Geçtiğimiz günlerde Güney Asya, çok büyük bir
deprem felaketiyle sarsıldı. Normalde doğa-insan
çelişkisinin görünümlerinden biri olarak algılanabilecek
bu olay, günümüzün neoliberal politikaları ekseninde
hareket eden emperyalist güçleri tarafından tam
bir kitlesel katliama dönüştürüldü. Katliamın
yönteminin basitliği, silahının basitliğinden
geliyordu; Bu katliamın silahı sadece bilgi idi.
Merkezi okyanusta olan deprem, çok büyük tsunami
dalgalarının da habercisiydi aslında. Ve emperyalistlerin
tekellerine aldıkları bilim, kısa sürede bu dalgaların
büyüklüğünü, nereye ne zaman ulaşacağını, ne denli
büyük bir tahribata yol açabileceğini hesaplamıştı.
Hatta yine aynı emperyalistler, ellerindeki bu
bilgilerin ışığında kendi önlemlerini hiç vakit
kaybetmeden aldılar. Bölgede bulunan ABD askeri
üsleri, başta Hint Okyanusundaki Diego Garcia
olmak üzere kısa sürede boşaltıldı ya da güvenli
bölgelere çekildi veya başka türlü korunma yöntemlerine
başvurdu. Çünkü neyle karşılaşacaklarını biliyorlardı.
Oysa dünyanın varoşlarında, sömürge ve yeni-sömürgelerinde
yaşayanlar... Onlar zaten “aşırı nüfus”a sahipti,
hem onları bilgilendirmek de paraydı, her koyun
kendi bacağından asılırdı vb. vb... Haber vermediler.
“Biz haber verdik” dediler. Tüm iletişim ağı çökmüş
bir ülkenin, bir doğal afetin sonrasındaki telaşını
taşıyan yetkililerine haber vermişlerdi belki.
Ama bir ülkeyi bombalamak için hiç vakit kaybetmeksizin
havalanabilen jetler, ABD’nin çıkarları söz konusu
olduğunda hemen gereken yerde damlayıveren nükleer
uçak gemileri, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış
bir nüfusu havadan atılacak broşürlerle bilgilendirmek
için ortada olamazlardı. Eminiz herbirinin fiyatı
yüzbinlerce insanı bir yıl doyuracak kadar para
edebilen bu korkunç savaş makinelerinin üretici
firmaları, aklımızdan geçen bu düşüncenin -o uçaklarla
insanları öldürecek bomba değil de, onların yaşamını
kurtaracak bilgileri içeren broşür dağıtılması-
kendi ürünlerine yapılmış bir “hakaret” olacağını
düşünürlerdi.
Kılını kıpırdatmadı sömürgeciler. Tıpkı bir sömürgeci
kâşifin adını verdikleri Amerika kıtasına götürdükleri
çiçek hastalığının, bu hastalıkla hiç tanışmamış
yerli nüfusu kırıp geçirmesine seyirci kaldıkları
yıllarda yaptıkları gibi yaptılar: Sadece seyrettiler.
Vietnam’ın tüm topraklarını hallaç pamuğu gibi
atanların, napalm bombalarıyla yakanların derdinin
sadece anti-komünistlik olmadığı bir kez daha
anlaşıldı. Onlar insanlığın düşmanıydılar. Depremden
bir gün sonra tsunami dalgalarının ulaştığı Somali
kıyılarının yoksul halkları dahi, felakete “habersiz”
yakalandılar.
Deprem ve sonrasında gelen tsunami dalgaları sonucunda
gerçekleşen ölümlerin 300 bin kişiye yaklaştığını
söylüyor medya organları. Birçok yoksul ülke,
nerede ne kadar nüfusunun yaşadığından ve ne durumda
olduğundan habersiz oldukları için, gerçek rakam
hiç bir zaman bilinemeyecek. Yetinmek zorunda
olduğumuz tahmini rakamlar bile yeterince yüksek.
Bu felaketi bir neoliberalizm çürüyüşünün sergilenmesi
haline dönüştüren sadece bu değildi. Günümüzün
en büyük saldırı/çürütme silahı olan medyanın
boyalı sayfaları, renkli ekranları Maldiv Adalarında
tatilde bulunan mankenlerin, futbolcuların derdine
düşmüştü. Her yerde “beyaz adam”ların dramları
yazılıyor, konuşuluyordu. Yoksulların, köylülerin,
her türden emekçilerin kısacası “beyaz adamlar”
haricindeki herkesin ölmesi zaten doğaldı. Sayfalarda,
ekranlarda o yüzbinlerin yeri ancak birkaç saniye
idi. O da rakam olarak, kısa-özet görüntüler olarak.
Emperyalistlerin riyakarlığı bunlarla sınırlı
değildi. Felaket sonrasında yapılacak yardım rakamları
açıklandığında, zaten ölümle pençeleşmekte olan
halkları, bir de alay edilmenin beklediği ortaya
çıktı. İnsanların acılarıyla alay eden bu anlayışı
Irak’ta Ebu Garib işkencehanesinde tutsaklara
acı çektiren değil, apaçık aşağılayan işkenceler
yapanların anlayışıyla aynıydı. Dünyanın bütün
ezilen halklarının bir böcek kadar bile değeri
yoktu onların gözünde. ABD’nin ilk açıkladığı
yardım miktarı, Bush’un yemin töreni için ayrılan
paranın yarısı kadar bile yoktu. Her ne kadar
bu skandalı ört bas etmek için sonradan miktar
yükseltilse bile aslında açıklanan o ilk rakam,
emperyalistlerin gönlündekini açığa çıkarmak açısından
çok parlak bir örnekti.
Bu kadarına da pes dedirtecek olay ise ABD ve
İngiltere’nin deprem sonrasında yardım olarak
“asker göndermeyi” teklif etmesiydi. Elbette söz
konusu olan arama-kurtarma çalışmalarına katılmak
için gönderilecek silahsız insanlar değildi. Tam
aksine açıkça tam teçhizatlı ordu göndermeyi öneriyordu
bu işgal meraklıları. Yoksa dünyanın hiçbir yerinde
böyle bir felaket sonrasında yardımcı olmak için
silahtan arındırılmış asker gönderilmesine kimse
bir şey demez. Sömürgeciliğin önde giden bu bayraktarları
için söylenebilecek tek söz kalıyor: “Şeytan azapta
gerek”.
Emperyalistler bunu yapar da uşakları geri durur
mu, felaketi “fırsat” bilen Endonezya, depremin
ardından bağımsızlıkçı militanların faaliyet gösterdiği
Aceh bölgesine operasyon düzenlemekte gecikmedi.
Deprem yolsuzlukları ise, her şeyi olduğu gibi
felaketleri de bir kâr fırsatı olarak algılayan
kapitalist mantığın işleyişine son derece uygundu.
Güney Asya’dan Hakkari’ye
Yoksulların Kaderi ve Kardeşliği...
Güney Asya’da bunlar yaşanırken bu defa da Hakkari
bir depremle sarsıldı. 25 Ocak’ta gerçekleşen
küçük bir deprem olmasına rağmen 2 kişi yaşamını
yitirdi. Bizlere ilkokulda öğretilen “masallar”
uyarınca en sağlam binalar olması gereken okullar,
hastaneler ve diğer devlet yapıları, depremden
en fazla hasar gören binalardı. Çocuklarımızı,
hastalarımızı emanet ettiğimiz kurumların binaları
bu durumdayken, eğitim ve sağlık emekçilerinin
tüm çabalarına rağmen verilecek eğitim ve sağlık
hizmetlerinin ne durumda olabileceğini tahmin
edebilirsiniz.
Deprem bu toprakların oldukça tanıdık olduğu bir
olgu. Deprem sonrasında yaşanan yolsuzluklar,
umursamazlıklar ve ihmalkarlıklar da öyle. Daha
birkaç yıl önce Bingöl depreminde yaşananların
neredeyse aynısı sahneler yaşandı Hakkari’de de.
Bingöl’de halkın üzerine ateş açmak için vardı
devlet; Hakkari’de de bu görevini yapmakta hiçbir
ihmali olmadı. Devletin diğer tüm işlevleri tali
olabilir, tali plana atılabilir; ama güvenlik,
hele hele devletin, kurulu düzenin güvenliği,
her şeyden önce gelir. Birileri hakkını aradığında,
kışın ortasında sobasız yazlık çadırlarda, kar
üzerinde uyumaya zorlandığında buna isyan edemez,
karşı çıkamaz. Eğer bunu yaparsa, karşılığını
kurşun olarak alır. İşi gücü Güney Kürdistan gibi
yerlerde ajanlık faaliyeti yürütmek ve farklı
türde bir hortumlama aracı olan Kızılay, sanki
bir başka “ilkokul yalanı” olarak yeniden karşımıza
çıkıyordu. Marmara depremi sonrasında artık tarihe
karıştığı zannedilen o ilkel çadırlar, yeniden
karşımıza çıktılar. İnsanların gözünü boyamak,
tepkileri bastırmak için o zamanlar aldıkları
önlemleri, yaptıkları yenilikleri ballandıra ballandıra
anlattıkları halde, halkın nefretinden kurtulamayan
bu kurum, o nefreti fazlasıyla hak ettiğini bir
kez daha ispatlamaktan geri durmadı.
Maruz kaldığı bu aşağılayıcı muameleyi protesto
eden Hakkarililer ise ancak terörist olabilir.
Birkaç kışkırtıcının tahrikiyle hareket eder.
AKP binasını taşlıyorsa bu insanlar, bunu bir
tahrikçi olmadan yapabilecek kadar bilinçli olamazlar
kesinlikle. Bu insanlara yıllarca hiçbir hizmet
götürülmedi ki, bunu nereden bilecekler. Ama biz
onları bilinçlendirmek için her şeyi yaparız,
üzerlerine kurşun sıkarız, tutuklarız, cezaevine
koyarız.
Yoksulların kaderi dünyanın her yerinde aynı.
Karşılaştıkları muamele de öyle. Dünyanın tüm
ezilenlerini bir araya getirecek enternasyonal
bir mücadelenin zeminini hazırlamak için egemenler,
ellerinden geleni yapıyorlar. Biz de o enternasyonalist
mücadeleyi örmek için her şeyi yapacağız. Dünyayı
doğal ve doğal olmayan tüm felaketlerden kurtarana
kadar.
|