Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

“Biz Irak’lılara yemek getirdik, onlara yardım ettik. Ama eğer istemiyorlarsa gelmeyiz...”
2004’ün akılda kalan en son görüntüleri, müteahhit-armatör Kahraman Sadıkoğlu’nun bu sözleriydi. Irak direnişçileri tarafından kaçırılan Sadıkoğlu biraz küskün, biraz “anlaşılamamaktan” şikayetçi... Daha Türkçesiyle söylenirse, “biz size insanlık ettik ama anlamadınız” diyor. Şu kahve muhabbetlerinde pek sık duyulan “abi ne çektimse insanlığımdan çektim” lafları vardır, öyle bir şey işte...
Kahraman Sadıkoğlu, Umm Kasr limanını temizleyip “hizmete açmak”la görevli; insanlık adına!
Umm Kasr’ı nereden hatırlıyoruz? Hani şu işgalin ilk günlerinde ABD ve İngiliz ordusuna kök söktüren kent. Hani şu ele geçirmek için ABD uçaklarının yerle bir ettiği kent. Harabeye döndürülmüş bu kent şimdi Sadıkoğlu ve diğer “iyilikseverler” tarafından ayağa kaldırılıyor. Sadıkoğlu ve diğerleri, büyük bir ihtimalle bu işi gazoz kapağı, deniz kabuğu ve çakıl taşı karşılığı yapıyorlar; paranın ne önemi var, mühim olan insanlık!
Ama yine de yanlış anlaşılıyorlar... Iraklılar bu büyük iyiliği bir türlü anlamıyorlar...
Sonuçta, Sadıkoğlu, bu yılbaşını “Direniş Palas”ta geçiriyor. İnsan Antakya’lı sıradan bir kamyon şöförü olmayınca böyle şansları yakalayabiliyor.
Yine de Maldiv Adaları’ndan iyidir!
Orası biraz pahalı. gidişiniz gelişiniz bir yana sadece kalmak için gecede 1000 Euro’yu gözden çıkarıyorsunuz. İnternet üzerinden bakabilir ve yer ayırtabilirsiniz. Su üzerinde süperlüks villalar, mercan yatakları üzerinde restoranlar ya da villanıza özel aşçılar, deniz uçakları, egzotik masajlar... Maldives Hilton’da liste uzadıkça uzuyor ve paralar okyanusa karışıp gidiyor. Üstelik yalnızca pahalı olsa iyi; gereğinden “biraz daha büyük” sayılabilecek dalgaları ve depremleri de var.

***
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), 2002 yılında yaptığı çalışmada “yoksulluk” kavramı ile “mutlak yoksulluk” kavramını birbirinden ayırıyor. Yoksulluk, DİE istatistiklerinde “insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamama durumu” olarak tanımlanıyor. “Yoksulluğu dar ve geniş anlamda olmak üzere iki türlü tanımlamak mümkündür” diyor DİE, “dar anlamda yoksulluk, açlıktan ölme ve barınacak yeri olmama durumu iken, geniş anlamda yoksulluk, gıda, giyim ve barınma gibi olanakları yaşamlarını devam ettirmeye yettiği halde toplumun genel düzeyinin gerisinde kalmayı ifade eder.”
“Mutlak yoksulluk” ise şöyle tanımlanıyor: “hane halkı veya bireyin yaşamını sürdürebilecek asgari refah düzeyini yakalayamaması durumu.”
İkisi arasındaki fark, tek bir sözcükte gizli: “Yakalayamama!”
“Temel ihtiyaçlarını karşılayamama” değil, bunları karşılayabilecek durumu “yakalayamama.”
Sözü edilen şey, kalıcı bir durumdur; iliğinize, kemiğinize işlemiş bir şey. Yani, çaba gösterseniz de kurtulamıyorsunuz; hatta artık vazgeçiyorsunuz. Onu bir veri olarak kabul edip yaşamınızı onunla birlikte sürdürüyorsunuz. Yetersiz beslenmek sizin için bir beslenme biçimi oluyor; sağlıksızlık bir sağlık biçimi, kültürden uzaklık bir kültür biçimi, kötü eğitim bir eğitim biçimi oluyor.
“Mutlak” işsizlik gibi bir şey, artık umut kesiyorsunuz ve hayatınızı öyle sürdürüyorsunuz; ne kadar sürdürebiliyorsanız...
DİE’nin pembe gözlükleriyle baktığımızda bile durum pek parlak görünmüyor: 2004’ün sonunda, bir işçinin günlük gıda harcama tutarı esas alınarak yapılan hesaplamaya göre Türkiye`de dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 549 milyon, yoksulluk sınırı ise 1.5 milyar TL.
Komik görünebilir belki ama DİE, bu hesaplamaları “asgari ücret” için öneri yapmak amacıyla yapıyor. Oturup hesaplıyorlar; yetişkin bir işçinin dengeli beslenebilmesi için yapması gereken günlük gıda harcaması 5 milyon 18 bin lira çıkıyor. Bu, açlık sınırı oluyor.
Sonra bir varsayım yapılarak işçinin gıda harcamalarının toplam harcamaları içindeki oranı %36.4 olarak belirleniyor ve buna göre bir işçinin günlük harcama toplamı 13 milyon 786 bine ulaşıyor. Bu ise yoksulluk sınırı ve aylık karşılığı 413 milyon gibi bir rakama denk düşüyor.
Buna göre dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı, yaklaşık 1.5 milyar TL. olarak ortaya çıkıyor. Bunları sendikalar değil, bir resmi kurum söylüyor.
Komik olan ise şu: Daha sonra bu önerileri dikkate alan iktidar, asgari ücreti 350 milyon olarak belirliyor!
Böylece işte o yakıcı kavrama, mutlak yoksulluk noktasına ulaşıyoruz. DİE’nin gözlükleriyle, Türkiye’de 18.5 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Ve bunun hayli önemli bölümü, açlık sınırının altında. Yoksulların en yoğun olduğu kesimin (% 45) geçici işçiler olması da hiç rastlantı değil. Yeni üretim teknikleri ve esnekleşme harikalar yaratıyor!

***
2005’in ilk günlerindeyiz...
Türkiye Cumhuriyeti meşgul. Bir yandan Maldiv Adaları’ndaki “vatandaş”larımızı, bir yandan da Umm Kasr’daki “vatandaş”larımızı kurtarmaya çalışıyor; bu arada da işçilerin “sadaka” miktarını belirliyor. 17 Aralık “AB Bayramı”nın üstünden daha iki hafta geçmeden işin tadı kaçmış durumda. 18 Aralık sabahı aynı berbat servislere otobüslere binip aynı berbat işlerine giden emekçilerin hayatlarında bir şey değişmiş değil.
Öte yandan, 31 Aralık gecesi Taksim’i işgal eden “ayaktakımı”, ne Ceylan Otel’de ne de Ritz Carlton’da ağız tadıyla bir yeni yıl partisi yapmaya izin vermiyor! Önce küfür ve taciz, sonra “Burası Türkiye” sloganları ve nihayet Onuncu Yıl Marşı: “Çıktık açık alınla / On yılda her savaştan / On yılda onbeş milyon genç / Yarattık her yaştan!” Mutlak yoksulluk, mutlak işsizlik, mutlak alkol ve “Türke durmak yaraşmaz / Türk önde Türk ileri!” Önce turistlerden işe başlayalım!
Haber sunucuları, sosyologlara, psikologlara danışıyorlar bu tabloyu anlamak için, nafile!
Asıl bakmaları gereken yere, neoliberal restorasyonun son yirmi yıllık tarihine ise hiç bakmıyorlar. Özelleştirmelerin, “devrim gibi” programların, dışa açılan ekonomik yapının insanları ne kadar çok mutlu edeceğini her gün söyleyip duranlar, dipte biriken bu yarı çamurlu suyun hangi barajları hangi noktalarından zorladığının farkında değiller. “Bütün göstergeler iyi” diye kaptanın yardakçılığını yaparken ne suyun derinliğine ne de karanlıktaki kayalara bakıyorlar. “Ahlaksızlık”tan söz ediyorlar, insanın mayasını bu kadar bozan şeyin ne olduğunu merak etmiyorlar; “hayvanlık”tan söz ediyorlar, insanı bu kadar çok insanlıktan çıkaran şeyin ne olduğuyla hiç ilgilenmiyorlar. Değip geçiyorlar yalnızca, her gün olanı yeni bir şeymiş gibi gösteriyorlar.

***
2005’in ilk günlerindeyiz...
Bütün göstergeler iyi!
“2004 muhteşem bir yıldı” diyor Mehmet Ali Birand, “artık biraz da bardağın dolu tarafına bakmayı öğrenmeliyiz...”
Halkı aptal yerine koymak isteyenler, bardağın icat edildiği günden beri bu örnekten hiç vazgeçmediler. Dolu tarafa bakanlar iyimser, boş tarafa bakanlarsa kötümser sayıldı. Ama bize hiçbir zaman bardağın dolu tarafının kime ait olduğu, yani suyu kimin içtiği konusunda aydınlatıcı bir bilgi verilmedi. Boş taraf üzerine bilgi verilmesi gerekli değildi; çünkü bize her zaman o taraf düşmekteydi ama dolu taraf karanlıkta kaldı. Trilyonluk yalıların, bilmemkaç metrelik yatların, asgari ücretin yüzlerce misli fiyatı olan şarapların nasıl ve hangi parayla alındığı, bu paranın nereden kazanıldığı, “dünya işlerinden vazgeçip kendini okyanuslara veren” holding patronlarının yatlarında yakıt olarak işçi kanı kulanıp kullanmadıkları, vb. vb. hep karanlıkta kaldı.
Yalnızca ekonomide değil, politikada da öyle...
Örneğin, Uğur Kaymaz’ın babasıyla birlikte öldürülmesi kötüdür evet, ama bu konunun üzerine gidilmesi “bardağın dolu tarafı”dır ve bir iyimserlik nedenidir. Şimdilerde “örgüt üyesi” olarak “sağ kalmak” suçundan yargılanmaya başlanacak olan Makbule Kaymaz, birkaç saniye içersinde eşini ve oğlunu yitirdiği için fazla üzülmemelidir!
Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da öyle...
Tarihin en büyük felaketlerinden birinin görüntülerinden hemen sonra yavaş yavaş yardım paketlerinin görüntülerine geçiliyor ve yine bardak meselesiyle karşılaşıyoruz. Asya’nın bu bölgesini yüz yıldır çiftlik gibi kullanan sömürgeciler, şimdi bunun karşılığını birkaç kuruşluk “yardım”larla ödüyorlar. Üstelik, inanılmaz bir ahlaksızlık, bugünlerde ortaya çıkıyor; bölgedeki ABD üssünün Tsunami’yi saatler önce tespit ettiği ve bölge ülkelerinin hiçbirine haber vermediği... Ama yine de ölü sayısı daha şimdiden 150 bini aşmışken ve salgın hastalıklar gibi daha korkunç şeyler yaşanmaya başlamışken, bu kadar büyük bir trajedinin arkasında derin bir yoksulluğun olduğunu ve bu yoksulluktan emperyalizmin sorumlu olduğunu söylemek, yine “kötümserlik” oluyor...

***
2005’in ilk günlerindeyiz...
Beri tarafta, yakasını devrim fikrinden kurtarmış olanların cephesinde ise bir başka bardak meselesi var.
“Bütün göstergeler kötü” diyor onlar da. Bardağın yarısı ne demek, tamamı boş, bomboş! Devrim denilen şey güncelliğini yitirdi, silahlı mücadeleyse artık bir anıdan başka bir şey değil. Latin Amerika sıcaktan kaynıyor, Ortadoğu zaten gerici dolu, Castro gitti gider, Chavez deli, Iraklılar canavar, Kolombiyalılar fanatik, vb. vb. Sonra bu kötümser tablodan aynı hızla reformizmin tuhaf “iyimserliğine” geçiş yapıyorlar. Durum bu kadar kötüyse, hiç olmazsa birazcık demokrasimiz olsun ve mümkünse zahmetsiz bir yoldan, Brüksel üzerinden gelsin.
