yerini
almıştır. Ancak eylemin giderek boyutlanması ve
kolluk kuvvetleriyle çatışmalara girişip siyasal
bir karakter taşımaya başlamasına bağlı olarak,
Dev-Genç’in siyasal öncülük için yeterli olamayacağı
ortaya çıkmıştır. Nihayetinde Dev-Genç siyasal
bir parti değil, gençliğin akademik-demokratik
kitle örgütüdür. Dolayısıyla mevcut gevşek yapısıyla
tüm iyi niyetli çabalarına karşın öncülük işlevini
yerine getirmesi mümkün değildir.
- 15-16 Haziran, egemen güçlerin işçi sınıfı mücadelesini
parlamenter yollarla denetimleri altına alamayacaklarını
ortaya çıkarmıştır. Bu durumun açığa çıkması sınıf
mücadelesinin keskinleştiği muhtemel bir askeri
faşist cunta karşısında, var olan örgütlenmelerin
yetersiz kalacağının bilincinde olarak; işçi sınıfının
ve diğer emekçilerin toplumsal eylemleri yönetecek
marksist-leninist bir siyasal organizasyonu dayatmıştır.
(THKP-C, THKO ve TKP-ML’nin kısa bir süre sonra
kuruluşu bununla bağlantılıdır)
- 15-16 Haziran olaylarına DİSK, Türk-iş ve bağımsız
işçilerin katılması, farklı sendikalar içerisinde
yer alan işçi sınıfının ekonomik demokratik ve
siyasi mücadele birlikteliği önünde engel olamayacağını
göstermiştir.
- 15-16 Haziran, direnişlerle hak almaların madalyonun
birer yüzü olduğunu göstermiştir. Türkiye işçi
sınıfı bu özgün olayda kendisine yapılan dayatmayı
direnerek püskürtmüştür. İşçi sınıfı, tarihinde
ilk kez bu düzeyde büyük bir kalkışma yapmış ve
gücünü dosta düşmana göstermiştir. Sınıf, somut
bir hak kazanmak için kendi meşruluğunu dayatarak
sokağa dökülmüş ve hakkını almıştır. On binlerce
işçinin bir araya gelip hak için direnmesi, işçi
sınıfının kendine olan güven duygusunu artırmış,
giderek kendi gücünün bilincine varma sürecine
hız katmıştır.
- 15-16 Haziran, devrimci örgütlerin işçi sınıfına
bakışında önemli bir olumluluk katarken, ordunun
niteliğinin açığa çıkmasında yüzlerce sayfalık
tartışmalardan daha fazla katkıda bulunmuştur.
“İşçi, ordu, gençlik”le başlayan sloganlardaki
“ordu” kaldırılmış, bu konudaki kafa bulanıklığı
da ortadan kaldırılmıştır.
Günümüzde Emperyalist Kapitalist Sistemde
Yaşanan Değişimlerin
Sınıf Ve Sendikalar Üzerindeki Etkisi
Son süreçte emperyalist-kapitalist sistemde yaşanan
değişimler tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de
de sınıf ve sendikalar üzerinde önemli rol oynamış
ve sınıf hareketinin gerilemesine neden olmuştur.
Günümüzde sendikal hareket 1945-70 yıllarının
tersine tüm dünyada ciddi bir düşüş yaşamaktadır.
1945-70 yılları arasında emperyalist kapitalist
ülkelerde egemen olan Keynesçi ekonomik politika
(Keynesçi ekonomik politikanın özü devlet ekonomik
faaliyetin akışını düzenlemeli ve özellikle yeterli
bir istihdamın sağlanması sorumluluğunu üstlenmelidir.)
ve bunun temelini oluşturan Fordist sistemin uygulanması,
diğer taraftan, emperyalist kapitalist sistem
karşısında reel sosyalizm gibi güçlü bir sistemin
varlığı sınıfın mücadelesiyle birleşince, emperyalist-kapitalist
sistem işçi sınıfına karşı bir takım tavizler
vermeye zorlanmıştır. Emperyalist-kapitalist sistemde
‘sosyal devlet’ anlayışı bunun ürünü olarak ortaya
çıkmıştır. Sınıfın alım gücü ve kazandığı haklar
1945-70’li yıllarda doruk noktasına ulaşırken,
1970’ler sonrası emperyalist kapitalist sistemin
yaşadığı tıkanıklık krize neden olmuş, işçi sınıfının
ekonomik ve sosyal haklarına yönelik sistemli
saldırılar başlatılmıştır.
