Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

31. Sayı - Temmuz 2005

15-16 Haziran direnişi Türkiye işçi sınıfı tarihinde bir dönüm noktası özelliği taşıyor. Aradan geçen otuz beş yıla karşın politik açıdan hala aşılamamış olması ve işçi sınıfı hareketiyle ona öncülük etmeye soyunan devrimci güçlerin içinde bulundukları olumsuz koşullar 15-16 Haziran’ın önemini daha da artırmaktadır.
Her toplumsal eylemlilik gibi 15-16 Haziran eylemliliği de nesnel bir zemin üzerinde gelişti. Bu zeminin kendisi kapitalizmin gelişmesiyle birlikte işçi sınıfının önemli bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasıdır.
Kapitalizmin gelişmesi -ve bu anlamıyla sınıfsal, sendikal çalışmaların ortaya çıkması- Osmanlı döneminde başlasa da esas yoğunluğu 1945’ler sonrasında olmuştur. 1945 sonrası süreçte emperyalizm Türkiye ile yeni ilişkiler geliştirmiş, yeni-sömürgecilik olarak ifade edilebilecek bu ilişkiler sonucu işbirlikçilik temelinde bir kapitalizm gelişmeye başlamıştır. Tüketim ve imalat sanayinin gelişmesinde ifadesini bulan bu gelişme işçi sınıfının yoğunlaşmasının zeminini yaratmış, o güne kadar işçi sınıfı daha çok küçük işletmelerde ve Kamu İktisadi Teşebbüslerinde (KİT) yoğunlaşırken imalat sanayinin gelişmesiyle binlerce insanın bir arada çalıştığı işyerleri ortaya çıkmıştır. Bu bir arada çalışmanın doğal sunucu ise işçi sınıfının gelişmeye başlaması olmuştur. Böylece 1960’lı yıllara damgasını vuran küçük burjuva ve köylü hareketleri yerini işçi sınıfı hareketine bırakmaya başlamıştır.
15-16 Haziran eylemi bu zemin üzerinde gelişen sınıfın artık sürece damgasını vuracağını dosta düşmana göstermesi anlamında bir dönüm noktasıdır. Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin geliştiği tüm ülkelerde benzeri gelişmeler yaklaşık aynı süreçlerde yaşanmış, sanayideki işçiler arasında imalat sanayinin çalışanlarının oranı belirleyici noktaya gelmiştir. Sınıfın bu niceliksel gelişmesi sınıf hareketinin gelişme düzeyinin artmasına neden olmuştur.
Bu arada yeni-sömürgecilik ilişkilerine geçiş, Türkiye siyasal arenasında aynı zamanda “çok partili yaşama geçiş” anlamına gelmiş, bu zemin sendikal mücadelenin de gelişmesini sağlamıştır.
1952 yılında CIA uzmanlarının denetiminde sınıf işbirlikçisi Türk-İş’in kurulması, bir anlamda işçi sınıfı mücadelesinin etkisizleştirilmesi ve ılımlılaştırılması girişimidir. Grev hakkının tanınması da bir yandan artan hoşnutsuzluğun sonucudur, diğer yandan da bu hoşnutsuzluğun bir devlet kurumu gibi çalışan Türk-İş tarafından kontrol edilebileceği düşüncesine dayalıdır. Siyasal örgütlerle sınıfın ilişkisine böylece bir sınır çizgisi çekilmiştir.
Aynı yıllarda gençlik hareketinde de hızlı bir kabarma görülmektedir. 1960’lı yılların ikinci yarısında kurulan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) ve onun içinden çıkan Dev-Genç’in bu gelişmede önemli bir rolü vardır. Mihri Belli ile birlikte anılan MDD (Milli Demokratik Devrim) tezi ideolojik tartışmalara yeni boyut kazandırır. İdeolojik netleşmenin yaşandığı bu süreç elli yıllık pasifizmin zincirlerini de çatlatmaya başlar.
Türk-İş bünyesinden ayrılan bir grup sendikacının DİSK’i kurması da aynı sürece denk düşmüş ve DİSK, işçileri sınıf işbirlikçisi Türk-İş’in denetiminden çıkarma, işçi sınıfının kendi özgücüne güvenme ve iktisadi alanda haklarına sahip çıkmada önemli bir işlev görmüştür. Bu gelişmeler sonucu Türk-İş bünyesinden DİSK’e doğru kaymalar başlar.