Böylece Avrupa Birliği “cennet”ine dek varıyoruz; hiç yüzleri kızarmadan parmaklarıyla bize her karış toprağından kan fışkıran bir kıtayı işaret ediyorlar: Bununla yetinmeliyiz!
Oysa artık yalnızca görmek istemeyenler görmüyor: Yeni bin yılın büyük depremleri dünyanın kabuğunu zorlamakta. Daha sonrası ise şimdi yalnızca düşünü görebileceğimiz büyüklükteki dalgalardır. Bardakları bir kenara itip doğrudan doğruya, çıplak gözle dünyaya baktığımızda, devrimci gelişme açısından kötümser olmak için tek bir neden yoktur. Bugün her şey bir ara dönemden geçiyor ve alışık olduğumuz olmadığımız unsurlar ortaya çıkıp kendisine yol arıyor. Şimdiye dek toplumsal kaynaşmanın politik birikim ve netleşme yaratmadığı bir durumu tarih kaydetmedi; bundan sonra da kaydetmeyecek. Karşı cephede sömürü ve hegemonya biçimlerinden ideolojik-politik kurumlaşmalara dek bir çok unsuru yaratan yeni süreç, bu cephede de kendi devrimci tarzını yaratıyor, yaratacak. Asla kendiliğinden değil ama dünyanın dört bir köşesindeki devrimci güçlerin iradesiyle ortaya çıkacak olan şey, 21. yüzyılın devrimci sosyalist hareketi olacak.

***
Türkiye’deyiz, Ortadoğu bölgesinde...
Ortadoğu’nun düğümü bu coğrafyadadır. En çok da emperyalistler bunun farkındadırlar. “Sovyet saldırısını birkaç saat geciktirseler yeter” gibi laflar artık 1950’lerin arşivlerinde kalmıştır. Türkiye, artık bundan daha fazla bir şeydir; hem onlar için hem de bizim için... Devrildiğinde diğer taşları da yerinden oynatacak büyük kaya parçası buradadır. Coğrafi olarak, ekonomik olarak, politik olarak, stratejik olarak, nereden bakarsanız bakın burası bölgenin kalbidir. Elinde çekiç ve keskisiyle büyük bir mermer bloğun önünde durup “işte heykel bunun içinde” diyen sanatçının sözünü ettiği böyle bir şeydir. Gerçekten de, kurmak istediğimiz ülke bu gördüğümüz çamur yığınlarının altındadır; çıkarmak istediğimiz cevher bu toprağın içindedir. Tarihsel olarak Ortadoğu’ya, ideolojik olarak marksizmin temellerine bağlı bir devrim hareketi, bu topraklarda mümkündür. Büyük Ortadoğu Projesi’nden AB’nnin “hizmetçi odası”na dek bütün kapılar bu yüzden var. Bu yüzden en küçük birikimin bile önünü almak için büyük bir gaddarlıkla saldırıyorlar ve bu yüzden emekçilerin dünyasına yozlaştırıcı binbir türlü musibeti pompalıyorlar.
Ve işte bu yüzden üzerinde yaşadığımız toprak, bir müdahaleyi hak ediyor. Bütün karmaşayı sadeleştirecek, safları yeniden ve bu kez doğru gündemler üzerinden düzene koyacak büyük ve güçlü bir müdahaleyi.
Bu sorumluluk, devrimci sosyalizmin omuzlarındadır. Ve devrimci sosyalist hareket, bu nedenle artık yarım devrimcilik biçimlerine, gevşek duruşlara, “düşük yoğunluklu” çalışma tarzlarına tahammül edemez noktadadır. Gerçekten de “burası Türkiye” ve burada devrim denilen şey, platonik bir ilişki kurulan uzaklardaki bir sevgili değil. Burada her şey devrimci bir perspektife ve yaratıcı bir iradeye bağlıdır ve bunu gösterenler mutlaka sonuç alacaklardır.
Biz, bu zahmetli işin talibiyiz. Bu yüzden varız. “Evet, böyle bir parti var!” demek için yola çıktık.
Yolumuzun uzunluğu, adımlarımızın büyüklüğüne bağlıdır.
2005 yılı bu azimle ve kararlılıkla kazanılacaktır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul