Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

G. Koşmaz

Türkiye’de kutlanan birçok özel gün vardır. Bugünlere özel bir hava verilmeye çalışılır. Hasır altı edilen duygular, günyüzüne çıkartılır. Süslenip, püslenir piyasaya sürülür. Bütün burjuva medya, tek bir noktadan düğmeye basılmışcasına o günü ilk sayfadan işler. Kapitalizmin değer yargılarıyla örtüşecek bir şekilde piyasaya para akışı sağlanır. Sevgililer günü, anneler günü ve daha birçok konuda sayabileceğimiz gün buna örnektir. Bugünün en büyük özelliklerinden biri duygu sömürüsünün yanında, içinin boşaltılmasıdır. Bu ifadeye en uygun günlerden biri ise, her yıl ülkemizde kutlanan özürlüler ile ilgili olanıdır. Özürlülerin akıllara geldiği gün olan Özürlüler Haftası’nda, duyarlılık limiti artar. Çeşitli özürlü dernek ve vakıf yürüyüşler düzenler. Bu yürüyüşlerde atılan sloganlar ekonomik taleple birlikte iyi bir yaşam standardının özürlülere sunulmasıdır. Ülkemizin değişik yerlerinden “dramatik” özürlü hikayeleri anlatılır. Buradan yola çıkılarak özürlülerin neleri başardığı topluma “vay beee” dedirtilerek gösterilir. Duygular kaşınır, iyimser bir hava içerisinde insanların yardımcı olmaları gerektiğinden dem vurulur. Bu arada Ankara da boş durmaz. Meclis’in kapıları özürlülere açılır. Milletvekili ve Bakanlar, yaptıkları konuşmalarda özürlülerin sahiplenilmesi, dışlanmaması gerektiğini belirten konuşmalar yapar. Medyaya çektirilen fotoğraflardan hemen sonra milletvekilini bekleyen sıcak koltuk doldurulur. Bugünü de atlatan milletvekili ve bakan, rahat bir nefes alarak duygularının tatmin olmasının verdiği sevinç ile yaşamını sürdürür.
Oysa hayat dışarıda ve dört duvar arasında devam etmektedir. Belki meclisi ziyaret eden özürlülerin yaşam standardı, dışarıdaki hayat ve dört duvarla sınırlı değildir. Belki yaşamları rahattır. Bunların hepsi mümkündür. Ama çoğunluk özürlü nüfusunun hayatı dört duvar arasındadır. Dar bir alanda, tek paslarla oynanan bu oyun bir şekilde devam ettirilmektedir. Oyunun kuralı da yoktur. Hakem de oyuncu da, seyirci de özürlünün kendisidir. Bazı pozisyonlarda ailesi rakip olarak oyunu heyecanlandırmaya çalışır. Ama bu yetmez. Hayat bir noktada sıkışır ve çekilmez hale gelir. Aile de bıkar, özürlü de. Bundan sonrası mecburiyetten de olsa yaşamın devam ettirilmesidir. Sorgulanması gereken temel nokta da, bu mecburiyeti doğuran, sosyal, ekonomik ve psikolojik etkenlerdir. Kısaca dört duvar arasında oynanan oyunu sokağa çıkarıp, toplumun her bireyinden takım oluşturamamaktır. Bu konuyu ilerleyen satırlarda daha geniş bir şekilde işlemek üzere farklı bir konuya değinmek istiyoruz.