1970’lere gelindiğinde emperyalist kapitalist
ülkelerde yaşanan kimi gelişmeler, Fordist sistemi
tıkanmaya doğru itmiştir.
Bu gelişmelerin en önemlisi, kapitalizmin genel
yasası olan azami kâr yasasının düşüşe geçmesidir.
Kâr oranının düşmesi tekelleri yeni arayışlara
sürüklemiş, 1970’lere gelindiğinde emperyalist-kapitalist
pazarın doyuma ulaşması, dayanıklı tüketim mallarına
olan talebi düşürmeye başlamıştır. Bu düşüş pazarın
yeniden canlandırılması girişimlerini yoğunlaştırmıştır.
Bu süreçte yaşanan bir diğer gelişme ise emperyalist
kapitalist ülkeler arasındaki ilişkilerin değişimidir.
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra, ABD sistem içerisinde
tek hâkim güç konumundadır. ABD dışındaki ülkeler
-özellikle Almanya ve Japonya- savaştan yıkılmış
olarak çıkmalarına karşın, ABD’nin de yardımıyla
(sosyalizm tehlikesinden dolayı) hızlı bir gelişme
kaydetmişler ve 1970’lere gelindiğinde ABD’nin
sistem içindeki hegemonyası büyük oranda zayıflamaya
başlamıştır. Bu zayıflama emperyalistler arası
rekabeti kızıştırmaya başlamıştır.
Aynı dönemde ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin
kaydettiği gelişmeler, yeni pazarları olanaksız
kılmaktadır.
Bu durumda emperyalist kapitalist ülkeler kitlesel
üretimi bırakarak, azami kârı sağlayabilmek noktasında
taşeronlaştırmayı, işçilerin ücretlerini düşürme
yolunu seçerek aynı zamanda sendikasızlaştırmanın
da önünü açmaya çalışmışlardır.
Emperyalist kapitalist sistemin krizinin aşılması
için getirilen bu yeni üretim sürecine Japonlar
esnek üretim adını verdiler. Emperyalist tekeller
arasındaki rekabet; maliyetleri azaltma ve ucuz
işgücü aramaya da itmiştir.
Aynı süreçte kapitalizm, üretimi bağımlı ülkelere
taşıyarak ucuz işgücü kullanmaya çalışırken, diğer
taraftan da kadın ve çocuk iş gücünü yoğun bir
şekilde kullanmaya başlamıştır.
Reel sosyalizm tehlikesinin ortadan kalkmasıyla
birlikte emperyalist kapitalist sistem, tekellerin
önündeki bütün engelleri bir bir ortadan kaldırarak
sermayenin önünü açmaya çalışmaktadır. Bu süreç
aynı zamanda devletin yeniden yapılandırmasını
da beraberinde getirmiş, ‘sosyal devlet’i tamamen
tasfiye etme yoluna girilmiştir.
Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT’ler) sermayenin
hizmetine sunulması bunun en önemli ayağıdır.
Son yıllarda Türkiye’de çıkarılan birçok yasa
sermayenin sınırsız dolaşımını sağlamak amaçlı
yapılmıştır.
1970’lerin sonundan itibaren sendikal hareket
eğilimsel bir düşüş yaşamaya başlamıştır. Bu eğilimsel
düşüşü besleyen zeminlerin başında emperyalist
kapitalist sistemin üretim süreçlerinde yaptığı
değişiklikler gelmektedir. 1945-70 yılları arasında,
emperyalist kapitalist ülkelerde egemen olan Keynes’çi
ekonomik politikanın ve onun temelini oluşturan
Fordist sistemin tıkanması, bunun yerine Friedmancı
(sıkı para politikası -ya da Friedmancılık- olarak
ifade edilen uygulama kapitalist sistemin 1973
yılında karşılaştığı krizden sonra hayata geçirilmeye
başlandı. Friedmancı politika Keynesçi ekonomik
politikanın tersine sorunu devletin gittikçe artan
harcamalarında, işçilerin aldığı ‘yüksek ücretlerde’
ve ‘girişim ruhunu boğan yüksek vergi oranları’nda
görmektedir) politikaların yaşama geçirilmeye
başlanması yer almaktadır. Monetarist politika
olarak da ifade edilen bu politikalar işçi sınıfının
kazanımlarını birer birer ortadan kaldırmayı hedefleyen
politikalardır. Sosyal hakların ortadan kaldırılması,
özelleştirme, sendikalara saldırıyı ifade etmektedir.
