Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Ş. Onursal

Kürt ulusal sorunu, demokrasi sorununun en temel, öncelikli bileşenlerinden biridir ve tüm siyasal güçlerin gündemindedir. Her siyasal akım veya politik irade, her sorunda olduğu gibi, bu sorunu da kendi sınıfsal bakış açısı, sınıfsal çıkarları ile ele alıyor. Elbette, tüm demokrasi sorunlarında (Politik özgürlük, kadın vb.) olduğu gibi, demokrasi sorununun bir bileşkesi olan ulusal sorun da, Kürt ulusal özgürlüğü sorunu da istismara, çarpıtmaya en çok maruz kalan durumundadır. Tarih boyunca, Ortadoğu’da önemli bir kavşakta bulunan Kürt coğrafyası, bu çarpıtma ve istismarın konusu olmuştur; çünkü bu tarih işgal, ilhak ve sömürgecilik tarihidir. Ayrıca, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan ulusallık ve ulusal hareketler, emperyalizm ve burjuvazinin elinde bir aldatmaca aracına dönüşmüştür. İşte, bugün her türlü çarpıtma ve istismarın böyle bir tarihsellik içinde, oldukça karmaşık güncel gelişmelerle beslendiği, üst üste düştüğü açıktır.
Emperyalizm, özellikle ABD emperyalizmi, dünya egemenliği için gözünü Ortadoğu ve Avrasya’ya çevirmiş, azalan kar oranlarından kaynaklanan krizini, bu coğrafyanın talan ve sömürüsüne bağlı olarak çözmek istemektedir. 11 Eylül’de Pentagon ve ikiz kulelere saldırı, elbette emperyalizmi darbelemiş, ama emperyalizm de bunu Ortadoğu ve Avrasya’nın işgali için kullanmıştır. Afganistan bu gerekçeyle işgal edilmiş, NATO tüm emperyalistlerin savaş örgütü olarak devreye girmiş, merkantilist sömürgeciliği andıran politikalar “uygarlık”, “demokrasi” adına dayatılmıştır. İlk adımı Afganistan’ da atan ABD emperyalizmi, bugün tam bir yutturmaca olduğu tümden açığa çıkan, bizzat itiraf edilen gerekçelerle Irak’ı işgal etmiş, işgal bir yılı aşmıştır. Güçlenen direniş karşısında, emperyalizm çaresizdir, son NATO toplantısında olduğu gibi yeni çareler aranmaktadır, Ortadoğu büyük bir savaş alanına dönmüştür. Tüm bunların içinde iki temel sorun hala çözüme kavuşmamıştır. Birincisi; yine tarihselliği olan Filistin sorunu, ikincisi ise Kürt sorunu. 1991’de “Körfez savaşı” olarak da anılan 1. Ortadoğu savaşında ilan edilen “YDD” çerçevesinde çözüme kavuşacağı ileri sürülen bu iki sorun, sadece halklar açısında değil, emperyalizm açısından da çözüme ulaşmamıştır. ABD emperyalizmi, 21 yy. da 2020’lere kadar, küresel hegemonya için Balkanlardan başlayarak Ortadoğu ve Kafkaslarda bizzat kışkırttığı, tüm sorunları “çözüm”e kavuşturmak istemektedir. Ancak daha şimdiden “YDD” eskimiştir ve ABD, halkların direnişi karşısında bin bir manevraya başvurmak zorunda kalmıştır. Güncelleşen “Büyük Ortadoğu Projesi”, bu proje içinde Kürt ulusuna biçilen rol, yerli sömürgeci güçlerin, bu proje ile çelişkili tarafları vb. bir kez daha Kürt özgürlük sorununu güncelleştirmiştir.
Irak’ın işgalinin giderek büyüyen direnişlerle yüzyüze gelmesi sıkışan ve meşruluk zemini arayan işgalci ABD emperyalizminin kukla işbirlikçi hükümetle yeni mandacılığı devam ettirmesi; Güney Kürdistan’da Barzani-Talabani feodal-burjuva önderliğin, ABD emperyalizmine dayanarak oynadığı rol; bu rolün en son Bush’a yazılan mektupla itirafı; Türkiye, İran, Suriye sömürgeciliğinin bir araya gelmesiyle oluşturulan politikalar; Türkiye oligarşisinin “kırmızı çizgileri” ve bu temeldeki tartışmalar, Türkmenlerle işbirlikçi ilişkiler; NATO’nun rolü ve emperyalistler arasındaki çelişkinin su yüzüne bir kez daha çıkması; İsrail-Filistin savaşının tüm bu toz duman içinde tüm şiddetiyle sürmesi... Ve bunlara en son DEP milletvekillerinin tahliyesi, Kongra-Gel’in “savunma hakkını kullanacağız” açıklamalarının eklenmesi ve 1 Haziran ‘dan itibaren bu hakkın kullanılması..
Oligarşinin, “Büyük Ortadoğu Projesi” içinde emperyalizmin verdiği rolü oynamakta kararlı olduğu açık; bu yöndeki politika ve irade bugün değil, yada Genelkurmayın son açıklamalarıyla değil, reel sosyalizmin çöküşü ve 1. Ortadoğu savaşından bu yana hep açık açık ifade edilmektedir. Bu noktada “siviller” ile “askerler” arasında bir çelişki arayanlar, hele bunu artık tel tel dökülen “ulusal devleti koruma” ile süsleyenler fena halde yanılıyorlar. Arada bir farklı seslerin çıkması, çelişkiden çok burjuvazinin “hegemonya krizi” ve bilinen küçük şantaj politikaları ile açıklanabilir. Konumuza dönersek, yine de Kürt sorununda emperyalizm ile oligarşinin çelişkili bir bütünlük oluşturduğu, yani oligarşinin inkar politikaları ile emperyalizmin “BOP”de Kürtlere verdiği rol arasında çelişkilerin olduğu, bu çelişki ile birlikte yürüdükleri söylenebilir. Bu çelişkiden özünde Kürt Ulusunun demokratik hakları, en başta da kendi kaderini tayin hakkı konusunda özel bir yarar yoktur. Emperyalizme dayanarak yerel sömürgecilerden kurtuluş mümkün değildir, sömürgecilik emperyalizme dayanmaktadır ve bu tip politikalar “Kürt pragmatizminden” öte, Talabani-Barzani örneğinde olduğu gibi, işbirlikçiliktir; Kürt ulusu adına, emperyalizmin işgal ve ilhaklarına payanda olmaktır, utanılası bir lekedir.
Genel olan üzerinden ilerlersek, uzun dönem adeta “askıya alınan” Kürt sorunu, 1 Mayıs ve NATO’ya karşı mücadele içinde Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) bu gündemle meşgul olurken, birden canlandı. Bunun görünürde iki nedeni vardı; birincisi DEP’li milletvekillerinin tahliyesi ve Kürtçe yayının serbest olması, ikincisi ise Kongra-Gel’in “savunma hakkını kullanacağız” açıklamasıdır. Tüm liberaller, AB’ciler DEP milletvekillerinin tahliyesini “milat” ve Kürtçe yayını “özgürlüğün gelişimi” ve “dogmaların yıkılması” olarak tanımladılar. TV’ler üst üste programlar hazırladı, her eli kalem tutan bir şeyler yazdı. Kongra-Gel’in “savunma hakkını kullanacağız” açıklaması ise “şiddetten çıkar görenler”, “teröre karşı ortak tavır” vb. ile adeta tecrit edilmek istendi. Başta İstanbul sokakları olmak üzere, her alanda emperyalizme ve NATO’ya karşı mücadele yükselirken bir “talihsizlik” olarak değil bir siyasal tercih olarak Kürt yurtseverleri, bu mücadeleden, bir yerden verilen mesajla uzak tutuluyor, AB büyükelçilerine “teşekkür” yemekleri veriliyor, AB için lobi çalışmaları Kürtler adına yapılıyordu. Çok geçmedi, Genelkurmay “çizginin aşıldığı” uyarısında bulundu ve suni olarak yaratılan demokrasi atmosferi tekrar duruldu.
Özünde tüm bunlar iki temel bakış açısının önemini bir kez daha bilinçlere çıkarıyor; ancak bu bakış açısı üzerinden yürünürse, Kürt ulusu özgürleşir, halkların birleşik mücadele ve kardeşliği sağlanabilir.
Birincisi, başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz; demokrasi ve özgürlük, burjuvazi ve emperyalistlerin elinde tam bir aldatmacaya dönüşmektedir; demokrasi ve özgürlük ancak devrimle mümkündür. Emperyalizm ve sömürgeciliği yıkmayan, devrimi dışta bırakan hiç bir çözüm, gerçek çözüm olamaz.
“Burjuvaziye, belli koşullar altında, işçileri aldatmak için araç olarak hizmet etmeyen ve etmeyecek hiç bir demokratik talep yoktur. O nedenle, demokrasinin siyasi taleplerinden birini, yani ulusların kendi kaderini tayin hakkını bu açıdan ayırarak diğerlerinin karşısına koymak teorik olarak temelli yanlış olurdu. Pratikte proletarya ancak, cumhuriyet de dahil bütün demokratik talepler için mücadeleyi, burjuvaziyi yıkma devrimci mücadelesine tabi kılındığında bağımsızlığını koruyabilir.”(Lenin, SE-5/ Sf:310)
İkincisi; Kürt ulusunun özgürlük sorunu, demokrasi mücadelesi üzerinden elde edilir ve demokrasi sorununun çözümünü öncelikle ele alan devrim, ancak sosyalizmle güçlü bağlar kurarsa, ulusal kurtuluş toplumsal kurtuluşla bütünleşirse, ulusal haklar garanti altına alınabilir. Sosyalizmle bütünleşmeyen, ulusal kurtuluş, gerçek kurtuluş olamaz. Bundan dolayı, anti-emperyalist, anti-sömürgeci bir devrimin, sınıfsal temelde, proletaryanın öncülüğünde, sosyalizme yönelmesi zorunludur.
Devrimci sosyalizm için bu ana yönelimdir; bu ana yönelimden her sapma, ne adına olursa olsun son güncel gelişmelerde de görüldüğü gibi, tam bir bilinç çarpıtmasına hizmet etmektedir.
Her sınıf kendi çıkarı temelinde sorunları ele alıyor. Tekrar güncele gelmeden önce, devrimci sosyalizm için, Kürt ulusal özgürlüğünde bazı temel ilkeleri, bir kez daha özetle ifade etmekte yarar vardır. Her şeyin birbirine karıştığı, teslimiyetin direniş, en bayağı burjuva tezlerin sosyalizm adına tekrar tekrar parlatıldığı günümüzde, bu gereklidir.

Sorunun Ele Alınışında Bazı Köşe Taşları
Ulus, kapitalizm şafağında, feodal çitleri parçalayan temel bir toplumsal biçimleniş olarak ortaya çıkmıştır. Dil, toprak, ekonomik ve kültürel yaşam bütünlüğünü ifade eden ulus, kapitalizmin evrimine paralel olarak, farklı dönemlerde farklı çözümlere ulaşmıştır. Eski dönemde, serbest rekabetçi kapitalizm koşullarında ulusal sorunlar, pazar sorunu ekseninde, o ülkenin/ devletin bir iç sorunu, burjuvazinin kendi egemenliğini kurma sorunu, eşitlik-özgürlük-kardeşlik söylemiyle ulusal devleti oluşturma sorunudur. Ulusal hareketlere burjuvazi önderlik etmektedir, Pazar burjuvazinin ilkokuludur; Fransız devriminin açtığı yoldan, sorun bu biçimde ele alınmıştır. Batı Avrupa’da sorun bu biçimde ele alınmış ve İrlanda ile Bask hariç ulusal sorun bu süreçte çözüme ulaşmıştır. Ancak, Doğu Avrupa’da ulusal hareketler farklı gelişmiştir; çok uluslu devletler içinde, genel olarak güçlü ve egemen ulus ile ona bağlı güçsüz uluslar söz konusudur. Rusya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu örneklerinde olduğu gibi, kapitalizmin gelişmesi ulusal hareketleri yaratmış, ezilen ve bağımlı uluslarda ulusal bilinç gelişmiş, ezilen uluslar egemen ulusa karşı bağımsızlık mücadelesini büyütmüş; tek tek uluslar koparak kendi ulusal pazarına ve onun üzerine oturan ulusal devlete ulaşmıştır. 1870’lerde hızlanan bu süreç, I. Paylaşım Savaşıyla çok daha netleşmiştir.
Kapitalizm olduğu yerde durmaz, kendini yeniden üretir. Rekabetçi kapitalizm, tekelci kapitalizme dönüşünce, Bolşevikler özellikle 1905’deki burjuva demokratik devrim süreciyle birlikte ulusal sorunu yeni bir biçimde ele almışlardır. Tekelci kapitalizm, meta ihracının yanı sıra sermaye ihracını geliştirmiş, sermayenin ve metanın dolaşımı ulusal pazar ve ulusal devletlerin sınırlarını parçalamış, kapitalist dünya pazarını oluşturup, her alana siyasal gericilik ve egemenlik taşımıştır. Dünyanın paylaşılması büyük tekelci sermaye ve emperyalist devletler tarafından tamamlanmıştır. Artık tek tek ulusal pazarlar değil, bunların bir birine eklendiği kapitalist dünya pazarı vardır; Pazar için mücadele, kapitalizme özgü olan eşitsiz ve dengesiz gelişimin bu dönemde tümden netleşmesiyle, büyük emperyalist devletlerin, emperyalist savaşlara başvurmasına kadar uzanmıştır. Artık feodalizme karşı devrimci rol oynayan burjuvazi bu dönemde, tekelci kapitalizm/emperyalizm döneminde bu rolünü bir yana atmış, proletarya ve ezilen halklar karşısında gericileşmiştir. İşte bu dönemde, ulusal sorun yukarıda ifade ettiğimiz gibi, 1905 BDD ile birlikte artık “devlet içi”, tek başına “pazar” sorunu olmaktan çıkmış, emperyalizme karşı mücadele sorunu haline gelmiştir. Ve ulusal sorun artık, proletaryanın gündemindedir; proletarya bu sorunu, UKKTH olarak ilkeselleştirmiş, demokrasi sorununun bir parçası olarak ele almış, “Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halkları Birleşin!” şiarında anlamını bulan, demokrasi mücadelesi ile sosyalizm arasında güçlü bağlar kurarak çözüm yolunu netleştirmiştir. Ekim Devrimi bunun örneğidir; Proletarya öncülüğünde, ulusal sorunun eşitlik ve özgürlük temelinde çözümüdür.
Emperyalizm, kapitalizmden farklı bir üretim ilişkisine sahip değildir, kapitalist üretim ilişkisinin ta kendisidir, tekelci kapitalizmdir. Bu dönem aynı zamanda “çürüyen kapitalizm” dönemidir, asalaklık, rantiyecilik vb. bu dönemin ana karakteridir. Artı-değer sömürüsü, tekel kârı ile büyümüş, kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki derinleşmiş, devrimin nesnel koşulları, bizzat kapitalizm tarafından yaratılmıştır. Emperyalizm ile sosyalizm arasında farklı bir dönem yoktur, “emperyalizm sosyalizmin arifesidir” (Lenin). Artık ulusal sorun dahil tüm demokratik sorunlar, devrimin güncelliği ve sosyalizm temelinde ele alınmak zorundadır. Bunun dışında bir çözüm, tarihte örnekleri görüldüğü gibi, belki bir “çözümdür” ama halklara özgürlük, tam hak eşitliği, ulusların özgürce kaynaşması vb. sağlamaz.
Anlaşılacağı üzere, ulusal sorun, onu çevreleyen tarihsel-toplumsal ilişkilerden soyut değildir ve Marksistler sorunu ele alırken, ilk elden bu tarihsel-toplumsal süreçleri göz önünde bulundururlar. Ve, iki tarihsel dönemi, yukarıda ifade ettiğimiz gibi birbirinden ayırırlar. Lenin’in sözleriyle tüm bunları şöyle özetlemek mümkündür:
“Her şeyden önce bu, kapitalizmin, ulusal hareketler bakımından temelden farklı iki dönemini kesin olarak birbirinden ayırma zorunluluğu anlamına gelir. Birinci olarak, ulusal hareketlerin ilk kez kitle hareketleri haline geldiği ve şu yada bu biçimde nüfusun tüm sınıflarını, basın yoluyla, parlamento organlarına katılım yoluyla vb. politikanın içine çektiği feodalizmin ve otokrasinin çöküşü dönemi, burjuva-demokratik toplumun ve burjuva-demokratik devletin oluşumu dönemi vardır. Ve ikinci olarak önümüzde çoktan saptanmış anayasal düzeniyle, proletaryayla burjuvazi arasında çok gelişmiş antagonizmasıyla tam gelişmiş kapitalist devletler dönemi duruyor. Bu, kapitalizmin çöküşünün arifesi olarak niteleyebileceğimiz dönemdir.
“Birinci dönem için tipik olan, ulusal hareketlerin uyanışı ve -genelde politik özgürlük için ve özelde milliyet hakkı için mücadeleyle bağıntı içinde-, en kalabalık ve en zor harekete geçirilebilecek nüfus katmanı olarak köylülüğün bu ulusal hareketlerin içine çekilmesidir. İkinci dönem için tipik olan, burjuva-demokratik kitle hareketlerinin yokluğudur, gelişmiş kapitalizmin artık tamamen ticari ilişki içine çekilmiş olan ulusları gittikçe artan oranda yakınlaştırır ve karıştırırken, uluslararası birleşik sermaye ile uluslararası işçi hareketi arasındaki çelişkiyi ön plana çıkarmasıdır.” (S.E.-4 / SF: 264-65)
Lenin’in “ikinci dönem” olarak tanımladığı emperyalizm çağı, her açıdan en olgun dönemini yaşıyor. Bundan, Leninizm’in sorunu ele alışı, parçanın bütüne bağlanması, UKKTH’ın demokrasi sorununun bir parçası olarak sosyalizme bağlanması, öneminden bir şey kaybetmemiştir.
Peki nedir UKKTH? Bu ilke, sosyalist hareketin emperyalist-kapitalist sisteme karşı demokratik mücadelesinde temel ilkelerinden biri olup, ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkını ifade eder. Bu açıdan, UKKTH; ezilen ulusun bu hakkı nasıl kullanacağından bağımsız olarak, asla “kültürel özerklik” veya son dönemin moda ifadesi ile (ki özünde Fransız burjuva devriminin temel söylemidir) “özgür yurttaş” vb. noktasına indirgenemez.
“...ulusların kendi kaderini tayininden, onların başka ulusal topluluklardan devlet olarak ayrılması anlaşılır, bağımsız bir ulusal devletin kurulması anlaşılır.” (Lenin, a.g.e. / SF: 261)
Bu hakkın nasıl kullanılacağı elbette, yukarıda özetlediğimiz somut-tarihsel koşullarla birlikte ele alınır ve bu konuda karar, ezilen ulusa aittir. Bu hak, ancak ezilen ulusun tüm ajitasyon ve örgütlenme özgürlüğünü, referandum hakkı dahil tüm öteki haklarını garantiye alınması ile kullanılabilir. Bu olmaksızın, ulusların içine kapanıklığı ve düşmanlıkları giderilemez, ulusların özgürce kaynaşmaları, halkların kardeşliği gerçekleşemez. Kapitalizm dar ulusal çitleri parçalar ve büyük devletler yaratır. Ve Marksistler, elbette bu nesnellik üzerinden her açıdan, ekonomik-siyasal-kültürel vb. açılardan büyük devletlerden yanadırlar. Bu devlet ne kadar demokratik ilkelerle örgütlenirse, o ölçüde uluslar arasında bağlar güçlenir. Marksistler büyük devletten yanadır, ama bunun ancak UKKTH’nın güvenceye alınmasıyla, eşit ve özgür koşullarda, tüm bu koşulların eşitliğinde mümkün olacağını bilirler. Eşit ve özgür olmayan bir ilişkide, ne adına olursa olsun, ulusların kaynaşması, proletarya enternasyonalizmiyle eğitilmesi mümkün değildir. Dahası “büyük devlet” kapitalizm koşullarında emperyalist devlettir; Marksistler, ancak sosyalizm koşullarında büyük devletlerden yanadırlar. Bu koşullar olmadan “büyük devlet”ten yana olmak, ayrılma talebini bu gerekçe ile, en fazlasından “kültürel özerklik” derecesine indirgemek, sosyal şövenizmdir.
Ulusal sorunda, ilkesel bir nokta da ezen ve ezilen ulus arasındaki farktır, ayrımdır. Marksizm, bu ayrım olmaksızın uluslar arasında eşit ve özgür bir ilişkinin kurulamayacağına inanır, “birlik”, “kardeşlik”, vb. ancak bu farkın anlaşılması ve tam hak eşitliğinin gerçekleşmesiyle mümkündür. Bu ayrım ve fark, ezen ve ezilen ulus proletaryasının, proletarya enternasyonalizmi ortak ekseninde farklı görevleri olduğunu ifade eder. “Ezen” ile “ezilen” aynı kategoride ele alınamaz; ve bu fark, ezen ulus proletaryası ile ezilen ulus proletaryasını ekonomik-siyasal vb. açıdan da farklılaştırmaktadır.
Lenin soruyor: Acaba ulusal sorunla ilgili olarak ezen ve ezilen ulus işçilerinin gerçek durumu aynı mıdır? Ve bunun yanıtını “Hayır” olarak veriyor, bu farkı şöyle özetliyor;
“1) İktisaden fark, ezen ülkelerde işçi sınıfının bazı kesimlerinin, ezilen ulusun işçilerini sürekli olarak soyup soğana çeviren ezen ulus burjuvalarının kazandıkları aşırı kârdan kırıntılar almalarında yatar. Ayrıca, ekonomik veriler, ezilen ulus işçilerine kıyasla ezen ulus işçileri arasında daha büyük bir “ara ustabaşılar” oranının ortaya çıktığını, daha büyük bir oranın “işçi aristokrasisi”ne yükseldiğini gösteriyor. Bu bir olgudur. Ezen ulus işçileri belli bir dereceye kadar ezilen ulus işçilerinin (ve halk kitlelerinin) yağmalanmasında kendi burjuvalarının ortağıdır.
“2) Politik açıdan fark, ezen ulus işçilerinin, ezilen ulus işçilerine kıyasla politik yaşamın bir dizi alanında ayrıcalıklı bir konumda bulunmasında yatar.
“3) Bütünsel ya da ruhsal açıdan fark, ezen ulus işçilerinin okul ve hayat tarafından daima ezilen ulus işçilerine karşı küçümseme ve hor görme ruhuyla eğitilmelerinde yatar.” (S. E. C-5 / SF: 329)
Emperyalist ekonomistlerin “monist eylemi”ne karşı, Lenin’in “düalist propaganda” tezini savunması, bu tartışmalar içinde bunları ifade etmektedir. Ve bu fark, proletarya enternasyonalizmine ulaşmada, her iki ulus içinde benzer bir propaganda yapılamayacağını, farklı yollardan proletarya enternasyonalizmine ulaşılacağını gösterir. Çünkü “Yaşamda ezen ve ezilen uluslara aidiyetleriyle bölünmüş işçilerden oluşan Enternasyonal’in eyleminin ortak olması için, birinci ve ikinci durumda aynı türden propaganda yürütmemek zorunludur.” ( Lenin, a.g.e. / SF:330) Norveç-İsveç, Rusya-Polonya örnekleri budur; ezen ulus proletaryasının ezilen ulusun ayrılma hakkını koşulsuz savunması, ezilen ulus proletaryasının ise koşullu ayrılmaktan, daha da ötesi özgür birlikten yana tutum belirtmesi tam da bundandır.
Bir parantez açmakta yarar vardır. TDH’de, marksizmin ilkesel düzeyde ele aldığı bu ayrım ve ezen ulus proletaryası ile ezilen ulus proletaryasının tutumu konusunda tam tersi bir ideolojik duruş, propaganda vardır. TDH’de “ezen ulus proletaryası” adına, çoğu kez de “Kürt-Türk proletaryası” adına, “ayrılma hakkı” devrim sonrasına ertelenir, hep “birlik” işlenir; Kürt coğrafyası proletaryası adına ise “ayrılık” temel çıkış noktasıdır. Her iki eğilim de yanlıştır. Tam tersine, proletarya enternasyonalizmine ulaşmak için ezen ulus proletaryası ile ezilen ulus proletaryası ayrı noktalardan hareket eder, eşit ve özgür ilişkilerle, proletarya enternasyonalizminde buluşulur. Bu Lenin’in verdiği örnekte olduğu gibi, kağıdın orta noktasına ulaşmak için iki farklı noktadan ters yöne yürümek gibidir. Lenin’in vermiş olduğu Rusya-Polonya ve İsveç-Norveç örnekleri biliniyor; sadece Rusya ve İsveç yerine “Türkiye”, Polonya ve Norveç yerine ise Kürt coğrafyasını koymak, böyle okumak bize tabloyu net olarak sunar.
Demek ki, ezen-ezilen ulus ayrımı yapmak, bunu ulusal sorunda ilkesel düzeyde ele almak, devrim programında buna yer vermek önemli bir köşe taşıdır. Sadece ilhaklara karşı çıkmak yeterli değildir, ezilen ulusun demokratik hakları ve ayrılma özgürlüğü savunulmalı, ayrılma özgürlüğü güvenceye alınmalıdır. Proletarya enternasyonalizmi ancak bu temelde, lafta değil somutta örülebilir. Koşullar ne olursa olsun; ister savaş ister barış koşulları olsun, her koşulda ezen ulusun sosyalistleri ezilen ulusun ayrılma hakkını savunur, bunu propaganda eder, tersi ünvanı ne olursa olsun, kendine yapıştırdığı etiket ne olursa, o şövenistlikten kurtulamaz.
Elbette her sorunda olduğu gibi, ulusal sorunda da sınıfsal bakış açısı önemlidir, Marksistler soruna bu çerçeveden yaklaşırlar, bu temelde ele alırlar. Tüm demokratik sorunlarda olduğu gibi, bu sorun da burjuvazi tarafından istismar edilir. Bundan dolayı, şaşmaz perspektif konuyu sınıfsal temelde ele almaktır. Tarihsel süreçte, örneğin Finlandiya sorununda görüldüğü gibi bu sorunun pekala burjuva çözümü de vardır. UKKTH ilkesi, her koşulda savunulur, bu ulusal demokratik bir haktır. Marksistler bunun nihai çözüm olmadığını bilir ve halkların özgür birliği için, proletaryanın enternasyonalist çıkarları için, burjuva çözüme gönülsüz de olsa destek olabilir. Burada önemli ilke, bu hak kullanılırken, geniş emekçi kitlelerin demokratik örgütlenmesinin sağlanmasıdır. Ezilen ulus burjuvazisi, Finlandiya veya Norveç örneklerinde olduğu gibi, kendi ulusal pazarına sahip çıkmak ister, kendi sınıfsal ayrıcalığını savunur, ulusların hak ettiği eşitliği bir yana atar; bu burjuva çözümdür. Proletarya böylesi bir çözümü, koşullu, kitlelerin demokrasi ruhuyla eğitilmesine bağlı olarak destekler. Proletarya, her türlü ayrıcalığa karşıdır, tam hak eşitliğini savunur, bundan ulusal sorunun çözümünü devrime ve sosyalizme bağlar. Çünkü burjuvazi milliyetçidir, proletarya enternasyonalisttir.
Bu kısa özet, ulusal sorunda temel ve ilkesel köşe taşlarıdır; devrimci sosyalizm bunlara büyük değer verir, Kürt ulusunun özgürlük sorununu bu ilkeler ışığında ele alır.

Daha Somut ve Özet Sonuçlar
Tam da bu noktada, devrimci sosyalizmin Kürt ulusal özgürlük sorununda stratejik bakış açısını kısaca özetlemekte yarar vardır:
* Kürt ulusu, Ortadoğu’nun en eski ve köklü halklarından biridir ve üzerinde yaşadığı ülke/vatan, önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Kasr-ı Şirin antlaşması ile iki parçaya, sonrada 1923 Lozan antlaşması ile dört parçaya bölünmüştür. Kürt ulusunun üzerinde yaşadığı, emperyalizm ve sömürge güçler tarafından bölünen ülke, uluslararası sömürgedir, her bir parça iç sömürge statüsündedir. Kürt ulusunun üzerinde yaşadığı topraklar TC’nin kuruluşuna değin, resmi olarak da, tüm halklar arasında da Kürdistan olarak tanımlanmıştır.
* TC sınırları içine katılan, ilhak edilip sömürgeleştirilen kuzeybatı parçası Kürt ulusunun iradesine rağmen emperyalizm ve Türk burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda iç sömürge haline dönüştürülmüştür. 1925-1940 döneminde feodal önderlikli Kürt ayaklanmaları zorla, kanlı biçimde bastırılmış, uydurma “Türk Tarih Tezi”, “Güneş-Dil Teorisi” aracılığıyla tek ulus ve tek pazar yaratılmaya çalışılmıştır. Bu sürecin bir parçası olarak Kürt ulusunun varlığı ve üzerinde yaşadıkları toprakların Kürdistan olarak tanımlanması resmi politika olarak yasaklanmıştır. Böylece 1919-23 yılları arasındaki Kurtuluş Savaşı süresince zayıf bir vurguyla da olsa oluşmakta olan devletin asli bileşenlerinden biri olarak tanımlanan Kürtler varlıkları dahi inkâr edilen bir ulus haline geldi.
* TC sınırları içinde iki ulus, Kürt ve Türk ulusu ve birçok ulusal topluluk (Arap, Çerkez, Laz, Gürcü, Süryani, Rum, Ermeni, Boşnak, Arnavut, vb.) yaşamaktadır. Çok uluslu yarı-feodal Osmanlı’dan farklı olarak, T.C., üzerinde oluştuğu topraklardaki diğer tüm ulusları ve ulusal toplulukları (Hıristiyan olanlar hariç) yok sayan, tümünü uyduruk bir Türk kimliği içinde asimile etmeyi esas alan bir devlet olarak gelişmiştir. Bu bağlamda, gerçek bir ulusal demokratik dinamizme ve temele sahip olmadığı için Anadolu ve Trakya Türklerinin kendi tarihsel köklerinden beslenen, bu topraklardaki diğer uluslar ve ulusal topluluklarla kardeşçe birliğe ve ilişkilere dayanan sağlıklı, gerçek, ilerici bir Türk uluslaşması da yaşanmamıştır. Sağlıklı bir Türk uluslaşmasının temelleri de çarpıtılmıştır. Bu süreç, yani Türk burjuvazisinin kendi ulusal devletini kurma süreci, aynı zamanda ilkel sermaye birikimi dönemini ifade etmektedir. (Bu noktada “Türk Burjuvazisi”, “Türk proletaryası” vb. kavramlarda esasen Türk uluslaşmasında yaşanan çarpılmalar hesaba katılarak kullanılmak zorundadır.) 1923’te Kemalizm Rum ve Ermeni burjuvazisine karşı Türk burjuvazisini temsil etmektedir, kendi pazarını yaratmaya çalışmıştır. Sınırlı, açık işgale karşı anti-Yunan temelinde anti-emperyalist karakter gösteren Kemalizm, bu ilkel sermaye birikimi üzerinden Türk burjuvazisinin yaratılmasını önüne koymuştur. 1930’larda uygulanan “devletçilik dönemi” olarak tanımlanan dönem, devlet kapitalizmi dönemidir, burjuvazi devlet desteğiyle, devletle iç içe, bu dönemde boy atmış, Kürt coğrafyası bu dönemde tek ulus-tek pazar politikaları temelinde sömürgeleştirilmiştir. Yani Türk burjuvazisi bir yandan geniş köylü yığınları ve emekçileri sömürerek, diğer yandan Kürt coğrafyasının yeraltı ve yerüstü zenginliklerini talan ederek sermaye birikimini sağlamıştır. II. Paylaşım Savaşı sonrası gündemleşen yeni-sömürgecilik, bu kapitalist birikim üzerinde yükselmiştir. Türkiye yeni-sömürgeleşme süreci yaşarken Kürt coğrafyasının sömürgeleştirilmesi süreci bu özgün süreçle bağlantılı olarak derinleştirilmiştir. Bu gelişmelerle bağlantılı olarak özellikle 1950’lerden itibaren Türk burjuvazisini emperyalizmden ayırmak mümkün değildir. Bundan dolayı tek başına sömürgeciliği görüp emperyalizmi göz ardı etmek veya tersinden sadece emperyalizmi görüp Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki ezen ve ezilen ilişkisini kurmadan, bu gerçeği göz ardı ederek basit bir anti-emperyalizmi savunmak, ulusalcılığın iki ayrı versiyonudur.
* Anlaşılacağı üzere Türkiye ve Kürt coğrafyası iki ayrı ülkedir, tarihsel süreç içinde halklar arasında tarihsel ve siyasal bağlar gelişmiştir. Ancak bu gerçek, Kürt coğrafyasının ayrı bir ülke olduğu gerçeğini değiştirmez. Dört parçaya bölünen Kürt coğrafyasının birleşik, demokratik bir bütünlüğe kavuşması, Kürt devriminin asgari programını ifade eder. Parçalanan, iç bütünlüğü her açıdan sarsılan bir ulusun, bütünlüğünü kendi ülkesinde ulusal demokratik hakları temelinde elde etmesi en doğal hakkıdır. Kapitalizmin gelişmesi, ulusal çitleri parçalamış, Ortadoğu’da halkların özgür birliği için, Ortadoğu devrimci çemberi ve halkların federasyonu için nesnel koşullar olgunlaşmıştır. Halkların birliği ve kardeşliği, ulusların kaynaşması ancak eşitlik ve özgürlük koşullarında olur; bu iki koşul olmaksızın ulusların kaynaşmasından ve kardeşliğinden söz edilemez. Kürt ulusu ile Türk ulusu ne eşittir, ne de ilişkileri özgürlük temelinde gelişmiştir. Zoraki bir birlik anlamlı değildir, Kürt ulusunun bırakalım temel demokratik hakları, varlığı dahi resmi olarak kabul edilmemektedir. Kürt ulusunun demokratik hakları elde edilmeden tam hak eşitliği mümkün değildir. Bundan dolayı devrimci sosyalizm ulusların kendi kaderini tayin hakkını eksiksiz savunurken, bağımsız, birleşik, demokratik ve devrimci sosyalistler açısından sosyalizme yürüyen bir Med ülkesinin ancak bir devrim sorunu olduğunu düşünür; iki ülke-iki devrim perspektifiyle halkların birleşik cephesini savunur.
* UKKTH, ayrı devlet kurma hakkıdır, Kürt ulusunun bu demokratik hakkının her koşulda savunulması gerekir, her ne vesile ile olursa olsun bu hak bir yana atılamaz. UKKTH ilkesi, aynı zamanda, ezilen ulus proletaryasının ayrı örgütlenmesi hakkının da tanınmasıdır, bunun nasıl kullanılacağı tarihsel-somut koşullara bağlıdır, ancak belirleyici olan, söz ve karar hakkının Kürt proletaryasına ait olduğudur. Bundan dolayı, “devrimden önce ayrılık olmaz, devrimden sonra da gerek yoktur”, ya da “bu, devrim sonrası belirlenir” demek sosyal şövenizmdir. Ezilen bir ulusun, ezilen bir ülkenin kaderini özel olarak onu ezen ulusun, ülkenin kaderine bağlamaktır. Devrimci sosyalizm, devrimden önce de Kürt proletaryasının ayrı örgütlenmesini tanır, onunla eşit ve özgür ilişki kurmayı benimser, halkların birleşik cephesini bu temelde örmeye çalışır.
* Emperyalizm demokrasi değil, egemenlik, ilhak, işgal, her türden demokrasinin inkarı eğilimini taşır. Emperyalizme, “Avrupa demokrasisi”ne dayanarak, Kürt ulusunun özgürlük sorunu çözülmez; bu tip çözüm arayışı liberal Kürt burjuvazisinin talebidir, maalesef İmralı süreciyle “devrim” değil, bu tip ütopik çözüm arayışları artmıştır. Devrimci sosyalizm tüm bu çözüm arayışlarına net tutum takınır; Kürt ulusal özgürlüğünün çözümünü sınıfsal eksende, proletaryanın çıkarları ekseninde ele alır, bunu demokrasi sorununa ve sosyalizme bağlar. Sosyalizmle bağlantı kuramayan ulusal kurtuluş gerçek kurtuluş olamaz. Zaten, emperyalizme dayanarak çözüm aramak tam da bu zeminden uzaklaşmanın sonucudur. Emperyalizm ve ona dayalı işgal, ilhak, sömürgecilik ilişkileri ulusal demokratik taleplerin güçlenmesine yol açar, özgürlük mücadelesinin nesnel zeminini güçlendirir. Bundan dolayı, Kürt ulusal sorununun demokrasi zemininde, UKKTH dahil tüm demokratik sorunların sosyalizme bağlanmasını içeren devrimci çözüm zorunludur. Anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi böyle bir içeriğe sahiptir.
* Kürt ulusal sorununda Türkiye Sol hareketi (ve bunun bir bileşeni olarak Türkiye Devrimci Hareketi) özürlüdür. Osmanlı döneminde, nispeten daha çok hakka sahip Kürt ulusu, TC’nin kuruluşunun ardından, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, sömürgecilik ilişkileri içinde inkar edilmiş, soykırım ve asimilasyona maruz kalmıştır. Bu dönemde, TKP, üç önemli kaynaktan beslenerek 1921’de kurulmuş, abartılı anti-emperyalizme takılmış, ufku demokrasi ile sınırlanmıştır ve Kürt ulusal sorununda sosyal şövendir. 1925-1940 dönemindeki Kürt ayaklanmaları, 3. Enternasyonalde Sovyetler Birliği’nin çıkarlarını dikkate alan bir noktadan soruna yaklaşıldığı için, “İngiliz kışkırtması” olarak değerlendirilmiş, Kemalizm’e soldan destek sunulmuştur. Hatta 1930’larda Hikmet Kıvılcımlı’nın çalışması bir yana, ki bu çalışma dönemin en ileri çalışmasıdır, Kürt ulusu “ulus” ve “ülke” kavramlarından uzak “azınlık” olarak görülmüş, sorun daha çok “az gelişmişlik” ve “kalkınma” sorununa indirgenmiştir. 1960 sonrası canlanan toplumsal süreç, konuya ilgiyi güncelleştirmiş, ama bu bakış açısı, örneğin TİP somutunda olduğu gibi aşılamamıştır. Sorun hala “doğu” ve “kalkınma” sorunudur, kültürel özerklikten bile geridir.
1971 silahlı devrim hareketi, TDH’de yeni bir dönemdir, eski anlayış, davranış ve gelenekten kopuştur. Sadece resmi sosyalizmden, parlamentarist-legalist-revizyonist anlayıştan kopuş değil, Kemalizm’in yoğun etkisi altında olan, en son TİP , YÖN, MDD ile bu etkiyi somutlaştıran ideolojik kuşatmadan da kopuşu ifade eder. Politik kopuş, giderek ideolojik kopuşu içermektedir. İ. Kaypakkaya’nın, bugün kimi noktaları geri ve eleştiri konusu olsa da, Kürt ulusal sorununa yaklaşımı önemli bir adımdır, devrimci kopuşun, sosyal şövenizmden kopuşun önemli bir işaretidir. Bu dönemde, Kürt aydınları TİP içindedir, “Doğu mitingleri” vardır, Kürt aydınları birlikçidir. Kürt ulusal sorununda 1930’larda Hikmet Kıvılcımlı’nın, 1970’lerde İ. Kaypakkaya’nın açtığı yoldan, devrimci sosyalizm bugün, doğru devrimci bakış açısına ulaşmıştır. TDH’nın çeşitli tonları, devrimci sosyalizmi dışta bırakarsak özürlüdür, şu veya bu biçimde ya sosyal şövenizmin, ya da Kürt ulusal hareketinin etkisi altındadır.

Ezilenlerin Savunma Hakkı Meşrudur
Bu temel vurgulardan sonra, daha güncele, özellikle Kürt yurtsever kesimdeki “savunma hakkını kullanma” sorununa gelebiliriz.
Bir dönemi, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinde tarihsel bir kırılma dönemini ifade ettiği için, İmralı sürecinin altını çizmekte yarar var: Daha önce, örneğin, “İmralı Kavşağında Kürt Ulusal Sorunu “ adlı çalışmamızda sık sık ifade ettiğimiz üzere, emperyalizmin “YDD” ilanı, devrimci Kürt hareketinde yeni bir dönemin ilk ipuçlarını veriyor, erken iktidar hastalığı erken çözüme dönüşüp, Kürt pragmatizmi ile Marksizmden uzaklaşma, ateşkes vb. ile hızla yeni arayışlara giriliyor. Bu “yeni arayış” KUKM’de yaşanan tıkanma ile güçleniyor; en son İmralı çizgisi olarak ifade edilen, “2. Manifesto”, “demokrasi ve Uygarlık Projesi” vb. ile tanımlanan İmralı savunmalarında ifadesini bulan “Demokratik Çözüm” projesi ile tasfiyeye dönüşüyor. Bugünlerde “Bir Halkı Savunmak” adı ile kitaplaşan (Bunu başka bir yazıda ele alacağız) ve her yerden bir parça alarak, liberalizme teorik dayanaklar bulma çabaları, özünde, İmralı’daki ilk savunmanın teorize edilmesinden başka bir şey değildir. Anarşizmin, çevreciliğin, sivil toplumculuğun, burjuva liberalizminin garip bir harmanlanması, yeniden pişiriliyor ve bunu A. Öcalan “Benim son 10-15 yıllık ideolojik krizim buydu. İktidar olgusunu çözdüm, ideolojik krizi aştım, bu konuda netleştim.” (Özgür Halk S: 151) olarak tanımlıyor. Bu “devletsiz” bir toplumun bugünden, İmralı’da bir ütopya olarak tanımlanmasından öte, “ideolojik kriz”in, YDD ilanı ile güncelleşmesinin itirafı oluyor. Hatırlanmalıdır, devrimci sosyalizm, “İmralı Kavşağında Kürt Ulusal Sorunu” ile, sadece bu liberal tasfiyecilikle arasına kalın bir çizgi koymakla kalmıyor, “devrim” adına, bu kargaşada tüm misak-ı millici, sosyal şöven tezlerle de bir kez daha hesaplaşıyor.
Konumuzla bağlantısı açısından ifade etmekte fayda var, aslında İmralı’da yaşanan, yurtsever kesimde sık sık ifade edilen, salt bir strateji değişimi vb. değildir; esas olarak yaşanan yol ayrımında ulusal mücadelenin etkilediği tüm sınıflar içinde Kürt yoksullarının değil, Kürt liberal burjuvazisinin çıkarlarının seslendirilmesidir. Tüm devrimci kazanım ve değerlerin, bizzat “önderliği” tarafından, bir dizi iç ve dış nedene bağlı olarak, dünyada bir benzerinin olmadığı biçimde tasfiyesidir. Dahası ortada sözü edilen bir “tek taraflı ateşkes” değil, silahlı mücadeleye son verildiğinin ilanıdır. Yani İmralı’da örneğin 1993 ve sonrasında İmralı savunmasında da açığa çıktığı gibi bizzat TC’nin yönlendirmesi ile gündemleşen ateşkes taktikleri değil, silahlı mücadele ile hiç bir sonucun alınamayacağı, burjuva hümanizmi ile “kan ve göz yaşı” edebiyatı ile silahlara vedanın ilanıdır. Temsili düzeyde “barış grupları”nın teslim olması, oligarşinin emperyalist özlemlerine “güç katma” önerileri ile sonuç alınamamış, hatta “Başkanın bir bildiği var, taktik yapıyor” yanılgılarına karşı bizzat Öcalan taktik yapmadığını, kendisini anlamadıklarını ifade ediyordu. Ve beş yılda olan budur; sürecin “af”a, ana dilde eğitime, ardından sadece dil eğitimine, ardından AB’ye, yol haritasına, Zana davasındaki gelişmelere bağlanması, gerillanın ve silahlı grupların bunun pazarlığında kullanılması; ama Oligarşinin süreci uzatarak Kürt ulusal hareketini içten çürütme taktiği izlemesi, sorunu gündemin alt sıralarına itelemesi, ulusal hareket içinde en geri kesimleri koparıp almaya çalışması ve Osman Öcalan ve ekibi bağlamında bunu başarması... Tabi yine bu beş yılda bizzat Kongra-Gel’in açıkladığı gibi, oligarşi askeri operasyonlarından, tecrit politikalarından, Kürt sorunundaki imha ve inkar politikasından da vazgeçmemiştir. Dahası, bir yandan silahlı mücadeleye ve şiddete bizzat “barış” adına karşı çıkan, bu stratejik yönelime “kendini adayan” bir önder ve bu stratejik yönelimin ifadesi olarak İmralı çizgisi varken; diğer yanda ise devrimci çizgi ve değerlerden uzaklaşmış ancak hala gerilla ordusu olan, bunu pazarlık konusu yapan çok özgün bir silahlı reformizm örneği söz konusudur. Kürt ulusal sorununun devrim ve UKKTH ilkesinden soyutlanarak “seçmeli ders”, “dil sorunu”na indirgendiği bir süreçte bu gerilim arasında sıkışma söz konusudur. İşte bu sıkışma sürecinde, bir yanda “demokratik ve ekolojik toplum” projeleri varken, DEP’lilerin tahliyesiyle ilan edilen demokrasi milatları, diğer yanda ise tek taraflı ateşkes ilanına son verme ve savunma hakkının kullanılacağı açıklamaları; işte Hazirana böyle girildi.
İlk elde şu söylenebilir: Savunma hakkı, bir halkın, hele de söz konusu olan sömürgecilik ilişkileri ile yok sayılan Kürt ulusunun en doğal hakkıdır, meşrudur, zorunludur. Devrimci sosyalizm, her türden reformizmin dillendirdiği silahlara veda, hatta hızını alamayıp silahlı mücadeleye karşı “sokağa çıkma” önerilerini dikkate alması ve tartışması bir yana bu rezilliğe tam cepheden tavır alır. Devrimci şiddetin, tarihte bir çok örneği görüldüğü gibi, NATO karşıtı, anti-emperyalist mücadelede saldırıya uğrayıp, mahkum edilmeye çalışılması tesadüf değildir. Bu sorun, yani devrimci şiddet sorunu reformizm ile devrimcilik arasında yol ayrımına işaret eder. Unutulmasın; örneğin 15 Ağustos atılımı, Kürt devrimci dinamizminin ilk kurşunu (aslında burada “ilk kurşun” sembolik olarak ifade edilmektedir, Kürt devrimci dinamizmi TDH’den ve Vietnam devriminden etkilenerek çok önceleri ilk kurşunu atmıştır.) sadece sömürgeciliğe değil, kendine yabancılaşan, kimliğini unutan Kürt insanına değil, bunları da kapsayarak reformizme karşı da atılmıştır. Bugün “barış” için Kürt reformist liberalleri ile her türden legalist ve reformistlerin aynı platformda buluşması şaşırtıcı değil, ama “ilk kurşun”da bu reformistler, hatta bazı devrimci çevreler, Kürt devrimci dinamizmine cepheden tavır alanlardır. Tıpkı 1984 15 Ağustosunda olduğu gibi, elbette bir dizi özgünlüklerle birlikte, bugün savunma hakkına karşı gelenler kendi rollerini oynuyorlar, ama bunun asla affedilemeyeceğini bilmeliler. Savunma hakkı, direnme hakkı proletarya ve ezilen halkların meşru hakkıdır, bu hak kullanılmalıdır. Bu hak kullanılmadan en küçük demokratik kazanım bile mümkün değildir.
İkinci olarak, kullanılan savunma hakkı bir stratejiye dayanmamaktadır. Hedef olarak ifade edilen “ekolojik ve demokratik toplum”a ulaşmak için, “kaos aralığından” gelişecek demokrasi, devlet ve burjuvazi ile emekçi sınıfların uzlaşması ile, üçüncü bir alanda “ikna” ile gelişecektir. Evrimci olan bu anlayışın sosyalizmi “kapitalizmin mezhebi” olarak görmesi, hatta sosyalizmin kapitalizmi yaşattığını iddia etmesi, şiddetin lanetlenerek iktidar ve devleti amaçlamayan bir mücadele perspektifinin benimsenmesi, en bayağı “demokrasi” söylemiyle anarşist, çevreci, feminist tezlerin mistik bir atmosferle kurgulanması söz konusudur. İşte savunma hakkı böyle bir siyasal çerçeve üzerine inşa ediliyor. Doğal olarak ulusal kurtuluş geçersiz ilan edilip, Bağımsız-Birleşik-Demokratik bir Med ülkesi hedefi bir yana atılıyor, “ortak vatan”da “anayasal vatandaşlık” için, AB ütopyası canlı tutuluyor, hatta bunun için kulis yapılıyor. Savunma hakkı, silahlı direniş böylesi bir stratejiye bağlanıyor. Burada amaç ile araç arasında çelişki, özünde bir stratejiye dayanmayan ve pazarlık unsuru olarak kullanılan gerilla hareketi ve silahlı mücadele vardır.
Bizzat kongre kararıyla tanımlanan savunma hakkı şu koşula bağlanıyor:
“Kongra-Gel, aşağıdaki koşullar ekseninde geliştirilecek karşılıklı bir ateşkes ile barış yolunun açılacağına inanmaktadır. Israrlı çabalarımız karşılık bulduğunda ve kalıcı barışın bu ön koşullarına uygun bir yaklaşım sergilendiğinde Kongra-Gel yasal demokratik zemine geçme de dahil, her türlü çözümleyici yaklaşıma açık olacaktır.
* Önderimiz A. Öcalan’a dönük ağır tecrit uygulamaları kaldırılmalıdır. Yaşam ve sağlık koşulları düzeltilmelidir.
* Halk Savunma Güçlerine karşı yürütülen operasyonlar durdurulmalı, savaş kışkırtıcılığı yapan çeteler ve çeşitli savaş grupları dağıtılmalıdır.
* Halkın yasal demokratik eylemleri ve sivil örgütlenmesine yasak konulmamalı, halka dönük her türlü şiddet ve özel savaş uygulamalarına son verilmelidir.
* Barışçıl çözümüm ön şartı olarak diyalog ortamının yaratılması için girişimde bulunulmalıdır.
* Kalıcı bir barışın sağlanması için taraflar ve sorunun muhatabı olan güçler arasında karşılıklı yeni bir ateşkes ve saldırmazlık anlaşmaları imzalanmalıdır.” (Özgür Halk S: 151)
Düşünün... amacını: “İnsanlığın demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet özlemini ve bunu gerçekleştirme imkanları bakımından geldiği düzeyin çağdaş ifadesi olan Demokratik Ekolojik Toplum felsefesini evrensel düzeyde savunmak. Bu temelde alternatif olarak devlet kurmayı ve sınıflı toplum uygarlığını hedeflemeyen, demokratik kurumlaşma ve sivil toplum gücüne dayalı toplumu demokratikleştirerek iş ve rol koordinasyonu işleviyle sınırlayan, cins sorununu eşitlik ve özgürlük temelinde çözen, insanın doğayı tahakküm altına alıp, hoyratça tahrip ve talan edilmesine son vererek, öz bilinçli bir gerçekleşme olan insanı doğal varoluşun bir bileşeni gören ve insan-insan, insan-doğa ilişkisini uyumlu, bütünleyen bir düzeye kavuşturan Demokratik-Ekolojik Toplumu kurmak.” (Kongra-Gel Tüzüğü/ Özgür Halk S:151) olarak ilan eden bir örgütün ateşkes önerisi budur. Cümlelerdeki bozukluk bir yana, böylesi bir amaç için silaha ihtiyaç yoktur, bu politik çizgi sosyal demokrasinin bile gerisindedir. Üçüncü bir alanda inşa edilecek “Demokratik-Ekolojik Toplum” projesi için sivil itaatsizliğe dayalı bir eylem çizgisi, dernekçilik yeter de artar bile.
Bu tutarsızlığa işaret ederek öneriye gelirsek; öneri adı üstünde “karşılıklı ateşkes belgesi” olarak tanımlanmaktadır. Defalarca söyledik, tekrarlayalım, aslında ortada “karşılıklı ateşkes” hiç bir zaman olmadı. 1993’ten bu yana ilan edilen tek taraflı ateşkeslerin politik sonuçları bir yana, aslında İmralı’da geliştirilen “Demokratik Cumhuriyet” projesi silahlara vedanın öteki adıydı. Yani “ateşkes” değil şiddet ve silahtan arındırılma savunuldu. Şimdi, gelinen süreçte, bu bir kalem darbesiyle “tek taraflı ateşkes” noktasına indirgeniyor, bilinçler bir kez daha karartılıyor. Ve sıralanan koşullar, en başta “demokratik zemine geçme”, yani düzen içine evrilmeyi, düzene eklenmeyi gönüllü ilan ediyor. Özünde bu beş yılda tüm bunlara net yanıtlar vardır, bunu anlamak için yeni koşullar öne sürmeye gerek yoktur. Dahası bu koşullar yeni olmadığı gibi, örneğin 1993 ateşkes önerisi ile kıyaslanınca çok daha geri konumdadır. Koşullara gelince, A. Öcalan üzerindeki ağır tecrit uygulamalarının kaldırılması, sık sık dillendirildiği üzere, 117 şehitle hala devam eden F tiplerine karşı mücadele hiç dikkate alınmadan, F tipi cezaevine sevktir. Ayrıca oligarşinin yanıtı tecridin ağırlaştırılması olmuştur. Ve aslında sıralanan koşulların odak noktası “diyalog” kavramındadır. Diyaloğun olduğu koşullarda, AB’ne giren sömürgecilikle “yasal zeminde” buluşmak söz konusudur.
Söz konusu koşulların politik zemini zayıftır, gerillanın düzen içine çekilmesi bazı kırıntılar karşılığında pazarlık aracıdır. Ve burada yeni bir şey yoktur, kendi içinde gerilim içeren bu politikalar Kürt ulusunu özgürlüğe götüremez, tam tersine içi boş demokrasi söylemleriyle kitlelerin bilinçleri karartılmaktadır. Kürt halkının böyle masallara ihtiyacı yoktur, devrim ve sosyalizm tek çözümdür. Yeni bir devrimci yükselişle, Kürt proletaryasının öncülüğünde Kürt ulusu hak ettiği yeri alacaktır. Kürt ulusunun emperyalizme ve sömürgeciliğe payanda olmaya, hatta bunlardan birini tercih etme aymazlığı ile lekelenmeye sürüklenmesi kabul edilemez bir durumdur. Kürt ulusunu böylesi maceralara çekmek isteyenler tarihin karşısında suçludur. Doğru ve devrimci bir önderlikle bağımsız, birleşik, demokratik ve sosyalizme yürüyen bir ülke Kürt ulusunun özlemidir, böylesi bir özlem ancak devrimin güncelleşmesiyle anlamlıdır.
Türkiye devrimi ile Mezopotamya devrimi birbirini besleyen, birbirinden etkilenen, iç içe geçmiş iki halka gibidir. Elbette her ülke proletaryası kendi öz politik örgütüyle kendi devrimini örerken, bu coğrafyada halkların birleşik cephesi, birlikte mücadele şarttır. Devrimci sosyalist önderlikler ve halkların kurtuluş cephesinin güçlenmesi sadece bu coğrafyanın değil, Ortadoğu’nun ve Ortadoğu halklarının çıkarınadır.
Sahte çözümler değil, halkları devrim kavgası özgürleştirir. Sosyalizm tüm demokratik sorunların gerçek çözüme kavuştuğu toplumsal sistemdir. Sosyalizmi hedeflemeyen hiç bir mücadele gerçek kurtuluşun yolunu göstermez. Halklar bu yoldan, mücadeleyi büyüterek özgürleşecektir.

İŞBİRLİKÇİLİKTE YENİ ADIM: PWD
Kongra-Gel içinde uzun süredir devam eden tartışma ve gelişmeler, Osman Öcalan ve bazı eski kadroların öncülüğünde PWD'nin oluşması ile sonuçlandı.
Oligarşinin her dönem yurtsever hareketi bölme çabasının olduğu biliniyor. Ama bu gelişmenin daha çok Ortadoğu'daki son süreç ve yurtsever hareketin ideolojik-siyasal evrimine ilişkin olduğu açık. Kürt hareketinde iki süreç ve gelişme dönüm noktası, kırılma noktası olmuştur. Birincisi, 1990'larda uç veren, gelişen ve İmralı savunmalarında ideolojik çerçevesi oluşan, son biçimi ile ifade etmek gerekirse "Ekolojik-Demokratik Toplum" projesi ekseninde gelişen tasfiyeciliktir. İkincisi ise ABD emperyalizmi öncülüğünde, emperyalizmin önce Afganistan'ı, sonra Irak'ı işgal etmesidir. Kongra-Gel içinde ideolojik-siyasal tasfiyeciliğe yönelik ciddi bir direnç yoktur. Son kongrede yapılan özeleştiriler, emperyalizmin Ortadoğu'ya müdahalesi, kadın sorunu, "sosyal reform" gibi konuların tartışıldığını, ama stratejiye yönelik ciddi sorunun olmadığını anlatıyor. Uzun yıllardan bu yana yurtsever hareket, emperyalizmden çözüm bekliyor, "Ekolojik-Demokratik Toplum" bunun ideolojik-siyasal çerçevesi oluyor; emperyalizmin işgali karşısında tavırsız kalınıyor, hatta "statükoları yıkıp, demokrasinin önünü açacağı" savunuluyor. İşte PWD, bu çizgi ve politikaları bir adım öteye taşıyor, Talabani-Barzani çizgisi ile buluşuyor, ABD emperyalizminin işbirlikçisi oluyor. Kuruluş bildirisindeki şu sözler açık itiraftır:
"Statükoyu aşma ya da dağıtmayı hedefleyen girişim ve çabalarla ilişki ve dayanışma içinde hareket etmek Kürtler açısından doğru bir politikadır. Dolayısıyla Kürtler müdahale karşıtı bir politika ve duruş içinde olamazlar. Bu tarihi fırsatı doğru değerlendiren politikalar üretmek Kürtler açısından hayati önemdedir."
PWD, "işbirlikçi" sıfatını hak ediyor ve en başta Kürtler tarafından lanetleniyor. Emperyalizm, "Öcalan" ismine oynamaktadır; ve bu oluşumun siyasi değeri bu ismi kullanma süresi kadardır.
Kürtler ateşi de, ihaneti de gördü. Ateş, şehitler şahsında, ulusal kimlik ve onuru yarattı; Talabani, Barzani, Osman ise ihaneti... Emperyalizme payanda olmak ulusal onuru lekelemektir; Kürt ulusuna ve halklara karşı en büyük suçtur. Kürtlerin bilinçleri çarpıtılıyor, toz duman içinde, ihanet "çıkar" adına savunulabiliyor. Tarih ve mücadele netleştirir. Kendi öz deneylerinden öğrenen halklar zaferi de koparıp alırlar. Zafer, birleşik, demokratik-sosyalist ülke Kürtlerin hakkıdır, bu hak koparılıp, alınacaktır...

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul