"AB
Bir Efendi ve Kahyalar İlişkisidir"
Murat Çakır ile Röportajın Tam
Metni
|
4 Aralık 2004 cumartesi günü yapılan
Halk Kültür Merkezleri ve Sosyalist Dayanışma Platformu'nun
birlikte organize ettiği "Sol, AB'yi Tartışıyor"
Forumu için Türkiye'ye gelen Almanya'daki Çalışma ve
Toplumsal Adalet Seçim Alternatifi Kurucu Üyesi ve Basın
Danışmanı Murat Çakır ile yaptığımız röportajı, AB konusundaki
bilinmeyenlerin ya da "yanlış bilinenlerin"
anlaşılması açısından sizlerle paylaşıyoruz...
Sosyalist
Barikat: Biraz basit bir soruyla başlamak istiyoruz.
Varsayalım ki 17 Aralık'ta bir anda her şey değişti,
hemen ertesi gün tam üyelik gerçekleşti ve biz sırtımıza
yorganımızı alıp Berlin'e indik. Ne bekliyor bizi orada?
Murat Çakır: Böyle bir şey olacağını zannetmiyorum
ama olursa eğer onları bekleyen şey mültecilerin kaderiyle
aynı. Yoksulluk bekliyor, çürümüşlük, güvencesiz işyerleri,
ırkçılık bekliyor.
Birincisi, Türkiye'den göç edecek işçi sayısı çok az
olacaktır. Nitelikli işçiler gelecektir, Avrupa kalifiye
işçileri çekecektir. İçini boşaltacaktır Türkiye'nin.
Bilgisayar alanında internet teknolojisi, enformasyon
teknolojisi alanında sermayenin ihtiyacı olan genç ama
düşük ücretli kalifiye elemanları çekecektir. Bu ülkenin
yetiştirdiği, üniversitelerinde okuttuğu, üniversitelerinde
öğretim üyeliği yapan insanları çekecektir. Ama onun
dışında çalışarak para kazanırım da belki Türkiye'de
de bir şeyler yapabilirim düşüncesiyle gelecek olan
insanlar kapıdan içeri bile sokulmayacaktır. Onların
bekleyen şey Türkiye'nin aynısıdır.
SB: Yani İstanbul varoşlarında oturan insanların
çok şansı yok…
M.Ç: Onlar zaten İstanbul'a gelmekle bütün varlıklarını
harcamış durumdalar!
SB: Türkiye gençliği içinde yaşı 17'lerde olan
ama bilgisayar teknolojisiyle tanışık kesimler var ve
bu insanların çok fazla "ulusal gurur" gibi
takıntıları da olmadığından kaba deyimle "kefeni
yırtma" peşindeler. Onlar için de mi kapılar kapalı?
M.Ç: Tabii kapalı. Genç derken 30'un altını kast
etmiyorum. Çünkü belli bir eğitim ve deneyimi olanlara
ihtiyacı var şirketlerin. Burada birçok genç insanla
da görüşüyorum, onların kafalarında böyle birşey var.
Hiç olmazsa biz üniversite bitirdik, gideriz orada iyi
bir iş sahibi olabiliriz düşüncesi var. "Bu ülkeye
lanet olsun, ne demokrasi var ne de iş. Çekip gitmek
istiyorum" diyorlar. Ancak bu rüya yerine gelmeyecek;
çünkü örneğin uzun süreli olarak green kart uygulaması
yaptı Almanya. Hindistan'dan bilgisayar uzmanlarını
getirdi. Bunlar beş yılını doldurduktan sonra hepsi
geri gönderildi. Yani orada kalabilme şansları yok.
Böyle bir iş gücü rotasyonlu olacaktır, kısa süreli
olacaktır. Hatta beş yıl bile değil şu an 2,5 yıldan
bahsediyorlar, en fazla 30 ay kalabilirsin. Çünkü her
ne kadar nitelikli işçi olsan da ücretini alıp gideceksin
ve yenisi gelecek beklenti bu. Çünkü önemli olan çalışanın
değil sermayenin çıkarları.
SB: Peki varsayımı değiştirelim ve diyelim ki
üç kafadar üç kuruş bir parayı cebine koyup gitti. Kapılar
da açılmış diyelim, ne yapabilirler orada?
M.Ç: En fazla dönercilik yaparlar. Tabii bu
iyimser bir tahmin. Almanya'da döner cirosu 50 milyar
ve Mc Donalds'dan daha iyi. Ama her köşe başında bir
dönerci olduğu için o da yürümüyor artık. Avrupa'daki
orta sınıfların satın alma gücü giderek düştüğünden
en ucuz şeylere yöneliyor. Restorana gidemiyor ve köşe
başından döner alıp yiyor ama onu yaparken de yarım
Euro'yu bile hesaplıyor. Bunun dışında Avrupa'nın iç
piyasasına yönelik bir üretimi yapmak isteyen varsa
kesinlikle unutmalı. Çünkü iç piyasa rezalet bir durumda.
Çünkü insanlar satın almıyor. Tasarruf da edemiyor aslında,
tüketiminden kısıyor. Çocuğuna kaliteli elbise almıyor,
kitap almıyor, sinemaya gitmiyor, vb. Bira içmek istiyorsa
gidip evinde içiyor. Böyle bir ortamda hangi akılla
hangi işletmeyi açacak ona şaşarım.
SB: 70'li yıllarda süreci biz durumu değerlendirirken
gelişmiş kapitalist ülkelerde yeni sömürge ülkelerden
sağlanan kârların yarattığı bir esneklik olduğunu düşünürdük.
Yani belli bir nisbi refah gibi. Şimdi, neoliberalizmle
birlikte durum değişiyor herhalde...
M.Ç: O konuda Almanya örneğini verirsek, durum
şuydu: İşçi hareketinin mücadelesini inkâr etmek yanlış
olur ama Ren kapitalizmi, reel sosyalist ülkelerin cephe
boyunda olmasından ötürü belirli bir sosyal partnerlik
anlayışıyla sosyal devlet oluşumunu sağladı. Çünkü sermaye
işçi ile mücadelesinde şöyle ya da böyle bir sistem
alternatifinin 20 km ötede olduğunu düşünmek zorundaydı.
Buna karşı Almanya her zaman sosyal devlet anlayışını
korumak zorundaydı. Tabii ki işçi sınıfı da son derece
güçlüydü, örneğin Wolkswagen şirketinde çalışanların
%97'si örgütlüydü. Ama bugün durum değişiyor. Sistem
alternatifi diye bir şey kalmadı ortada. Ayrıca Avrupa,
etrafındaki "banliyo ülkeleri"ni, yani Avrupa'nın
varoşlarını ucuz işgücü cenneti haline getirildi. Bu
durum metropollerdeki "sosyal partnter" yaklaşımını
gerekli kılmıyor artık. Sistem alternatifinin olmaması,
işçi sınıfının kendi içerisindeki savaşının artması,
bir fabrikada birden fazla işçi grubunun olması, dar
çıkarları öne çıkardı. Uzun yıllardan beri çalışan çekirdek
kadro bir yanda, onlardan %20-30 daha az maaş alanlar
diğer yanda. Ve tabii bir de kiralık işçiler, korumalar,
aşçılar var. Yan şirketlerin elemanları vardır. Yani
tek bir şirket çatısı altında bir çok işçi grubu birbiriyle
mücadele ediyor. Böyle bir ortam yaratıldı ve sendikalar
zayıflatıldı. Tabii bunda sosyal demokrasinin kapitalizmi
ehlileştireceğiz yaklaşımının da bir etkisi vardır.
Almanya'da sosyal demokrasi ile sendikaların 140 yıllık
evlilikleri var. Sermayenin belirli oranlarda pay vermeyi,
daha doğrusu kırıntıları paylaşmayı kabul etmesi ve
tabii ki gelişmekte olan ülkelerde veya sömürge ülkelerde
hammadde pazarlarından çok rahat bir şekilde istediklerini
alabilmesi görece olarak bir refah yarattı.
Bugünse reel ücret artışlarına baktığımızda aslında
sıfırın altında bir gerileme var. Ama öte tarafta üretkenlik
%300'lere gelmiş. Örneğin borsadaki ilk 30 şirketin
ortalama karı son 10 yılda %280 artmış. Buna karşın
Alman halkının Alman toplumunun %13-%13,5'u yoksulluk
sınırında yaşıyor. 1.200.000 çocuk yoksul, sağlık giderlerine
devletin katkıları indirildi. Yani bir dönemler 70'li-80'li
yıllarda doğru tespit olarak adlandırabileceğimiz bu
tespit bugün için geçerli değil artık.
SB: 90'lı yıllar itibarıyla neoliberalizm, yeni
sağ, postmodernizm üçlemesi öne çıktı. Ve anlaşıldı
ki, "yeni sağ" dendiğinde klasik anlamdaki
sağ partilerden başka bir şey, genel bir politika anlaşılıyor.
Avrupa'da bu genel gericilik-baskı dalgası ne durumda
şu anda?
M.Ç: Özellikle bu sertleşme işçi göçüyle bağlantılı.
İşçi göçü ve göçmenlik olgusu neo-liberalizmin çok sıkı
bir çizgisidir. Ama artık örneğin 80'li yıllarda göçmenler
üzerinde uygulanan bütün baskı unsurları bugün Almanya'nın
geneli için kullanılmaktadır. Örneğin göçmenlerin bir
dönem örgütlenme, yürüyüş yapma, miting yapma, vb. hakları
kısıtlıydı ve halen de kısıtlıdır. Şimdi aynı şey işçiler
ve sendikalar için uygulanmaya çalışılıyor. Mesela A
şirketinin tank bölümünde grev yapıldığında bunu ulusal
güvenlikle ilgili olduğu söylenip gerektiğinde yasaklanabilmesi
düşünülüyor. Bunun dışında toplumun kontrolü için adımlar
atılıyor. Telefon dinlenmesinden fişlemelere kadar.
Örneğin halen yabancılar -daha sonra Alman olanlar-
fişlidir. Doğu Almanlarla Batı Almanlar arasında düşmanlıkların
yaratılması Almanlar ile Alman olmayanlar arasında düşmanlıkların
yaratılması, vb. vb. Kültür çatışmaları diyerek "islami
terör", "terörizme karşı mücadele" başlıkları
altında teker teker demokratik haklar ortadan kaldırıldı.
Bu Avrupa anayasası içerisinde de var. Burjuva demokrasinin
içi oyuluyor. Parlamentoların yürütmeyi kontrol etme
olanakları azaltılıyor. Artık kararlar parlamenter sistem
içerisinde alınmıyor. Komisyonlara veriliyor. Sağlık
alanında bir komisyon oluşturuluyor, bu komisyon işveren
ve sendika temsilcilerini de içeriyor. Orada tamamen
sermaye taraftarı bir öneri geliyor ve parlamentoda
uzun uzun tartışılmadan hükümet tarafından yasa haline
getiriliyor. Hükümet ile muhalefet bir koalisyon gibi
çalışarak bu yasaları çık hızlı bir şekilde parlamentolardan
geçiriyor. Yani çok hızlı adımlarla vahşi kapitalizme
doğru gidiliyor.
SB: Geçmişte Almanya'da KP vardı. Ya da işte
başka bir yolu deneyen RAF vardı. Bugün politik olarak
işler nereye doğru evriliyor?
M.Ç: Tabii RAF yok artık. Komünist Parti var
fakat son derece marjinal ve neredeyse yok olmak üzere.
Diğer taraftan Sosyalist Birlik Partisi'nin bir uzantısı
olarak oluşan Demokratik Sosyalizm Partisi var. Fakat
Almanya genelini kucaklayamıyor ve genellikle Doğu eyaletlerinde
%20 civarında bir gücü var. Batıda ise %1-2'yi aşamıyor.
Bunun nedenlerinden biri partinin bir ideolojik birlik
içerisinde olmayışı; içinde komünistler var, sosyalistler
var, hatta neoliberal politikayı uygulayan insanlar
da var. Berlin de ve Magdeburg'da eyalet hükümetinin
üyeleri bunlar ve federal hükümetin aldığı sosyal kıyım
politikalarını en hızlı uygulayan da bu eyalet hükümetleridir.
Ve tabii Almanya'nın bir de özel konumu da var. Almanya
anti-komünizmin en fazla sivrildiği, en çok sertleştiği
Avrupa ülkesidir. Fransa ya da İtalya'daki gibi KP'lerin
%5-10 gibi oranları hiç olmadı. Sendikal yapılar ise
doğrudan sosyal demokrasiye bağlıydı. Şimdi bu ortamda
ben herhangi bir gelişmenin sosyalist parti üzerinden
olacağına inanmıyorum. Çünkü sosyalist parti ve diğerleri,
sosyal hareketlerle, emperyalist savaşa karşı olanlarla
küreselleşme karşıtı örgütlerle, sendikalarla dolaysız
bir ilişki içerisinde değil. Bizim projemiz ise, açık
yüreklilikle söylüyorum, sosyal reformist bir projedir.
Ancak biz, sosyal devlet anlayışını savunan muhafazakar
seçmenlerden yeşillere oy vermiş barış taraftarlarına,
küreselleşme karşıtlarına, demokratlara, sosyalistlere,
marksistlere, komünistlere kadar geniş bir yelpazeyi
bir çatı altında toplamaya çalışan bir ortak mutabakat
sağlamaya çalışan bir proje kuruyoruz. Bence Almanya
gibi bir ülkede, neoliberalizme karşı sosyal devlet
anlayışını savunmak, hatta Keynesyenist tedbirleri savunmak
bile anti-kapitalist bir mücadeledir. Maalesef oradayız
şu anda. Yani gerilemiş durumdayız. Belki bu hareket
mutlaka ve mutlaka sınıf mücadelesi bazında bir hareket
olmayacaktır. Ama bu hareketin başlangıcı sınıf mücadelesini
temel alan sosyalist harekete, komünist harekete yeniden
kendilerini ifade etme olanakları tanıyacaktır. Çünkü
şu anda bunu yapamıyorlar, marjinalleşmiş durumdalar.
Almanya tarihinde ilk kez sağ sosyal demokrat denebilecek
sendikacı bir ekiple sol entelektüel sosyalist, komünist
insanları bir araya getirdik. Birlikte program tartışması
yapıyoruz. Katılımcı demokrasi anlayışıyla böylesine
bir partiyi örgütlemeye çalışıyoruz. Aldığımız bütün
kararları tabana danışarak alıyoruz. 18 Aralık'a kadar
sürecek olan oylamada üyeler bu oluşumun parti olup
olmayacağına karar verecekler. Eğer üyelerin 3'te 2'si
evet derse partiyi 22 Ocak 'ta kuracağız. Ve ondan sonra
çeşitli eyalet seçimleri var. Bir taraftan parlamenter
sistemin içerisine girerek toplumsal muhalefetin sesi
olabilmek, diğer yandan da sendikal hareketle, sendikasız
işçi hareketiyle ve bütün diğer kesimlerle sıkı bir
ilişki içinde olmak… Bu, Avrupa'da yeni dönemi hazırlayacak
bir proje değildir. Sosyal reformist bir oluşumdan bu
beklenemez. Ama maalesef sosyal reformist bir harekete
ihtiyaç duyacak noktaya gelmişiz. Avrupa'daki durum
bu.
SB: Çekirdek Avrupa'dan sık sık söz ediliyor
ve öyle görünüyor ki AB aslında ikiye ayrılıyor. Bu
bir hiyerarşi. Peki Çekirdek Avrupa dediğimiz şey, çeperi
uzun süre yönetebilir mi?
M.Ç: Çekirdek Avrupa, aslında başlangıçta Almanya'daki
egemen sınıfın vardığı bir mutabakatın sonucudur. Almanya'nın
yeniden büyük bir emperyalist güç haline gelmesini isteyen
ve bunun AB çatısı altında olacağını öngören bir mutabakat...
Bunun için Fransa ile tarihsel düşmanlıklar bir kenara
bırakılıp her iki ülkenin sermayesinin uzlaşımıyla Avrupa'yı
şekillendirmek istiyorlar. Bu, bir efendi ve kahyalar
ilişkisidir. Çekirdek Avrupa, işte Fransa, Almanya ve
Benelüks ülkeleridir. Daha sonra birinci sınıf kahyalar
vardır: İngiltere ve İtalya, kısmen İspanya. Ve diğerleri,
yani ayaktakımı… Türkiye de alt sınıftan bir kahya olacak.
Ama özellikle elindeki silahıyla efendinin rahat yaşamasını
sağlayan korumacı güç olacak. Ama bütün bunlar öncelikle
Çekirdek Avrupa'nın işçi hareketinin vereceği mücadeleye
bağlı. Yani pek kolay olacağını zannetmiyorum. Şu anki
gelişmeler bunu gösteriyor. Almanya'daki seçmenlerin
%40'ı seçime gitmiyor artık. Ya da belli bir kısmı neo-faşistlere
oy veriyor, %8-9 gibi. Bütün bunlar Avrupa'nın artık
bu şekliyle yönetilemeyeceğini de gösteriyor. Ancak
buna karşın bir alternatif çıkması gerekiyor. Nesnel
koşullar şu anda parlamenter sistemin kullanılmasını
zorunlu da kılıyor. Direnişi sırf sokakta örgütlemek
yeterli değil. Almanya'da yüz binler sokaklara döküldü,
İtalya'da bu ay beşinci genel grev yapıldı, Fransa da
öyle; ama genel çizgi halen devam ediyor. Ulusal sınırlar
çerçevesinde başarı elde edilse bile bunlar AB çerçevesinde
geçersiz kılınabilir; çünkü AB Anayasası ulusal anayasaların
üstündedir. Bu anayasa silahlanmayı zorunlu hale getiriyor,
"terörizme" karşı savaşları zorunlu hale getiriyor,
sosyal standartları indirmeyi, özelleştirmeyi, esnek-güvencesiz
çalışmayı zorunlu hale getiriyor. Yani Alman ya da İtalyan
Başbakanı "evet bende istiyorum bunun değişmesini,
ama maalesef AB'de imzaladığımız anayasa bunu zorunlu
kılıyor" diyebilir. Bu nedenle hem parlamenter
düzeyde hem de sokaktaki direnişle birlikte toplumsal
muhalefete bir ses verilmesi gerekir. Ben mücadelenin
kısa, orta ve uzun vadeli olarak değerlendirilmesinin
doğru olacağına inanıyorum. Şimdi uzun vadede sistem
alternatifleri üzerinde tartışmak gerekiyor. Hatta bu
konuda asıl hedefin o yönde olması gerektiğini savunuyorum.
Fakat şu anda yapılması gereken ilk anda yapılması gereken
atılması gereken adımlar işte bunlardan bir tanesi sokaktaki
mücadele ile parlamentoyu yakınlaştırmak. Birbirleri
ile çok sıkı bir işbirliği içerisinde birbirine destek
vermek biçiminde toplumsal muhalefete ses vermek.
SB: Pazartesi eylemlerini biraz açar mısınız?
M.Ç: Aslında Pazartesi Eylemleri reaksiyonel
bir eylemdir. "Hartz 4" yasası "Ajanda
2010" ajandasının son adımlarından birisi. Burada
insanların varlığı ile oynanıyor ve büyük bir kesim
yoksulluğa itilecek. 1 Ocaktan itibaren uygulanacak
olan bu programa tepki olarak ilk önce Magdeburg'da
başlandı ve bütün Almanya'yı sardı. Biz bu Pazartesi
Yürüyüşlerinin örgütleyicisi idik. Ancak şöyle bir sorun
belirdi. Protestoların hedefi "Hartz 4" Yasası
olurken sosyal hakların budanması ile birlikte toplu
iş sözleşme standartlarının düşürülmesi arasındaki arasındaki
bağlantı pek ön plana çıkmadı. Eylemler 10-12 hafta
sürdü. Önce onbinler katıldı. Fakat sayılar düşmeye
başladı. Biz eylem birliğini vurguladık. Oturduk tartıştık,
bu şekliyle devam etmesi doğru değil dedik. Sonuç olarak
umutsuzluğa yol açacaktır. Kaldı ki politik hedef olarak
sadece yasayı hedef almamalıyız. Bizim sorunumuz neo-liberal
politikalar ve "Ajanda 2010"dur.
Bu konuda marjinal dediğim guruplarla anlaşma sağlanamadı.
Ve sonuçta sıcak bir sonbahar gerçekleşemedi. Sendikalar
geriye çekildiler. Ama öyle zannediyorum ku Şubat ve
Mart aylarından sonra gene protesto beklentileri yoğunlaşacak
ve o zaman biz işte sendikaların bir kısmıyla ilerici
sendikalarla ve diğer hareketlere bu Pazartesi Yürüyüşlerini
farklı bir biçimde yeniden gündeme getireceğiz. Çünkü
"Hartz 4" Yasası uygulanmaya başlandığı andan
itibaren iki milyondan fazla insan beş sent bile yardım
alamayacak. Hatta bunları bir Euro'ya sokak temizlemek,
park temizlemek için zorla çalıştıracaklar.
İş ve işçi bulma kurumu iş ajansı haline getiriliyor
ve işsizler bu ajansta müşteri olarak niteleniyor. Bunun
için milyarlarca Euro harcanıyor. Çalışmayan bilgisayar
programı için 160 milyon Euro harcandı ve bunun dışında
patronların kendi şirketleri kendi işçisini sağlayarak
soyuyor. Kiralık işçi uygulaması geliştirildi, vergi
kolaylıkları getirildi. Bütün bunlar genel olarak 2010
ajandasının bir parçası neo-liberal politikaların bir
parçası.
SB: "Ajanda 2010"un maddelerini özetleyebilir
misiniz?
M.Ç: 2010 ajandasının kilit noktalarını saymak
gerekirse, birincisi vergi yasalarının değiştirilmesiydi.
Önceleri varlıklılardan, şirketlerden varlık vergisi
alınıyordu. Şirketlerin vergi kolaylıkları arttırıldı.
Sermaye az vergi verirse yatırım yapar denildi. Ayrıca
mali trafiğin kolaylaştırılmasına yönelik adımlar atıldı.
Özelleştirilmeler hızlandırıldı. Devletin işsizlikle
ilgili olarak yaptığı hizmetler parçalara ayrıldı. İş
ve işçi bulma kurumu iş ajansı haline getirildi ve sosyal
haklar budandı, sağlık alanında sözde reformlar yapıldı.
Sağlık giderlerine işçilerin daha fazla katılması sağlandı.
İşverenlerin ücret yan giderleri düşürülmeye başlandı.
İşverenin ödediği hastalık sigortası aidatları düşürülmeye
başlandı. Ve işsizlere yönelik baskılar arttırıldı.
Örnek verecek olursak; çok yakın bir mühendis arkadaşım,
beş bin Euro net maaş alıyordu, şu anda işsiz. Çünkü
çalıştığı şirket Polonya'ya gitti. Almanya'daki işletmesini
kapattı. Şu anda bin sekiz yüz Euro işsizlik parası
alıyor. Ve 1 Mart'tan itibaren 345 Euro alacak. Fakat
devlet 345 Euro alabilmen için önce senin yaşam sigortanı
satman lazım, eğer eşin çalışıyor ise zaten para vermiyorlar.
Evin varsa evini sat, araban varsa sat, paranı harca,
ondan sonra ben sana para veririm deniliyor. Bu yetmiyor
bunun ötesinde uzun süre işsiz kalanlara saatte 1 Euro
verilerek kamu yararlı işlerde çalıştırılmasının sağlanması
getiriliyor. Üstelik işverenler bunun için mali teşvik
alıyorlar. Bütün bunların ardında yatan, toplu iş sözleşme
standartlarını düşürmek, işçi haklarını ortadan kaldırmaktır.
Ve tabii terörizmle mücadele adı altında baskı yasaları…
Bütün bunlar "Ajanda 2010" programı adı altında
reform olarak yutturuluyor.
SB: AGSP'de Türkiye'nin rolü ne olabilir?
M.Ç: Türkiye baş rolde oynamak istiyor. Türkiye
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası içerisinde karar
verici mekanizmada yer almak istiyor. İşte çelişkilerden
bir tanesi de bu. Çekirdek Avrupa bunu istemiyor. Örnek
verecek olursak Almanya'da savunma politikaları yönetmeliği
var. Bu Fransa'da da var. Diğer ülkelerde de var. Almanya'daki
savunma yönetmeliği, savunma politikaları yönetmeliği,
işte bundan yaklaşık 1 yıl önce değiştirildi. Sosyal
demokrat hükümet tarafından değiştirildi. Buradaki maddeler
şöyle; Federal Alman ordusunun görevi dünyadaki serbest
ticareti güvence altına almaktır. Federal Alman ordusunun
görevi batı Avrupa sanayi sanayi ülkelerinin hammadde
pazarlarına ve dünya piyasalarına engelsiz girmeleri
için güvenliği sağlamaktır. Bunun için Alman Savunma
Bakanı kalkıp diyor ki, Almanya'nın çıkarları, Almanya'nın
sınırları Hindukuş dağlarında dahi korunmalıdır. Şimdi
Avrupa güvenlik ve savunma politikasının temelinde NATO
stratejisi yatar. Biliyorsunuz Solana NATO Genel Sekreteri'yken
1990'lı yıllardan sonra yeni bir strateji geliştirdi.
Bu strateji NATO'nun aynı zamanda, örgütlü organize
suçlara ve terörizme karşı mücadele edebilecek konuma
gelmesi. Solana bugün AB'nin savunma sorumlusudur. Savunma
Bakanı gibi bir pozisyonu var ve yaptığını da görüyoruz.
Afganistan'a da gidiyor, Irak'a da gidiyor. İşte en
son Ukrayna'ya gitti. Ukrayna'da seçimlerle ilgili arabuluculuk
yapıyor. Polonya ile birlikte. Bütün bunlar Avrupa güvenlik
ve savunma politikasının özünde saldırgan, militarist
ve neoliberal politikaları yönlendiren Çekirdek Avrupa'nın
emperyalist hırslarına tercüman olacak bir politik yaklaşımdır.
Bu bağlamda Türkiye'nin böylesine bir yapı içersine
girmesi Türkiye toplumu açısından zarar hanesine çok
büyük bir sayı olarak geçecektir. Ama Türkiye ne kadar
güçlü olursa olsun şu andaki çelişkiler Avrupa lehine
dönecek ve Türkiye bir kahya olarak AGSP içerisinde
yer alacaktır. Belki belirli noktalarda Türkiye ordusuna
karar verme olanakları tanınabilir ama bu karar verme
olanakları ilk etapta çekirdek Avrupa'nın çıkarlarının
korunmasıyla ilgilidir.
SB: Çok yararlı bir görüşme oldu, teşekkür ederiz.
M.Ç: Yeterince yanıt verebildiysem ne mutlu bana.
|