Türkiye’de Friedmancı ekonomik politikaların uygulanmaya
başlanması 24 Ocak 1980 kararlarında kendisini
ortaya koymuştur. Doğal olarak bu politikanın
Türkiye’de ve bizim gibi bağımlı yeni-sömürge
ülkelerde uygulanması zor unsurlarını gerektirmiş,
bu zor ise kendisini 12 Eylül askeri faşist darbesi
olarak somutlamıştır. Elbette bu politikanın ilk
icraatı işçi sınıfının örgütleri olan sendikaları
kapatmak olmuştur. DİSK ve ilerici bağımsız sendikalar
kapatılmış, grevler yasaklanmış, sonrasında da
işçi sınıfının en örgütlü oldukları alanlar özelleştirme
ve buna bağlı olarak işten atılmalarla çökertilmiş,
sendikal harekete ağır darbeler indirilmiştir.
Yeni sürecin en büyük özelliği, üretimin ucuz
işgücünün bulunduğu ülkelere kaydırılarak yapılması,
ucuz işgücüyle çalışan taşeron firmaların kullanılması,
işçi ücretlerini asgari düzeye çekerek ve teknolojiyi
kullanarak, esnek üretimin yaygınlaştırılması,
üretim sürecinin parçalanıp işçi sınıfının ortak
hareket etme zemininin zayıflatılmasıdır.
İşçi sınıfına karşı yapılan bu saldırıların en
önemli ayağını yeni süreçle birlikte hızlandırılan
özelleştirme furyası oluşturmuştur. Devlet özelleştirmelerle
birlikte bir taşla iki kuş vurmak istemektedir.
Özelleştirme hem ideolojik bir saldırı, hem de
emeğin örgütlü gücünün dağıtılmasının bir aracıdır.
Reel sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte özelleştirme
saldırısının özellikle ideolojik yanı büyük önem
kazanmıştır.
Diğer taraftan emperyalist kapitalist sistem işsizler
ordusunu büyüterek ücretleri düşük tutmanın bir
aracı olarak da kullanmaktadır. Dolayısıyla özelleştirme
uygulaması sendikaların zayıflatılarak çökertilmesinde
önemli bir işlev görmektedir.
Sendikal hareketin geriye düşüşünü yukarda anlatmaya
çalıştığımız üretim süreçlerinde yaşanan değişimler
etkilese de her şeyi bu nesnel zeminle açıklamak
doğru olmayacaktır. Nesnel zeminin varlığı her
ne kadar su götürmez ise de sorunu esas olarak
sınıfın politik özne ile olan ilişkisine bağlamak
gerekmektedir. Sınıfa öncülük eden ciddi bir gücün
olmaması sınıfın bugünkü güvensizliğinin gerçek
temelidir.
Sosyalist hareketin sendikalara bakış açısı ve
mücadele biçimleri yakın tarihte dünyada yaşanan
gelişmelere göre şekillenmiştir. 1945’ler sonrasında,
özellikle 1960’lardan sonra sosyalist hareketin
yaşadığı bölünmeden kaynaklı olarak üç farklı
eğilimin ortaya çıkması (SBKP merkezli eğilim,
‘Avrupa Komünizmi’ eğilimi ile ulusal ve sosyal
kurtuluş hareketleri ile ÇKP’den esinlenen eğilim)
doğrudan sendikal anlayışlara da yansımıştır.
İlk iki eğilim (yani SBKP merkezli eğilim ile
‘Avrupa Komünizmi’ eğilimi) esas olarak reformizmi
temsil etmekteydi. Sınıfı temel aldıklarını söyleseler
de bu eğilimlerin bakış açısını besleyen 2. Enternasyonal’in
anlayışıdır. Bu anlayış, mücadeleyi sendikal ve
ekonomik alanla sınırlandırmakta ve kendisi devrim
düşüncesinden uzaklaştığı oranda denetimi altında
tuttuğu sendikaları da devrimci çizgiden geriye
çekmektedir.
Üçüncü eğilimde yer alan ulusal ve sosyal kurtuluş
hareketleri (ÇKP’den esinlenen eğilim) ise sınıfa
ikincil bir rol vererek aradaki bağları zayıflatıyordu.
Bu zayıflık, devrimci güçlerin işçi sınıfının
örgütleri olan sendikalar içinde yeterince örgütlenememesine
neden oluyordu.
Sendikaların geriye düşmelerine neden olan bir
diğer etken ise reel sosyalizmin çözülmesinden
sonra yaşananlardır. Reel sosyalizmin dağılmasıyla
ortaya çıkan bunalım doğrudan sendikalara da yansımış,
bu bunalımı aşmakta yetersiz kalan sosyalist hareketlerin
sendikal çalışmaları da aynı gerilemeye uğramıştır.
Türkiye Devrimci Hareketi açısından bakıldığından
sorun daha da ağırdır. TDH. 12 Eylül yenilgisinin
yükünü atmaya çalışarak yeniden toparlanmaya başladığı
bir dönemde çöküş olgusuyla karşılaşınca yönünü
bulmakta zorlanmıştır.
Sonuçta, yaşanan bütün bu gelişmeler devrimci
güçlerin giderek sınıf içindeki etkinliğini kaybetmelerine
neden olmuştur. 1 Mayıs kutlamalarında yaşananlar
bunun en güzel örneklerindendir. Devrimci hareket
belli bir gücü bünyesinde barındırmasına rağmen
sınıfla bağları zayıf olduğu için sınıf üzerinde
etkisiz durumdadır.
Yaşanan özne boşluğunun doldurulamadığı koşullarda
ise sendikalar hem zayıflamış hem de burjuvazinin
etkilerine daha fazla açık hale gelmişlerdir.
Öyle ki, işçi sınıfının örgütleri olan sendikalar
günümüzde büyük oranda sınıfın tepkisini düzen
içi kanallara boşaltmasının birer araçları haline
dönüşmüşlerdir.
Sonuç
Geçmiş geleceğe ışık tuttuğu oranda anlamlıdır.
15-16 Haziran, işçi sınıfının gasp edilen ekonomik,
demokratik, sendikal haklarına karşı bir başkaldırısıdır.
Devrimciler bu başkaldırıyı ve çıkarılması gereken
dersleri yeni gelişmeler ışığında irdelemeli,
önlerini aydınlatacak bir ışık haline getirmelidirler.
İşçi sınıfı, 15-16 Haziran’da bir mevzi savaşı
vermiş ve bunu kazanmıştır. Ancak, 12 Eylül 1980
askeri faşist cuntasının işbaşına gelmesinden
bu yana aynı işçi sınıfı binlerce saldırıya maruz
kalmış ve yüzlerce mevzi kaybetmiştir.
İşçi sınıfına yönelik en büyük saldırı küreselleşme
söylemleriyle gelen ve halen devam etmekte olan
saldırıdır.
Küresel boyuttaki bu saldırı özelleştirme, sendikasızlaştırma,
sosyal güvencelerden mahrum bırakma gibi yaşamsal
önem taşıyan konuları içermektedir. Bu saldırı
sonucu, işsizlik artmakta, haklar budanmakta sesini
çıkaran işten atılmakla tehdit edilmektedir. Tüm
bunların sonucu sınıflar arasındaki çelişkiler
artmakta ancak gerek devrimci hareketin ideolojik-teorik-örgütsel-siyasal
krizi ve gerekse insanların yaşayabilmeleri için
daha fazla çalışmak zorunda bırakılması tepkilerinin
sınırlarını belirlemektedir.
İzlenen ekonomik-politikalar sonucu işçi sınıfının
yanında diğer emekçi tabakalar da saldırılardan
nasibini almaktadır. Onlar da hızla konumlarını
kaybetmekte, yaşam koşulları tahammül sınırlarını
zorlamaktadır. Tüm bu gelişmeler devrim mücadelesi
açısından önemli olanaklar yaratmaktadır. Zaman
zaman patlama biçiminde kendini gösteren tepkiler
bizim için uyarıcı olmalıdır. Sadece kendiliğindenci
gelişen eylemlerin içine girip onları daha ileri
noktalara götürmek değil, devrimci hareketin kendi
gündemiyle sürece girerek toplumsal muhalefeti
ileri noktalara taşımak zorunluluğu ve gerekliliği
vardır.
15-16 Haziran’ların ruhunu yeniden yakalamak,
ancak böyle bütünlüklü bir mücadele programı ile
mümkün olacaktır.
|