Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

30. Sayı - Mayıs/Haziran 2005

Parti ve Kültür:
Devrimcilik, Kesintisiz Bir Direniş Savaşıdır

Bir devrimci hareketin tarihi, insanların ve toplumların tarihi gibi belli zaman dilimlerinden ya da aşamalardan oluşur. Kuruluş süreçleri vardır, gelişme dönemleri vardır, zikzaklar, geriye düşüşler ve sıçramalar vardır; hiçbir şey düz çizgiler üzerinden ilerlemez. Bu durum, bir dizi başka olgunun yanında, devrimci hareketin düzenin baskı aygıtlarıyla olan ilişkisini de büyük ölçüde belirler. Kuşkusuz her devrimci hareket daha doğduğu andan itibaren düzenin sahipleri için potansiyel bir tehdit oluşturur ve derhal yok edilmesi, etkisizleştirilmesi gerekir. Ancak pratikte işler böyle yürümez; düzen, kendi siyasal kanalları dışında akan ırmakları tamamen kurutamaz, bu mümkün değildir.
Ama ne zaman ki bir devrimci hareket özel bir gelişme eğilimi gösterir, o noktadan sonra artık başka bir aşamaya geçilir; oligarşi ve hatta emperyalist terörün uluslararası kurumları tarafından söz konusu hareket bu kez yeniden ve daha kapsamlı bir biçimde ele alınır ve olağandan daha şiddetli bir baskının konusu olmaya başlar. Özellikle ülkedeki yerleşik çerçeveyi zorlayan, alışılmış politik yaklaşım ve eylemlilikleri yerinden oynatan, o güne değin düzen temsilcilerinin "katlanılabilir" bulduğu muhalefet dozunu aşan bir noktaya varıldığında, her şey olağanüstü düzeyde keskinleşir, kartlar daha açık oynanır ve yoğun bir saldırı politikası uygulanmaya başlanır. Düzen açısından artık her şey mübahtır, sistemin gerçek çehresi kendini çok yönlü biçimde açığa vurur. Klasik yasal önlemlerden kontr-gerilla operasyonlarına, fiziki engellemelerden medyatik karalama kampanyalarına dek bir dizi yöntem, yerli oligarşilerin, emperyalist efendilerinden öğrendikleri yollardır ve bunların bazen biri-birkaçı, bazende tümü birden uygulanır.
Ama öte yandan bu durum, bir devrimci hareket için aynı zamanda olumlu bir anlam da ifade eder. Tehdit olarak kabul edilen bir noktada bulunmanın politik anlamı bir yana, böylesi bir durum o devrimci hareketin basınca alışma ve basıncı göğüsleme kapasitesini de artıran bir şeydir. Bir devrimci hareket, düşmanın artan baskısına dayanmak ve ona rağmen ayakta kalarak gelişme becerisini göstermek zorundadır. Şüphesiz siyasi hayatta her zaman her şey kontrol altında değildir; önceden öngörülemeyen olumsuzluklara rastlandığı da olur ama genel olarak artan baskı süreci, aynı zamanda o devrimci hareketin perspektifinin ve örgütlenme biçimlerinin, insan yapısının hayat içersinde sınanması anlamını taşır.

İnsana Yönelen Düzen ve İnsanın Yönelişi
Bir devrimin ve bir devrimci hareketin esas unsuru tabii ki her şeyden önce insandır ve düzenin baskısı da öncelikle bu unsuru hedefler. Genel olarak ya da tek tek örnekler üzerinden devrimci hareketin insan unsuruna yönelmek, onu geriletmek, çökertmek, moralini bozmak, kimi hallerde fiziki olarak yıpratmak ya da yok etmek, oligarşinin şiddet mekanizmasının bilinen karşı devrimci faaliyetinin parçalarıdır. Oligarşinin asıl derdi, kendisine yönelik tehdit oluşturan devrimci hareketin kurumlarını, örgütlerini yıkmak, kitleleri öncüsüz bırakmak ya da öncünün gücüne, tutarlılığına yönelik kuşkular yaratmaktır. Bunun için fırsat buldukça devrimci kurumlara, devrimci hareketin maddi ve teknik olanaklarına da darbeler indirmeye çalışır; ama asıl saldırdığı nokta, yine de insandır. Çünkü bilinir ki, bütün maddi-fiziki koşullar, kurumlar yok edildiğinde bile, geriye insan unsuru, yani devrimci kadro kalmışsa eğer, hatta kadroların da ötesinde bir değerler sistemi ve politik gelenek kalmışsa, her şey yeniden inşa edilebilir, kopuk zincir halkaları birbirine bağlanabilir ve oligarşi açısından tehlike devam eder!
