Yoksulluk karşıtı hareketler konusuna özel bir
ağırlık verdiğimiz 29. sayımızda, başka ülkelerdeki
deneyim ve örgütlenme biçimlerinin yanında Türkiye’den
deneyimleri de incelemiştik. Bu bağlamda, SODAP,
Halkevleri, EHP ve Halk Kültür Merkezleri ile
yapılan röportajlar da 29. sayımızda yer almıştı.
Aynı konu ile ilgili olarak röportaj yapmak istediğimiz
Göç-Der ise soruları yanıtlamak yerine konu üzerine
yaptığı bir araştırmayı bizimle paylaşmayı uygun
bulmuştu.
Biz bu araştırmayı 30. sayımıza aktarmayı tercih
ettik. Bu tercih, yalnızca yer darlığından kaynaklanmıyordu
aslında, aynı zamanda Anadolu ve Kuzey Mezopotamya
coğrafyasının özgün niteliği de bunda rol oynadı.
Çünkü Kürt coğrafyası bağlamında yoksulluk olgusu,
sadece kapitalizmin doğasından ya da yeni süreçteki
neoliberal uygulamaların vahşi yöntemlerinden
değil, doğrudan politik nedenlerden de beslenmektedir.
Yani, hem Kürt coğrafyasındaki insanların, hem
de onların metropollere savrulmuş kesimlerinin
yoksulluğu, doğrudan doğruya oligarşinin sömürgeci
politikalarının sonucu olarak da gelişmiştir.
Talan Edilen Ülke ve Yoksulluğun Kürtçesi
Kuşkusuz sorunun birinci ve daha geniş bir zaman
dilimini kapsayan ayağı sömürgeci ilişkiyle ilgilidir.
Bütünlüğü parçalanarak devletler arasında paylaşılan
Kürt coğrafyasının Kuzey kesimi, TC oligarşisinin
boyunduruk altında tuttuğu bir iç-sömürge olarak
yaşamını sürdürmekte ve bunun ağır sosyo-ekonomik
sonuçlarına maruz kalmaktadır. Klasik bir 19.
yüzyıl sömürgesinden farklı olarak yalnızca zenginliklerinin
talan edilmesiyle yetinilmeyen, aynı zamanda varlığı
inkâr edilen Kürt ulusu, son derece özgün koşullar
altındadır. Örneğin çok vahşi yöntemlerle bütün
varlıkları hortumlandığı halde klasik sömürgelerde,
yine de o ülkede yaşayan insanların varlığı, ayrı
bir ulus-ayrı bir ülke olduğu resmen reddedilmez.
Kürt ulusunun durumu bu bakımdan da değişik bir
atmosfer sergiler. TC’nin kuruluşuna kadar, hatta
ondan sonra da bir süre Kürt halkının varlığı
reddedilmezken, daha sonra yoğun bir inkâr sürecine
girilmiş ve bugüne dek sürdürülmüştür. Coğrafi-kültürel
özellikler ve nüfusun büyük ölçüde iç içe geçmesi
de zaman içersinde bu ilişkinin sömürgeci niteliğinin
algılanmasını güçleştirmiş, kimi zaman sorunun
bölgesel geri kalmışlık gibi görülmesine yol açmıştır.
Ancak politik demagojiler ne olursa olsun, Kürt
coğrafyasının yoksulluğunun basit bir bölgesel
dengesizlik değil, bir sömürgeci talan ve soygun
politikasından kaynaklandığı, bu coğrafyanın insanlarının
yoksullaşmasının doğrudan doğruya merkezi devlet
politikalarına bağlı olduğu gerçeği değişmez.
Kuşkusuz, bu durumda yeni-sömürge kapitalizminin
çarpık gelişmesinin de rolü vardır. Kapitalizmin
klasik “en düşük maliyet-en yüksek kâr oranı”
mantığı bu süreçte işlemiş, emperyalizmle bütünleşme
ve ithal ikameci kalkınma sürecindeki bütün ciddi
yatırımlar, bu mantık gereği haberleşme-ulaşım
ağının en yaygın olduğu Batı metropollerine yakın
yerlere yönelmiştir. Bu mantığın herhangi bir
montaj otomobil fabrikası için örneğin Siirt’i
tercih etmesi düşünülemezdi. Örneğin 1972 itibarıyla
bütün yabancı sermaye yatırımlarının %74’ünün
Marmara bölgesine yönelmiş olması hiç rastlantı
değildir, bir anlamda yatırımın maliyet hesabıyla
ilgilidir. Ancak bu noktada bile, yani basit maliyet
hesapları üzerinden soruna bakarken bile şu noktanın
gözden kaçırılmaması gerekiyor: bir bölgenin yatırım
açısından tercih edilmesi için maddi ve teknik
alt yapısının, gelir düzeyinin, yetişmiş insan
gücünün vb. özelliklerinin yatırım konusuna uygun
olması gerekir. Yeniden otomobil fabrikası örneğine
dönecek olursak, yatırımcının Diyarbakır ve Siirt
gibi bütün altyapısı geri bıraktırılmış, gelir
düzeyi sürekli düşen bir alana yatırım yapması
elbette mümkün değildir. Ancak Diyarbakır gibi
bir metropol kent neden bu denli zayıftır diye
sorulduğunda yanıt açıktır ki; sömürgeci yapıdır.
Asıl sorun, sömürgeci devletin Kürt topraklarına
bakışı ile ilgilidir. İşin ta en başından beri
Kürt bölgesiyle kurulan ilişki, normal bir kapitalist
ilişkide olduğu gibi “karşılıklı” değildir. Sömürgecilik
baştan beri Kürt topraklarını ancak talan edilecek
belli zenginliklere sahip olduğu yörelerde bir
ekonomik alan olarak görmüş ve bu yörelerde geliştirdiği
yatırımlar da zaten bu zenginliklerin merkeze
transfer edilmesine dönük olmuştur. Ve doğal olarak
zorla boyunduruk altında tutulan her sömürge ülkede
olduğu gibi asıl öncelik her zaman bu transferin
güvenliği, ya da daha doğru bir deyimle halkın
ayaklanmalarının önlenmesi için alınacak “tedbirler”de
olmuştur. Fabrika yerine karakol esprisinin kaynağı
tam da bu sömürge mantığıdır. Örneğin 1927’de
toplam sanayi işletmelerinin ancak %10’u bu kocaman
coğrafya üzerindedir. Ama gerektiğinde ordu, büyük
birimlerini bölgeye hareket ettirme, “tenkil”
harekatına girişerek kitle kıyımlarına başvurmak
için masraftan çekinmemektedir.
1950’lere doğru gelindiğinde, yeni-sömürgeci kalkınma
sürecine giren Türkiye için fazla bir şey değişmemiştir.
Bu kez, karayolu taşımacılığı, haberleşme ve enerji
önem kazanmış, bu alana yönelik olarak Kürt illerine
yönelinmiş, ancak zaten bu üç alan da aslında
merkezi zor aygıtının coğrafyaya iyice yerleşmesi,
daha uç yörelere kadar müdahale edebilir hale
gelmesi anlamını taşımıştır. Bu süreçte özellikle
petrol kaynakları ve Kürt coğrafyasının büyük
akarsularının barındırdığı enerji potansiyeli
merkezi devletin ilgisini çekmiştir. Keban başta
olmak üzere kurulan büyük enerji santralleri,
Batman merkezli petrol işleme tesisleri ve Ergani,
Murgul, vb. gibi belli yörelerde yoğunlaşan maden
zenginlikleri bu ilginin başlıca konusudur. Özellikle
Keban Santrali, 1970’lerin başında nakil hatlarıyla
Eskişehir üzerinden Marmara’ya bağlanarak bölgedeki
sanayileşmenin enerji bakımından belkemiğini oluşturmuştur.
Kürt coğrafyasının önemli bir bölümü (özelikle
kırsal alan) ise 1980’lerin sonuna kadar elektiriksiz
kalmıştır. Bunun en traji-komik görünümlerinden
biri kebanın elektiriği edirnenin köylerini ışıtırken,
kebanın hemen yanı başındaki köylerin 1980’lerin
ortalarına/sonuna değin elektiriksiz olmalarıdır.
Aynı süreçte devreye bölgenin hayvancılık potansiyeli
de girmiş, bu alanın düzene sokularak tekeller
için zemin hazırlanması için çaba gösterilmiştir.
Bütün bu zenginliklerin taşınması açısından bakıldığında,
örneğin 1938’de bölgede toplam 366 olan kamyon
sayısının 1962’de 5 bin 800’e çıkması olağan bir
sonuçtur.
Böyle bir süreçte, metropol kentler ile hem diğer
iller, hem de özel olarak Kürt illeri arasındaki
uçurum derinleşmiş, hızla gelişen tekelci yapı
büyük oranda Marmara bölgesini istila ederken,
Kürt coğrafyası hem sınai bakımdan geliştirilmeyen,
hem de mevcut zenginlikleri yağmalanan bir noktada
kalmıştır. Böylece 80’lere dek gelindiğinde, 1965’te
toplam milli gelirdeki payı %10.39 olan Kürt bölgesinin
payı %8.7’ye kadar gerilemiştir. Örneğin bu sıralamada
1965’te 21. sırada olan Urfa, 1979’da 47. sıraya;
18. sırada olan Kars 40. sıraya gerilemişti. Bu
arada, sosyal göstergeler bakımından da büyük
bir uçurum büyümekte, sömürge toprağı her türlü
sağlık, vb. yatırımından uzakta yaşamaktadır.
80’lerin başında Türkiye’deki toplam doktor sayısının
ancak %8”inin bu coğrafyada olduğu düşünülürse
konu daha iyi anlaşılabilir.
Daha sonrasında bu eğilim devam etmiş ve bu arada
toprak düzenindeki daralmaların da etkisiyle,
birbiri ardına gelen göç dalgaları metropollere
yönelmeye başlamıştır. Kendi toprakları üzerinde
yeraltı-yer üstü zenginlikleri hortumlanarak yoksullaştırılan
Kürt insanı, bu kez de yeni türden bir yoksulluğu
yaşamak üzere metropol kentlerin varoşlarına yığılmaktadır.
Daha 1980’e varmadan İstanbul’da yaşayan taşra
kökenliler arasında Kürtlerin oranı artmaya başlamış,
ama bu kez yalnızca İstanbul ile sınırlı kalmayan
göç, Ege ve Akdeniz’i de hedef almıştır. Aynı
biçimde dönem boyunca Kürt coğrafyasının büyük
illeri de ülkenin derinliklerinden gelen yoksulların
göçüyle karşı karşıyadır.
90’lar ise coğrafyanın zenginliklerinin yakılıp
yıkılması bir yana, zaten yeni dünya düzeninin
tarıma yaklaşımı tarafından da sakatlanmış, insanların
az çok tutunabildikleri hayvancılık gibi alanlar
da mahvedilmiştir. Bu ise yeni göç dalgalarını
tetiklemiştir.
Ulusal Harekete Karşı Kirli Savaş, Göç ve
Yoksulluk
Kürt yoksulluğunun ikinci ayağı ise, doğrudan
doğruya politik nedenlerden kaynaklanmıştır. 1980’lerin
ortalarından beri başlayan Kürt ulusal kurtuluş
savaşı karşısında bir süre şaşkınlıkla bocalayan
oligarşi, daha sonra emperyalist merkezlerden
de aldığı akıllarla en kirli yöntemleri geliştirmiş,
böylece coğrafyayı yaşanmaz hale getirmiştir.
Kontr-gerilla cinayetlerinden, bugünlerde toplu
mezarları bulunan katliamlara, köy boşaltmalara
ve yakmalara dek yüzlerce yolla Kürt coğrafyası
yaşanmaz hale getirilmiş, ormanlar ve ekili alanların
yakılması, meraların kullanılamaz hale getirilmesi,
yiyecek ambargoları, vb. ile bölgenin zaten çok
canlı olmayan ekonomik hayatı felce uğratılmıştır.
Böylece bir yandan her şeye rağmen kendi toprakları
üzerinde yaşamakta ısrar eden insanlar üretimden
koparılarak yoksulluğa itilirken diğer yandan
ise milyonlarca insan göç yollarına düşürülmüştür.
Ancak bu kez yaşanan göç dalgaları insanların
hiç hazırlıklı olmadıkları bir durum olarak ortaya
çıkmış, canlarını kurtarmak için köylerini terk
eden insanlar ellerindeki üç kuruşluk mülkleri
bile değerlendiremeden yollara düşmüşlerdir. Ki
zaten çoğu durumda göçe zorlananların maddi varlıkları
korucular tarafından yağmalanmıştır. Dolayısıyla
göç olgusu bu kez, insanları gerçekten derin bir
yoksulluğun içine itmiş, hatta bu insanların bir
çoğu İstanbul gibi seçeneklerden çok büyük Kürt
illerini ya da Adana-Mersin gibi yerleri tercih
etmişler ve bu kentlerin etrafında korkunç bir
yoksulluk çemberi oluşturmuşlardır. Örneğin, Güneydoğu
Sanayici ve İşadamları tarafından 1997’de hazırlanan
bir raporda Diyarbakır’a göç etmek zorunda kalanların
sayısının 700 bini geçtiği ve bunlardan 300 bininin
açlık, 400 bininin de yoksulluk sınırında olduğu
belirtilmekteydi. Aynı raporda göç edenlerin yüzde
81’inin işsiz olduğu, yüzde 50’sinin ciddi hastalık
taşıdığı, yüzde 41’inin ise çocuğunu okula gönderemediği;
göç eden ailelerin yüzde 40’ının çocuklarında
gelişme geriliği olduğu belirtilmişti. O kadar
ki, Diyarbakır’da kanını, böbreğini, karaciğerini
satmak için insanların kuyruğa girdiği sık sık
basında yer alır olmuştur.
Üstelik bu büyük göç dalgası, tam da emperyalizm
tarafından örgütlenen neoliberal politikalar döneminde
gerçekleşmiş, eski türden üretime dönük yatırımların
yerini spekülatif para hareketlerine bıraktığı
bir süreçte metropol kentlerin yeni nüfusu istihdam
etme kapasitesi de daralmıştır. Bunun doğrudan
sonucu ise derin bir yoksulluk içinde kıvranan
Kürt gençlerinin düzensiz-güvencesiz sektörlere
kayması, hatta yer yer “gayrı-meşru” denilen para
kazanma yollarını denemesi olmuştur. Dahası, bu
durum Kürt insanının değerler sistemini de zedelemiş,
özellikle genç kuşaklar kentlerin çürümüş değerler
sistemi içersinde kültürel boşluklar yaşayarak
farklı kanallara savrulmuştur.
Şüphesiz oligarşi açısından bunun en rahatsız
edici sonuçlarından biri de ulusal duyguların
ve yurtseverlik bilincinin bu kez yoğun bir yoksulluk
tarafından da etkilenerek metropollere taşınması
olmuştur. Öyle ki, geçtiğimiz aylardaki Newroz
olaylarından sonra MGK’ye rapor sunan Jandarma
Genel Komutanlığı, olaylara iç göçün neden olduğunu
savunarak, aralarında İstanbul, İzmir, Ankara,
Adana, Mersin, Antalya ve Diyarbakır’ın da bulunduğu
14 büyük ile göçün önlenmesini istemiştir. Yani
milyonlarca insanı yerinden yurdundan edenler
şimdi bunun sonuçlarından, sosyal patlama riskinden
rahatsızdırlar.
Sonuç olarak, yeni-sömürge kapitalizminin en vahşi
uygulamaları ile oligarşinin Kürt ulusuna yönelik
sömürgeci, inkârcı, katliamcı politikaları süreç
boyunca birlikte iş görmüş ve derin bir yoksullaşmanın
en ciddi sebepleri olmuşlardır.
Böylece aslında Kürt halkının kurtuluşu ile Türkiye
devrimi arasındaki derin bağ da bir kez daha ortaya
çıkmıştır.
|