Tüm bu sorunlara karşılık olarak topluma çözüm diye sunulan ve hayalet gibi meclis kürsülerinde dolaşan bir yasa vardır. İki yıldır merakla çıkarılması beklenen bu yasa, hâlâ taslak aşamasındadır. AKP’nin seçim malzemelerinden birisi olan Özürlüler Yasası, meclise sunulduğunda 74 maddedir. Çıkarılması düşünülen bu yasa ile özürlülerin hayatını kolaylaştıracak adımlar atılması düşünülmektedir. Ekonomi başta olmak üzere eğitim ve çeşitli rehabilite maddelerini içeren yasa bu güne gelene kadar kırpıla kırpıla 47 maddeye indirilmiştir. Özellikle maddi külfeti üzerine yapılan değişiklerle birlikte, yasa çıplak ormana dönüştürülmüştür. Çünkü yasa için ayrılması gereken para IMF’nin onayından geçememiştir. Buradan çıkan sonuç, sistemin sağlam ve özürlü ayrım yapmadığıdır. Yasaya serpiştirilen bilimsel terimler bu gerçeği değiştirmemektedir.
Çıkması planlanan yasa, bu haliyle bile sistemin altından kalkamayacağı cinstendir. Altyapısı olmadan, insanların önüne 47 maddeyi sıralamak ikiyüzlüce bir tutumdur. Mesela yasada, “Hiçbir gerekçeyle özürlülerin eğitim alması engellenemez. Özürlü çocuklara, gençlere ve yetişkinlere, özel durumları ve farklılıkları dikkate alınarak, bütünleştirilmiş ortamlarda ve her düzeyde, özürlü olmayanlarla eşit eğitim imkânı sağlanır.” diye bir madde vardır. Tırnak içine alınan cümlelere sorulacak birkaç soru, bu maddeyi anlamsızlaştıracaktır. Mesela Zihinsel Özürlüler, Spastik Özürlüler, görme özürlüler,
MS hastaları, İşitme özürlüler, dowm sendromlular, otistikler gibi özürlü grupları bu yasanın hangi çerçevesine oturmaktadır. Tüm bunlara yönelik alt yapı hazır mıdır? Okullarda bu insanların eğitim ve bakımını yapabilecek kadrolar var mıdır? Okula gidiş gelişler ulaşım sorunu çözümlenmiş midir? Bu insanlarla toplum arasındaki ilişki, acımadan öteye geçmiş midir? Yasada bu sorulara verilecek cevap kocaman bir boşluktur.
Yasadaki maddeler bununla bitmemektedir. Yasanın önemle üzerindeki bir diğer madde de “Özürlülerin araçları için ayrılmış park yerlerine diğerlerinin park etmesi yasaklanacak. Bu düzenlemenin ihlali durumunda para cezası ‘iki kat’ artırılacak.” Bu madde de sanırız evinde oturan çoğunluk özürlüler için olmasa gerek! Yasaya bakmaya devam edersek, “16 yaşından büyük olanlar için belirlenen net asgari ücretin yarısı tutarında bakım aylığı bağlanacak” burada maaşın kimlere ödeneceği net değildir. Son dakikada yapılan bir cambazlık ile % 40 özür oranı daha yükseklere çekilebilir veya akla hayale gelmeyecek şartlar öne sürülebilir. Yasada “Ağır Özürlü Bakımı”, başlığı altında “Sosyal güvenlik kurumlarına tabi olmayan, bu kanunda tanımlanan bakıma muhtaç özürlülerden ailesini kaybetmiş olanlar ile ailesi ekonomik ve/veya sosyal yoksunluk içerisinde bulunanlara bakım hizmetinin resmi veya özel bakım kurumlarında ya da ikametlerinde verilmesi sağlanır.
Bakıma muhtaç özürlülere sunulacak bakım hizmetlerinin kapsamı ve bu hizmetleri verecek olan gerçek ve tüzel kişilerin izin, çalışma usul ve esasları, denetlenmeleri ile ücretlendirme ve ödemeleri Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü koordinatörlüğünde, Özürlüler İdaresi Başkanlığı, Maliye Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenir.
Bakıma muhtaç özürlülere sunulacak bakım hizmetinin karşılığı olarak her ay için kişi başına belirlenecek tutar, iki aylık net asgari ücretten fazla olamaz.
