Ellerinin altında bir sürü kanaldan
oluşan bir televizyon ağı var, gazeteleri var,
Tsunami kurbanları için konser düzenlemenin ne
kadar önemli bir “hayır işi” olduğunu bas bas
bağırıyorlar, “piyasa”daki en iyi organizatörleri
bir araya getiriyorlar, sektörün en gösterişli
eğlence-konser mekanını ayarlayıp toplayabildikleri
irili ufaklı bütün yerdenbitme popçu ve arabeskçiyi,
vb. listeye alt alta yazıyorlar...
Yok! Olmuyor! Toplam izleyici sayısı, beşyüz bile
değil...
Sonra, popçularla olmayınca topçuların aklına
bir fikir geliyor. Türkiye’de oynayan bütün yabancı
futbolcularla yerli oyuncular karşıya karşıya
gelip maç yapıyorlar. Çok mantıklı bir girişim
gibi görünüyor; üstelik yenme-yenilme stresi olmadığı
için futbol oyunu bakımından da çok zevkli bir
gösteri sergileniyor, herkes bütün marifetlerini,
top cambazlıklarını ortaya koyuyor.
Yok! Yine olmuyor! Tribündeki kalabalık, yine
beşyüzü geçmiyor.... Soğuk desen soğuktan da değil,
burası Türkiye, “vefalı taraftarlar”ın ve sabıkalı
fanatiklerin ülkesi!
Peki neden?
Ellerindeki bütün imkânlara rağmen, neden beceremiyorlar?
Bu sorunun yanıtı, öyle çok basit değil.
Tabii ki sorunun en azından bir cephesi için bir
açıklama getirilebilir. Bu topraklar üzerinde
yaşayan insanların neredeyse tamamı, uç uca eklenen
yüzlerce deneyimin ardından, ister devlet tarafından
örgütlensin isterse devletin de içinde olduğu
özel organizasyonların marifeti olsun, bu tür
etkinliklerle ilgili olarak kesin bir güvensizliğe
sahiptir. Özellikle devletin herhangi bir organizasyondan
elde edilecek geliri/malzemeyi çalmadan çırpmadan
ya da çürütüp kokutmadan sağ salim yerine teslim
edeceği konusunda bu güvensizlik çok nettir. İş
Kızılay meselesine geldiğinde ise, tartışmaya
bile gerek yok, bu kurum, kokuşmuşlukta Türkiye
ve dünya birinciliğini kimseye kaptırmamakta kararlıdır!
Sokaktan yüz tane insan çevirseniz 99’u bu kurumun
da bütün benzerleri gibi bir soygun yatağı olduğunu
söyler. Onlarca yıldır Kızılay’ı (Sivil Savunma
Teşkilatı denilen esrarıengiz kurumla birlikte)
bir istihbarat aracı gibi kullananlar, bu arada
toplanan bağışlarla muazzam bir servet yaratmışlar,
oteller, arsalar ve bankalara peşkeş çekilen trilyonlarla
birlikte tam bir çiftlik inşa etmişlerdir.
Yalnızca bu kurumlar da değil, devletin bir bütün
olarak kurumsal yapılarının hiçbiri kitlelerin
gözünde güvenilir kurumlar değildir. Söz konusu
olan, Adapazarı Depremi için gelen yardım paralarıyla
memur maaşları ödeyen, Güney Kürdistan göçmenlerine
gönderilen yardımlarla ise İstanbul’da karakol
yaptıran bir devlettir.
Ama hepsi bu kadar mı?
Kuşkusuz değil. İşin acı olan yanı da bu zaten.
Bu topraklarda yaşayan insanların insani duyguları
da son yirmi yılda korkunç bir erezyona uğramış,
toplumsal duyarsızlık günlük bir hal durumuna
gelmiştir. Bütün insani ilişkileri paranın rengine
endeksleyen, insanları komşusunun dertlerinden
bile uzaklaştıran, onları yalnızca kendi günlük
çıkarlarının dar bakış açısına, kör karanlığına
hapseden kapitalist restorasyon süreci, sonuçta
ortaya içler acısı bir kırılma çıkarmıştır. Bir
yandan iliklerimize dek işleyen toplumsal çürüme,
dayanışma duygularının törpülenmesi, bencillik
ve eski insani değerlerin yerini neoliberal-postmodern
ölçütlerin alması, diğer yandan sistem ve devlet
tarafından yüzlerce binlerce kez kandırılmış olmanın
yarattığı genel tepki, ortaya gerçekten acı bir
manzara çıkarmaktadır.
Bu manzaranın mimarı olanlar, şimdi utanmadan
“vatandaşın duyarsızlığı”ndan söz ediyorlar. İnsanlık
tarihinin en büyük yıkım ve yozlaştırma operasyonunu
avuçları patlayıncaya kadar alkışlayanlar, onur
dahil her şeyin satılabileceği bir “serbest piyasa”nın
erdemlerini öve öve bitiremeyenler, insanlar yalnızca
kendi kör çıkarlarına, yalnızca piyango biletlerine,
yalnızca maç sonuçlarına gömülüp kalsın ve ondan
ötesini düşünmesin diye kendilerini paralayanlar,
şimdi duyarsızlıktan yakınıyorlar ve çağrı üzerine
çağrı yapıyorlar.
Sol ise bu aralar çok meşgul... Bu devasa çürüme
ve yıkım tablosunun içinde bir küçük getto bile
oluşturmayan, kendi varlıklarını korumak için
sürtüşme ve gerilimler icat edip sonra da onları
çözmek için kafa patlatmak, son zamanlardaki en
“mühim” işler arasında yer alıyor. Çok büyük bir
kolaylıkla çok kısa sürede büyük konser organizasyonu
düzenleyerek devletin topladığının onlarca kat
fazla sayıda insanı bir araya getirebilme yeteneğine
sahip olan sol, henüz bu konuda bir refleks ortaya
koymayı becerebilmiş değil. Bırakın daha uzakları,
aynı güçler, binlerce insanla bir Seka çıkarması
düzenleyerek kuvvet gösterisi yapmayı bile hâlâ
akıl etmiş değil.
Bu sayımızdaki bir yazıda “ufuk daralması”ndan
söz ederken kastımız buydu işte. Onbinlerce öğrenciden
oluşan üniversitelerde 100-200 kişilik kalabalıklarla,
yüzbinlerce nüfusu olan ilçelerde 300-400 kişilik
kitlelerle durumu idare etmekten söz ederken de
bu toplulukları küçümsüyor değiliz. Sorun, başlangıç
için iyi ama yürümek için yetersiz olan bu tabloya
“güzellemeler” düzüldüğünde ortaya çıkıyor ve
o noktadan itibaren artık kendimizi büyütmek için
çaba göstermek, bunun son derece meşru yollarını
ve kanallarını keşfedip bulmak gereksiz hale geliyor.
Çoluğuyla çocuğuyla yüzlerce insan bir fabrikada
direniyor; ama beri yanda kimsenin aklına bir
trene el koyup binlerce insanı seferber etmek,
sınıf dayanışmasının muhteşem bir örneğini inşa
etmek gelmiyor.
Zor mu? Değil, hiç değil!
Bütün bunlar yapılsa büyük bir heyecanla katılacak
binlerce insan İstanbul’da ve bütün coğrafyamızda
var mı?
Elbette var! Ama yapılmıyor, yapılamıyor. Çünkü
ufuk çizgisindeki daralma kendi içine çökmeyi
de beraberinde getiriyor ve bu da bir kısırdöngü
gibi yine daralmaya yol açıyor.
Ama artık sürecin bütün bunlara tahammülü yok.
Türkiye devrimci hareketi bu döngüyü kırmak, bu
daralmayı aşmak zorunda ve bunu yapmak için de
sonsuza kadar verilmiş bir zamana sahip değil.
***
Öte yanda, Ortadoğu, kaynamaya
devam ediyor. Condolezza Rice, Ortadoğu turuna
çıkıyor, birlikleri denetleyen bir general edasıyla
her ülkeye biraz biraz uğrayıp son talimatları
yağdırıyor. Aynı günlerde bir yandan İncirlik
ile ilgili yeni pazarlıklar yapılırken, diğer
yandan Rumsfeld, 1 Mart tezkeresinde yaşanan aksaklığın
Irak’taki başarısızlığın nedeni olduğunu ilan
ediyor. Bütün bunların hepsinin aynı günlere denk
düşmesi de rastlantı gibi görünmüyor. Çünkü aynı
süreçte, Irak’taki seçim komedisinin ardından,
İran ve Suriye meselesi yeniden gündemleşiyor.
Bush, bir yandan İranlı muhaliflere “ayaklanma”
çağrısı yaparken diğer yandan da askeri müdalelenin
hesap dışı olmadığını açıkça ifade ediyor. Yani
Ortadoğu gitgide daha fazla ısınıyor, yeni kan
banyolarına doğru büyük bir hızla yuvarlanıyor.
Peki sonuç ne?
Ya da daha “ters” bir soru soralım: Türkiye’de
ya da dünyanın çeşitli köşelerindeki devrimci
güçler, yalnızca “protesto grupları”mıdırlar?
“Protesto” eyleminin kendisini küçümsüyor değiliz
elbette, bu eylemlerin mücadelenin bir parçası
olduğu açıktır; ama bu kadar mı? Hepsi bu kadar
mı? Devrimci hareket dediğimiz şey, “olmuş olanın”
arkasından bu “olmuş olanı” protesto etme çizgisini
sonsuza dek mi sürdürecek? Devrimci hareketin
bizzat kendisinin bir gündem maddesi olacağı günler
milyonlarca kilometre uzaklıkta mı duruyor? Bu
topraklardaki insanların ezici bir çoğunluğu işsizlik
ve yoksulluğu en büyük sorun olarak görüyorsa,
yine bu insanların neredeyse tamamına yakını ABD
emperyalizmine karşı son derece açık bir nefret
duygusu besliyorsa, üzerine basılarak yürünebilecek
bir çerçeve yok mudur?
Yeniden “ufuk” sorununa gelmiş bulunuyoruz...
Boş hayaller kurmuyoruz; her şeyin kolay olduğunu
da iddia etmiyoruz. Ama şunu çok net söylüyoruz:
Türkiye’de devrimci hareketin kendisini hızla
büyütme, kitlelerin içinde bir güç haline gelme,
bir devrim yürüyüşünü yaratma olanakları vardır.
“Şimdilik bu olanaklar Kaf Dağının ardındadır,
o zaman hiç olmazsa insani-demokrat vazifelerimizi
yapalım” şeklindeki kimsenin hiçbir zaman resmen
ifade etmediği ama pratikte uyguladığı düşünce,
bir zehir kutusudur. Bu olanaklar vardır, sorun
bizim bir perspektif ve stratejik plana sahip
olup olmadığımızdır. Geleceği kazanmak isteyenler,
yalnızca bugün ve yarın üzerine değil, gelecek
üzerine de bir plana sahip olmalıdırlar.
Gelecek, ancak böyle bir irade ve perspektifle
kazanılacaktır.
|