Bir devrimci hareketin tarihi, insanların ve
toplumların tarihi gibi belli zaman dilimlerinden
ya da aşamalardan oluşur. Kuruluş süreçleri vardır,
gelişme dönemleri vardır, zikzaklar, geriye düşüşler
ve sıçramalar vardır; hiçbir şey düz çizgiler
üzerinden ilerlemez. Bu durum, bir dizi başka
olgunun yanında, devrimci hareketin düzenin baskı
aygıtlarıyla olan ilişkisini de büyük ölçüde belirler.
Kuşkusuz her devrimci hareket daha doğduğu andan
itibaren düzenin sahipleri için potansiyel bir
tehdit oluşturur ve derhal yok edilmesi, etkisizleştirilmesi
gerekir. Ancak pratikte işler böyle yürümez; düzen,
kendi siyasal kanalları dışında akan ırmakları
tamamen kurutamaz, bu mümkün değildir.
Ama ne zaman ki bir devrimci hareket özel bir
gelişme eğilimi gösterir, o noktadan sonra artık
başka bir aşamaya geçilir; oligarşi ve hatta emperyalist
terörün uluslararası kurumları tarafından söz
konusu hareket bu kez yeniden ve daha kapsamlı
bir biçimde ele alınır ve olağandan daha şiddetli
bir baskının konusu olmaya başlar. Özellikle ülkedeki
yerleşik çerçeveyi zorlayan, alışılmış politik
yaklaşım ve eylemlilikleri yerinden oynatan, o
güne değin düzen temsilcilerinin "katlanılabilir"
bulduğu muhalefet dozunu aşan bir noktaya varıldığında,
her şey olağanüstü düzeyde keskinleşir, kartlar
daha açık oynanır ve yoğun bir saldırı politikası
uygulanmaya başlanır. Düzen açısından artık her
şey mübahtır, sistemin gerçek çehresi kendini
çok yönlü biçimde açığa vurur. Klasik yasal önlemlerden
kontr-gerilla operasyonlarına, fiziki engellemelerden
medyatik karalama kampanyalarına dek bir dizi
yöntem, yerli oligarşilerin, emperyalist efendilerinden
öğrendikleri yollardır ve bunların bazen biri-birkaçı,
bazende tümü birden uygulanır.
Ama öte yandan bu durum, bir devrimci hareket
için aynı zamanda olumlu bir anlam da ifade eder.
Tehdit olarak kabul edilen bir noktada bulunmanın
politik anlamı bir yana, böylesi bir durum o devrimci
hareketin basınca alışma ve basıncı göğüsleme
kapasitesini de artıran bir şeydir. Bir devrimci
hareket, düşmanın artan baskısına dayanmak ve
ona rağmen ayakta kalarak gelişme becerisini göstermek
zorundadır. Şüphesiz siyasi hayatta her zaman
her şey kontrol altında değildir; önceden öngörülemeyen
olumsuzluklara rastlandığı da olur ama genel olarak
artan baskı süreci, aynı zamanda o devrimci hareketin
perspektifinin ve örgütlenme biçimlerinin, insan
yapısının hayat içersinde sınanması anlamını taşır.
İnsana Yönelen Düzen ve İnsanın Yönelişi
Bir devrimin ve bir devrimci hareketin esas unsuru
tabii ki her şeyden önce insandır ve düzenin baskısı
da öncelikle bu unsuru hedefler. Genel olarak
ya da tek tek örnekler üzerinden devrimci hareketin
insan unsuruna yönelmek, onu geriletmek, çökertmek,
moralini bozmak, kimi hallerde fiziki olarak yıpratmak
ya da yok etmek, oligarşinin şiddet mekanizmasının
bilinen karşı devrimci faaliyetinin parçalarıdır.
Oligarşinin asıl derdi, kendisine yönelik tehdit
oluşturan devrimci hareketin kurumlarını, örgütlerini
yıkmak, kitleleri öncüsüz bırakmak ya da öncünün
gücüne, tutarlılığına yönelik kuşkular yaratmaktır.
Bunun için fırsat buldukça devrimci kurumlara,
devrimci hareketin maddi ve teknik olanaklarına
da darbeler indirmeye çalışır; ama asıl saldırdığı
nokta, yine de insandır. Çünkü bilinir ki, bütün
maddi-fiziki koşullar, kurumlar yok edildiğinde
bile, geriye insan unsuru, yani devrimci kadro
kalmışsa eğer, hatta kadroların da ötesinde bir
değerler sistemi ve politik gelenek kalmışsa,
her şey yeniden inşa edilebilir, kopuk zincir
halkaları birbirine bağlanabilir ve oligarşi açısından
tehlike devam eder!
Oligarşinin bütün temsilcileri, bütün o akbabalar
sürüsü, örneğin, Deniz Gezmiş'in idam sehpasında
küçücük bir hata yapması için, Mahir'in Kızıldere'de
bir an dilinin sürçmesi için ne kadar çok dua
etmişlerdir! Böyle olsaydı çünkü, bu, devrimci
örgütlerin bütün insanlarının katledilmesinden,
hapishanelerin tıkabasa doldurulmasından daha
derin ve daha büyük bir başarı olurdu onlar için.
Onca katliam ve baskıya rağmen 71 devrimci hareketinin
siyasal olarak yenilememiş olması ve daha aradan
birkaç yıl geçmeden coğrafyamızın her köşesinden
birden bir devrimci yükselişin başlaması nasıl
açıklanabilir? Burada, devam eden bir değerler
ve düşünceler zinciri, kuşaktan kuşağa aktarılan
bir devrimci gelenek vardır. Sonuçta, sehpalar
kurulmuş, makineli tüfekler ateşlenmiş, işkence
tezgahları tam kapasiteyle çalışmış, ama insan,
devrimci insan yine de dimdik ayakta kalmıştır.
Çok değil, birkaç yıl sonra adı Tamer olan, Nurettin
olan, İlker olan yüzlerce genç insan, bu zincirin
halkalarına eklenmişler ve ellerindeki sıfır fiziki
olanaklara rağmen kesintisiz bir akışı devam ettirmişlerdir.
İnsanın ayakta kalışı... Her şeye rağmen ve her
şey çöktüğünde bile...
Bütün devrimlerin çok bilinen sırrı budur.
Bütün düşman kurumlarının hedef tahtasına çaktığı
gerçeklik de budur.
Şüphesiz bu yalnızca düzenin zor aygıtlarıyla
ilgili, yalnızca onların üstlendiği bir "görev"
değildir. Özellikle günümüzde soruna daha geniş
bir açıdan da bakılmalıdır. Oligarşinin kurumsal
sistemi sadece zor aygıtından ibaret olmadığı
gibi, devrimci sempatizan ya da kadronun üzerine
yüklenen baskı da sadece bu araçlarla gerçekleştirilmez.
Kültürel yozlaştırma politikalarından uyuşturuculara,
her gün bir yenisi öne sürülen sahte politik gündemlerden
geleneksel demagoji ve yalan mekanizmalarına dek
yüzlerce araç, yüzlerce yoldan, yalnızca genel
olarak emekçi kitlelerin üzerine değil, aynı zamanda
onun bir parçası olan devrimci insanın üzerine
de yüklenir. Bu anlamda bir devrimcinin hayatı
aslında kesintisiz biçimde sürdürülen bir direniş
ve kendini yeniden devrimci tarzda yaratma savaşıdır.
Ve yine bu anlamda bir devrimci için direniş ve
kendini yeniden yaratma çizgisi, oligarşinin zor
aygıtıyla doğrudan karşılaştığı anda, gözaltında,
cezaevinde, vb. başlamaz, direniş onun için bir
hayat biçimidir. Bırakın devrimci ahlak ve dürüstlük
normlarını, sıradan bir esnafın bile dürüst kalmakta
zorlandığı 2000'li yıllar tablosu içinde o, sürekli
bir mücadele içinde ve kendisini sürekli yenileyerek
ayakta kalabilir. Tarihin en büyük ve en kapsamlı
insani yıkım manzarası içinde bir devrimci, yine
tarihin en çeşitli ve en etkili ideolojik-kültürel
silahları tarafından kuşatmaya alınmıştır ve hayatını
bir direnme ve yeniden devrimci tarzda yaratma
savaşı olarak inşa etmelidir.
Ama bütün bunlar, yine de işin bir bölümüdür.
Düzene karşı savaşmaya karar vermiş olan devrimci
insan, hatta yalnızca o değil, düzenden hoşnutsuz
olup bunu ortaya koymak isteyen sıradan bir emekçi
de, eninde sonunda karşısında sistemin asıl unsuru
olan zor aygıtını bulur.
Karşı-devrimci baskı, kendisini esas olarak emekçi
kitlelerine ya da devrimci örgütlere ve tek tek
devrimcilere yöneltilen fiziki-psikolojik saldırı
şeklinde ortaya koyar. Kitle hareketine yönelik
baskı biçimlerinin türlü biçimlerine şimdiye dek
bu topraklarda tanık olduk; ancak sürekli bir
baskı yönetimiyle ayakta kalabilen yeni-sömürge
oligarşileri için bütün demokratik-devrimci kıpırdanmaları
şiddet yoluyla bastırmak tipik bir davranış biçimidir.
Bu davranış biçimi, en kanlı provokasyon ve katliamlardan
yasal gösterilerin vahşi saldırılarla dağıtılmasına
dek uzanan bir şiddet zincirini içerir ve oligarşiler,
bu tür bastırma faaliyetleri için özel birimler
kurup eğitirler.
Devrimcilerin toplu halde ya da tek tek gözaltına
alınmaları, daha özel olarak da "operasyon"
adı altında yapılan toplu gözaltı ve tutuklamalarla
devrimci örgütlerin çökertilmeye çalışılması ise
bu politikanın en önemli halkasıdır. Çünkü bu
kez yapılan şey, kitleye dönük geleneksel provokasyon
ve saldırıların da ötesinde doğrudan doğruya örgütlü
güce ve örgütlü insana yönelmektir. Devrimci örgütlenmelerin
kadro ve sempatizan sayısının tutuklama ve imhalarla
nicelik olarak azaltılmasının yanında bu saldırının
asıl hedefi nitelikle ilgilidir. Devrimci örgütün
nitelikli insan, yani kadro gücünü kırmak, yok
etmek ya da etkisizleştirmek, moralini bozmak,
böylece devrimci çalışmayı mümkünse ortadan kaldırmak,
bunun mümkün olmadığı durumlarda da en azından
siyasal etkisini ve hareket yeteneğini azaltmak,
bu saldırının esas amacıdır. Hatta, örgütün politik-pratik
devamlılık zincirinin kırılması, her günden bir
sonraki güne aktarılan deneyimlerin önünün kesilmesi
de bu amaçların içindedir. Devrimci hareketin
olağanüstü bir gelişme gösterdiği, çok yüksek
bir katılımla sert bir savaşımın sürdürüldüğü,
yani bir anlamda oligarşi bakımından "ipin
ucunun elden kaçtığı" durumlarda belki nicel
olarak devrimci güçleri imha etmek daha ön plandadır;
ama özellikle devrimci örgütlenmelerin yeni yeni
toparlandıkları inşa süreçlerinde onlar için asıl
önemli olan gelişmekte olan filizleri kırmak,
devrimci örgütlenmelerin istikrarlı bir gelişme
temposu yakalamasının önüne geçmek ve sürekliliğini
törpülemektir. 80 sonrası süreçte polis ve istihbarat
aygıtında yapılan düzenlemeler, uzmanlaşmış birimlerin
yaratılması ve kitleye yönelik düz terörle, devrimci
örgütlere yönelik planlı çalışmanın birbirinden
ayrılması, hep bunun içindir. Aynı şekilde bu
süreçte "normal" gözaltı türünün dışına
çıkarak yürütülen kontr-gerilla faaliyeti (kaçırma,
kayıt dışı gözaltı, kaybetme, vb.) yaygınlaştırılmış,
genel bir dehşet havasının oluşması için özel
olarak çalışılmıştır. Bütün bunların amacının
yalnızca A ya da B devrimci örgütünün fiziksel
imhası olduğunu zannetmek, büyük bir yanılgıdır.
Asıl amaç, baştan beri söylediğimiz gibi, devrimci
insanın, onun yaşayan değerler ve düşünceler sisteminin
çökertilmesi ve böylece yeni devrimci girişimlerin
önünün kesilmesidir.
Düşmanla Karşılaşmak: Kalabalık Bir Yalnızlık...
Oligarşinin özgün amaçlarını bir yana bırakıp
olguya devrimciler açısından baktığımızda ise
önümüze çıkan şey, devrimci insanın devletin zor
mekanizmasıyla doğrudan karşılaşmasıdır. Aslında
devrimci insan, daha önce de kitle gösterilerinden
günlük yaşamdaki sıradan olaylara dek birçok kez
devletin resmi güçleriyle karşılaşmıştır, karşılaşmaktadır,
hatta bu karşılaşmalar zaman zaman çok sert de
geçmektedir. Yine bu çalışmalar ve sokak etkinlikleri
sırasında ya da belli yasal ajitasyon faaliyetlerinin
yapılışı esnasında (afişleme, bildiri dağıtımı,
vb.) zaman zaman gözaltılar da gerçekleşmektedir.
Demokratik hakların kullanımı sırasında gerçekleşen
bu tür gözaltılara ilişkin olarak sol hareket
bugüne değin genel kriterler üretmiştir. Örneğin
devrimciler genel olarak böylesi durumlarda yasal
haklarını kullanmakta, demokratik faaliyeti engellemek
anlamına gelen gözaltılara gereken tepkiyi koymaktadırlar.
Ancak bütün bunlar, düşmanın doğrudan doğruya
devrimci örgütlenmeye yöneldiği durumlardan nitelik
olarak farklıdır. Doğrudan devrimci örgüte yönelik
bir saldırıda, yani "örgüt operasyonu"
denilen durumlarda, gözaltı biçimi, sorgu mantığı,
mekanları ve tarzı da değişmekte, bir anlamda
şiddet aygıtının gerçek çehresi kendini açığa
vurmaktadır. Sonuçta elbette, karşı karşıya gelinen
mekanizma aynı faşist devlet mekanizmasıdır; ama
bu kez devrimci örgütlenmeyi çökertmeyi ya da
gücünü kırmayı hedefleyen düşman ile devrimci
militanın iradesi arasındaki çelişki çok keskin
bir biçimde kendini açığa vurmaktadır. Kitle hareketine
yönelik genel saldırıda emekçi kitlelerin gözünü
korkutmak, onların toplumsal direnişe katılmasının
önünü kesmek amaçlanırken, bu kez hedeflenen,
toplumsal hareketi organize eden, onu yönlendiren
güçtür. Ve o güç, örgüttür, devrimciler örgütüdür.
Oligarşi, kitlelerin hareketini engellemenin yolunun
devrimci örgütlenmeyi çökertmekten geçtiğini bilmektedir.
Devrimci örgütlenmeyi çökertmek ya da zayıflatmak,
etkisizleştirmek ise devrimci insanın çökertilmesiyle
mümkündür.
İşte tam burada, doğrudan devrimci örgüte yöneltilmiş
saldırının tarzı ve mantığı ortaya çıkar. Bu kez
söz konusu olan, kitleden tecrit edilerek "yalnızlaştırılmış"
olan devrimci militana yüklenmedir. Toplu gözaltının
yerini tek tek insanların alınması, kalabalık
nezarethanelerin yerini tecrit hücreleri, genel
sorgulamaların yerini de yalıtılmış ortamlarda
yapılan özel sorgulamalar alır. Temel amaç değişmez;
ama araçlar ve yöntemler değişir. Devrimci militan,
bu kez fiziki olarak "yalnız" olduğu
bir ortamda sınıf düşmanıyla karşılaşır; bu, yine
fiziki anlamda, eşitsiz bir karşılaşmadır. Devrimci
militan bu kez, bütün inançlarını, düşüncelerini
ve değerlerini, tutsaklık koşullarında, yalnızken
ve eli kolu bağlıyken savunmak zorundadır. Karşısındaki
güç, kalabalıktır ve kendi mekanında her şeye
hakim olduğu iddiasındadır; devrimci ise yoldaşlarından
fiziki anlamda ayrı düşmüştür, düşmana ait bir
zeminde kendini ayakta tutmak durumundadır. Dar
bir alanda kocaman bir dünyayı savunmak... İşte
yaptığı şey budur.
Abartmaya gerek var mı? Tabii ki yok! Bu yapılan
ve yapılması gereken şey, hiçbir zaman ve hiçbir
biçimde doğaüstü güçler, olağanüstü yetenekler
gerektirmemektedir. Bizden önce, hatta yüzyıllar
boyunca, aynı zeminlerde, aynı hücrelerde yüzlerce,
binlerce efsanenin gerçekleştirilmiş olması, düşmanın
yüzlerce, binlerce kez yenilgiye uğratılmış olması,
bunu yapmış olan o iyi insanları "süper"
insanlar gibi görmemizi gerektirmez. Devrimci
düşünceleri ve aydınlık bir dünya özlemini savunmak,
zalimlerin önünde diz çökmemek, özel bir yetenek
değil, yeni bir hayatı kurmak isteyen her devrimcinin
en doğal davranış biçimidir. Son derece açık:
Her zaman, her durumda, her hücrede karşı karşıya
gelen iki dünyadır; biri, milyonlarca insanı açlığa,
yoksulluğa mahkum eden, halkların umudunu, ülkelerin
onurunu postallarıyla çiğneyen zalimlerin dünyası,
diğeri ise bizim eşitlikçi, özgür ve onurlu dünyamızdır.
Şu ya da bu anda, şu ya da bu ülkenin herhangi
bir polis hücresinde, özel olarak sorulan sorular,
verilen yanıtlar ne olursa olsun, her zaman esas
mesele budur. Konuşulan diller ya da üniformaların,
duvarların renkleri ne olursa olsun, her zaman
karşımızdaki düşman, aynı emperyalist mekanizmadır.
Kolombiya'nın herhangi bir işkencehanesi, Ebu
Gureyb'tir; Berlin'deki herhangi bir polis merkeziyle
Tel Aviv hapishanelerinin harcı, tuğlası aynıdır.
Ve her yerdeki devrimciler, dün ya da bugün, mevcut
toplum yapısı içinden gelen ve yeni bir dünya
için mücadele eden "sıradan" insanlardır.
Devrimci hareketin tarihi, şüphesiz binlerce kahramanlıkla
örülüdür, tarihin en trajik anlarında insanlık
değerlerinin en yüksek düzeyleri ortaya çıkmış
ve bize, hatta daha sonraki yüzyıllara yeni değerler
bırakılmıştır. Hiçbir şey sıfırdan başlamamıştır;
1981'de idam sehpasına çıkan Ahmet ve Kadir, Deniz
Gezmiş ve yoldaşlarının bıraktığı o büyük değerin
bir parçası olarak, o muazzam ruhu içlerinde hissederek
ölümün üstüne yürümüşlerdir; Denizler ise Julius
Fuçikler’den, Pir Sultanlar’dan, Bedreddinler’den
gelen bir geleneğin izinden akıp gelmişlerdir.
Ama kimdir Deniz Gezmiş? Olağanüstü bir güç tarafından
tek ve biricik olarak yapılarak dünyamıza armağan
edilmiş süper bir kahraman mı? Sonuçta o, bizim
anne ve babamıza çok benzeyen bir anne-babanın
çocuğu olarak dünyaya gelip, bizim oynadığımız
sokaklarda oynayarak, bizim dirsek çürüttüğümüz
okul sıralarından geçerek büyümüş bir insandan
başka nedir? Kuşkusuz o bir kahramandır; canını
ortaya koyarak davasını savunan bir kahramandır.
Ama öte yandan, bir davayı yalnızca tehlikesiz
durumlarda savunmak zaten utanmazca bir oportünizm
değil midir?
Evet, kahramanlık... Ama ulaşılamaz bir kahramanlık
değildir bu. Denizler’den yıllar sonra gelen ve
sıradan liselerde okurken devrimcilikle tanışarak
yeni bir hayata adım atan o "sıradan"
insanlar, Ahmet ve Kadir, nasıl ulaşabildilerse
işte öyle ulaşılabilen bir kahramanlık... 24 yaşındayken
Türkiye devriminin en güçlü geleneğini yaratan
Mahir Çayan kahramandır kuşkusuz; ama onun yolundan
yürümeyi kafasına koyup yola çıkan "sıradan"
öğrenci Atilla'nın vardığı yer de kahramanlıktan
başka neresidir? İşkencecilerini çılgına çeviren
o mavi gözlü Çorumlu, İbrahim Kaypakkaya, yoksuluğun
içinden gelip Çapa Öğretmen okulu öğrencisi olmuş
bir insan değil midir? Ya sonradan onun yaptığını
Adana işkencehanelerinde tekrarlayan Bedreddin?
Daha üç beş yıl önce Turgutlu'nun bir mahallesinde,
"sıradan" bir delikanlı olan aynı Bedreddin
değil midir?
Kısacası, şimdilerde ununu eleyip eleğini duvara
asmış olan eski devrimcilerin bir zamanın örneklerini
"ulaşılamaz bir zirve" gibi sunmaları
ve böylece genç insanlara aslında üstü kapalı
olarak "bu işlere hiç kalkışmayın" öğüdünü
vermeleri tamamen boş gevezeliktir.
Devrim süreci kahramanlıklarla örülü bir yoldur;
ama devrimciliğin kendisi özel bir kahramanlık
değildir. Devrimcilik, şu anda bu yazıyı okuyan
insan dahil olmak üzere "sıradan" insanların,
bu coğrafyanın emekçilerinin ve namuslu insanlarının
işidir. Her devrimcide olan ve olması gereken
temel meziyetleri neredeyse ulaşılamaz nitelikler
gibi sunmak hiçbir biçimde doğru değildir. Her
gün binlerce çocuğun kanına giren bir dünya sisteminin
karşısında durmak, ona baş eğmemek için esasen,
bırakalım özel bir kahramanlığı, devrimci olmak
bile gerekmez. Büyük devrimlerin tarihine şöyle
bir göz atmış herhangi birinin kolayca anlayabileceği
gibi, toprağın alt üst olduğu anlarda hiçbir teorik
formasyona sahip olmayan namuslu emekçiler de
akıllara durgunluk verecek direnişlerin altına
imza atabilirler ve atmışlardır.
Düşman Topraklarda Dimdik Ayakta Durmak!
Çünkü devrimci hareket, haklıdır, meşrudur ve
doğrudur... Ve devrimci, bütün bunlara sahip olduğu
için, bütün bunları savunduğu için zamanımızın
kahramanıdır.
Düşmanın yapmak istediği şey çok açıktır ve hangi
kılıf altına gizlerlerse gizlesinler hep aynıdır:
Devrimci insana diz çöktürmek! Devrimci insanı
kendi kokuşmuş düzenlerinin çamuruna çekmek!
Ayrıntıların önemi yok! Teknik olarak, fiziki
olarak, psikolojik olarak her şeyi yapmaları,
her yolu denemeleri mümkündür. Acı çektirmekten
en iğrenç aşağılama girişimlerine ve psikolojik
oyunlara dek her türden rezillik onların yöntemleri
arasında vardır. Bütün o demokrasi gösterilerinin,
o sırıtkan Avrupalı havalarının sona erdiği yer
konusunda safdil değiliz. Her şey mümkündür ve
bu durum sınıf mücadelesinde şaşırtıcı bir olgu
değildir.
Şu ya da bu andaki somut amaçları da bu genel
niyetlerini gölgelemez. Evet, çoğu kez istediklerini
şu ya da bu bilgiye ulaşmak gibi basit ve teknik
bir düzlemde sunarlar; ama bu zaten insanın çökertilmesinin
normal sonucudur. Asıl önemli olan, devrimci iradeyi
ve yarına olan inancı kırmak, devrimci militandan
bir insan posası yaratmaktır.
Buna karşı direnmek, yalnızca başkalarını korumak,
devrimci hareketi (sanki o bize dışsal bir olguymuş
gibi) savunmak, vb. anlamına gelmez; bu, aynı
zamanda devrimci hareketle, yoldaşlık ilişkileriyle
bir bütünlük oluşturan bizim kendi kimliğimizin
de savunulmasıdır. Devrimcilik, bütün bir insanlık
için, yeni bir dünya için yola çıkmaktır evet,
ama bu aynı zamanda kendimizle de ilgilidir. Devrim,
yalnızca başkaları için değil, kendi çocuklarımız,
kendi geleceğimiz için de istediğimiz bir şeydir.
Ve bu anlamda her devrimci, bizzat kendisi de
devrimci hareketin değerlerinin bir parçasıdır;
bizzat kendisi de başlıbaşına bir değerdir. Bu
değeri, para uğruna düzene hizmet eden uşakların
karşısında yüksekte tutmak, onu satmamak ya da
ezdirmemek, esasen insanın kendi kendisini yüceltmesidir.
Kendi özgür iradesini bir zulüm düzeninin maaşlı
katillerinin iradesine teslim etmek, onların istediklerini
yaparak küçülmek, özünde insanın kendi değerini
hor görmesi, kendini onlarla eşitlemesidir. Aslında
istedikleri de tam budur. Her düzen bekçisinin
bireysel kompleksi ve hırsı da bu yöndedir. Karşısında
dimdik duran, onurlu ve haklı bir davayı savunmanın
aydınlık ışığına sahip olan devrimci insanı kendi
çürümüş kişiliğine eşitlemek... Sonrası ise, binlerce
kez kanıtlandığı gibi her zaman saygınlığın yitirilmesi
ve değersizleşmedir. Kendisini düşmanıyla eşitleme
hatasını yaptıktan sonra ondan saygı görmüş bir
tek devrimci yoktur ve olmayacaktır. Çünkü, o
noktada saygınlığın kaynağı olan şey yitirilmiştir.
Ve yine binlerce kez kanıtlanmıştır, kanıtlanmaya
devam ediyor: Devrimci kararlılığın düşmanda yarattığı
duygu, nefretten çok saygıdır.
Devrimci hareket haklıdır, meşrudur ve doğrudur...
Bugünün çürümüş dünyasında her şeye rağmen en
temiz güç kesinlikle devrimci harekettir.
Onca yıldır hiç bıkmadan, usanmadan, utanmadan
devrim hareketinin efsanevi önderlerinin bile,
İbrahim, Deniz ve Mahir'in bile karşılarında nasıl
diz çöktüğünü ballandırarak anlatmalarının gerçek
nedeni bu temizliği lekelemekten başka bir şey
değildir. İlk bakışta bu, tamamen gerçek dışılığından
ötürü bize saçma gelse de onlar için önemlidir.
Çünkü, "onlar bile..." diye başlayan
sözlerin arkasından varılmak istenen şey, genel
bir güven bunalımıdır, genel bir çürüklük atmosferidir.
Esasında, bizim üzerimize yansıtmak istedikleri
şey, para üzerine kurulu kendi dünyalarının çürük
görüntüsüdür. Halka güvensizlik, yoldaşlara güvensizlik,
devrimci örgüte güvensizlik ve nihayet gelinen
asıl nokta: Kendine güvensizlik!
Her şey çöktü... Öyleyse, sen de diz çök!
Tek tek yapılan yanlışlar, büyük ya da küçük düşkırıklıkları,
şu ya da bu kişinin hataları... Hepsi allanıp
pullanıp bu atmosfer için ortaya dökülür. Üç kuruş
için birbirlerini satabilecek olan düzen memurları,
yoldaşlık ilişkilerini zedelemek için bin dereden
su getirirler.
Her şey çöktü! Öyleyse sen de diz çök!
İyi o zaman, diyelim ki öyle, diyelim ki gerçekten
de bir verili andaki bütün yapılar, kurumlar çöküp
gitti. Bu, zulmün önünde boyun eğmek için nasıl
bir sebep olabilir ki?
Bu, benim dürüst, kendini satılığa çıkarmayan
bir insan olmaktan vazgeçmem için nasıl bir sebep
olabilir ki?
Ve en önemlisi: Ben diz çökmemişsem eğer, nasıl
her şey çökmüş olabilir ki?
Devrimci hareket haklıdır, meşrudur ve doğrudur...
Belirli bir andaki örgütsel durum, güç ilişkileri
nasıl olursa olsun, devrimci hareket zayıflasa
da güçlense de, bütün ilişkiler, kurumlar, vb.
çökse de yücelse de bu böyledir. Onun tarihsel
meşruiyeti, insanın insan tarafından köleleştirildiği
bugünkü mevcut düzen karşısındaki duruşundan kaynaklanır.
Mevcut kokuşmuş düzeni korumak, insanlara mutsuzluk
ve acıdan başka bir şey getirmeyen bugünkü kapitalist
sistemin devamını sağlamak için maaş alanlar,
hiçbir çıkar peşinde koşmaksızın yeni bir dünya
için savaşanların meşruiyetini sorgulayamaz.
Mevcut sömürü ve soygun düzeni ise, devrimcilerin
ve devrimci hareketin şu ya da bu andaki gücü,
sayısı, vb. ne olursa olsun hiçbir biçimde meşru
değildir, yıkılmaya mahkumdur.
Bu yüzden, devrimci militan, yalnızca partiye
ve yoldaşlara güven duygusunun üzerinde değil,
aynı zamanda devrimci davanın genel tarihsel meşruiyeti
gibi daha geniş bir zemin üzerinde de durur.
Devrimci hareket haklıdır, meşrudur ve doğrudur...
Düşmanın taktikleri değişebilir, panik yaratarak
denge bozmak, mantıklı ve sağlıklı düşünme özelliklerini
felç etmeye çalışmak, küçük bilgi kırıntılarından
üretilmiş değişik senaryolarla şaşırtıcı tablolar
çizmek, yüzlerce blöfü ve tehditi arka arkaya
dizmek, vb. vb. hepsi mümkündür. Hatta bir devrimcinin
ölümle yaşam arasındaki ince çizgiye gerçekten
de gelip dayanması mümkündür.
En trajik noktalarda, önümüze en keskin yol ayrımları
geldiğinde bile hangi yolu tutacağımız bu gerçekliğin
açık seçik bilinmesine bağlıdır. Bu güven ve meşruiyet
duygusu, bütün fiziki acıların ve psikolojik saldırıların
göğüslenme noktasıdır. Özcesi, nasıl ve neden
yaşamak istediğimiz, kimin tarafında olmak istediğimiz
her şeyi belirler. Onların istedikleri gibi olduğumuz,
onların istediklerine boyun eğdiğimiz bir yaşamın
artık bize ait olmadığı ve olmayacağı son derece
açıktır.
Devrimci Sosyalist Hareket, bu haklı, meşru ve
doğru davanın tereddütsüz ve içten savunucusudur.
Devrimci Sosyalist Hareket, sıradan bir muhalefet
hareketi de değil, bir devrim hareketidir. Yürüdüğümüz
yol, milyarlarca insanın acılar içinde kıvrandığı
bugünün karanlık ve çürümüş dünyasının yerle bir
edilmesi ve yepyeni bir yaşamın yaratılması yoludur.
Bu yolda yürüyen insanlar, kişisel çıkar kaygılarından,
küçük-günlük hesaplardan uzak, dürüst ve samimi
insanlardır. Yoldaşlarımıza bağlılığımız ise bilinen
dostluk-arkadaşlık ilişkilerinin ötesinde, tüm
devrimcileri birbirine bağlayan o büyük davaya
bağlılık anlamını taşır.
Yoldaşlarına ve bu büyük davaya zarar gelmemesi
için canlarını ortaya koymuş olan bütün kahramanlarımız,
bize bugünü armağan eden insanlardır. Onların
hiçbiri, ne yalnızca birer fotoğraf, ne de ara
sıra akıllara gelecek birer anıdır. Zeki Yumurtacı'nın
bir mezarlık duvarında kurşuna dizilirken savunduğu
dava, bir başka mezarlık duvarında kurşuna dizilen
Komüncülerin davasıyla aynıdır. Nurettin Yedigöl'ün
derin suskunluğu ile Börklüce Mustafa'nın idam
sehpasındaki dimdik duruşu aynı duruştur. Hastane
odasında son bir dirençle zafer işareti yapan
Hakkı Kolgu ile ülkesini savunmak için Amerikalı
cellatlara göğsünü siper eden Nguyen Van Troi,
aynı yoksulluk hamurundan gelmişlerdir.
Ve daha yüzlerce örnek sayılabilir... Ve yine
binlerce devrim kahramanının adı bile bilinmez,
binlercesinin mezarı bile yoktur. Bunun için yalnızca
Stalingrad'da tek tek sokakları, tek tek evleri
savunurken şehit düşmüş yüzbinlerce Sovyet insanını
düşünmek yeterlidir.
Devrimci Sosyalist Hareket, bu muazzam mirasın
taşıyıcısıdır. Her devrimci sosyalist, kendisini
bu ağır ama gurur verici sorumluluğun sahibi olarak
görmelidir.
Ve bu nedenledir ki, her devrimci sosyalist, her
onurlu insan, safını kuşkuya yer bırakmayacak
tarzda belirlemişse, düşmanı her yerde olduğu
gibi, kendi ininde, kendini en güçlü sandığı işkence
tezgahlarında da yenebilir.
Evet, her devrimci eylem gibi, her devrimci görev
gibi, sorguda düşmanı ezmek de gerektiğinde yaşam
pahasına yapılır. Sorgudasın, onun silahı işkence,
yalan, sahte üstünlük pozları, iğrenç küfürler,
karanlık odalar... Senden istediği ihanet, yoldaşının
sıcak gülüşüne ihanet, kendine, kendindeki tüm
insani değerlere ihanet... Sen emekçisin, devrimcisin,
haklısın, meşrusun, güçlüsün. Savaş gövden ve
iraden üzerinde yürütülüyor, gövden ve iraden
senin silahındır, geri çekilmek yok, teslim olmak
yok... Haklı ve meşru olmanın gücüyle, gövden
ve iradenin sana ve ideallerine ait olduğunu göster,
diren ve ez düşmanı! Bunu milyonlarca direnişçi
başardı, sen de başarabilirsin, hepimiz başarabiliriz!
Düştüysen eğer yere, hemen ayağa kalk, kendini
toparla, yeniden halkının, devrimin yanında saf
tut! Yeniden geç direniş siperine!
Haklı bir davayı savunanlar asla yenilmezler!
|