Oligarşinin bütün temsilcileri, bütün o akbabalar sürüsü, örneğin, Deniz Gezmiş'in idam sehpasında küçücük bir hata yapması için, Mahir'in Kızıldere'de bir an dilinin sürçmesi için ne kadar çok dua etmişlerdir! Böyle olsaydı çünkü, bu, devrimci örgütlerin bütün insanlarının katledilmesinden, hapishanelerin tıkabasa doldurulmasından daha derin ve daha büyük bir başarı olurdu onlar için. Onca katliam ve baskıya rağmen 71 devrimci hareketinin siyasal olarak yenilememiş olması ve daha aradan birkaç yıl geçmeden coğrafyamızın her köşesinden birden bir devrimci yükselişin başlaması nasıl açıklanabilir? Burada, devam eden bir değerler ve düşünceler zinciri, kuşaktan kuşağa aktarılan bir devrimci gelenek vardır. Sonuçta, sehpalar kurulmuş, makineli tüfekler ateşlenmiş, işkence tezgahları tam kapasiteyle çalışmış, ama insan, devrimci insan yine de dimdik ayakta kalmıştır. Çok değil, birkaç yıl sonra adı Tamer olan, Nurettin olan, İlker olan yüzlerce genç insan, bu zincirin halkalarına eklenmişler ve ellerindeki sıfır fiziki olanaklara rağmen kesintisiz bir akışı devam ettirmişlerdir.
İnsanın ayakta kalışı... Her şeye rağmen ve her şey çöktüğünde bile...
Bütün devrimlerin çok bilinen sırrı budur.
Bütün düşman kurumlarının hedef tahtasına çaktığı gerçeklik de budur.
Şüphesiz bu yalnızca düzenin zor aygıtlarıyla ilgili, yalnızca onların üstlendiği bir "görev" değildir. Özellikle günümüzde soruna daha geniş bir açıdan da bakılmalıdır. Oligarşinin kurumsal sistemi sadece zor aygıtından ibaret olmadığı gibi, devrimci sempatizan ya da kadronun üzerine yüklenen baskı da sadece bu araçlarla gerçekleştirilmez. Kültürel yozlaştırma politikalarından uyuşturuculara, her gün bir yenisi öne sürülen sahte politik gündemlerden geleneksel demagoji ve yalan mekanizmalarına dek yüzlerce araç, yüzlerce yoldan, yalnızca genel olarak emekçi kitlelerin üzerine değil, aynı zamanda onun bir parçası olan devrimci insanın üzerine de yüklenir. Bu anlamda bir devrimcinin hayatı aslında kesintisiz biçimde sürdürülen bir direniş ve kendini yeniden devrimci tarzda yaratma savaşıdır. Ve yine bu anlamda bir devrimci için direniş ve kendini yeniden yaratma çizgisi, oligarşinin zor aygıtıyla doğrudan karşılaştığı anda, gözaltında, cezaevinde, vb. başlamaz, direniş onun için bir hayat biçimidir. Bırakın devrimci ahlak ve dürüstlük normlarını, sıradan bir esnafın bile dürüst kalmakta zorlandığı 2000'li yıllar tablosu içinde o, sürekli bir mücadele içinde ve kendisini sürekli yenileyerek ayakta kalabilir. Tarihin en büyük ve en kapsamlı insani yıkım manzarası içinde bir devrimci, yine tarihin en çeşitli ve en etkili ideolojik-kültürel silahları tarafından kuşatmaya alınmıştır ve hayatını bir direnme ve yeniden devrimci tarzda yaratma savaşı olarak inşa etmelidir.
Ama bütün bunlar, yine de işin bir bölümüdür. Düzene karşı savaşmaya karar vermiş olan devrimci insan, hatta yalnızca o değil, düzenden hoşnutsuz olup bunu ortaya koymak isteyen sıradan bir emekçi de, eninde sonunda karşısında sistemin asıl unsuru olan zor aygıtını bulur.
Karşı-devrimci baskı, kendisini esas olarak emekçi kitlelerine ya da devrimci örgütlere ve tek tek devrimcilere yöneltilen fiziki-psikolojik saldırı şeklinde ortaya koyar. Kitle hareketine yönelik baskı biçimlerinin türlü biçimlerine şimdiye dek bu topraklarda tanık olduk; ancak sürekli bir baskı yönetimiyle ayakta kalabilen yeni-sömürge oligarşileri için bütün demokratik-devrimci kıpırdanmaları şiddet yoluyla bastırmak tipik bir davranış biçimidir. Bu davranış biçimi, en kanlı provokasyon ve katliamlardan yasal gösterilerin vahşi saldırılarla dağıtılmasına dek uzanan bir şiddet zincirini içerir ve oligarşiler, bu tür bastırma faaliyetleri için özel birimler kurup eğitirler.
Devrimcilerin toplu halde ya da tek tek gözaltına alınmaları, daha özel olarak da "operasyon" adı altında yapılan toplu gözaltı ve tutuklamalarla devrimci örgütlerin çökertilmeye çalışılması ise bu politikanın en önemli halkasıdır. Çünkü bu kez yapılan şey, kitleye dönük geleneksel provokasyon ve saldırıların da ötesinde doğrudan doğruya örgütlü güce ve örgütlü insana yönelmektir. Devrimci örgütlenmelerin kadro ve sempatizan sayısının tutuklama ve imhalarla nicelik olarak azaltılmasının yanında bu saldırının asıl hedefi nitelikle ilgilidir. Devrimci örgütün nitelikli insan, yani kadro gücünü kırmak, yok etmek ya da etkisizleştirmek, moralini bozmak, böylece devrimci çalışmayı mümkünse ortadan kaldırmak, bunun mümkün olmadığı durumlarda da en azından siyasal etkisini ve hareket yeteneğini azaltmak, bu saldırının esas amacıdır. Hatta, örgütün politik-pratik devamlılık zincirinin kırılması, her günden bir sonraki güne aktarılan deneyimlerin önünün kesilmesi de bu amaçların içindedir. Devrimci hareketin olağanüstü bir gelişme gösterdiği, çok yüksek bir katılımla sert bir savaşımın sürdürüldüğü, yani bir anlamda oligarşi bakımından "ipin ucunun elden kaçtığı" durumlarda belki nicel olarak devrimci güçleri imha etmek daha ön plandadır; ama özellikle devrimci örgütlenmelerin yeni yeni toparlandıkları inşa süreçlerinde onlar için asıl önemli olan gelişmekte olan filizleri kırmak, devrimci örgütlenmelerin istikrarlı bir gelişme temposu yakalamasının önüne geçmek ve sürekliliğini törpülemektir. 80 sonrası süreçte polis ve istihbarat aygıtında yapılan düzenlemeler, uzmanlaşmış birimlerin yaratılması ve kitleye yönelik düz terörle, devrimci örgütlere yönelik planlı çalışmanın birbirinden ayrılması, hep bunun içindir. Aynı şekilde bu süreçte "normal" gözaltı türünün dışına çıkarak yürütülen kontr-gerilla faaliyeti (kaçırma, kayıt dışı gözaltı, kaybetme, vb.) yaygınlaştırılmış, genel bir dehşet havasının oluşması için özel olarak çalışılmıştır. Bütün bunların amacının yalnızca A ya da B devrimci örgütünün fiziksel imhası olduğunu zannetmek, büyük bir yanılgıdır. Asıl amaç, baştan beri söylediğimiz gibi, devrimci insanın, onun yaşayan değerler ve düşünceler sisteminin çökertilmesi ve böylece yeni devrimci girişimlerin önünün kesilmesidir.

Düşmanla Karşılaşmak: Kalabalık Bir Yalnızlık...
Oligarşinin özgün amaçlarını bir yana bırakıp olguya devrimciler açısından baktığımızda ise önümüze çıkan şey, devrimci insanın devletin zor mekanizmasıyla doğrudan karşılaşmasıdır. Aslında devrimci insan, daha önce de kitle gösterilerinden günlük yaşamdaki sıradan olaylara dek birçok kez devletin resmi güçleriyle karşılaşmıştır, karşılaşmaktadır, hatta bu karşılaşmalar zaman zaman çok sert de geçmektedir. Yine bu çalışmalar ve sokak etkinlikleri sırasında ya da belli yasal ajitasyon faaliyetlerinin yapılışı esnasında (afişleme, bildiri dağıtımı, vb.) zaman zaman gözaltılar da gerçekleşmektedir. Demokratik hakların kullanımı sırasında gerçekleşen bu tür gözaltılara ilişkin olarak sol hareket bugüne değin genel kriterler üretmiştir. Örneğin devrimciler genel olarak böylesi durumlarda yasal haklarını kullanmakta, demokratik faaliyeti engellemek anlamına gelen gözaltılara gereken tepkiyi koymaktadırlar.
Ancak bütün bunlar, düşmanın doğrudan doğruya devrimci örgütlenmeye yöneldiği durumlardan nitelik olarak farklıdır. Doğrudan devrimci örgüte yönelik bir saldırıda, yani "örgüt operasyonu" denilen durumlarda, gözaltı biçimi, sorgu mantığı, mekanları ve tarzı da değişmekte, bir anlamda şiddet aygıtının gerçek çehresi kendini açığa vurmaktadır. Sonuçta elbette, karşı karşıya gelinen mekanizma aynı faşist devlet mekanizmasıdır; ama bu kez devrimci örgütlenmeyi çökertmeyi ya da gücünü kırmayı hedefleyen düşman ile devrimci militanın iradesi arasındaki çelişki çok keskin bir biçimde kendini açığa vurmaktadır. Kitle hareketine yönelik genel saldırıda emekçi kitlelerin gözünü korkutmak, onların toplumsal direnişe katılmasının önünü kesmek amaçlanırken, bu kez hedeflenen, toplumsal hareketi organize eden, onu yönlendiren güçtür. Ve o güç, örgüttür, devrimciler örgütüdür. Oligarşi, kitlelerin hareketini engellemenin yolunun devrimci örgütlenmeyi çökertmekten geçtiğini bilmektedir.
Devrimci örgütlenmeyi çökertmek ya da zayıflatmak, etkisizleştirmek ise devrimci insanın çökertilmesiyle mümkündür.
İşte tam burada, doğrudan devrimci örgüte yöneltilmiş saldırının tarzı ve mantığı ortaya çıkar. Bu kez söz konusu olan, kitleden tecrit edilerek "yalnızlaştırılmış" olan devrimci militana yüklenmedir. Toplu gözaltının yerini tek tek insanların alınması, kalabalık nezarethanelerin yerini tecrit hücreleri, genel sorgulamaların yerini de yalıtılmış ortamlarda yapılan özel sorgulamalar alır. Temel amaç değişmez; ama araçlar ve yöntemler değişir. Devrimci militan, bu kez fiziki olarak "yalnız" olduğu bir ortamda sınıf düşmanıyla karşılaşır; bu, yine fiziki anlamda, eşitsiz bir karşılaşmadır. Devrimci militan bu kez, bütün inançlarını, düşüncelerini ve değerlerini, tutsaklık koşullarında, yalnızken ve eli kolu bağlıyken savunmak zorundadır. Karşısındaki güç, kalabalıktır ve kendi mekanında her şeye hakim olduğu iddiasındadır; devrimci ise yoldaşlarından fiziki anlamda ayrı düşmüştür, düşmana ait bir zeminde kendini ayakta tutmak durumundadır. Dar bir alanda kocaman bir dünyayı savunmak... İşte yaptığı şey budur.
Abartmaya gerek var mı? Tabii ki yok! Bu yapılan ve yapılması gereken şey, hiçbir zaman ve hiçbir biçimde doğaüstü güçler, olağanüstü yetenekler gerektirmemektedir. Bizden önce, hatta yüzyıllar boyunca, aynı zeminlerde, aynı hücrelerde yüzlerce, binlerce efsanenin gerçekleştirilmiş olması, düşmanın yüzlerce, binlerce kez yenilgiye uğratılmış olması, bunu yapmış olan o iyi insanları "süper" insanlar gibi görmemizi gerektirmez. Devrimci düşünceleri ve aydınlık bir dünya özlemini savunmak, zalimlerin önünde diz çökmemek, özel bir yetenek değil, yeni bir hayatı kurmak isteyen her devrimcinin en doğal davranış biçimidir. Son derece açık: Her zaman, her durumda, her hücrede karşı karşıya gelen iki dünyadır; biri, milyonlarca insanı açlığa, yoksulluğa mahkum eden, halkların umudunu, ülkelerin onurunu postallarıyla çiğneyen zalimlerin dünyası, diğeri ise bizim eşitlikçi, özgür ve onurlu dünyamızdır. Şu ya da bu anda, şu ya da bu ülkenin herhangi bir polis hücresinde, özel olarak sorulan sorular, verilen yanıtlar ne olursa olsun, her zaman esas mesele budur. Konuşulan diller ya da üniformaların, duvarların renkleri ne olursa olsun, her zaman karşımızdaki düşman, aynı emperyalist mekanizmadır. Kolombiya'nın herhangi bir işkencehanesi, Ebu Gureyb'tir; Berlin'deki herhangi bir polis merkeziyle Tel Aviv hapishanelerinin harcı, tuğlası aynıdır.
Ve her yerdeki devrimciler, dün ya da bugün, mevcut toplum yapısı içinden gelen ve yeni bir dünya için mücadele eden "sıradan" insanlardır. Devrimci hareketin tarihi, şüphesiz binlerce kahramanlıkla örülüdür, tarihin en trajik anlarında insanlık değerlerinin en yüksek düzeyleri ortaya çıkmış ve bize, hatta daha sonraki yüzyıllara yeni değerler bırakılmıştır. Hiçbir şey sıfırdan başlamamıştır; 1981'de idam sehpasına çıkan Ahmet ve Kadir, Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının bıraktığı o büyük değerin bir parçası olarak, o muazzam ruhu içlerinde hissederek ölümün üstüne yürümüşlerdir; Denizler ise Julius Fuçikler’den, Pir Sultanlar’dan, Bedreddinler’den gelen bir geleneğin izinden akıp gelmişlerdir.
Ama kimdir Deniz Gezmiş? Olağanüstü bir güç tarafından tek ve biricik olarak yapılarak dünyamıza armağan edilmiş süper bir kahraman mı? Sonuçta o, bizim anne ve babamıza çok benzeyen bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelip, bizim oynadığımız sokaklarda oynayarak, bizim dirsek çürüttüğümüz okul sıralarından geçerek büyümüş bir insandan başka nedir? Kuşkusuz o bir kahramandır; canını ortaya koyarak davasını savunan bir kahramandır. Ama öte yandan, bir davayı yalnızca tehlikesiz durumlarda savunmak zaten utanmazca bir oportünizm değil midir?
Evet, kahramanlık... Ama ulaşılamaz bir kahramanlık değildir bu. Denizler’den yıllar sonra gelen ve sıradan liselerde okurken devrimcilikle tanışarak yeni bir hayata adım atan o "sıradan" insanlar, Ahmet ve Kadir, nasıl ulaşabildilerse işte öyle ulaşılabilen bir kahramanlık... 24 yaşındayken Türkiye devriminin en güçlü geleneğini yaratan Mahir Çayan kahramandır kuşkusuz; ama onun yolundan yürümeyi kafasına koyup yola çıkan "sıradan" öğrenci Atilla'nın vardığı yer de kahramanlıktan başka neresidir? İşkencecilerini çılgına çeviren o mavi gözlü Çorumlu, İbrahim Kaypakkaya, yoksuluğun içinden gelip Çapa Öğretmen okulu öğrencisi olmuş bir insan değil midir? Ya sonradan onun yaptığını Adana işkencehanelerinde tekrarlayan Bedreddin? Daha üç beş yıl önce Turgutlu'nun bir mahallesinde, "sıradan" bir delikanlı olan aynı Bedreddin değil midir?
Kısacası, şimdilerde ununu eleyip eleğini duvara asmış olan eski devrimcilerin bir zamanın örneklerini "ulaşılamaz bir zirve" gibi sunmaları ve böylece genç insanlara aslında üstü kapalı olarak "bu işlere hiç kalkışmayın" öğüdünü vermeleri tamamen boş gevezeliktir.
Devrim süreci kahramanlıklarla örülü bir yoldur; ama devrimciliğin kendisi özel bir kahramanlık değildir. Devrimcilik, şu anda bu yazıyı okuyan insan dahil olmak üzere "sıradan" insanların, bu coğrafyanın emekçilerinin ve namuslu insanlarının işidir. Her devrimcide olan ve olması gereken temel meziyetleri neredeyse ulaşılamaz nitelikler gibi sunmak hiçbir biçimde doğru değildir. Her gün binlerce çocuğun kanına giren bir dünya sisteminin karşısında durmak, ona baş eğmemek için esasen, bırakalım özel bir kahramanlığı, devrimci olmak bile gerekmez. Büyük devrimlerin tarihine şöyle bir göz atmış herhangi birinin kolayca anlayabileceği gibi, toprağın alt üst olduğu anlarda hiçbir teorik formasyona sahip olmayan namuslu emekçiler de akıllara durgunluk verecek direnişlerin altına imza atabilirler ve atmışlardır.

Düşman Topraklarda Dimdik Ayakta Durmak!
Çünkü devrimci hareket, haklıdır, meşrudur ve doğrudur... Ve devrimci, bütün bunlara sahip olduğu için, bütün bunları savunduğu için zamanımızın kahramanıdır.
Düşmanın yapmak istediği şey çok açıktır ve hangi kılıf altına gizlerlerse gizlesinler hep aynıdır: Devrimci insana diz çöktürmek! Devrimci insanı kendi kokuşmuş düzenlerinin çamuruna çekmek!
Ayrıntıların önemi yok! Teknik olarak, fiziki olarak, psikolojik olarak her şeyi yapmaları, her yolu denemeleri mümkündür. Acı çektirmekten en iğrenç aşağılama girişimlerine ve psikolojik oyunlara dek her türden rezillik onların yöntemleri arasında vardır. Bütün o demokrasi gösterilerinin, o sırıtkan Avrupalı havalarının sona erdiği yer konusunda safdil değiliz. Her şey mümkündür ve bu durum sınıf mücadelesinde şaşırtıcı bir olgu değildir.
Şu ya da bu andaki somut amaçları da bu genel niyetlerini gölgelemez. Evet, çoğu kez istediklerini şu ya da bu bilgiye ulaşmak gibi basit ve teknik bir düzlemde sunarlar; ama bu zaten insanın çökertilmesinin normal sonucudur. Asıl önemli olan, devrimci iradeyi ve yarına olan inancı kırmak, devrimci militandan bir insan posası yaratmaktır.
Buna karşı direnmek, yalnızca başkalarını korumak, devrimci hareketi (sanki o bize dışsal bir olguymuş gibi) savunmak, vb. anlamına gelmez; bu, aynı zamanda devrimci hareketle, yoldaşlık ilişkileriyle bir bütünlük oluşturan bizim kendi kimliğimizin de savunulmasıdır. Devrimcilik, bütün bir insanlık için, yeni bir dünya için yola çıkmaktır evet, ama bu aynı zamanda kendimizle de ilgilidir. Devrim, yalnızca başkaları için değil, kendi çocuklarımız, kendi geleceğimiz için de istediğimiz bir şeydir.
Ve bu anlamda her devrimci, bizzat kendisi de devrimci hareketin değerlerinin bir parçasıdır; bizzat kendisi de başlıbaşına bir değerdir. Bu değeri, para uğruna düzene hizmet eden uşakların karşısında yüksekte tutmak, onu satmamak ya da ezdirmemek, esasen insanın kendi kendisini yüceltmesidir. Kendi özgür iradesini bir zulüm düzeninin maaşlı katillerinin iradesine teslim etmek, onların istediklerini yaparak küçülmek, özünde insanın kendi değerini hor görmesi, kendini onlarla eşitlemesidir. Aslında istedikleri de tam budur. Her düzen bekçisinin bireysel kompleksi ve hırsı da bu yöndedir. Karşısında dimdik duran, onurlu ve haklı bir davayı savunmanın aydınlık ışığına sahip olan devrimci insanı kendi çürümüş kişiliğine eşitlemek... Sonrası ise, binlerce kez kanıtlandığı gibi her zaman saygınlığın yitirilmesi ve değersizleşmedir. Kendisini düşmanıyla eşitleme hatasını yaptıktan sonra ondan saygı görmüş bir tek devrimci yoktur ve olmayacaktır. Çünkü, o noktada saygınlığın kaynağı olan şey yitirilmiştir.
Ve yine binlerce kez kanıtlanmıştır, kanıtlanmaya devam ediyor: Devrimci kararlılığın düşmanda yarattığı duygu, nefretten çok saygıdır.
Devrimci hareket haklıdır, meşrudur ve doğrudur... Bugünün çürümüş dünyasında her şeye rağmen en temiz güç kesinlikle devrimci harekettir.
Onca yıldır hiç bıkmadan, usanmadan, utanmadan devrim hareketinin efsanevi önderlerinin bile, İbrahim, Deniz ve Mahir'in bile karşılarında nasıl diz çöktüğünü ballandırarak anlatmalarının gerçek nedeni bu temizliği lekelemekten başka bir şey değildir. İlk bakışta bu, tamamen gerçek dışılığından ötürü bize saçma gelse de onlar için önemlidir. Çünkü, "onlar bile..." diye başlayan sözlerin arkasından varılmak istenen şey, genel bir güven bunalımıdır, genel bir çürüklük atmosferidir. Esasında, bizim üzerimize yansıtmak istedikleri şey, para üzerine kurulu kendi dünyalarının çürük görüntüsüdür. Halka güvensizlik, yoldaşlara güvensizlik, devrimci örgüte güvensizlik ve nihayet gelinen asıl nokta: Kendine güvensizlik!
Her şey çöktü... Öyleyse, sen de diz çök!
Tek tek yapılan yanlışlar, büyük ya da küçük düşkırıklıkları, şu ya da bu kişinin hataları... Hepsi allanıp pullanıp bu atmosfer için ortaya dökülür. Üç kuruş için birbirlerini satabilecek olan düzen memurları, yoldaşlık ilişkilerini zedelemek için bin dereden su getirirler.
Her şey çöktü! Öyleyse sen de diz çök!
İyi o zaman, diyelim ki öyle, diyelim ki gerçekten de bir verili andaki bütün yapılar, kurumlar çöküp gitti. Bu, zulmün önünde boyun eğmek için nasıl bir sebep olabilir ki?
Bu, benim dürüst, kendini satılığa çıkarmayan bir insan olmaktan vazgeçmem için nasıl bir sebep olabilir ki?
Ve en önemlisi: Ben diz çökmemişsem eğer, nasıl her şey çökmüş olabilir ki?
Devrimci hareket haklıdır, meşrudur ve doğrudur...
Belirli bir andaki örgütsel durum, güç ilişkileri nasıl olursa olsun, devrimci hareket zayıflasa da güçlense de, bütün ilişkiler, kurumlar, vb. çökse de yücelse de bu böyledir. Onun tarihsel meşruiyeti, insanın insan tarafından köleleştirildiği bugünkü mevcut düzen karşısındaki duruşundan kaynaklanır. Mevcut kokuşmuş düzeni korumak, insanlara mutsuzluk ve acıdan başka bir şey getirmeyen bugünkü kapitalist sistemin devamını sağlamak için maaş alanlar, hiçbir çıkar peşinde koşmaksızın yeni bir dünya için savaşanların meşruiyetini sorgulayamaz.
Mevcut sömürü ve soygun düzeni ise, devrimcilerin ve devrimci hareketin şu ya da bu andaki gücü, sayısı, vb. ne olursa olsun hiçbir biçimde meşru değildir, yıkılmaya mahkumdur.
Bu yüzden, devrimci militan, yalnızca partiye ve yoldaşlara güven duygusunun üzerinde değil, aynı zamanda devrimci davanın genel tarihsel meşruiyeti gibi daha geniş bir zemin üzerinde de durur.
Devrimci hareket haklıdır, meşrudur ve doğrudur... Düşmanın taktikleri değişebilir, panik yaratarak denge bozmak, mantıklı ve sağlıklı düşünme özelliklerini felç etmeye çalışmak, küçük bilgi kırıntılarından üretilmiş değişik senaryolarla şaşırtıcı tablolar çizmek, yüzlerce blöfü ve tehditi arka arkaya dizmek, vb. vb. hepsi mümkündür. Hatta bir devrimcinin ölümle yaşam arasındaki ince çizgiye gerçekten de gelip dayanması mümkündür.
En trajik noktalarda, önümüze en keskin yol ayrımları geldiğinde bile hangi yolu tutacağımız bu gerçekliğin açık seçik bilinmesine bağlıdır. Bu güven ve meşruiyet duygusu, bütün fiziki acıların ve psikolojik saldırıların göğüslenme noktasıdır. Özcesi, nasıl ve neden yaşamak istediğimiz, kimin tarafında olmak istediğimiz her şeyi belirler. Onların istedikleri gibi olduğumuz, onların istediklerine boyun eğdiğimiz bir yaşamın artık bize ait olmadığı ve olmayacağı son derece açıktır.
Devrimci Sosyalist Hareket, bu haklı, meşru ve doğru davanın tereddütsüz ve içten savunucusudur. Devrimci Sosyalist Hareket, sıradan bir muhalefet hareketi de değil, bir devrim hareketidir. Yürüdüğümüz yol, milyarlarca insanın acılar içinde kıvrandığı bugünün karanlık ve çürümüş dünyasının yerle bir edilmesi ve yepyeni bir yaşamın yaratılması yoludur. Bu yolda yürüyen insanlar, kişisel çıkar kaygılarından, küçük-günlük hesaplardan uzak, dürüst ve samimi insanlardır. Yoldaşlarımıza bağlılığımız ise bilinen dostluk-arkadaşlık ilişkilerinin ötesinde, tüm devrimcileri birbirine bağlayan o büyük davaya bağlılık anlamını taşır.
Yoldaşlarına ve bu büyük davaya zarar gelmemesi için canlarını ortaya koymuş olan bütün kahramanlarımız, bize bugünü armağan eden insanlardır. Onların hiçbiri, ne yalnızca birer fotoğraf, ne de ara sıra akıllara gelecek birer anıdır. Zeki Yumurtacı'nın bir mezarlık duvarında kurşuna dizilirken savunduğu dava, bir başka mezarlık duvarında kurşuna dizilen Komüncülerin davasıyla aynıdır. Nurettin Yedigöl'ün derin suskunluğu ile Börklüce Mustafa'nın idam sehpasındaki dimdik duruşu aynı duruştur. Hastane odasında son bir dirençle zafer işareti yapan Hakkı Kolgu ile ülkesini savunmak için Amerikalı cellatlara göğsünü siper eden Nguyen Van Troi, aynı yoksulluk hamurundan gelmişlerdir.
Ve daha yüzlerce örnek sayılabilir... Ve yine binlerce devrim kahramanının adı bile bilinmez, binlercesinin mezarı bile yoktur. Bunun için yalnızca Stalingrad'da tek tek sokakları, tek tek evleri savunurken şehit düşmüş yüzbinlerce Sovyet insanını düşünmek yeterlidir.
Devrimci Sosyalist Hareket, bu muazzam mirasın taşıyıcısıdır. Her devrimci sosyalist, kendisini bu ağır ama gurur verici sorumluluğun sahibi olarak görmelidir.
Ve bu nedenledir ki, her devrimci sosyalist, her onurlu insan, safını kuşkuya yer bırakmayacak tarzda belirlemişse, düşmanı her yerde olduğu gibi, kendi ininde, kendini en güçlü sandığı işkence tezgahlarında da yenebilir.
Evet, her devrimci eylem gibi, her devrimci görev gibi, sorguda düşmanı ezmek de gerektiğinde yaşam pahasına yapılır. Sorgudasın, onun silahı işkence, yalan, sahte üstünlük pozları, iğrenç küfürler, karanlık odalar... Senden istediği ihanet, yoldaşının sıcak gülüşüne ihanet, kendine, kendindeki tüm insani değerlere ihanet... Sen emekçisin, devrimcisin, haklısın, meşrusun, güçlüsün. Savaş gövden ve iraden üzerinde yürütülüyor, gövden ve iraden senin silahındır, geri çekilmek yok, teslim olmak yok... Haklı ve meşru olmanın gücüyle, gövden ve iradenin sana ve ideallerine ait olduğunu göster, diren ve ez düşmanı! Bunu milyonlarca direnişçi başardı, sen de başarabilirsin, hepimiz başarabiliriz!
Düştüysen eğer yere, hemen ayağa kalk, kendini toparla, yeniden halkının, devrimin yanında saf tut! Yeniden geç direniş siperine!
Haklı bir davayı savunanlar asla yenilmezler!


 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul