“... Kendi yolumuzda yürümek, yolumuzdan
şaşmadan sistemli çalışmamızı inşa etmek zorundayız
ve beklenmedik olaylara ne kadar az güvenirsek,
hiçbir “tarihsel dönüm noktası”nın bizi gafil avlamaması
o kadar büyük ihtimaldir.” (Lenin)
Çeşitli yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi, dünya,
Ortadoğu ve ülke devrimlerinin bir dizi sorunu
birbirini etkileyerek, bu süreçte önümüze aşılması
gereken dağ gibi sorunlar çıkarıyor. Tablo ve
sorunlar ne kadar karmaşık olursa olsun, nesnel
gerçekten ve bu tablonun oluşturduğu devrimci
dinamizmden güç alarak tüm sorunları çözebileceğimize
inancımız tamdır. Elbette, bu sorunların siyasal,
kültürel, örgütsel vb. boyutları vardır, ne “bize”
özgüdür, ne de “tek başımıza” bu sorunlarla savaşıyoruz,
savaşacağız. Ve, sorunlar çözüle çözüle, yeni
sorunlarla mücadele edile edile, devrime ulaşılacaktır.
Sorunların karmaşıklığı, görevlerin çok yönlülüğü,
aynı zamanda sadeleşmeyi zorunlu kılıyor. Bu bağlamda
bağımsız devrimci sosyalist tarzın hayatın her
alanında yaratılması kilit meselelerden birini
oluşturuyor. Tersi, karmaşıklık içinde yolu şaşırmak,
bir anlamda kendiliğindencilik rüzgarına kapılmak,
çalışmada yöntemsizlik, farklı siyasal eğilimlerin
basıncı karşısında yalpalama vb. yaratır ki, bu
kabul edilemez bir durumdur. Bütünden kopmadan,
tüm sorunların örgütlü / partili mücadeleyle çözümünü
önüne koymak, kendi yolunda kendi tarzı ile yürümek,
devrimci sosyalizmin ana yöntemidir. Netlik, özgüven,
her şeye rağmen kendi tarzında ısrar, bağımsız
politik duruş, kendi gerçeğine karşı samimi ve
sorumlu yaklaşmak, devrimci sosyalizmde içseldir
ve bugün buna, her zamandan daha çok ihtiyaç vardır.
Kendi tarzıyla kendi yolunda yürümek; öncelikle
bunun proletaryanın bağımsız siyaseti ve bağımsız
örgütsel kimliği ile kopmaz ilişkisi vardır. Proletarya
kapitalizmin ürünüdür, ama o, aynı zamanda kapitalizmin
mezar kazıcısıdır, tüm insanlığın sorunlarını
çözmede öncüdür. Proletaryanın “egemen sınıf”
olarak örgütlenmesi, üretimden ve tarihsel rolünden
kaynaklanan siyasal rolünü oynaması, sosyalizmi
inşa etmesi, aynı zamanda kendi sınıf varlığını
dinamitlemesidir. Proletaryanın kendi toplumsal
sistemi, tek başına sınıfsal iktidarı sosyalizmdir;
ancak , proletarya burada durmaz, nihai amaç olan
komünizme yönelir. Komünizm; aynı zamanda proletaryanın
sınıfsal varlığının son bulduğu, “yarı devlet”
olan proletarya diktatörlüğünün/demokrasisinin
sönüp, tüm toplum üyelerinin, çalışanlarının tam
demokrasinin gerçekleştiği, sınıflı topluma ait
tüm kurum, ayrım ve haksızlıkların son bulduğu,
eşitlik ve özgürlüğün gerçek anlamına kavuştuğu,
her şeyin insanın maddi ve manevi ihtiyacına göre
biçimlendiği, insanların bunu bilinçli örgütlediği
toplumsal sistemdir. Ancak, bu nihai amaca ulaşana
kadar, proletarya kendi devletine ihtiyaç duyar;
bu anlamda Marksizmin devlet sorununa yaklaşımı
ile örneğin anarşizmin bu sorunu ele alışı ilkesel
düzeyde taban tabana zıttır. Proletarya, sınıfsal
egemenliğini ancak mevcut kapitalist devletin
tümden parçalanması üzerinden inşa eder. Tek bir
hamlede değil, bir dizi muharebeden geçerek parçalanan
burjuvazinin sınıf egemenliği, ancak devrimci
şiddetin örgütlenmesi ile, proletaryanın ve ezilen
sınıfların şiddet hakkını kullanması ile ortadan
kaldırılabilir. Şiddet, yeni toplumun ebesidir;
proletarya ile ezilen sınıflar bunu keyfi, rasgele
değil, zorunluluğun bir ifadesi olarak, örgütlenerek
uygular. Bu anlamda, “demokrasi” adına “her türlü
şiddete” karşı çıkan, “devleti amaçlamayan demokrasi
mücadelesini” savunan, barış ve savaşı sınıfsal
zeminden koparan tüm tezler, sadece bilinç çarpıtmasını
değil, burjuvazinin sınıf egemenliğinin pekişmesine
hizmet eden liberal özgürlükçü tezlerdir. Devlet
ile devrim arasındaki ilişki Marksizmin en temel
tezlerinin başında gelir; proletarya, nihai amaçla
güçlü bağlar kurarak, mevcut burjuva devleti tümden
parçalar, dağıtır, tüm ezilen sınıfları yanına
alarak sosyalizme yöneltir. İşte bu mücadelede,
proletaryanın örgütten başka silahı yoktur.
Tek başına proletarya, kapitalizmden ve kapitalizme
özgü sınıfsal ilişki ve çelişkilerden soyut değildir;
proletarya, kapitalizme özgü tüm kirlenmiş, yabancılaşmış,
rekabet içinde vb. ilişkilerden ayrı, özel bir
alanda durmamaktadır. Tarih, sınıflar mücadelesine
göre biçim alır, sayısız güç ve iradenin çatışması
ile oluşur. Egemen sınıf olarak örgütlenen burjuvazi,
tüm sömürücü sınıfların birikimine, yönetme gücüne
vb. dayanarak kendi ideolojisini, yaşam biçimini
topluma dayatır, örgütsüz proletarya bundan doğrudan
etkilenir. Marx’ın “işçi sınıfı devrimcidir ya
da hiçbir şey değildir” sözü, bu anlamda, örgütlüğün
ve sınıfın kendi devrimci pratiğinin, tarzının
önemini ifade eder. Ancak devrimci amaçlar ve
eylem etrafında birleşmiş örgütlü proletarya,
nesnel zeminden kaynaklanan tarihsel ve siyasal
rolünü oynayabilir.
Özel bir parantez açmak gerekirse, Türkiye proletaryası,
içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte, siyasal-toplumsal
rolünün esas olarak bilincinde değildir. Tarihsel
bir özet yapmak, bu yazının sınırlarını aşar;
ancak yaklaşık yüz elli yılı aşan Türkiye kapitalizm
tarihi, aynı zamanda proletaryanın tarihidir.
İç dinamikten yoksun, dışa bağımlı, emperyalizm
ihtiyaçlarına ve yaptığı iş bölümüne bağlı geliştirilen
kapitalizm, her dönem burjuvazi açısından zayıflık,
istikrarsızlık ve çatışma zemini yaratmıştır.
Kapitalizmin ilk örgütlendiği alanlarda gelişen
proletarya, Osmanlı döneminde, özellikle liman
şehirlerinde boy atmış, Osmanlı İmparatorluğunun
gerilediği dönemde, ezilen ulus burjuvazisinin
kendi pazarına sahip çıkmasıyla ortaya çıkan ulus
devletler, aynı zamanda proletaryayı da parçalamıştır.
Yani, Türk ulusu adına, ulusal devleti örgütleyen
Türk burjuvazisi, Kemalizm döneminde, 1923’te
siyasal ve politik açıdan gelişkin bir proletarya
mirası ile karşı karşıya değildir. 1923-30 dönemi,
Kemalist rejimin oturma dönemidir, bu dönemde
uygulanan devlet kapitalizmi, proletaryanın gelişmesinin
önünü açmış, ama işçi sınıfı üzerindeki koyu baskı
dönemi, proletaryanın bağımsız siyasal iradesinin
tarih sahnesine çıkmasını engellemiş, en fazla
“esnaf örgütleri” adı altında sınırlı bir örgütlenme
içinde yer almasına izin vermiştir. 2. Paylaşım
savaşı sonrası geliştirilen yeni-sömürgecilik,
kapitalizmin gelişmesini hızlandırmıştır. kapitalizmin
“nefes borularını” açmak için geliştirilen temsili
demokrasi, “sınıf esasına göre dernek kurma” yasağının
1946’da kaldırılması, “demokrasi” taleplerinin
DP iktidarını desteklemeye kadar uzanması, vb.
bu dönemde proletaryanın sınıf bilinci ve eğilimleri
konusunda bize önemli ipuçları vermektedir. Yaklaşık
sayısı 374.000 olan işçilerin %21’i, yani 78.000’i
sendikalıdır. Türk-İş, emperyalizm tarafından
örgütlenmiş, nispeten gelişen sınıfsal tepkiler,
böylece tekrar düzene bağlanmıştır. CHP ile DP
arasında sıkıştırılan sendikal mücadele, adeta
devlet güdümünde “sosyal yardım” rolünü üstlenmiştir.
Yinede bu dönemde, yani 1947-60 döneminde 755.000
işçinin % 37’si, 417 sendikada örgütlenmiş durumdadır...
TKP’nin kuruluşunu dışta tutarsak, bu tarihsel
süreçte, proletaryanın sınıfsal bilinçten oldukça
uzak, devlet denetiminde olduğu söylenebilir.
Modern anlamda proletaryanın sendikal ve politik
alanda güçlü biçimde tarih sahnesine çıkması 1960’lı
yıllar ve sonrasındadır. DİSK bu dönemde kurulmuş,
15-16 Haziran direnişi bu dönemde ortaya çıkmıştır;
proletarya hem nicel, hem de nitel olarak güçlenmektedir.
Özellikle 15-16 Haziran direnişi sınıf hareketinde
büyük bir sıçrama olmuştur. Önce 12 Mart açık
faşizmi, daha sonra da, 1973-80 döneminde çok
yönlü mücadele içinde gelişen proletaryanın yolu,
12 Eylül açık faşizmi ile kesilmeye çalışılmıştır.
DİSK başta olmak üzere ilerici sendikal örgütler
yasaklanmıştır, yaratılan “korku toplumu” ile
sınıf teslim alınmaya çalışılmıştır. ‘89 Bahar
eylemleri bu olumsuzluğa bir yanıttır. ancak,
artık proletarya, bir yanda Türk-İş ile aynılaşan
DİSK’le karşı karşıyadır, diğer yanda ise, neo-liberal
saldırılar tarafından hepten kuşatılmıştır. Sendikasızlaştırma,
“esnek üretim”le birlikte, “özelleştirme” saldırıları
sınıfı örgütsüz ve parçalı hale getirmiştir. Emek
süreci parçalanmış, sınıf bilinci zayıflamıştır.
Elbette, “elveda proletarya” saçmalığı söz konusu
değildir, ama nesnel olarak yapısı daha da heterojenleşen
ve büyüyen bir sınıf gerçeği vardır, sınıf bilinci
bu kuşatmada gerilemiştir. Daha da ötesi, proletaryanın
bağımsız devrimci politik bir aktör olarak varoluşunu
ifade eden devrimci sosyalist hareketin bu süreçlerde
güçlü bir özne haline gelememesi, proletaryanın
da ötesinde tüm halk sınıflarının üzerindeki burjuva
ve küçük-burjuva ideolojilerin ve politik akımların
etkisinin olağanüstü derinleşmesi sonucunu doğurmuştur.
Proletaryanın bağımsız parti kurması tarihsel
bir zorunluluktur... Sınıf olarak proletarya kapitalizmin
ürünüdür; ama, onun tarihsel ve siyasal rolü kapitalizmi
yıkmak, sınıfsız ve sömürüsüz dünyayı kurmaktır.
Ve, kapitalizme karşı mücadele, ancak ve ancak
proletaryanın bağımsız politikası ve örgütlülüğü
ile zafere ulaşır. Tarihte bir çok örneği görüldüğü
gibi, bağımsız politika ve örgütlülükten her sapma,
kapitalizmin ömrünü uzatmaya hizmet etmiştir.
Homojen bir sınıf olmayan, bir çok katmana sahip
proletarya, kapitalizmin oluşturduğu basınç ve
kuşatmaya direnerek örgütlenebilir. Engels’in
ifadesi ile “her işçi partisi, genelde diyalektik
gelişmenin yasasıyla tutarlı olan iç savaş yoluyla
gelişebilir” (Seçme yazışmalar-2, sf:197). Yani,
proletarya ve devrimci sosyalizm, kendi dışındaki
sınıf ve akımlarla, hatta “proletarya” ve “Marksizm”
adına hareket eden ama onu çarpıtıp, yozlaştıran
akımlarla bir dizi mücadele ile politik bağımsızlığını
koruyabilir. Marksizmin ilk ortaya çıkışı, anarşizm
ve reformizmle mücadele içinde gelişmesi; Marksizmin
yozlaştırıldığı bir tarihsel dönemde Leninizmin
bir dizi sapmayla kavgası budur; ideolojide “iç
savaşın” devrimci sosyalizm için öneminin kanıtıdır.
Lenin’in konumuzla, yani proletaryanın partisi
ve bağımsız politikası üzerine Marksizme önemli
katkılarının olduğu biliniyor. Hatta Marx ve Engels’in
örgütsel sorunlardan uzak olduğu yanılsaması vardır.
Elbette, Lenin’in yaşamı ve mücadelesi, “Ne Yapmalı”
gibi önemli bir çalışması, örgütlenme sorununda
oldukça önemli bir yer tutar; ama Marx ve Engels’e
yönelik yanılsama doğru değildir. 1. Enternasyonalin
örgütlenmesi, bu temeldeki sorunlar ve mücadele
bu yanılsamalara yanıt niteliğindedir. Hatta,
konumuzla ilgili olarak, ilk temel saptamalar
Marx ve Engels’e aittir... Örneğin, 1848 devrim
derslerini de içeren “Merkezi Örgütün birliğine
Mart 1850 Tarihli Çağrı”da; burjuvazi ve küçük
burjuvazinin ihanetinin altı çizilir, proletaryanın
bağımsız politik tutumuna özel vurgu yapılır,
küçük burjuva demokrasisi ile araya mesafe konur,
proletaryanın bağımsız partisinin önemi ön plana
çıkarılır... Bu makalenin birinci maddesi, proletaryanın
“büyük muhalefet partisi” aldatmacaları ile küçük
burjuva demokratları ile birliğinin reddedilmesini
ve çok net mesafe konulmasını içerir. İkinci madde,
proletaryanın her koşulda silahlanmasıdır. (Tüm
reformist, revizyonist, şiddeti dışlayanlara adeta
bir yanıttır.) Ve bunların devamı olarak, üçüncü
madde, her alanda proletaryanın bağımsız örgütlenmesidir.
Marx ve Engels’in bu soruna ilişkin başka vurguları
da vardır. İki alıntı ile özetleyelim :
“Biz, sınıfların ortadan kaldırılmasını istiyoruz.
Buna erişmek için araç nedir? Proletaryanın siyasal
egemenliği. Şimdi ise, herkesin bu noktada birleştiği
anda, politikaya karışmamamız bizden isteniyor.
Tüm kaçınanlar kendilerine devrimci, hatta en
iyi devrimci diyorlar. Oysa devrim politikanın
en yüksek edimidir ve devrimi isteyen herkes aracını
da istemek zorundadır; işçi partisi bir takım
burjuva partilerinin kuyruğu olamaz; tersine,
kendine özgü hedefi, kendine özgü politikası bulunan
bağımsız bir parti olarak oluşturulmalıdır.” (İşçi
Sınıfı Partisi Üzerine, sf:73-74)
“Proletaryanın, yeni topluma açılan biricik kapısı
olarak siyasal egemenliğin zora dayanan bir devrim
olmaksızın ele geçirilemeyeceği konusunda beraberiz.
Karar gününde proletaryanın yengiyi kazanacak
güçte olması için, öteki tüm partilerden ayrı
ve onlara karşıt, kendi bilincine varmış, kendine
özgü bir sınıf partisi meydana getirmesi gereklidir.
- Marx ve ben 1847’den bu yana bu görüşü savunduk.”
(A.g.e , sf:123-124)
Devrimi istiyoruz, sosyalizme ulaşacağız. Devrimin
zaferi için proletaryanın bağımsız partisinde
ve bağımsız politikasında ısrarcı olacağız, bizi
çevreleyen, kuşatan tüm basınçlara direneceğiz;
tüm burjuva ve küçük burjuva parti ve akımlarla
politik, kültürel, ideolojik düzeylerde net ve
kalın bir hat, mesafe koyup, kendi çizgimizde
yürüyeceğiz! Marksizmin bize öğrettiği budur;
buna, yeniden inşa sürecimizde özel bir önem göstereceğiz...
Bu aynı zamanda bir kimlik sorunudur, kimlik sorunun
temel, ana eksenidir. Kim ne derse dersin, kim
kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın TDH’de aynı
zamanda bir kimlik sorunu vardır, bu yaşanıyor.
Elbette kimlik sorununun ideolojik, politik, kültürel,
etik kaynakları vardır. Politika, bir anlamda
güçle yapılır, ama “güç” her şey değildir; güç
ancak doğru bir politik çizgi ve duruşla anlamlıdır.
Politikanın sınıflar savaşımında karşılığı için,
politik çizginin kitlelere ulaşması, kitlelerle
maddi güce dönüşmesi zorunludur. Devrimin, örgütlü
kitlelerin eseri olacağı gerçeği de budur. Güce
ulaşmak için pragmatizm ve popülizmi benimsemek
bir yöntemdir, dahası TDH’de kimi örneklerde olduğu
gibi, kısa vadede böylesi bir amaca ulaşmakta
mümkündür. Ama, devrimci sosyalizmin bu tip sınıf
dışı yöntem ve tarzlarla ilkesel düzeyde ilişkisi
yoktur, bunları reddeder. Hatta, popülizm örneğinden
hareketle, bu tip yöntem ve tarz sahiplerinin
bir kimliği ifade ettiği söylenebilir, kısa vadede
“güç olma” hayaline sahip birçok çevre, bir kimliksizlik
içinde şu veya buna özenir, ona öykünür. “Taktik”
adına akıl almaz manevralarla, en temel sorunlarda
sık sık siyasal görüş değiştirenler, küçük esnaf
mantığı ile dost-düşman ayrımı yapanlar, küçük
başarıları büyütme ve sahte “zafer”ler, kendini
ve herkesi yanıltmalar vb. yıllarca yaşandı, yaşanıyor.
Politik çizgi eğilip bükülüyor, kendi olamama,
farklı tarz ve yöntemlerden etkilenme genel bir
durum olarak ortaya çıkıyor; tüm bunların sonucu
olarak, kimlik sorunu yakıcı biçimde kendisini
ortaya koyuyor.
Devrimci sosyalizmin bu tablo içinde “sorunsuz”
olduğu düşünülemez. Elbette devrimci sosyalizmin,
politik çizgi ekseninde kendine özgü bir tarz
ve kültürü vardır, özel bir “kimlik” arayışı içinde
de değildir. 71 devrimci atılımıyla, devrimci
sosyalizmin politik-örgütsel açıdan tarih sahnesine
çıkışı, bu sürecin ilk ve en önemli adımıdır;
ilerleyen ve gerileyen bir çizgide, 34 yıllık
bir gelenek, tarz vardır... Ancak, somutlaşan,
ete-kemiğe bürünen bu çizgi, toplumsal-siyasal
ilişki ve çelişkilerden soyut değildir; ve özellikle
gerileme dönemlerinde bir dizi sorunlar, sıkıntılar
ortaya çıkmıştır... Bugün için, devrimci sosyalizmin
bağımsız politikası ve tarzının tüm alan ve ilişkilerde
netleşmesi, bunu kitlelere ulaştırılıp, bu ilişki
içinde maddi bir güce dönüştürülmesi, bu temelde
mücadele sorunu vardır. Yeniden inşa sürecimiz,
bir anlamda bunun, 34 yıllık bir tarihten güç
alarak, bugün somut örgütsel ilişkilere dönüştürülmesini
de içermektedir. Sadece doğru politik tespitler
yapmak, ana yönelimleri belirlemek yetmez; bunu
tüm devrimci kurtuluşçular tarafından özümsenerek,
günlük mücadele içinde somut yaşam biçimine dönüştürülmesi
zorunludur.
Daha somut ifade etmekte yarar vardır... Devrimci
yenilenme ekseninde yeniden inşa sürecimizin politik-örgütsel
hedefi nettir; Parti tarihimizin 3. dönemini başlatmak,
bu süreci devrimci atılımla tamamlamak. Sorunların
karmaşıklığı, önümüze çıkan, hatta kimi zaman
asgari sorumluluk düzeyiyle çözülecek sorunların
gündemi meşgul etmesi, bu hedefimizi milim geriletmiyor.
Bir yandan yeniden inşa süreci adım adım örülürken,
öte yandan kitlelerin sosyalizmle güçlü bağlar
kurmasının kanalları iradi olarak yaratılmak zorundadır.
Ve bu süreç aniden, sihirli bir değnekle veya
mistik anlayışlarda olduğu gibi gökkuşağının altından
geçince tümden bambaşka ilişkiler yaratmıyor,
yaratmaz. Yarının anlamlı günleri, bugünün zorlukları
içinde uç verecek, bugün atılan adımlar yarına
yön verecektir. Ne yapılacaksa bugün yapılacak,
durup beklemek, en hafifinden yeniden inşa sürecimizi
kavramamaktır. Tarihimizden ve ideolojik çizgimizden
güç alarak, bugünü adım adım inşa edeceğiz. Devrimci
sosyalizmin elinin altında, “bölük-bölük” kadro,
imkan ve olanak yoktur. 34 yıllık tarihimize rağmen,
bir çok devrimci sosyalist bu tarihi tam kavrayamamıştır,
en basit işler, açılımlar bile ciddi güç ve enerjiyi
zorunlu kılıyor. Her vesile ile devrimciliğin
ilk ve en saf duyguları, kuralları yeniden öğretiliyor;
parti yaşamının en temel kuralları hiç usanmadan
yeniden, yeniden anlatılıyor, işlevlendirilmeye
çalışılıyor. Hata, zaaf ve yanlışlara karşı, sorumlu
bir mücadele bugünden verilerek arınmak mümkündür;
eleştiri ve özeleştiri ilkesi adeta yeniden öğreniliyor.
Devrimci yenilenme, TDH’nin ve onun bir parçası
olarak devrimci sosyalizmin oldukça gerilediği
bir noktada, iradi olarak başlatılan, ana yönelimi
ve çerçevesi net ortaya konan bir süreçtir. Doğal
olarak bu gerileme döneminin, zayıflayan pratik
reflekslerin, düzen içi alışkanlık ve yaşam biçiminin
bir dizi izleri vardır; bunun politik bağımsızlık
ve tarza etkileri, aynı vizyona uygun misyonu
omuzlamada istenen düzeyin yakalanamaması vb.
birer sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. Bir dönem
anlaşılan bu akort sıkıntıları, gelinen aşamada
kabul edilemez. Alan ve ilişkilerin farklılığı,
iş bölümü vb. farklı bir tarzı, üslubu gerektirmiyor;
devrimci sosyalizmin, tüm ilişkilerde, tüm alanlarda,
tüm sektörlerde tek bir iradesi, tek bir tarzı,
kendine özgü üslubu vardır. Bu her alanda, her
ilişkide, her sektörde içselleşmek, örgütsel kimliğe
dönüşmek zorundadır.
Her dönemin ihtiyacı farklıdır; icat ihtiyaçtan
doğar ve tek hareket noktası somut olandır. Örneğin;
bütünsel bir yapının parçası olarak, açık alan
için gündemleşen politik-kültürel odaklar, bugünün,
ihtiyacın ürünüdür. Sadece kitlelerle bağ kurmanın
değil, devrimci sosyalizmin politik kültürü ve
tarzını kitleler içinde açık alanda inşa etmek
için başlangıç noktaları olma amacındadır. Politik
kültürel odaklar, açık alan için tek açılım değildir,
ancak bugünün ana açılımıdır. Gücünü meşruluktan
alır, kendini yasallıkla sınırlamaz, militan kitle
çizgisini benimser ve bu doğrultuda devrimci sosyalizmin
sesi olur. Biliniyor, devrimci sosyalizmin tarihinde
1991’den sonra bu tip açılımlar güncelleşmiştir;
kimi adımlar atılmıştır... Bugün ise politik-kültürel
odaklar bağlamında atılan adımlar giderek bir
eşik çizgisine ulaşıyor. Sistemli biçimde bir
deneyimler birikiyor, sorunlar ve olanaklar daha
belirgin biçimde görülebilir hale geliyor...
Şimdi tarihte bir başka dönemde böylesi açılımların
olmaması elbette önemli bir deneyim sıkıntısı
yaratıyor. Bu alandaki devrimci sosyalist tarzın
çok çok sınırlı birikimler üzerinden yaratılması
gerekiyor. Bu nokta önemlidir; attığımız her adım
bu çalışmalardaki tarzımızın bir bileşeni olacağından
özel bir dikkatle atılmak zorundadır. Daha da
önemlisi, devrimci sosyalizmin militan, sokağa
dönük ve meşru kitle hareketi yaratma yaklaşımına
uygun olmalıdır, devrimci savaşçı tarzına uygun
olmalıdır. Devrimci sosyalizm herhangi bir devrimci
ya da sol hareket değil, sistemle cepheden çok
yönlü bir mücadeleyi geliştirecek, gündemi kendi
eylemiyle, kendi tarzıyla belirleyecek bir devrim
hareketi yaratmayı, onun temellerini örmeyi hedefliyor.
Bu noktada, üzerinden atlanamayacak ve asla kabul
edilemeyecek bir noktada, açık kitle çalışmasını
ve bunun kurumlarını “tarzımız değil” ya da “legalizm”
denilerek bir tarafa itilmesidir. Devrimci sosyalizm
gizli kitle çalışmasının yanı sıra açık kitle
çalışmasını da her dönem benimsemiş, asla ret
etmemiştir. Bu noktada ana eksiklik bu çalışmaların
yürütülmesi değil, tam tersine yeterince yürütülmemesi
olmuştur. Bu alanda kendi tarzını yaratmak noktasında
eksik kalmıştır. Bugün her alanda olduğu gibi
bu alanda da eksiklerin giderilmesine yönelik
sistematik bir çaba söz konusudur. “Nereden Başlanmalı?”
yazımızda etraflıca ele aldığımız gibi, devrimci
sosyalizm Leninizmin temel referans noktalarını
içselleştirerek, her dönem özgün çalışma ve açılımlarla
kendi yolunda yürümektedir.
Devrimci çalışma, yaşanılan tarihsel sürecin özelliklerine
bağlı olarak statik değil dinamik özellikler gösterir.
Her koşulda bize yol gösteren evrensel, stratejik
ilkeler, ana yönelimler vardır; ama her dönem
ihtiyaçlara ve somut ilişkilere paralel olarak,
özgün ve dinamik çalışmalar ortaya çıkarır. Örneğin;
iktidar mücadelesi her dönemde temeldir, iktidar
mücadelesini temel alan parti, sosyalist değer
ve normlarla parti yaşamını örerken, hep iktidar
mücadelesi cephesinden bakar, parti yaşamını bu
temelde örer, bu eksende savaşır. İktidar mücadelesini
ana eksen yapan bir politik yapı ile en ilerisinden
mevcut düzeni onarmayı önüne koyan bir başkasının;
devrimci savaşa göre konumlanan bir yapı ile reform
için mücadele eden bir yapının politik kültürü,
tarzı, üslubu farklı olacaktır. Devrimci sosyalizm,
önüne net hedefler koymuştur, iç yaşamını bu temelde
örmektedir. “Yeni” adına bu çizgiyi aşındırmak
mümkün olmadığı ve böylesi bir pratikte söz konusu
olmadığı gibi, bir dönemin özgün çalışmasına takılmak,
ileri atılan adımları statükoculukla geri çekmek,
eski dönemin veya gerileme döneminin alışkanlık
ve tarzı ile “en az direnme” noktasında durmak
mümkün değildir.
Anlaşılacağı üzere, politik çizgi ile politik
tarz ve kültür arasında kopmaz bir ilişki vardır.
Devrimci sosyalizm, kendi yolunda kendi politikası
ile yürümeyi her koşulda benimser; ama elbette
TDH’nin bir çok kesimi ile, ortak paydada birlikte
mücadele etmeyi bir kenara atmaz. Gerileme dönemlerinde
“birlik” söylemi ortaya çıkar; bu anlaşılır hatta
çoğu kez zorunludur. TDH’da, özellikle 12 Eylül
sonrası bir çok “birlik” örnekleri de vardır.
Bu girişim ve örneklerin biraz altı kazınırsa
özünde ortaya güçsüzlük ve kimliksizlik çıkacaktır.
Bu bir yana elbette birlikte iş yapmak, ortak
sorumluluk, ortak karar almak ve alınan kararların
arkasında durmayı gerektiriyor. Yine TDH’de bu
alan “ben merkezcilik”le sakatlanıyor, sahte “yol
ayrımları” yaratılıyor. Tüm bunlara yönelik eleştirilerimiz
hep olmuştur, olacaktır da. Ama tersinden “birlik”
söylemine takılıp, kendi özgün eylem çizgisinin
ikincil, üçüncül noktaya düşmesi, hatta tümden
ortadan kalkması da mümkündür, bu da aynı ölçüde
yanlıştır. Yani kimi zaman “ortak sorumluluk”
duygusu ve eylemi, bağımsız politik çizgi, politik
duruş ve eylem çizgisini gölgeleyebilir. Devrimci
politika somut yapılır; niyetlerine göre birilerine
haklı veya haksız tepkilerle vb. yapılmaz. Devrimci
sosyalizm, öncelikle kendine bakar, kendi politik
çizgisine bağlı kalarak, ortak çalışmalara dönük
politikasını somutlar; devrimci olan, dönemin
somut ihtiyaçlarına yanıt olan her öneriye açıktır,
kendi duruşu ile ortak iş yapmayı karşı karşıya
koymaz, birbirini dışlayan bir mantıkla ele almaz.
Dikkat edilirse, tüm bu söylenenler, Leninist
merkeziyetçilikle ilgilidir. Yani parti yaşamında
ortaya çıkan “sürtünme noktaları” anlayış ve örgütsel
açıdan merkezileşmeyle aşılacaktır. Bunun için;
a) ideolojik-politik çizginin özümsenmesi, b)
ortak politik kültür ve tarzın her alana, her
sektöre egemen kılınması, c) parti yaşamı için
zorunlu olan tüzük devrimciliğinin güncelleştirilmesi
zorunludur. Bunlar iç yaşama ilişkindir. Ve, proletaryanın
bağımsız çizgisi ve politikasında ısrar, devrimci
sosyalizmin kendi mücadele çizgisinin daha çok
ön plana çıkartılması... İşte bize yeniden inşa
sürecimizde bu gereklidir. Daha çok eleştiri,
daha çok sahiplenme, daha çok sorumluluk, daha
çok inisiyatif; tembellik, dedikodu, bireysel
sorunlara karşı savaş!
Devrimci sosyalizm, devrimci hareketin ve sol
güçlerin yeniden kendi içinde tasnif olduğu bir
dönemde, önüne koyduğu hedeflere ulaşarak, ana
eksen olmak zorundadır. Bu güç bizde vardır, kendi
elimizi kendimiz bağlamadan, kendi yolumuzda,
kendi politika ve tarzımızla ilerlemeliyiz. Tarih,
bu mütevazı adımların anlamını yazacak, yarın
bugünden yaratılacaktır!
|