Bakıma muhtaç özürlülerin, kurumca bakılanlar dışındakilerin bakım ücreti bu amaçla Kurum bütçesine konulacak ödenekten karşılanır.” başlıklı bir madde de vardır. Buradan anlaşıldığı gibi, özürlüye yapılacak yardım belli sınırlar çerçevesindedir. O sınırı aşan özürlüyü bekleyen kendi kaderine terk edilmişliktir. Bir başka yasa “İşe alımda; iş seçiminden, başvuru formları, seçim süreci, teknik değerlendirme, önerilen çalışma süreleri ve şartlarına kadar olan bütün safhaların hiç birinde özürlülerin aleyhine ayrımcı uygulamalarda bulunulamaz.
Çalışan özürlülere özrüyle ilgili olarak diğer kişilerden farklı muamelede bulunulamaz.
Çalışan veya iş başvurusunda bulunan özürlülerin karşılaşabileceği engel ve güçlükleri azaltmaya veya ortadan kaldırmaya yönelik istihdam süreçlerindeki önlemlerin alınması ve işyerinde fiziksel düzenlemelerin bu konuda görev, yetki ve sorumluluğu bulunan kurum ve kuruluşlar ile işyerleri tarafından yapılması zorunludur. Özürlülük durumları sebebiyle işgücü piyasasına kazandırılmaları güç olan özürlülerin istihdamı, öncelikle korumalı işyerleri aracılığıyla sağlanır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Özürlüler İdaresi Başkanlığınca çıkarılacak Yönetmelikle belirlenen standartlara göre gerekli düzenlemeleri yapan işyerlerine, korumalı işyeri statüsü verilir.” demektedir. Burada, kamuda 47 bin özürlü bulunmasına rağmen, 38 bin açık vardır istatistiği sistemin mantığını ve bundan sonrasını açıklamaya yeter.
Ve yasanın en can alıcı “Devlet, insan onur ve haysiyetinin dokunulmazlığı temelinde, özürlülerin ve özürlülüğün her tür istismarına karşı sosyal politikalar geliştirir, ayrımcılıkla mücadele özürlüler politikasının temel esasıdır” maddesidir.
Bahsedilen “esas olan politikayı” uygulamak sistemin gerçekliğiyle ne kadar örtüşür? Bırakalım özürlü insanı, özürlü olmayan insana verdiği değer, mal olmanın ötesine geçmemektedir. İnsanlar, sistemin karşısında artı-değer için kullanılan malzemeden başka bir şey değildir. Başta Avrupa olmak üzere, dünyadaki gelişmiş ülkelerdeki kısıtlanan sosyal haklar, ülkemizde bu içi boş yasa ile mi hayata geçirilecektir? Emekçi insanları gün be gün cendereye alan, sokakları işsizler cennetine çeviren kapitalizmin kendisidir. Hal böyleyken, peki o zaman niye böyle bir yasa hazırlama girişiminde bulunulmuştur? Bu soruya cevap yine sistemin kendisine bakarak verilebilir. Çünkü, kapitalizm sorunu yaratan kendisi olduğu gibi, bu sorunun artık kendisini boğar hale gelmesi de onun için rahatsızlık verici olmuştur. Toplumda özürlü sayısının artması, insanlarda bazı noktaları sorgulamaya götürmüştür.
Bu noktada toplum ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi herşeyin tanrıdan geldiğine inananlar ile bu sorunun tek sorumlusu olarak kapitalist (bu kesim de kendi aralarında ayrılır) düzeni tutanlardır.
Birincisini bir an için kabul etsek bile, Tanrı insana teknolojiyi insanlık adına kullanma, toplumdaki özürlü sayısını çoğalt diye bir emir mi vermiştir? Tabii ki, hayır. İnsana yabancı olan kapitalist sistemde her geçen gün özürlü sayısı artıyor. İnsanların hayatlarının belirli dönemlerinde dini duyguları iyi kullanan kapitalizm, bu sorunu çoğu zaman allaha havale etmektedir. Halbuki, Allahı bir köşeye bırakıp da tonlarca silah ve bomba üretmek yerine, insana yatırımın yapılması bir çok dengeyi değiştirecektir. Sağlık alanında yapılan tıbbi araştırmaların insana dair yapılması, buna ulaşacak kesimlerin çerçevesini genişletmesi yani sağlığın paralı olmaması, gerekli tıbbi malzemelere ulaşmanın kolay hale getirilmesi toplumdaki özürlü sayısını azaltacak önlemlerden sadece birkaçıdır. Kaldı ki, kapitalizmin bunu yapmak gibi bir yapısı olmamakla birlikte, hiçbir zaman olmayacaktır. Bunu bir an için bile beklemek, abesle iştigaldir. Kapitalizm, insanların önüne sunduğu ufak kırıntılarla, tepkileri azaltmaya, diğer taraftan ise kârını yükseltmeye bakar.
Yasaya bu noktadan baktığımızda, niye bu kadar geç ve iki yıl dahi geçse bile hala tartışılır durumda olması birçok şeyi açıklamaya yeter. Çünkü, yapılan istatistiklere göre Türkiye’de 8 milyon 357 bin 200 özürlü vatandaş yaşamaktadır. Bu rakam her geçen gün artış eğilimi göstermektedir. Özürlü erkekler, özürlü kadınlara göre daha fazladır. En fazla özürlünün yaşadığı yer Karadeniz Bölgesi’dir. Özürlülerdeki okuma-yazma bilmeme oranı, normal nüfusa göre daha yüksektir.
Özürlülerde bu oran yüzde 36.33 iken, toplam nüfusta yüzde 12.94’e düşmektedir. Toplam nüfus içerisinde her on kişiden yaklaşık bir kişi okuma yazma bilmemekteyken, bu oran süreğen hastalığı olanlarda iki kişiye ve ortopedik, görme, işitme, dil ve konuşma ile zihinsel özürlü olanlarda ise dört kişiye çıkıyor. Özürlü kadınların neredeyse yarısı (yüzde 48.01) okuma-yazma bilmiyor. Ortopedik, görme, işitme, dil ve konuşma ve zihinsel özürlü nüfusun sadece yüzde 2.42’si üniversite mezunu. İlkokulu bitirenlerin oranı ise yüzde 40,97. Hiç evlenmemişlerin oranı ortopedik, görme, işitme, dil ve konuşma ile zihinsel özürlülerde yüzde 34.41 iken, süreğen hastalığı olanlarda yüzde 7.43’tür. Toplam nüfusta ise, hiç nikah masasına oturmamış kişilerin oranı yüzde 26.28.
Yine araştırmaya göre, ortopedik, görme, işitme, dil ve konuşma ile zihinsel özürlülerin nüfus içinde işgücüne katılım oranı yüzde 21.71 iken, işgücüne dahil olmayan özürlü nüfus oranı yüzde 78.29. Kent ve kırsal ayrımı yapıldığında ise bu oran kentlerde yüzde 25.61, kırsalda yüzde 17.76. Özürlülerde işgücüne katılım oranı, kadın-erkek ayrımında da önemli farklılık göstermektedir. Erkeklerin işgücüne katılım oranı yüzde 32.2 iken, kadınların sadece yüzde 6.71’i istihdam ediliyor. Türkiye’de yaşayan özürlülerin işsizlik oranı, Türkiye ortalamasının üzerinde seyrediyor. Türkiye’de normal nüfusta yüzde 10.5 olan işsizlik oranı, özürlülerde yüzde 15.46 civarında. Cinsiyet ayrımı yapıldığında, yine işsiz özürlü kadınların oranı erkeklere göre daha fazla. Kadınların yüzde 21.54’ü, erkeklerin 14.57’si işsiz durumda. Özürlülerin yüzde 52.45’i herhangi bir sosyal güvenlikten yararlanamıyor. Özürlü nüfusun en çok yararlandığı sosyal güvenlik kuruluşu ise SSK (% 56,64). Emekli Sandığı’na mensup özürlü oranı yüzde 19, Bağ-Kur’a kayıtlı olanların oranı ise yüzde 24. Türkiye’de, en fazla özürlülük grubu ortopedik özürlülerden oluşmaktadır. Arada önemli bir fark bulunmakla birlikte, en çok rastlanan özürlülük sıralamasında görme özürlüler ikinci, dil ve konuşma özürlüler üçüncü sırada geliyor. En düşük oranı ise işitme engellilerde bulunuyor.
Ortopedik özürlüler ile görme ve işitme özürleri, büyük oranlarda sonradan oluşuyor. Bu oranlar, sırasıyla, ortopedik özürde % 76, görme özründe % 73, işitme özründe % 67. Bu arada başka bir dikkat çekici tespit ise, doğuştan özrü olanların yarısının bunun nedenini bilmiyor olması. Tedavinin bir parçası sayılabilecek cihaz kullanımını, yüzde 30’luk oranla, en fazla görme özürlüler tercih ediyor. İşitme özürlülerde bu oran yüzde 20,84 olurken, ortopedik özürlülerde yüzde 19 civarında seyrediyor.
Toplumumuzda kadına uygulanan şiddetin oranı geçen ay kutladığımız 8 marttan kalma hala hafızalarımızdadır. Kadına uygulanan şiddetin meşru sayıldığı ülkemizde özürlü kadınlar da yüksek oranlarda nasibini almaktadır. Özellikle görme özürlü kadınlar en çok şiddete uğrayan kesimdir. Fiziksel ve fiziksel olmayan şiddetin her türlüsüne maruz kalmaktadır.
Kadınların özürlülük halinden dolayı birilerine bağımlı yaşamaları bu şiddeti artırmaktadır. Başta ekonomi olmak üzere fiziksel, sözel, duygusal, cinsellik gibi olgular en çok şiddetin uygulandığı alanlardır. Şiddetin boyutları da özürlülük durumunun ağırlığına göre değişmektedir. Feodal değerlerin taşındığı bölge ve ailelerde özürlü kadınlar akrabalarının da şiddetine maruz kalmaktadır. Bu da özürlü kadınların hayatta normal kadınlardan daha fazla baskı altında yaşadığının kanıtıdır.
Sayıları her geçen gün artan otistik özürlü grubundan de bahsetmek gerekmektedir. Toplumumuzda çok bilinmeyen bir hastalık olan Otizmin, “beynin konuşma ve duygulara gelen bilginin değerlendirilmesi ile ilgili bölümünde fiziksel problemden” kaynaklandığı sanılmaktadır. Otizme davranış bozukluğu da denilmektedir. Dünya Sağlık Örgütüne göre, ülkemizde 100 bine yakın otistik yaşamaktadır. Otizmin yaşamın ilk iki yılında meydana geldiği tespiti yapılmıştır. Otizmin belirtileri kısaca göz kontağı kurmaktan kaçınırlar, anneye aşırı bağlıdırlar ya da hiç bağ kurmazlar. Öpülmeyi ve kucaklanmayı sevmezler. İsmiyle seslenildiğinde tepkisizdirler, konuşmayı geç öğrenirler, konuşulanları ve direktifleri anlamada güçlük çekerler, kısa konuşurlar, yaşıtları ile oynamazlar, kalabalıktan rahatsız olurlar. Sosyal kurallara uymada zorluk çekerler, tencere kapağı, topaç, araba tekerleği gibi dönen objelere ilgi duyarlar.
Kendi etrafında dönme ve aynı sözleri tekrarlama gibi davranışları vardır. Nedensiz ağlar ve çığlık atarlar. Çevrelerine yapılan herhangi bir değişiklikten rahatsız olurlar, bunun yanında özel yetenekleri de olabilir, müzikte, resimde matematikte önemli önemsiz konuları hatırlamada üstün yetenekleri olabilir. Otistik bir çocukta bu belirtilerin hepsi birden olmaya bilir.
Türkiye’de bilinmeyen hastalıklardan birisi de MS (Multipl Skleroz) hastalığıdır. Dünyada 2 milyon kişi ülkemizde ise 35 bin kişinin MS hastası olduğu tahmin edilmektedir. MS hastalığının nedeni çok fazla bilinmemekle birlikte, beynin konuşma, yürüme, görme gibi fonksiyonları üzerindeki kontrolünü kaybetmesidir. MS hastalığının merkezi sinir sistemi hastalığı olduğu özellikle 20-40 yaş arasında ilk belirtilerini vermekle yaşam boyu sürdüğü belirtiliyor. MS Kadınlarda erkeklere göre daha sık görülmektedir, MS’in belirtileri olarak da görme bulanıklığı, çift görme, görüntünün kayması gibi görme bozuklukları, bir kolda, bacakta ya da her iki bacakta güçsüzlük şeklinde kendini gösterebiliyor. Yürümede dengesizlik, bir veya iki elde titreme, idrar kaçırma ya da yapamama, uyuşma gibi sorunlarla ortaya çıkabiliyor. Ancak bu belirtiler tek başlarına MS düşündürmez. MS tanısını en çok destekleyen inceleme yöntemi ise ‘manyetik rezonans’tır (MR).
Son olarak Down sendromu hakkında bir şeyler söylemek gerekirse, genetik bir hastalıktır. Fiziksel görünümde farklılıklar gösterirler. Down sendromunun kaynağı anne ve baba değildir. En basit anlatımıyla doğan çocuğun 47 kromozoma sahip olmasıdır.
Genelikle annenin yumurtasının ya da babanın sperm hücresinin bölünmesinde meydana gelen bir hatadan oluşur. Böyle bir olgunun doğanın bir hatası olduğunu belirtmek gerekir; anababalar çocuklarının Down sendromu’na sahip olmasında kendi davranışlarını ya da herhangi bir eksikliklerini sorumlu tutmamalıdırlar. Down sendromu ilk kez 1866 yılında Dr. John Langdon tarafından “özel bir zeka geriliği olarak” tarif edilmiştir. Down sendromunun belirtileri, tipik özellikler ve zeka geriliği ile kendini gösterir.

Aile ve Özürlü Psikolojisi
Yukarıda verdiğimiz istatistik sonuçlardan sonra, sokaklarda dolaşan özürlülerin çok az olması gayet normaldir. Sistem tarafından özürlüye yüklenen misyon budur. İşsiz, sosyal güvencesiz bir hayat dayatılmaktadır özürlüye. Toplum da buna maşa edilmektedir. Özürlünün toplumdaki yeri uzaylı gibidir. Özürlünün gezme, eğlenme ve toplumsal aktivitelere katılma hakkı yoktur. Onun için en sağlıklı yaşam evin içidir. Güvenlidir orası, başına bir şey gelmez. Hem dışarısı tehlikelidir. Toplum bu şekilde eğitilmiştir. Çoğu zaman özürlü insanlar azarlanır dışarı çıktığı için. Toplumun psikosu, kendiliğinden ortaya çıkmaz tabii ki. Feodal değerlerle beslenen aileden başlar asıl mesele. Bu durumdaki aileler ilk olarak hayal kırıklığı yaşarlar.
Etraftaki çocuklardan farklıdır kendilerinin çocukları. Bu da beraberinde endişeyi getirir. Bu durumu kabullenmeleri uzun yıllar alır. Bir kısım aile ise çocuklarının bu durumunu kabul etmez. Çocuğunu, toplumdan saklar. Dışarıya çıkarmaya utanır. Bu daha vahim ve gizemli bir durum yaratır.
Ailenin bir diğer psikolojik durumu ise, çocuğunu sırtında kambur olarak görmesidir. Ona nasıl yaklaşmasını kısa zamanda öğrenemeyen aileler, ileride büyük sorunlara yol açmaktadırlar. Anne ve babalar çocuklarının özür durumundan dolayı sosyalleşemediklerinden şikayet ederler.
Bazı ailelerde, çocuklarının özrünün kısa sürede geçmediğini gördüklerinde, tedavi merkezlerine gitmek istemez ve bütün beklentileri suya düşer. Hayal kırıklığı ve umutsuzluk başlar. Bu olumsuz elektrik çocuğun gelişmesinde etkili olabilir.
Bazıları dini duygularına toz kondurmayarak, işin geçmiş ve gidişatını Takdir-i İlahi’ye bırakır. Bütün ipler Tanrının elindedir artık.
Bütün bunların ortak tarafı da ben öldükten sonra çocuğunun hayatının ne olacağı sorunudur. Ailenin psikolojinden sıyrılarak, özürlünün durumuna bakmakta da fayda vardır.
Yukarıda saydığımız durumlar elbette özürlü bir kişiliğin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Fakat bu bölge bölge değişir. Kimi küçük bölgelerde özürlülerin daha çok toplumsallaştığı görülürken, kentlerde toplumsallaşma biraz yavaş seyreder. Burada özürlünün sokağa çıkmasının önemi büyüktür. Büyük kentlerde apartmanları aşarak kendini sokağa atamayan bir özürlü, hayatın başında ofsayt pozisyonundadır. Onlar için aile bireylerinin çabası gereklidir. Koruma güdüsü çocuğa farklı verilmelidir. Özürlü biri sokağa çıktığında, insan olduğunun farkında olmakla birlikte, ayağı takılıp düştüğünde utanmamalı, tam tersine normal insanların da bu fiili gerçekleştirmesinin mümkün olduğunu bilmelidir. Arkadaşlarıyla kavga etmeli, eleştirilmeli, cezalar verilmelidir. Normal insanlarla yapılan şakalar özürlüye yapılmalıdır. Bu şekilde yetişen özürlü ancak toplumsallaşabilir. Zaten bir aşamadan sonra iş özürlünün kendisine düşmektedir.
Etrafını çevreleyen duvarı yıkmayı denemeyen özürlü, hiçbir zaman özgürleşemez. Sonuçta hayatını sürdürür ama bu sadece bir mecburiyetten öteye gitmez. Kendisini gerekirse insanlara dayatmalıdır. Topluma ben de varım diye bas bas bağırmalıdır. Böyle çabalarla insanlara seslerini duyurmak zorundadırlar. Bunun aksi toplumla özürlü arasında kocaman dağların oluşmasına hizmet eder. Böylece sistemin de başına bela açılmamış olur. Çünkü, ne kadar fazla özürlü sokağa çıkarsa, sistem üzerinde bir baskı aracı yaratır. Bunun anlamı ise daha çok masraf ve paradır. Kapitalizmin ise bu durum hiç işine gelmez.
Özürlüler özgürleşmenin en iyi ifadesini sosyalist mücadelede bulur. Sosyalizmin insana verdiği değer, bütün özürlü insanları kapsar olmalıdır. Özürlü aileler başta olmak üzere ezilenlere özürlü olmanın önünün kesilebileceği anlatılmalıdır. Bunun imkansız olmadığı, tıp ve bilimin her geçen gün geliştiği bununla özürlü sayısının en aza indirilmesinin mümkün olduğu ifade edilebilir.
Bunu hayata geçirmek, teknolojiden insanların sonsuz şekilde yararlanmasını sağlamakla olur. Bunun yanında rehabilite merkezleri, başta olmak üzere şehrin önemli bir kısmının özürlü vatandaşların yaşam şartları göz önüne alınarak yapılması düşünülmelidir. Böyle bir toplum düzeni de kendiliğinden ortaya çıkmayacaktır. Kapitalizm bizi daha önce olduğu gibi, bundan sonra da kandırmaya devam edecektir. Önümüzde çok fazla yol yoktur. Gerek özürlü gerekse de sağlam insanlar olarak, bu toplumun çürümüşlüğünü anlatamayıp, örgütlenmedikçe, önümüze içi boş yasalar sunulmaya devam edilecektir…

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul