Türkiye’de kutlanan birçok özel gün vardır. Bugünlere
özel bir hava verilmeye çalışılır. Hasır altı
edilen duygular, günyüzüne çıkartılır. Süslenip,
püslenir piyasaya sürülür. Bütün burjuva medya,
tek bir noktadan düğmeye basılmışcasına o günü
ilk sayfadan işler. Kapitalizmin değer yargılarıyla
örtüşecek bir şekilde piyasaya para akışı sağlanır.
Sevgililer günü, anneler günü ve daha birçok konuda
sayabileceğimiz gün buna örnektir. Bugünün en
büyük özelliklerinden biri duygu sömürüsünün yanında,
içinin boşaltılmasıdır. Bu ifadeye en uygun günlerden
biri ise, her yıl ülkemizde kutlanan özürlüler
ile ilgili olanıdır. Özürlülerin akıllara geldiği
gün olan Özürlüler Haftası’nda, duyarlılık limiti
artar. Çeşitli özürlü dernek ve vakıf yürüyüşler
düzenler. Bu yürüyüşlerde atılan sloganlar ekonomik
taleple birlikte iyi bir yaşam standardının özürlülere
sunulmasıdır. Ülkemizin değişik yerlerinden “dramatik”
özürlü hikayeleri anlatılır. Buradan yola çıkılarak
özürlülerin neleri başardığı topluma “vay beee”
dedirtilerek gösterilir. Duygular kaşınır, iyimser
bir hava içerisinde insanların yardımcı olmaları
gerektiğinden dem vurulur. Bu arada Ankara da
boş durmaz. Meclis’in kapıları özürlülere açılır.
Milletvekili ve Bakanlar, yaptıkları konuşmalarda
özürlülerin sahiplenilmesi, dışlanmaması gerektiğini
belirten konuşmalar yapar. Medyaya çektirilen
fotoğraflardan hemen sonra milletvekilini bekleyen
sıcak koltuk doldurulur. Bugünü de atlatan milletvekili
ve bakan, rahat bir nefes alarak duygularının
tatmin olmasının verdiği sevinç ile yaşamını sürdürür.
Oysa hayat dışarıda ve dört duvar arasında devam
etmektedir. Belki meclisi ziyaret eden özürlülerin
yaşam standardı, dışarıdaki hayat ve dört duvarla
sınırlı değildir. Belki yaşamları rahattır. Bunların
hepsi mümkündür. Ama çoğunluk özürlü nüfusunun
hayatı dört duvar arasındadır. Dar bir alanda,
tek paslarla oynanan bu oyun bir şekilde devam
ettirilmektedir. Oyunun kuralı da yoktur. Hakem
de oyuncu da, seyirci de özürlünün kendisidir.
Bazı pozisyonlarda ailesi rakip olarak oyunu heyecanlandırmaya
çalışır. Ama bu yetmez. Hayat bir noktada sıkışır
ve çekilmez hale gelir. Aile de bıkar, özürlü
de. Bundan sonrası mecburiyetten de olsa yaşamın
devam ettirilmesidir. Sorgulanması gereken temel
nokta da, bu mecburiyeti doğuran, sosyal, ekonomik
ve psikolojik etkenlerdir. Kısaca dört duvar arasında
oynanan oyunu sokağa çıkarıp, toplumun her bireyinden
takım oluşturamamaktır. Bu konuyu ilerleyen satırlarda
daha geniş bir şekilde işlemek üzere farklı bir
konuya değinmek istiyoruz.
Tüm bu sorunlara karşılık olarak topluma çözüm
diye sunulan ve hayalet gibi meclis kürsülerinde
dolaşan bir yasa vardır. İki yıldır merakla çıkarılması
beklenen bu yasa, hâlâ taslak aşamasındadır. AKP’nin
seçim malzemelerinden birisi olan Özürlüler Yasası,
meclise sunulduğunda 74 maddedir. Çıkarılması
düşünülen bu yasa ile özürlülerin hayatını kolaylaştıracak
adımlar atılması düşünülmektedir. Ekonomi başta
olmak üzere eğitim ve çeşitli rehabilite maddelerini
içeren yasa bu güne gelene kadar kırpıla kırpıla
47 maddeye indirilmiştir. Özellikle maddi külfeti
üzerine yapılan değişiklerle birlikte, yasa çıplak
ormana dönüştürülmüştür. Çünkü yasa için ayrılması
gereken para IMF’nin onayından geçememiştir. Buradan
çıkan sonuç, sistemin sağlam ve özürlü ayrım yapmadığıdır.
Yasaya serpiştirilen bilimsel terimler bu gerçeği
değiştirmemektedir.
Çıkması planlanan yasa, bu haliyle bile sistemin
altından kalkamayacağı cinstendir. Altyapısı olmadan,
insanların önüne 47 maddeyi sıralamak ikiyüzlüce
bir tutumdur. Mesela yasada, “Hiçbir gerekçeyle
özürlülerin eğitim alması engellenemez. Özürlü
çocuklara, gençlere ve yetişkinlere, özel durumları
ve farklılıkları dikkate alınarak, bütünleştirilmiş
ortamlarda ve her düzeyde, özürlü olmayanlarla
eşit eğitim imkânı sağlanır.” diye bir madde vardır.
Tırnak içine alınan cümlelere sorulacak birkaç
soru, bu maddeyi anlamsızlaştıracaktır. Mesela
Zihinsel Özürlüler, Spastik Özürlüler, görme özürlüler,
MS hastaları, İşitme özürlüler, dowm sendromlular,
otistikler gibi özürlü grupları bu yasanın hangi
çerçevesine oturmaktadır. Tüm bunlara yönelik
alt yapı hazır mıdır? Okullarda bu insanların
eğitim ve bakımını yapabilecek kadrolar var mıdır?
Okula gidiş gelişler ulaşım sorunu çözümlenmiş
midir? Bu insanlarla toplum arasındaki ilişki,
acımadan öteye geçmiş midir? Yasada bu sorulara
verilecek cevap kocaman bir boşluktur.
Yasadaki maddeler bununla bitmemektedir. Yasanın
önemle üzerindeki bir diğer madde de “Özürlülerin
araçları için ayrılmış park yerlerine diğerlerinin
park etmesi yasaklanacak. Bu düzenlemenin ihlali
durumunda para cezası ‘iki kat’ artırılacak.”
Bu madde de sanırız evinde oturan çoğunluk özürlüler
için olmasa gerek! Yasaya bakmaya devam edersek,
“16 yaşından büyük olanlar için belirlenen net
asgari ücretin yarısı tutarında bakım aylığı bağlanacak”
burada maaşın kimlere ödeneceği net değildir.
Son dakikada yapılan bir cambazlık ile % 40 özür
oranı daha yükseklere çekilebilir veya akla hayale
gelmeyecek şartlar öne sürülebilir. Yasada “Ağır
Özürlü Bakımı”, başlığı altında “Sosyal güvenlik
kurumlarına tabi olmayan, bu kanunda tanımlanan
bakıma muhtaç özürlülerden ailesini kaybetmiş
olanlar ile ailesi ekonomik ve/veya sosyal yoksunluk
içerisinde bulunanlara bakım hizmetinin resmi
veya özel bakım kurumlarında ya da ikametlerinde
verilmesi sağlanır.
Bakıma muhtaç özürlülere sunulacak bakım hizmetlerinin
kapsamı ve bu hizmetleri verecek olan gerçek ve
tüzel kişilerin izin, çalışma usul ve esasları,
denetlenmeleri ile ücretlendirme ve ödemeleri
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel
Müdürlüğü koordinatörlüğünde, Özürlüler İdaresi
Başkanlığı, Maliye Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığınca
çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenir.
Bakıma muhtaç özürlülere sunulacak bakım hizmetinin
karşılığı olarak her ay için kişi başına belirlenecek
tutar, iki aylık net asgari ücretten fazla olamaz.
Bakıma muhtaç özürlülerin, kurumca bakılanlar
dışındakilerin bakım ücreti bu amaçla Kurum bütçesine
konulacak ödenekten karşılanır.” başlıklı bir
madde de vardır. Buradan anlaşıldığı gibi, özürlüye
yapılacak yardım belli sınırlar çerçevesindedir.
O sınırı aşan özürlüyü bekleyen kendi kaderine
terk edilmişliktir. Bir başka yasa “İşe alımda;
iş seçiminden, başvuru formları, seçim süreci,
teknik değerlendirme, önerilen çalışma süreleri
ve şartlarına kadar olan bütün safhaların hiç
birinde özürlülerin aleyhine ayrımcı uygulamalarda
bulunulamaz.
Çalışan özürlülere özrüyle ilgili olarak diğer
kişilerden farklı muamelede bulunulamaz.
Çalışan veya iş başvurusunda bulunan özürlülerin
karşılaşabileceği engel ve güçlükleri azaltmaya
veya ortadan kaldırmaya yönelik istihdam süreçlerindeki
önlemlerin alınması ve işyerinde fiziksel düzenlemelerin
bu konuda görev, yetki ve sorumluluğu bulunan
kurum ve kuruluşlar ile işyerleri tarafından yapılması
zorunludur. Özürlülük durumları sebebiyle işgücü
piyasasına kazandırılmaları güç olan özürlülerin
istihdamı, öncelikle korumalı işyerleri aracılığıyla
sağlanır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Özürlüler
İdaresi Başkanlığınca çıkarılacak Yönetmelikle
belirlenen standartlara göre gerekli düzenlemeleri
yapan işyerlerine, korumalı işyeri statüsü verilir.”
demektedir. Burada, kamuda 47 bin özürlü bulunmasına
rağmen, 38 bin açık vardır istatistiği sistemin
mantığını ve bundan sonrasını açıklamaya yeter.
Ve yasanın en can alıcı “Devlet, insan onur ve
haysiyetinin dokunulmazlığı temelinde, özürlülerin
ve özürlülüğün her tür istismarına karşı sosyal
politikalar geliştirir, ayrımcılıkla mücadele
özürlüler politikasının temel esasıdır” maddesidir.
Bahsedilen “esas olan politikayı” uygulamak sistemin
gerçekliğiyle ne kadar örtüşür? Bırakalım özürlü
insanı, özürlü olmayan insana verdiği değer, mal
olmanın ötesine geçmemektedir. İnsanlar, sistemin
karşısında artı-değer için kullanılan malzemeden
başka bir şey değildir. Başta Avrupa olmak üzere,
dünyadaki gelişmiş ülkelerdeki kısıtlanan sosyal
haklar, ülkemizde bu içi boş yasa ile mi hayata
geçirilecektir? Emekçi insanları gün be gün cendereye
alan, sokakları işsizler cennetine çeviren kapitalizmin
kendisidir. Hal böyleyken, peki o zaman niye böyle
bir yasa hazırlama girişiminde bulunulmuştur?
Bu soruya cevap yine sistemin kendisine bakarak
verilebilir. Çünkü, kapitalizm sorunu yaratan
kendisi olduğu gibi, bu sorunun artık kendisini
boğar hale gelmesi de onun için rahatsızlık verici
olmuştur. Toplumda özürlü sayısının artması, insanlarda
bazı noktaları sorgulamaya götürmüştür.
Bu noktada toplum ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan
birincisi herşeyin tanrıdan geldiğine inananlar
ile bu sorunun tek sorumlusu olarak kapitalist
(bu kesim de kendi aralarında ayrılır) düzeni
tutanlardır.
Birincisini bir an için kabul etsek bile, Tanrı
insana teknolojiyi insanlık adına kullanma, toplumdaki
özürlü sayısını çoğalt diye bir emir mi vermiştir?
Tabii ki, hayır. İnsana yabancı olan kapitalist
sistemde her geçen gün özürlü sayısı artıyor.
İnsanların hayatlarının belirli dönemlerinde dini
duyguları iyi kullanan kapitalizm, bu sorunu çoğu
zaman allaha havale etmektedir. Halbuki, Allahı
bir köşeye bırakıp da tonlarca silah ve bomba
üretmek yerine, insana yatırımın yapılması bir
çok dengeyi değiştirecektir. Sağlık alanında yapılan
tıbbi araştırmaların insana dair yapılması, buna
ulaşacak kesimlerin çerçevesini genişletmesi yani
sağlığın paralı olmaması, gerekli tıbbi malzemelere
ulaşmanın kolay hale getirilmesi toplumdaki özürlü
sayısını azaltacak önlemlerden sadece birkaçıdır.
Kaldı ki, kapitalizmin bunu yapmak gibi bir yapısı
olmamakla birlikte, hiçbir zaman olmayacaktır.
Bunu bir an için bile beklemek, abesle iştigaldir.
Kapitalizm, insanların önüne sunduğu ufak kırıntılarla,
tepkileri azaltmaya, diğer taraftan ise kârını
yükseltmeye bakar.
Yasaya bu noktadan baktığımızda, niye bu kadar
geç ve iki yıl dahi geçse bile hala tartışılır
durumda olması birçok şeyi açıklamaya yeter. Çünkü,
yapılan istatistiklere göre Türkiye’de 8 milyon
357 bin 200 özürlü vatandaş yaşamaktadır. Bu rakam
her geçen gün artış eğilimi göstermektedir. Özürlü
erkekler, özürlü kadınlara göre daha fazladır.
En fazla özürlünün yaşadığı yer Karadeniz Bölgesi’dir.
Özürlülerdeki okuma-yazma bilmeme oranı, normal
nüfusa göre daha yüksektir.
Özürlülerde bu oran yüzde 36.33 iken, toplam nüfusta
yüzde 12.94’e düşmektedir. Toplam nüfus içerisinde
her on kişiden yaklaşık bir kişi okuma yazma bilmemekteyken,
bu oran süreğen hastalığı olanlarda iki kişiye
ve ortopedik, görme, işitme, dil ve konuşma ile
zihinsel özürlü olanlarda ise dört kişiye çıkıyor.
Özürlü kadınların neredeyse yarısı (yüzde 48.01)
okuma-yazma bilmiyor. Ortopedik, görme, işitme,
dil ve konuşma ve zihinsel özürlü nüfusun sadece
yüzde 2.42’si üniversite mezunu. İlkokulu bitirenlerin
oranı ise yüzde 40,97. Hiç evlenmemişlerin oranı
ortopedik, görme, işitme, dil ve konuşma ile zihinsel
özürlülerde yüzde 34.41 iken, süreğen hastalığı
olanlarda yüzde 7.43’tür. Toplam nüfusta ise,
hiç nikah masasına oturmamış kişilerin oranı yüzde
26.28.
Yine araştırmaya göre, ortopedik, görme, işitme,
dil ve konuşma ile zihinsel özürlülerin nüfus
içinde işgücüne katılım oranı yüzde 21.71 iken,
işgücüne dahil olmayan özürlü nüfus oranı yüzde
78.29. Kent ve kırsal ayrımı yapıldığında ise
bu oran kentlerde yüzde 25.61, kırsalda yüzde
17.76. Özürlülerde işgücüne katılım oranı, kadın-erkek
ayrımında da önemli farklılık göstermektedir.
Erkeklerin işgücüne katılım oranı yüzde 32.2 iken,
kadınların sadece yüzde 6.71’i istihdam ediliyor.
Türkiye’de yaşayan özürlülerin işsizlik oranı,
Türkiye ortalamasının üzerinde seyrediyor. Türkiye’de
normal nüfusta yüzde 10.5 olan işsizlik oranı,
özürlülerde yüzde 15.46 civarında. Cinsiyet ayrımı
yapıldığında, yine işsiz özürlü kadınların oranı
erkeklere göre daha fazla. Kadınların yüzde 21.54’ü,
erkeklerin 14.57’si işsiz durumda. Özürlülerin
yüzde 52.45’i herhangi bir sosyal güvenlikten
yararlanamıyor. Özürlü nüfusun en çok yararlandığı
sosyal güvenlik kuruluşu ise SSK (% 56,64). Emekli
Sandığı’na mensup özürlü oranı yüzde 19, Bağ-Kur’a
kayıtlı olanların oranı ise yüzde 24. Türkiye’de,
en fazla özürlülük grubu ortopedik özürlülerden
oluşmaktadır. Arada önemli bir fark bulunmakla
birlikte, en çok rastlanan özürlülük sıralamasında
görme özürlüler ikinci, dil ve konuşma özürlüler
üçüncü sırada geliyor. En düşük oranı ise işitme
engellilerde bulunuyor.
Ortopedik özürlüler ile görme ve işitme özürleri,
büyük oranlarda sonradan oluşuyor. Bu oranlar,
sırasıyla, ortopedik özürde % 76, görme özründe
% 73, işitme özründe % 67. Bu arada başka bir
dikkat çekici tespit ise, doğuştan özrü olanların
yarısının bunun nedenini bilmiyor olması. Tedavinin
bir parçası sayılabilecek cihaz kullanımını, yüzde
30’luk oranla, en fazla görme özürlüler tercih
ediyor. İşitme özürlülerde bu oran yüzde 20,84
olurken, ortopedik özürlülerde yüzde 19 civarında
seyrediyor.
Toplumumuzda kadına uygulanan şiddetin oranı geçen
ay kutladığımız 8 marttan kalma hala hafızalarımızdadır.
Kadına uygulanan şiddetin meşru sayıldığı ülkemizde
özürlü kadınlar da yüksek oranlarda nasibini almaktadır.
Özellikle görme özürlü kadınlar en çok şiddete
uğrayan kesimdir. Fiziksel ve fiziksel olmayan
şiddetin her türlüsüne maruz kalmaktadır.
Kadınların özürlülük halinden dolayı birilerine
bağımlı yaşamaları bu şiddeti artırmaktadır. Başta
ekonomi olmak üzere fiziksel, sözel, duygusal,
cinsellik gibi olgular en çok şiddetin uygulandığı
alanlardır. Şiddetin boyutları da özürlülük durumunun
ağırlığına göre değişmektedir. Feodal değerlerin
taşındığı bölge ve ailelerde özürlü kadınlar akrabalarının
da şiddetine maruz kalmaktadır. Bu da özürlü kadınların
hayatta normal kadınlardan daha fazla baskı altında
yaşadığının kanıtıdır.
Sayıları her geçen gün artan otistik özürlü grubundan
de bahsetmek gerekmektedir. Toplumumuzda çok bilinmeyen
bir hastalık olan Otizmin, “beynin konuşma ve
duygulara gelen bilginin değerlendirilmesi ile
ilgili bölümünde fiziksel problemden” kaynaklandığı
sanılmaktadır. Otizme davranış bozukluğu da denilmektedir.
Dünya Sağlık Örgütüne göre, ülkemizde 100 bine
yakın otistik yaşamaktadır. Otizmin yaşamın ilk
iki yılında meydana geldiği tespiti yapılmıştır.
Otizmin belirtileri kısaca göz kontağı kurmaktan
kaçınırlar, anneye aşırı bağlıdırlar ya da hiç
bağ kurmazlar. Öpülmeyi ve kucaklanmayı sevmezler.
İsmiyle seslenildiğinde tepkisizdirler, konuşmayı
geç öğrenirler, konuşulanları ve direktifleri
anlamada güçlük çekerler, kısa konuşurlar, yaşıtları
ile oynamazlar, kalabalıktan rahatsız olurlar.
Sosyal kurallara uymada zorluk çekerler, tencere
kapağı, topaç, araba tekerleği gibi dönen objelere
ilgi duyarlar.
Kendi etrafında dönme ve aynı sözleri tekrarlama
gibi davranışları vardır. Nedensiz ağlar ve çığlık
atarlar. Çevrelerine yapılan herhangi bir değişiklikten
rahatsız olurlar, bunun yanında özel yetenekleri
de olabilir, müzikte, resimde matematikte önemli
önemsiz konuları hatırlamada üstün yetenekleri
olabilir. Otistik bir çocukta bu belirtilerin
hepsi birden olmaya bilir.
Türkiye’de bilinmeyen hastalıklardan birisi de
MS (Multipl Skleroz) hastalığıdır. Dünyada 2 milyon
kişi ülkemizde ise 35 bin kişinin MS hastası olduğu
tahmin edilmektedir. MS hastalığının nedeni çok
fazla bilinmemekle birlikte, beynin konuşma, yürüme,
görme gibi fonksiyonları üzerindeki kontrolünü
kaybetmesidir. MS hastalığının merkezi sinir sistemi
hastalığı olduğu özellikle 20-40 yaş arasında
ilk belirtilerini vermekle yaşam boyu sürdüğü
belirtiliyor. MS Kadınlarda erkeklere göre daha
sık görülmektedir, MS’in belirtileri olarak da
görme bulanıklığı, çift görme, görüntünün kayması
gibi görme bozuklukları, bir kolda, bacakta ya
da her iki bacakta güçsüzlük şeklinde kendini
gösterebiliyor. Yürümede dengesizlik, bir veya
iki elde titreme, idrar kaçırma ya da yapamama,
uyuşma gibi sorunlarla ortaya çıkabiliyor. Ancak
bu belirtiler tek başlarına MS düşündürmez. MS
tanısını en çok destekleyen inceleme yöntemi ise
‘manyetik rezonans’tır (MR).
Son olarak Down sendromu hakkında bir şeyler söylemek
gerekirse, genetik bir hastalıktır. Fiziksel görünümde
farklılıklar gösterirler. Down sendromunun kaynağı
anne ve baba değildir. En basit anlatımıyla doğan
çocuğun 47 kromozoma sahip olmasıdır.
Genelikle annenin yumurtasının ya da babanın sperm
hücresinin bölünmesinde meydana gelen bir hatadan
oluşur. Böyle bir olgunun doğanın bir hatası olduğunu
belirtmek gerekir; anababalar çocuklarının Down
sendromu’na sahip olmasında kendi davranışlarını
ya da herhangi bir eksikliklerini sorumlu tutmamalıdırlar.
Down sendromu ilk kez 1866 yılında Dr. John Langdon
tarafından “özel bir zeka geriliği olarak” tarif
edilmiştir. Down sendromunun belirtileri, tipik
özellikler ve zeka geriliği ile kendini gösterir.
Aile ve Özürlü Psikolojisi
Yukarıda verdiğimiz istatistik sonuçlardan sonra,
sokaklarda dolaşan özürlülerin çok az olması gayet
normaldir. Sistem tarafından özürlüye yüklenen
misyon budur. İşsiz, sosyal güvencesiz bir hayat
dayatılmaktadır özürlüye. Toplum da buna maşa
edilmektedir. Özürlünün toplumdaki yeri uzaylı
gibidir. Özürlünün gezme, eğlenme ve toplumsal
aktivitelere katılma hakkı yoktur. Onun için en
sağlıklı yaşam evin içidir. Güvenlidir orası,
başına bir şey gelmez. Hem dışarısı tehlikelidir.
Toplum bu şekilde eğitilmiştir. Çoğu zaman özürlü
insanlar azarlanır dışarı çıktığı için. Toplumun
psikosu, kendiliğinden ortaya çıkmaz tabii ki.
Feodal değerlerle beslenen aileden başlar asıl
mesele. Bu durumdaki aileler ilk olarak hayal
kırıklığı yaşarlar.
Etraftaki çocuklardan farklıdır kendilerinin çocukları.
Bu da beraberinde endişeyi getirir. Bu durumu
kabullenmeleri uzun yıllar alır. Bir kısım aile
ise çocuklarının bu durumunu kabul etmez. Çocuğunu,
toplumdan saklar. Dışarıya çıkarmaya utanır. Bu
daha vahim ve gizemli bir durum yaratır.
Ailenin bir diğer psikolojik durumu ise, çocuğunu
sırtında kambur olarak görmesidir. Ona nasıl yaklaşmasını
kısa zamanda öğrenemeyen aileler, ileride büyük
sorunlara yol açmaktadırlar. Anne ve babalar çocuklarının
özür durumundan dolayı sosyalleşemediklerinden
şikayet ederler.
Bazı ailelerde, çocuklarının özrünün kısa sürede
geçmediğini gördüklerinde, tedavi merkezlerine
gitmek istemez ve bütün beklentileri suya düşer.
Hayal kırıklığı ve umutsuzluk başlar. Bu olumsuz
elektrik çocuğun gelişmesinde etkili olabilir.
Bazıları dini duygularına toz kondurmayarak, işin
geçmiş ve gidişatını Takdir-i İlahi’ye bırakır.
Bütün ipler Tanrının elindedir artık.
Bütün bunların ortak tarafı da ben öldükten sonra
çocuğunun hayatının ne olacağı sorunudur. Ailenin
psikolojinden sıyrılarak, özürlünün durumuna bakmakta
da fayda vardır.
Yukarıda saydığımız durumlar elbette özürlü bir
kişiliğin şekillenmesinde önemli bir rol oynar.
Fakat bu bölge bölge değişir. Kimi küçük bölgelerde
özürlülerin daha çok toplumsallaştığı görülürken,
kentlerde toplumsallaşma biraz yavaş seyreder.
Burada özürlünün sokağa çıkmasının önemi büyüktür.
Büyük kentlerde apartmanları aşarak kendini sokağa
atamayan bir özürlü, hayatın başında ofsayt pozisyonundadır.
Onlar için aile bireylerinin çabası gereklidir.
Koruma güdüsü çocuğa farklı verilmelidir. Özürlü
biri sokağa çıktığında, insan olduğunun farkında
olmakla birlikte, ayağı takılıp düştüğünde utanmamalı,
tam tersine normal insanların da bu fiili gerçekleştirmesinin
mümkün olduğunu bilmelidir. Arkadaşlarıyla kavga
etmeli, eleştirilmeli, cezalar verilmelidir. Normal
insanlarla yapılan şakalar özürlüye yapılmalıdır.
Bu şekilde yetişen özürlü ancak toplumsallaşabilir.
Zaten bir aşamadan sonra iş özürlünün kendisine
düşmektedir.
Etrafını çevreleyen duvarı yıkmayı denemeyen özürlü,
hiçbir zaman özgürleşemez. Sonuçta hayatını sürdürür
ama bu sadece bir mecburiyetten öteye gitmez.
Kendisini gerekirse insanlara dayatmalıdır. Topluma
ben de varım diye bas bas bağırmalıdır. Böyle
çabalarla insanlara seslerini duyurmak zorundadırlar.
Bunun aksi toplumla özürlü arasında kocaman dağların
oluşmasına hizmet eder. Böylece sistemin de başına
bela açılmamış olur. Çünkü, ne kadar fazla özürlü
sokağa çıkarsa, sistem üzerinde bir baskı aracı
yaratır. Bunun anlamı ise daha çok masraf ve paradır.
Kapitalizmin ise bu durum hiç işine gelmez.
Özürlüler özgürleşmenin en iyi ifadesini sosyalist
mücadelede bulur. Sosyalizmin insana verdiği değer,
bütün özürlü insanları kapsar olmalıdır. Özürlü
aileler başta olmak üzere ezilenlere özürlü olmanın
önünün kesilebileceği anlatılmalıdır. Bunun imkansız
olmadığı, tıp ve bilimin her geçen gün geliştiği
bununla özürlü sayısının en aza indirilmesinin
mümkün olduğu ifade edilebilir.
Bunu hayata geçirmek, teknolojiden insanların
sonsuz şekilde yararlanmasını sağlamakla olur.
Bunun yanında rehabilite merkezleri, başta olmak
üzere şehrin önemli bir kısmının özürlü vatandaşların
yaşam şartları göz önüne alınarak yapılması düşünülmelidir.
Böyle bir toplum düzeni de kendiliğinden ortaya
çıkmayacaktır. Kapitalizm bizi daha önce olduğu
gibi, bundan sonra da kandırmaya devam edecektir.
Önümüzde çok fazla yol yoktur. Gerek özürlü gerekse
de sağlam insanlar olarak, bu toplumun çürümüşlüğünü
anlatamayıp, örgütlenmedikçe, önümüze içi boş
yasalar sunulmaya devam edilecektir…
|