Tam da bu noktada burjuvazi bu gidişe dur demek için harekete geçer ve 30 Nisan 1970’te gündeme getirilen 274-275 sayılı yasa tasarılarıyla hükümet işbirlikçisi Türk-İş korunmak istenir.
Hükümet yeni yasayla Türk-İş’ten ayrılmaları zorlaştırmak için “sendikalardan ayrılmayı noterin onayına” bırakırken, “sendika genel kurullarının iki sene yerine üç senede” yapılması zorunluluğunu getirir. Bunlarla da yetinilmez, yeni sendikaların “Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için kurulduğu iş kolundaki işçilerin 1/3’nü kapsaması” ve “sendika kurucusu üyesi olabilmek için en azından o iş kolunda üç yıl çalışması” hükümleri getirilir. Ek olarak memurların sendikasızlaştırılması önünde yasaklar koyulur. Yani yasa açıkça DİSK’in ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir.
Bu yasa tasarısı 11 Haziran’da görülmeye başlanır. Parlamentodaki partilerden sadece TİP tasarıya karşıdır. CHP ve Milli Birlikçiler oylamaya katılmazken AP ve Güven Partisi lehte oy verir. Sonuçta yasa, 4 muhalif oya karşı 214 oyla kabul edilir.
Yasanın onaylanması üzerine 14 Haziran’da DİSK’e bağlı sendikaların yöneticileri ve işyeri temsilcileri toplantı yapar. Sonuna kadar mücadele kararı alınır.
15 Haziran’da 113 işyerinin direnişe katıldığı ilk eylemde DİSK, Türk-İş ve bağımsız sendikalara bağlı işçileri içeren 75 bin kişilik bir kitle İstanbul’da yürüyüş yapar. İlk günkü eylem büyük bir coşku içinde ve bir gün sonra tekrar toplanmak üzere dağılır.
16 Haziran’da ise İstanbul ve İzmit’te eyleme katılanların sayısı 200 bini bulur. Dev-Genç yürüyüş kollarının en ön safındadır. Devlet yürüyüşü engellemek için birçok yerde barikatlar kurar. Ama bu barikatlar insan seline dayanamaz. Bazı yerlerde polis ve jandarmalarla çatışma çıkar. Bazı yerlerde de jandarmaların ellerinden silahları alınır. Bu çatışmalarda işçi sınıfı üç yiğit evladını; Yaşar YILDIRIM, Mustafa BAYRAM ve Mehmet GiDEK’i yitirir.
Bu gelişmeler üzerine sıkıyönetim ilan edilir. DİSK başkanı Kemal Türkler sıkıyönetimce “misafir” edilir. Aynı gün Kemal Türkler radyodan işçilere hitabında “işçi kardeşlerim, işçi sınıfının bilinçli temsilcileri, sizlere sesleniyorum.
Beni iyi dinleyiniz: Anayasal haklarınız için direndiniz, direniyorsunuz. Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiçbir hareketimiz anayasaya aykırı olamaz. Ne var ki bizim aramızda çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta kötüsü şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir, tahrik yapabilir. Türkiye Devrimci İşçi Sendikalar Genel Başkanı olarak sizleri uyarıyorum” der. (T. Aranır ve Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı ve Sendikalar ve 15-16 Haziran’dan aktarma, Türkiye Üzerine Tezler c. III, s.353-354) Sonuçta yasa tasarısı geri çekilir ama askeri mahkemeler harekete geçirilerek yüzlerce işçi önderi işinden atılır.

15-16 Haziran Direnişinden Çıkartılması Gereken Dersler
- 15-16 Haziran, bir devrimci partinin öncülüğünde başlayıp biten ve siyasal iktidarı hedefleyen bir eylem değildir. Eylem, gericiliğin yeni bir yasa ile kaldırmaya çalıştığı demokratik sendika haklarını korumaya yöneliktir. Eylemin kendi içinde bir örgütlülüğü olsa da nitelik olarak kendiliğindenci bir eylemdir. İstanbul ve İzmit illeri dışında illere taşmaması ve işlerinden kovulan 5-6 bin işçinin işlerine geri alınmaları için eylemler yapılmaması bir partinin öncülüğünde gelişmediğinin açık göstergesidir.
- 15-16 Haziran işçi sınıfının ekonomik, demokratik, sendikal örgütü DİSK’in çağrısıyla başlamıştır. Ancak, eylem kısa sürede militan bir havaya bürününce DİSK yönetimi bu durumdan ürkmüştür. DİSK, gelişmelere uygun bir taktik belirleyip ona öncülük edeceğine fren mekanizması olmuştur. Kemal Türkler’in radyo konuşması bunu çarpıcı biçimde göstermektedir. Eylem, taban örgütlenmesinin cılız, DİSK yönetiminin de işçi sınıfının sendikal mücadelesini yönetmekten aciz olduğunu göstermiştir. Bu durum sendikal anlayışın düzen içi mücadeleyi benimsediğini ve politik perspektiften yoksun olduğunu göstermektedir.
- 15-16 Haziran, işçi sınıfının siyasi öncüsü olduğu iddiasında olan TİP’in, işçi sınıfının siyasi öncülüğünü yapmaktan aciz reformist bir parti olduğunu açığa çıkarmıştır.
- Dev-Genç birçok yürüyüşün ön saflarında yerini almıştır. Ancak eylemin giderek boyutlanması ve kolluk kuvvetleriyle çatışmalara girişip siyasal bir karakter taşımaya başlamasına bağlı olarak, Dev-Genç’in siyasal öncülük için yeterli olamayacağı ortaya çıkmıştır. Nihayetinde Dev-Genç siyasal bir parti değil, gençliğin akademik-demokratik kitle örgütüdür. Dolayısıyla mevcut gevşek yapısıyla tüm iyi niyetli çabalarına karşın öncülük işlevini yerine getirmesi mümkün değildir.
- 15-16 Haziran, egemen güçlerin işçi sınıfı mücadelesini parlamenter yollarla denetimleri altına alamayacaklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durumun açığa çıkması sınıf mücadelesinin keskinleştiği muhtemel bir askeri faşist cunta karşısında, var olan örgütlenmelerin yetersiz kalacağının bilincinde olarak; işçi sınıfının ve diğer emekçilerin toplumsal eylemleri yönetecek marksist-leninist bir siyasal organizasyonu dayatmıştır. (THKP-C, THKO ve TKP-ML’nin kısa bir süre sonra kuruluşu bununla bağlantılıdır)
- 15-16 Haziran olaylarına DİSK, Türk-iş ve bağımsız işçilerin katılması, farklı sendikalar içerisinde yer alan işçi sınıfının ekonomik demokratik ve siyasi mücadele birlikteliği önünde engel olamayacağını göstermiştir.
- 15-16 Haziran, direnişlerle hak almaların madalyonun birer yüzü olduğunu göstermiştir. Türkiye işçi sınıfı bu özgün olayda kendisine yapılan dayatmayı direnerek püskürtmüştür. İşçi sınıfı, tarihinde ilk kez bu düzeyde büyük bir kalkışma yapmış ve gücünü dosta düşmana göstermiştir. Sınıf, somut bir hak kazanmak için kendi meşruluğunu dayatarak sokağa dökülmüş ve hakkını almıştır. On binlerce işçinin bir araya gelip hak için direnmesi, işçi sınıfının kendine olan güven duygusunu artırmış, giderek kendi gücünün bilincine varma sürecine hız katmıştır.
- 15-16 Haziran, devrimci örgütlerin işçi sınıfına bakışında önemli bir olumluluk katarken, ordunun niteliğinin açığa çıkmasında yüzlerce sayfalık tartışmalardan daha fazla katkıda bulunmuştur. “İşçi, ordu, gençlik”le başlayan sloganlardaki “ordu” kaldırılmış, bu konudaki kafa bulanıklığı da ortadan kaldırılmıştır.

Günümüzde Emperyalist Kapitalist Sistemde Yaşanan Değişimlerin
Sınıf Ve Sendikalar Üzerindeki Etkisi

Son süreçte emperyalist-kapitalist sistemde yaşanan değişimler tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sınıf ve sendikalar üzerinde önemli rol oynamış ve sınıf hareketinin gerilemesine neden olmuştur. Günümüzde sendikal hareket 1945-70 yıllarının tersine tüm dünyada ciddi bir düşüş yaşamaktadır.
1945-70 yılları arasında emperyalist kapitalist ülkelerde egemen olan Keynesçi ekonomik politika (Keynesçi ekonomik politikanın özü devlet ekonomik faaliyetin akışını düzenlemeli ve özellikle yeterli bir istihdamın sağlanması sorumluluğunu üstlenmelidir.) ve bunun temelini oluşturan Fordist sistemin uygulanması, diğer taraftan, emperyalist kapitalist sistem karşısında reel sosyalizm gibi güçlü bir sistemin varlığı sınıfın mücadelesiyle birleşince, emperyalist-kapitalist sistem işçi sınıfına karşı bir takım tavizler vermeye zorlanmıştır. Emperyalist-kapitalist sistemde ‘sosyal devlet’ anlayışı bunun ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Sınıfın alım gücü ve kazandığı haklar 1945-70’li yıllarda doruk noktasına ulaşırken, 1970’ler sonrası emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı tıkanıklık krize neden olmuş, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına yönelik sistemli saldırılar başlatılmıştır.
1970’lere gelindiğinde emperyalist kapitalist ülkelerde yaşanan kimi gelişmeler, Fordist sistemi tıkanmaya doğru itmiştir.
Bu gelişmelerin en önemlisi, kapitalizmin genel yasası olan azami kâr yasasının düşüşe geçmesidir. Kâr oranının düşmesi tekelleri yeni arayışlara sürüklemiş, 1970’lere gelindiğinde emperyalist-kapitalist pazarın doyuma ulaşması, dayanıklı tüketim mallarına olan talebi düşürmeye başlamıştır. Bu düşüş pazarın yeniden canlandırılması girişimlerini yoğunlaştırmıştır.
Bu süreçte yaşanan bir diğer gelişme ise emperyalist kapitalist ülkeler arasındaki ilişkilerin değişimidir. 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra, ABD sistem içerisinde tek hâkim güç konumundadır. ABD dışındaki ülkeler -özellikle Almanya ve Japonya- savaştan yıkılmış olarak çıkmalarına karşın, ABD’nin de yardımıyla (sosyalizm tehlikesinden dolayı) hızlı bir gelişme kaydetmişler ve 1970’lere gelindiğinde ABD’nin sistem içindeki hegemonyası büyük oranda zayıflamaya başlamıştır. Bu zayıflama emperyalistler arası rekabeti kızıştırmaya başlamıştır.
Aynı dönemde ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin kaydettiği gelişmeler, yeni pazarları olanaksız kılmaktadır.
Bu durumda emperyalist kapitalist ülkeler kitlesel üretimi bırakarak, azami kârı sağlayabilmek noktasında taşeronlaştırmayı, işçilerin ücretlerini düşürme yolunu seçerek aynı zamanda sendikasızlaştırmanın da önünü açmaya çalışmışlardır.
Emperyalist kapitalist sistemin krizinin aşılması için getirilen bu yeni üretim sürecine Japonlar esnek üretim adını verdiler. Emperyalist tekeller arasındaki rekabet; maliyetleri azaltma ve ucuz işgücü aramaya da itmiştir.
Aynı süreçte kapitalizm, üretimi bağımlı ülkelere taşıyarak ucuz işgücü kullanmaya çalışırken, diğer taraftan da kadın ve çocuk iş gücünü yoğun bir şekilde kullanmaya başlamıştır.
Reel sosyalizm tehlikesinin ortadan kalkmasıyla birlikte emperyalist kapitalist sistem, tekellerin önündeki bütün engelleri bir bir ortadan kaldırarak sermayenin önünü açmaya çalışmaktadır. Bu süreç aynı zamanda devletin yeniden yapılandırmasını da beraberinde getirmiş, ‘sosyal devlet’i tamamen tasfiye etme yoluna girilmiştir.
Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT’ler) sermayenin hizmetine sunulması bunun en önemli ayağıdır.
Son yıllarda Türkiye’de çıkarılan birçok yasa sermayenin sınırsız dolaşımını sağlamak amaçlı yapılmıştır.
1970’lerin sonundan itibaren sendikal hareket eğilimsel bir düşüş yaşamaya başlamıştır. Bu eğilimsel düşüşü besleyen zeminlerin başında emperyalist kapitalist sistemin üretim süreçlerinde yaptığı değişiklikler gelmektedir. 1945-70 yılları arasında, emperyalist kapitalist ülkelerde egemen olan Keynes’çi ekonomik politikanın ve onun temelini oluşturan Fordist sistemin tıkanması, bunun yerine Friedmancı (sıkı para politikası -ya da Friedmancılık- olarak ifade edilen uygulama kapitalist sistemin 1973 yılında karşılaştığı krizden sonra hayata geçirilmeye başlandı. Friedmancı politika Keynesçi ekonomik politikanın tersine sorunu devletin gittikçe artan harcamalarında, işçilerin aldığı ‘yüksek ücretlerde’ ve ‘girişim ruhunu boğan yüksek vergi oranları’nda görmektedir) politikaların yaşama geçirilmeye başlanması yer almaktadır. Monetarist politika olarak da ifade edilen bu politikalar işçi sınıfının kazanımlarını birer birer ortadan kaldırmayı hedefleyen politikalardır. Sosyal hakların ortadan kaldırılması, özelleştirme, sendikalara saldırıyı ifade etmektedir.
Türkiye’de Friedmancı ekonomik politikaların uygulanmaya başlanması 24 Ocak 1980 kararlarında kendisini ortaya koymuştur. Doğal olarak bu politikanın Türkiye’de ve bizim gibi bağımlı yeni-sömürge ülkelerde uygulanması zor unsurlarını gerektirmiş, bu zor ise kendisini 12 Eylül askeri faşist darbesi olarak somutlamıştır. Elbette bu politikanın ilk icraatı işçi sınıfının örgütleri olan sendikaları kapatmak olmuştur. DİSK ve ilerici bağımsız sendikalar kapatılmış, grevler yasaklanmış, sonrasında da işçi sınıfının en örgütlü oldukları alanlar özelleştirme ve buna bağlı olarak işten atılmalarla çökertilmiş, sendikal harekete ağır darbeler indirilmiştir.
Yeni sürecin en büyük özelliği, üretimin ucuz işgücünün bulunduğu ülkelere kaydırılarak yapılması, ucuz işgücüyle çalışan taşeron firmaların kullanılması, işçi ücretlerini asgari düzeye çekerek ve teknolojiyi kullanarak, esnek üretimin yaygınlaştırılması, üretim sürecinin parçalanıp işçi sınıfının ortak hareket etme zemininin zayıflatılmasıdır.
İşçi sınıfına karşı yapılan bu saldırıların en önemli ayağını yeni süreçle birlikte hızlandırılan özelleştirme furyası oluşturmuştur. Devlet özelleştirmelerle birlikte bir taşla iki kuş vurmak istemektedir. Özelleştirme hem ideolojik bir saldırı, hem de emeğin örgütlü gücünün dağıtılmasının bir aracıdır. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte özelleştirme saldırısının özellikle ideolojik yanı büyük önem kazanmıştır.
Diğer taraftan emperyalist kapitalist sistem işsizler ordusunu büyüterek ücretleri düşük tutmanın bir aracı olarak da kullanmaktadır. Dolayısıyla özelleştirme uygulaması sendikaların zayıflatılarak çökertilmesinde önemli bir işlev görmektedir.
Sendikal hareketin geriye düşüşünü yukarda anlatmaya çalıştığımız üretim süreçlerinde yaşanan değişimler etkilese de her şeyi bu nesnel zeminle açıklamak doğru olmayacaktır. Nesnel zeminin varlığı her ne kadar su götürmez ise de sorunu esas olarak sınıfın politik özne ile olan ilişkisine bağlamak gerekmektedir. Sınıfa öncülük eden ciddi bir gücün olmaması sınıfın bugünkü güvensizliğinin gerçek temelidir.
Sosyalist hareketin sendikalara bakış açısı ve mücadele biçimleri yakın tarihte dünyada yaşanan gelişmelere göre şekillenmiştir. 1945’ler sonrasında, özellikle 1960’lardan sonra sosyalist hareketin yaşadığı bölünmeden kaynaklı olarak üç farklı eğilimin ortaya çıkması (SBKP merkezli eğilim, ‘Avrupa Komünizmi’ eğilimi ile ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri ile ÇKP’den esinlenen eğilim) doğrudan sendikal anlayışlara da yansımıştır.
İlk iki eğilim (yani SBKP merkezli eğilim ile ‘Avrupa Komünizmi’ eğilimi) esas olarak reformizmi temsil etmekteydi. Sınıfı temel aldıklarını söyleseler de bu eğilimlerin bakış açısını besleyen 2. Enternasyonal’in anlayışıdır. Bu anlayış, mücadeleyi sendikal ve ekonomik alanla sınırlandırmakta ve kendisi devrim düşüncesinden uzaklaştığı oranda denetimi altında tuttuğu sendikaları da devrimci çizgiden geriye çekmektedir.
Üçüncü eğilimde yer alan ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri (ÇKP’den esinlenen eğilim) ise sınıfa ikincil bir rol vererek aradaki bağları zayıflatıyordu. Bu zayıflık, devrimci güçlerin işçi sınıfının örgütleri olan sendikalar içinde yeterince örgütlenememesine neden oluyordu.
Sendikaların geriye düşmelerine neden olan bir diğer etken ise reel sosyalizmin çözülmesinden sonra yaşananlardır. Reel sosyalizmin dağılmasıyla ortaya çıkan bunalım doğrudan sendikalara da yansımış, bu bunalımı aşmakta yetersiz kalan sosyalist hareketlerin sendikal çalışmaları da aynı gerilemeye uğramıştır.
Türkiye Devrimci Hareketi açısından bakıldığından sorun daha da ağırdır. TDH. 12 Eylül yenilgisinin yükünü atmaya çalışarak yeniden toparlanmaya başladığı bir dönemde çöküş olgusuyla karşılaşınca yönünü bulmakta zorlanmıştır.
Sonuçta, yaşanan bütün bu gelişmeler devrimci güçlerin giderek sınıf içindeki etkinliğini kaybetmelerine neden olmuştur. 1 Mayıs kutlamalarında yaşananlar bunun en güzel örneklerindendir. Devrimci hareket belli bir gücü bünyesinde barındırmasına rağmen sınıfla bağları zayıf olduğu için sınıf üzerinde etkisiz durumdadır.
Yaşanan özne boşluğunun doldurulamadığı koşullarda ise sendikalar hem zayıflamış hem de burjuvazinin etkilerine daha fazla açık hale gelmişlerdir. Öyle ki, işçi sınıfının örgütleri olan sendikalar günümüzde büyük oranda sınıfın tepkisini düzen içi kanallara boşaltmasının birer araçları haline dönüşmüşlerdir.

Sonuç
Geçmiş geleceğe ışık tuttuğu oranda anlamlıdır. 15-16 Haziran, işçi sınıfının gasp edilen ekonomik, demokratik, sendikal haklarına karşı bir başkaldırısıdır.
Devrimciler bu başkaldırıyı ve çıkarılması gereken dersleri yeni gelişmeler ışığında irdelemeli, önlerini aydınlatacak bir ışık haline getirmelidirler.
İşçi sınıfı, 15-16 Haziran’da bir mevzi savaşı vermiş ve bunu kazanmıştır. Ancak, 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntasının işbaşına gelmesinden bu yana aynı işçi sınıfı binlerce saldırıya maruz kalmış ve yüzlerce mevzi kaybetmiştir.
İşçi sınıfına yönelik en büyük saldırı küreselleşme söylemleriyle gelen ve halen devam etmekte olan saldırıdır.
Küresel boyuttaki bu saldırı özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal güvencelerden mahrum bırakma gibi yaşamsal önem taşıyan konuları içermektedir. Bu saldırı sonucu, işsizlik artmakta, haklar budanmakta sesini çıkaran işten atılmakla tehdit edilmektedir. Tüm bunların sonucu sınıflar arasındaki çelişkiler artmakta ancak gerek devrimci hareketin ideolojik-teorik-örgütsel-siyasal krizi ve gerekse insanların yaşayabilmeleri için daha fazla çalışmak zorunda bırakılması tepkilerinin sınırlarını belirlemektedir.
İzlenen ekonomik-politikalar sonucu işçi sınıfının yanında diğer emekçi tabakalar da saldırılardan nasibini almaktadır. Onlar da hızla konumlarını kaybetmekte, yaşam koşulları tahammül sınırlarını zorlamaktadır. Tüm bu gelişmeler devrim mücadelesi açısından önemli olanaklar yaratmaktadır. Zaman zaman patlama biçiminde kendini gösteren tepkiler bizim için uyarıcı olmalıdır. Sadece kendiliğindenci gelişen eylemlerin içine girip onları daha ileri noktalara götürmek değil, devrimci hareketin kendi gündemiyle sürece girerek toplumsal muhalefeti ileri noktalara taşımak zorunluluğu ve gerekliliği vardır.
15-16 Haziran’ların ruhunu yeniden yakalamak, ancak böyle bütünlüklü bir mücadele programı ile mümkün olacaktır.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul