İzleyenler hemen hatırlayacaktır:
Dario Fo’nun ünlü oyunu “Bir Anarşistin Kaza Sonucu
Ölümü”nün en sonunda unutulmaz bir sahne vardır.
“İtalya, dimdik ayaktadır” der, “Deli” o sahnede:
“İtalya dimdik ayaktadır; çünkü, gırtlağımıza kadar
b.k içindeyiz!”
Yeni-sömürge Türkiye’nin yıllardır sağa sola devrilmeden
“dimdik” ayakta durmasının nedeni de bu olmalı.
Üstelik, Türkiye’nin temel bir kuralı da vardır:
Herhangi bir alandaki yolsuzluk, ancak o alanın
içinde bir çıkar çatışması, vb. olduğunda açığa
çıkar. “Mehmetçik” Türk basını ise her seferinde
zaten ayan beyan olanı manşetlerine taşır, geriye
kalan ayrıntıları işler. Ya tekellerin daha güçlü
olanları birilerini “yemeye” karar vermiştir ve
Tantan gibi basit araçlar kullanılır ya İSKİ skandalında
olduğu gibi küskün bir eş herşeyi berbat eder ya
da 70’lerdeki Lookhed rüşvetlerinde olduğu gibi
firmanın kendisi “ben şu ülkelerde şu komutanlara
rüşvet verdim” diye resmen açıklama yapar ama bu
bile “deveyi hamuduyla yutan” hava kuvvetleri komutanını
mahkum etmeye yetmez.
Geçtiğimiz ay patlayan Roche skandalında da böyle
oldu. İşler tatlı tatlı yürürken şirketin küstürülmüş
üst düzey yöneticilerinden bazıları ortaya çıkıp
eteklerindeki taşı döktüler ve ortalık birden karıştı.
Roche’un tekel konumda olduğu Neorecormon adlı ilacı
ecza deposuna 88 milyona sattığı halde SSK’ya 230
milyona vermesi sanki neoliberal sistemde çok büyük
bir ayıpmış gibi sunuldu. Yıllardır yürüyen çark
böylece içinden bir yerden açığa vurulunca sonunda
artık polis de zahmet edip Roche merkezini “basmak”
zorunda kaldı.
Oysa bu, ne ilk örnekti ne de son. Başbakanlık Yüksek
Denetleme Kurulu’nun SSK’nın ilaç alımlarına ilişkin
araştırması zaten başka rezaletleri de açığa çıkarmış,
ilaç tekellerinin SSK ile ilişkilerinin zaten böyle
olduğu, örneğin 87 dolarlık malzemeyi tam 972 dolara,
bin dolarlık kalp pilini ise 5 bin 140 dolara sattıkları
belgelenmişti. Ayrıca Tıp Kurumu raporunda da Küba’dan
alındığında 1 milyona malolacak Hepatit-B aşısının
ilaç tekellerinden 25 milyon liraya alındığı da
yazılmaktaydı. Ama Roche’deki olay bir kez patlamıştı
artık; yangını kontrol altına almak gerekliydi ve
öyle yapıldı. Bu arada, bütün bunlar olup biterken
diğer ilaç tekellerinin derin bir sessizlik içinde
olayı izleyip fırtınanın geçmesini beklemeleri ise
gözlerden kaçmıyordu. Eczacıbaşı hariç tabii! İlaç
mafyasının babası olarak o, tartışmanın “yabancı
sermaye veya orijinal ilaç üreticisi firma düşmanlığı
boyutlarına vardırılmaması” uyarısını yapmadan edemiyordu.
Ve tabii, gözler tamamen Roche’ye çevrilmişken görmezlikten
gelinen asıl olgu, ilaç tekellerinin tümünün dünyada
ve Türkiye’de insanlığın en büyük soyguncuları ve
kan emicisi olduklarıydı.
Bir Ön Uyarı: “Kapitalizm Sağlığa Zararlıdır”
İlaç tekelleri sorununu incelemeye başlamadan
önce bütün yanlış anlamaları ortadan kaldırmak
için bir noktayı vurgulamak gerekiyor: Sosyalistler,
özellikle insan sağlığı ve ilaç konusundaki perspektiflerini
şu ya da bu yolsuzluk haberi üzerinden değil,
daha derin bir yerden biçimlendirirler. Son olayda
olduğu gibi patlayan skandallar da kuşkusuz önemlidir
ama esas sorun, genel olarak insan sağlığının
“para” denilen nesneye bağlanmasının akıldışılığıdır.
Bir sosyalistin düşünce sisteminde herhangi bir
ilaç kutusunun üzerinde fiyat etiketinin olması
ya da bir insanın sağlığı için birilerine para
ödemeye mecbur bırakılması başlıbaşına bir insanlık
suçu oluşturur. Doğal olarak da her devrimin nihai
amaçlarından biri, sağlık, eğitim, barınma gibi
en temel ihtiyaçların tümüyle eşit ve parasız
bir insanlık hizmeti haline gelmesidir.
Dolayısıyla, tekeller arasındaki tepişmenin ya
da rastlantıların ortaya çıkardığı fahiş fiyat
rezaletleri, yeni-sömürge çürümüşlüğünün ara sıra
patlak veren bu sivri uçları, son derece önemli
olmakla birlikte esasa ilişkin değildir. Bir devrimci
sosyalist bütün bu yolsuzlukları devrimci çalışmasının
bir parçası olarak işlese de, esas sorunun üretim
araçlarının özel mülkiyetinde yattığını, kâr için
yapılan üretimin tek tek kapitalistlerin hırslarından
tamamen bağımsız olarak her şeyi ve bu arada sağlığı
da kapsadığını bilir.
Öte yandan bir devrimci sosyalist, sağlık ve ilaç
alanının bütün diğer maddi üretim alanlarından
daha hassas bir alan olduğunu; çünkü bu kez sorunun
dolaylı değil doğrudan bir biçimde insanın varlığını
ilgilendirdiğini de unutmaz. Çünkü bu kez söz
konusu olan şey ayakkabı, lastik, vb. değil doğrudan
doğruya insandır ve toplam kârı yükseltmek için
bu alanda yapılan her uygulama bir kesim insanın
ölümüne ya da sakatlanmasına yol açmaktadır. Bu
anlamda, birkaç sivri ucu öne çıkaran ama bu arada
sektörün asıl sülüklerini (ve tabii pek entelektüel,
pek sanatsever Eczacıbaşı gibilerini de!) atlayan
bir yaklaşım bize uzaktır.
Çare ve Çaresizliği Üreten Sektör: İlaç Sanayii
Dünya kapitalist üretimi içersinde hayli önemli
bir yer tutan ilaç sanayiin diğer bütün sektörlerden
farkı, doğrudan insan sağlığıyla ilgili maddelerin,
karışım ve bileşimlerin üretilerek kullanıma hazır
hale getirilmesidir. Burada önemli olan aşama
kuşkusuz tıp alanındaki gelişmelere bağlı olarak
çeşitli hastalıklara ilişkin etken ve yan maddelerin
keşfi, şu ya da bu biçimde canlılar üzerinde denenmesi
ve sonra belli bir ruhsatla genel kullanıma açılması
aşamasıdır. Çünkü bu aşama yoğun bilgi ve deneyimin
kullanıldığı aşamadır ve aslında işin neredeyse
tamamıdır. Daha sonra ilacın üretimi ve ambalajlanarak
piyasaya sunulması aşamasına gelinir ki, bu aşamada
artık nihai satış fiyatını belirleyen şeyin ne
olduğu sıradan insanlar için iyice belirsiz hale
gelir. Keşif aşamasında harcanan bilgi, emek,
yıllarca sürebilen deneylerin masrafları, vb.
gibi her şey fiyata yansır elbette ama seri üretim
aşamasında olay başka bir noktaya ulaşmıştır.
Yani A ilacının içindeki (kutunun üzerinde yazılan)
maddelerin ne kadar pahalı ne kadar ucuz olduğunu
bilmek, bir kullanıcı için imkânsızdır; hatta
kullanıcı çoğu kez bu kimyasal maddelerin isimlerini
bile telaffuz edemez. Dolayısıyla, A ilacının
içindeki toplam hammaddenin fiyatının ilacın satış
fiyatını ne kadar belirlediği onun için meçhul
olarak kalır. Örneğin buğday fiyatları üzerine
kulaktan dolma bilgisi olan biriyseniz, size birisi
250 bin liralık ekmeği 10 milyon liraya satmak
istediğinde gülüp geçersiniz ama ilaç için bu
geçerli değildir. Belki de hammadde miktarının
fiyatı 1 milyonu aşmayan bir ilaç size 100 milyondan
satılmaktadır, bunu bilemezsiniz, bir an önce
iyileşmek isteyen bir birey olarak bunu düşünemezsiniz
bile. Üstelik, ekmeği evinizde de yapabilirsiniz
ama belki de doğada bulup kolayca bir araya getirebileceğiniz
X ve Y maddelerini siz bir araya getirip ilaç
yapamazsınız.
Yani sonuçta, ilaç sanayi, dünyanın en gizemli
ve spekülatif üretim alanlarından biridir ve bu
alanda fiyatlar ve kâr oranları tamamen yasalarla
güvence altına alınmış olan tekel durumu tarafından
belirlenir. A ilacını üreten B firması, bu ilacın
başkaları tarafından üretilmesini yasaklayan bir
düzen içersinde fiyatı koyar ve siz Topkapı’daki
küçük bir atölyede aynı üretimi yapamayacağınız
gibi büyük bir ilaç firması olsanız da fabrikanızda
üretemezsiniz. Bunun için bir sözleşme ile bu
üretim hakkını satın almanız gerekir.
Kapitalist ilaç sanayiini bütünüyle ahlakdışı
ve insanlıkdışı kılan da işte tam bu özelliğidir.
Elbette kapitalist üretimin bütün alanlarında
bir malın fiyatını (ekmek, ayakkabı, kalem, vb.)
sizin ihtiyacınız değil kapitalistin kâr hesapları
belirler ama bu kez sözkonusu olan şey daha yakıcıdır:
bu kez söz konusu olan şey sizin hayatınız ve
sağlığınızdır ama bu ihtiyacınızın önemi ve acilliği
fiyat etiketi bakımından hiçbir şey ifade etmez;
binlerce kilometre ötede bir yerde o ilacın fiyatı
belirlenmiştir ve siz bunu pazarlıkla bile değiştiremezsiniz,
daha ucuzunu arama lüksünüz de hiç yoktur. Hatta
denilebilir ki, A ilacının fiyatını yükselten
şey, çoğu kez sizin hastalığınızın ölümcüllüğü
ve ihtiyacın yakıcılığıdır. Örneğin grip ilaçları
ya da sıradan antibiyotikler piyasada gitgide
ucuzlarken kanser, vb. gibi hastalıkların ilaçlarının
fiyatları yüksektir ve yukarıda belirttiğimiz
gibi siz, bu fiyat yüksekliğinin kullanılan maddelerin
üretilme zorluğundan, pahalıya mal olmasından,
vb. kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilemezsiniz.
Bu, tekellerin kendilerine sakladıkları bir bilgidir
ve prospektüs denilen kağıt parçası yalnızca bir
Hint köylüsü için değil, örneğin Paris’te yaşayan
bir öğretmen için de bir anlam ifade etmez. Bir
süre sonra, bir A ilacının fiyatının ucuzlamaya
başladığını görürüz ve bunu “herhalde artık daha
ekonomik bir biçimde üretebiliyorlar” diye yorumlarız
ama bu da sadece bir tahminden ibarettir. Çünkü
ürünün fiyatında gerçekleşen iniş ve çıkışları
tekel piyasası belirlemektedir ve ölçüler bizim
dışımızdadır.
Büyük Pazar Büyük Soygun
Kapitalist ilaç sanayiin dünyadaki düzeni işte
böyle bir tekel düzenidir.
Üstelik tekeller, zaten kendi başına bile canavarca
olan bu sistemi de aşma, daha büyük ek rant alanları
yaratma özgürlüğüne sahiptirler. İşin en kötü
yanı, bu sektörün, kapitalist üretimin klasik
oyun kurallarını da zorlayan bir “karanlık bölge”ye
sahip olmasıdır. Bilgiyi hapseden ve bunu yasalarla
güvenceye alan çokuluslu şirketler, her şeyle
dilediklerince oynama hakkına sahiptirler. Fiyatları
ülkelere ve bölgelere göre ayarlamak, rekabet
uğruna her tür rüşvet ve yolsuzluğu mubah saymak,
yeni-sömürge ülkelerin sosyal güvenlik kurumlarını
fahiş fiyatlara razı etmek, risk unsuru içeren
ilaçları yoksul ülkelere kaydırmak, milyonlarca
insanın acilen ihtiyaç duyduğu ilaçlar yerine
daha yüksek kâr sağlayabilecek ilaçların üretimine
yönelmek, vb. gibi bir çok yöntem tekellerin listesinde
mevcuttur. Esasen bunlar, kapitalist ekonominin
bilinen işleyişine denk düşer ama bu alanda her
şeyi korkunç ve acımasız kılan şey, sözü edilen
metanın insan hayatıyla ilgili olmasıdır.
Örneğin, sağlık alanında araştırmalar yapan Health
Action International (HAI) adlı örgütün ilaç fiyatlarıyla
ilgili tüm dünyada yürüttüğü kapsamlı taramalara
göre 1998 yılında Hindistan’da “Zineetaç” adındaki
ilacın 100 tabletine 2 dolar istenirken, Şili’de
aynı ilacın “Zantac” adı altındaki 100 tabletine
196 dolar istenmesi açıklanabilir bir şey değildir.
Kimse bunu üretim maliyetleriyle açıklayamaz.
Örneğin, aynı araştırmada, ilaçlarını Güney Afrika’da
3, Asya-Pasifik bölgesinde 2 kat daha pahalıya
satan çok uluslu şirketlerin, Latin Amerika ve
Avrupa’da yüzde 50 daha pahalı ilaç sattıkları
ortaya çıkmaktadır. Üstelik sorun sadece fiyatlarda
da değildir; gerçek “fiyatı” belirleyen aslında
bu ülkelerin kişi başına milli geliri olmaktadır;
çünkü örneğin kişi başına milli geliri 20 bin
dolara yakın olan Kanada’da araştırmaya konu olan
13 ilacı alabilmek için vasıfsız bir işçinin 8
gün çalışması gerekirken, kişi başına milli gelirin
120 dolar olduğu Tanzanya’da bir işçinin aynı
ilacı alabilmek için 215 gün çalışması gerekmektedir.
Görüldüğü gibi korkunç büyüklükteki bu pazardaki
kâr oranlarını saptamak da neredeyse olanaksızdır.
Bazı araştırmalarda ABD tekellerinin kâr oranları
%200 gibi gösterilse de aslında bu da kesin bir
rakam değildir; çünkü dış satışa, yani yeni-sömürge
ülkelere geçildiğinde bu oran beş-altı katına
fırlamaktadır.
Pazarın büyüklüğünü anlatmaya ise rakamlar yetmez.
Yalnızca 13 gelişmiş ülkedeki1999-2000 arasındaki
ilaç satışları 212 milyar dolardır. Yalnızca ABD’daki
iç parekende ilaç satış miktarı 2000 yılında 89
milyar dolardır. Zaten ilaç sektörünün asıl “tatlı”
yanı da budur. Dünyadaki 5-6 milyar insanın büyük
bir bölümü, sözgelimi otomobil sektörünün müşterisi
değildir, sonuçta otomobil sahibi olup olmamak
bir hayat meselesi değildir. Ama buna karşılık
dünyadaki insanların tümü, en azından potansiyel
olarak ilaç sektörünün müşterisidir; Kara Afrika’nın
ücra köşelerinde yaşayan insanların çoğu otomobil
sahibi olmayı akıllarından bile geçirmemiş olabilirler
ama AIDS salgınından ya da açlıktan kırılan bu
insanların ilaç ihtiyacı tartışılamaz. Yani pazar,
uçsuz bucaksızdır, her yeni doğan bebekle birlikte
teorik olarak bir kişi daha “müşteriler” arasına
katılmaktadır.
Ve asıl çarpıcı olan bu kadar büyük bir pazarın
çok dar bir tekeller topluluğu tarafından tamamen
kontrol altında tutuluyor olmasıdır. Çete gerçekten
de çok dardır; çünkü bu alan uzun yıllar boyunca
oluşan bir bilgi ve deneyim birikimini, yüksek
nitelikli kadroları, yerleşik uluslararası pazar
bağlantılarını gerektirmektedir; rastgele dalınabilecek
herhangi bir işkolu değildir.
Pazarın Kontrolü: Milyonlarca Ölüm Pahasına
Üstelik tekeller, bu kontrolü zayıflatacak ve
kâr oranlarını düşürecek her türlü girişime karşı
dünyanın en acımasız ve en ahlaksız yöntemlerini
uygulamaktadırlar. Patent anlaşmaları dışında
bağımsız (ve ucuz) ilaç üretiminin engellenmesi,
uluslararası anlaşmalarla hükümetlerin baskı altına
alınması ve bütün diğer tehdit biçimleri onlar
için geçerlidir.
Çağımızın ölümcül hastalığı AIDS bu konuda en
çarpıcı örnektir. Bizde hala “eşcinsellik”le ilgili
bir olay olarak hafif bir gülümsemeyle geçiştirilen
bu hastalık, dünyada yaklaşık 36 milyon insanı
pençesine almıştır ve bir tür veba gibi hızla
yayılmaktadır. AIDS hastalarının % 70’i Afrika’da
yaşamakta ve örneğin Güney Afrika’da yetişkin
nüfusun % 20’si bu virüsü taşımaktadır. Geçen
yıl AIDS’ten Sahra altı Afrika ülkelerinde 2,5
milyondan fazla insan yaşamını kaybetmiştir. Brezilya’daki
toplam hasta sayısı ise 1 milyonu aşmıştır. 1983’ten
beri bütün dünyada AIDS yüzünden ölen hasta sayısı
ise 18 milyon 800 bin kişidir.
ABD’de AIDS için hasta başına yıllık kombine ilaç
tedavisi maliyeti 10-15 bin dolar, hastalığın
ileri evresinde ise kişi başı yıllık hastane tedavi
maliyeti 100 bin dolardır. Bu, herhangi bir Afrikalının
30 yıllık gelirine denk düşmektedir. Ancak buna
karşın ilaç tekelleri patent haklarının titizlikle
korunması gerektiğini ve bu nedenle Afrika’daki
AIDS hastaları için patent koruması olmadan ucuz
ilaç üretiminin korsanlığa yol açacağını ve endüstrinin
can damarını tehdit altına sokacağını savunmaktadır.
Güney Afrika, Brezilya ve Hindistan gibi ülkeler
Dünya Ticaret Örgütü’nün patent yasalarını delerek
ilaçları kendi ülkelerinde kopyalama teknikleriyle
çok ucuza üretmeye başladıklarında ise tekellerin
açtıkları yüksek tazminat davalarıyla karşı karşıya
kalmışlardır. Daha da ilginç olan gelişme dava
henüz devam ederken işlerin sarpa sarması sonucunda
ilaç şirketlerinin aldığı karardır. Şirketler
bir geri adım atıp jest olarak AIDS ilaçlarını
geri ülkelere özel fiyatla kâr elde etmeden satacaklarını
açıklamışlar ve bunun ardından örneğin Merck firması
iki ilacın hasta başına yıllık maliyetini 600
dolara düşürmüş, aynı günlerde Hetero International
adlı Hint firması ise aynı ilacın maliyetini 347
dolara kadar çekebileceğini açıklamıştır. Rakamların
gösterdiği korkunç gerçek, ilaç tekellerinin aslında
sözkonusu ilaçları maliyetlerinin 25-40 kat fazlasına
sattıklarıdır. Yani anlaşılmaktadır ki, tekeller,
onca yıldır ortalığı kasıp kavuran bu hastalıktan
milyonlarca yoksul insanın ölümünü büyük bir soğukkanlılıkla
izlemişler ve sırf kâr oranlarının düşmemesi için
bu ölümlerin devamına izin vermişlerdir.
Kâr, her şeyin üstündedir ve her şeyi belirleyendir.
Üstelik bu, yalnızca üretim aşamasında değil,
araştırma aşaması için de böyledir.
Örneğin ABD’de merkezi sinir sistemi ve duyu organları,
antikanser, endokrin sistem, metabolizma ve kalp
damar sistemi ilaçları için 1999 yılında yapılan
araştırma harcaması, toplam araştırma harcamalarının
%58’idir. Oysa aynı yıl ABD’de, yeni-sömürge ve
yoksul ülkelerdeki ilaç harcamalarının önemli
bir bölümünü oluşturan antibiyotik ve antiparaziter
ilaçlar için yapılan araştırma harcaması ise toplam
araştırma harcamalarının yalnızca % 14’üdür. Sonuçta
hiçbir şey “insanlık” için filan yapılmamakta,
bütün araştırmalar yüksek kâr getiren alanlara
yönelmektedir. Öte yandan yoksul ülkelerde ve
emperyalist metropollerin varoşlarında adeta bir
ölüm makinesi gibi ilerleyen tüberküloz salgınının
tedavisi için dirençli mikroplara karşı yeni ilaçların
geliştirilmemesi, hastalığın yayılma hızını artırmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre aslında bir 19. yüzyıl
hastalığı olan tüberküloz, yetersiz beslenme ve
yetersiz tedavi nedeniyle her yıl 3 milyon insanın
ölümüne yol açmakta ama ilaç şirketleri tarafından
yok sayılmaktadır.
Bir Cinayet Anlaşması: TRIPS
AIDS ve tüberküloz bu konudaki en çarpıcı örneklerdir.
Yoksa ilaç sanayiin bütünü aynı ağ tarafından
kuşatılmıştır. Hiç kuşkusuz, bütün diğer ilaçların
da tek tek ülkelerde bağımsız olarak üretilmesi
mümkündür ve ucuzdur. Ancak AIDS konusunda sözde
bir geri adım atan tekeller, öte yanda uluslararası
anlaşmalarla patentleri sağlama bağlamaktadırlar.
Geçtiğimiz yıllarda imzalanarak yürürlüğe giren
uluslararası TRIPS(Trade-Related Aspects of Intellectual
Property Rights - Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet
Hakları Anlaşması) anlaşması, en çok ilaç tekellerinin
çıkarlarını korumayı amaçlamaktadır. Bu anlaşmanın
1800’lerden beri yapılan diğer telif hakları anlaşmalarından
farkı, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) ve onun
4 temel kuruluş anlaşmasından birisini oluşturması
ve artık “tavsiye” değil “emir” niteliği taşımasıdır.
Tahkim mekanizması üzerinden ambargo uygulama
gücüne sahip olan DTÖ, 147 üye ülkenin iç hukukundan
daha üstün bir hukuka sahiptir.
Bu amaçla TRIPS Anlaşması ülkeler tarafından müzakere
edilmeden ve başta ilaç ve kimya tekelleri olmak
üzere tekeller tarafından GATT’ın Fikri Mülkiyet
Hakları Komitesine hazırlatılmıştır.
Üye ülkelerin kendi yurttaş ve kurumlarına yabancılardan
daha fazla avantaj sağlamasını yasaklayan anlaşma,
özel bir ülkeye avantaj sağlanmasını da engellemekte,
böylece yerel hükümetlerin gücünü sıfırlayan,
bütün ülkeleri açık pazar haline etiren bir nitelik
taşımaktadır.
Üye ülkelere fikri ve sınai hakların etkin bir
şekilde korunması amacıyla iç hukuklarında gerekli
düzenlemeleri yapmalarını emreden anlaşma, böylece
herhangi bir ilaç patentinin de ihlal edilmesini
engellemekte, bir ülke A ilacını patent hakkı
ödemeksizin ucuza üretmek istediğinde ambargo
dahil bütün DTÖ yaptırımları uygulanabilmektedir.
Böylece bütün ülkeler birbirine eşitlenmiş gibi
görünse de (örneğin Kolombiya’da üretilen bir
ürün de böylece ABD şirketlerine karşı korunmuş
oluyor!) aslında bu aldatıcıdır. Özellikle ilaç
gibi sektörlerde devasa firmaların mali ve siyasi
gücü, uzun süren masraflı araştırmaları yapabilme
kapasitesi, kuşkusuz bütün diğerlerini ezip geçmektedir.
Sonuç ise vahimdir... Herhangi bir yeni-sömürge
ülkede “ulusal atılım” yapmak isteyen bir yönetim
kazara iktidar olsa bile, yurttaşları şu ya da
bu hastalıktan kırılırken yapabileceği hiçbir
şey yoktur.
Yoksullar Zehirlenebilir
Pazara bu ölçüde hakim olan şirketlerin tıp etiğini
ve bütün insani kuralları çiğnemeleri de şaşırtıcı
değildir. Hiçbir ciddi denetim altında olmayan
tekeller, çoğu kez dolaylı yoldan tüm müşterilerini
“kobay” olarak kullanmakta, öldürücü yan etkileri
olan ilaçları uzun süre piyasada tutarak ya da
yoksul ülkelere kaydırarak büyük insanlık suçları
işlemektedirler.
Bu konuda yüzlerce örnek vardır.
Örneğin geçtiğimiz yıllarda Chloramphenicol isimli
ilaç binlerce hastanın kan hastalıkları nedeniyle
ölmesine sebep olmuştu. İngiltere’de şeker hastalarına
verilen Phenphormine adlı bir ilaç ise 18 yılda
binlerce kişinin ölümüne yol açarken, Metaqualone
isimli bir başka ilaç ise 366 intihar vakasına
neden olmuş ve binlerce insanın delirmesine sebebiyet
vermiştir.
Astım hastalığı için kullanılan İsoproterenol
adlı bir ilacın piyasadan çekilinceye kadar dünyadaki
bilançosu ise 3500 ölüdür. İsviçreli çok uluslu
ilaç şirketi Ciba Geigy, Japonya’da 1978 de ilaçlarının
kurbanı olan 133 kişiye 130 milyon İsviçre Frankı
ceza ödemek zorunda kalmıştır. Yine bu firmanın
sinir hastaları için çıkarttığı SMON adlı bir
ilaç binden fazla kişinin ölümüne neden olmuş
30.000’den fazla kişi ise sakat kalmıştır. Bu
firmaya başta Japonya ve Fransa olmak üzere 20
den fazla ülkede, bu ilacın neden olduğu körlük
ya da felç yüzünden davalar açılmıştır.
Yine Thalidomide isimli ilaç kadınlarda yıllar
boyunca sakat doğumlara sebep olmuş ve on binden
fazla çocuğun kollarında sakatlıklar oluşmuştur.
Türkiye’de de bir süre kullanılan bu ilaç 1960
yılında Sağlık Bakanlığı’nca piyasadan çekilmiştir.
Öte yandan Fransa’da yapılan resmi araştırmalarda
her yıl 1.300 000 kişinin ilaçların yan etkilerinden
dolayı hastahanelere kaldırıldıkları belirtilmektedir.
Bu hastaların ortalama 20,000’i ölmektedir.
En vahimi ise, bu tür sakıncalı olduğu saptanmış
ilaçların bir bölümünün Türkiye gibi yeni-sömürge
ülkelerin sosyal güvenlik kurumlarını “bağlamış”
olan tekeller tarafından hâlâ pazarlanıyor olmasıdır.
Öyle ki, artık Türkiye’de halen satılan A ilacının
Avrupa’da yasaklanmış olması basında haber değeri
bile taşımamaktadır.
Irkçılık ve Sınıf Düşmanlığının En Somut Alanı:
Denekler
Uluslararası tekellerin ürettiği ilaçların insan
üzerinde denenmesi aşaması ise sürecin en vahim
noktalarından biridir. Çünkü genel olarak bu aşamada,
ilaçların üzerinde deneneceği insanlar para ile
“gönüllü” olmaya ikna edilmektedirler ve bunun
doğal sonucu da denek kitlelerinin göçmenler,
umutsuz yoksullar, mahkumlar ve azınlık ırklardan
oluşmasıdır. Özellikle neoliberal dönemin yeni
işsiz kitleleri, normal işlerden umudunu kesmiş
dip yoksulları, göç dalgalarıyla Batı’ya savrulan
Asyalı ve Afrikalılar, hedef durumundadır; çünkü
bu kadar riskli bir durumu kabul edebilecek tek
kategori onlardır. Böylece ünlü Nazi doktor Mengele’nin
toplama kampındaki esirlere uyguladığı deneyler,
aslında yine aynı ırkçı mantıkla “gönüllülük”
esasına dayandırılmaktadır; ama aslında herkesin
bildiği gibi “gönüllülük” ile “yoksulluk” arasında
derin bir ilişki vardır.
Örneğin Fransa’da her yıl 900 bin insanın “gönüllü”
kobaylık yaptığı açıklanmıştır. Avustralya’da
1940’dan 1970’e kadar yüzlerce kimsesiz çocuğun
tıbbi deneylerde kobay olarak kullandığı 1997
yılında açığa çıkarılmış, ABD’de ise 1950-1960’lı
yıllarda zihinsel özürlü 200 çocuğun denek olarak
kullanıldığı, ayrıca dünyanın önde gelen ilaç
firmalarının akıl hastalarını kobay olarak kullanmak
için doktorlara para ödediği anlaşılmıştır.
Aynı yıllarda ABD’de Cincinatti kentinde üzerlerinde
yüksek dozda radyasyon denenince hayatlarını kaybeden
90 kanserli hastanın yakınları 5 milyon dolar
tazminat almıştı. Yapılan deneyden sadece 10 yaşında
bir çocuk sağ kurtulmuştu. İsviçre’nin Roche adlı
ilaç firması ile İzlanda Parlamentosu arasında
yapılan ve firmaya 270 bin kişi üzerinde genetik
deney yapma olanağı sağlayan 200 milyon dolarlık
anlaşma da benzer niteliktedir.
Türkiye’nin de bu konuda sicili temiz değildir.
Kamuoyuna yansımayan ilaç denemeleri bir yana,
1984’te Prof. Turan İtil’in başında olduğu HZİ
Vakfı’nın ABD’de henüz piyasaya çıkmamış ilaçları
Türkiye’de, özellikle de siyasi tutuklular üzerinde
denediği biliniyor. Bizzat Prof. İtil, ABD’de
yayımlanan Psikofarmakoloji Bülteni’ne yazdığı
bir makalede bu ülkede yasaklanmış olan “insan
üzerinde ilaç deneylerinin Türkiye’de hastalar
ve gönüllüler üzerinde denendiğini” açıklamıştı.
Yine 1996 yılında Özel Fatih Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesi’nde yeni doğan ve solunum
yetmezliği çeken 57 bebek üzerinde deney yapıldığı
ve 7 bebeğin hayatını kaybettiği bilinen olaylardandır.
Türkiye’de 1994 yılında çıkarılan yasa ve yönetmeliklerden
sonra artık resmi olarak da kobaylık uygulaması
gündeme gelmiş, bu amaçla Erciyes Üniversitesi
bünyesinde kurulan “İyi Klinik Uygulama Merkezi”
çalışmaya başlamıştır. Burada deneklere 100-150
dolar ödenmektedir.
Şüphesiz ilaç üretimi eninde sonunda deneylere
ihtiyaç duyulan bir alandır; ancak burada sorun,
ilaç tekellerinin yoksulları, alt sınıfları ve
“aşağı ırkları” gözden çıkarılabilir unsurlar
olarak görmesidir.
Türkiye: Sülüklerin Cenneti
Yeni-sömürge bir ülke olarak Türkiye, çürümüş
siyasi ve bürokratik mekanizmasıyla yalnızca ilaç
tekelleri için değil, bütün emperyalist şirketler
için tam bir cennettir. GATT ve DTÖ anlaşmalarını
hiç sektirmeden imzalayan, IMF’nin sosyal güvenlikle
ilgili emirlerini aksatmayan hükümetler, sağlık
alanını tam anlamıyla bir can pazarına çevirmişlerdir.
1988 yılında Türkiye’nin ilaç tüketimi üretici
fiyatlarıyla 628 milyon ABD dolarıyken 2000 yılında
4 kat artarak 2.7 milyar ABD Doları olmuştur.
Bu, elbette dünya ilaç tüketiminin küçük bir parçasıdır
ama potansiyel çok hızlı büyümektedir ve bu büyüme
eğilimi uzmanlar tarafından 1960’lı ve 70’li yılların
Amerikan ilaç pazarına benzetilmektedir. Yani
Türkiye, uluslararası tekeller için cazip bir
rekabet alanıdır.
1980’lerden bu yana geliştirilen neoliberal politikalar
sonucunda dış ticaret rejimi serbestleştirilmiş,
ithalata getirilen sınırlamalar kaldırılmış, Türkiye’de
pazarlama şirketi kuran çokuluslu şirketlerin
sayısı artarken ithal ilaçlar bir bağımlılık biçiminde
ortalığı sarmıştır. Zaten bütünüyle patentlere
dayalı ilaç pazarı böylece dünya piyasasına iyice
bağlanmıştır.
İlaçta yerli üretimin gerilemesi ve yok olması
süreci Dünya Ticaret Örgütü Kuruluş Anlaşması’nın
eklerinden biri olarak gündeme gelen Hizmet Ticareti
Genel Anlaşması (GATS) ile daha da hızlanmıştır.
GATS imzacısı her devlet, Dünya Ticaret Örgütü’nün
(DTÖ) uzlaşmazlık çözme ve tahkim yetkilerini
kabul etme yükümlülüğü altına girmiştir. Bu anlaşmanın
eki olan TRIPS anlaşmasının 70. maddesi gereğince
Türkiye, 1 Ocak 1995 tarihinden itibaren ilaçlarla
ilgili patent başvurularını işleme almaya başladı.
Hizmet Ticareti Genel Anlaşmasının yanı sıra Avrupa
ile Gümrük Birliği’nin koşullarını belirleyen
Ortaklık Konseyi Kararı 1 Ocak 1999’dan itibaren
patent korumasını öngörmekteydi. Ancak 1 Ocak
1999’da yürürlüğe giren patent yasası, ilaç ürünleri
ve ilaçta usul (proses) patentlerine aittir. İlaç
aşamasını tamamlayan ürünler için patent yaptırımlarının
etkisi ise 2004-2005 yıllarında görülmeye başlanacaktır.
Bu tarihten itibaren Türkiye ilaç pazarı tümüyle
yabancı ilaç tekellerinin denetimi altına girecektir.
Türk Patent Enstitüsü’nün 31 Aralık 1999 tarihine
kadar verdiği 487 patentin de zaten sadece 4 tanesi
yerli şirketlere aittir.
Bu arada ilaç endüstrisindeki yerli hammadde üretimi
1995 yılı ile 2000 arasında % 60 oranında gerilemiş,
sektörde çalışanların da tablosu çarpıcı şekilde
değişikliğe uğramıştır. 2000 yılına gelindiğinde
ilaç sanayiinde çalışan 19.307 kişinin % 46’sı
pazarlama, % 23’ü yönetim bölümünde ve yalnızca
% 31’i üretim ve hammadde bölümlerindedir. Tüccarlık,
üretimi açıkça yenilgiye uğratmıştır. Buna karşın
ilaç ithalatı 1988 ile 2000 arasında 15 kat artmıştır.
Böylece hammadde ve üretilmiş ilaç olarak toplam
ithalat 2000 yılında toplam ilaç tüketimimizin
% 56’sına ulaşmıştır.
Böylece ortaya çıkan tablo, emekçiler ve yoksullar
için tam bir felakettir. Piyasayı tekellerin fahiş
fiyatların kapsaması bir yana, bu ithalat akışındaki
en küçük aksama ilaca bağımlı ağır hastaları perişan
etmekte, her kıtlıkta karaborsa fiyatları da oluşmaktadır.
Aynı ilaçların Türkiye’de üretilmesi ise işbirlikçilerin
imzaladıkları anlaşmalarla yasaklanmıştır.
Sağlığımızı Tekeller Bozuyor
İlaçta araştırma-geliştirme çalışmasını bir yana
bırakarak ulusararası tekellere teslim olan yeni-sömürge
Türkiye, genel olarak sağlık alanında da dibe
vurmuş haldedir. Türkiye’de sağlık harcamalarının
bütçedeki payı son 14 yılda giderek düşmüştür.
1990 yılında % 4.7 iken 1991 ve1992 de % 4 e,
1993 de % 3.9a, 1994, 1995 de % 3.6 ya 1996 de
% 3.3 e düşen sağlık harcamaları giderek düşmekte
hastahanelerde ve sigorta kurumlarında ciddi ödeme
güçlükleri yaşanmaktadır. Nüfusun sadece % 66-70
i üç sağlık sigorta sistemi tarafından koruma
altındadır. Sigorta kurumlarının koruması altında
olmayan 1/3 lük büyük kesim ise ilaç fiyatlarından
büyük ölçüde etkilenmekte ciddi sağlık sorunları
yaşamaktadır. Bu koruma altında olmayan kesimlerin
köylülük ve toplumun en yoksul alt dilimleri olduğu
bu noktada gözden kaçırılmaması gereken bir konudur.
Mevcut sosyal sistemler (SSK, Bağ-Kur, Emekli
Sandığı) ise, büyük ölçüde çürütülmüş, Roche olayında
görüldüğü gibi ilaç tekellerinin rant kapısı yapılmış,
bu arada söz konusu kurumların kendi ilaç üretim
kapasiteleri de giderek düşürülmüştür. Buna karşın,
şu andaki haliyle bile sosyal kurumlar neoliberal
politikaların hedef tahtasındadır; bu kadar çok
insanın sağlık sigortasından yararlanması bu kurumlarla
ilişki içersinde olan ilaç tekellerinin elbette
işine gelmektedir ama milyonlarca insanın her
ay emekli maaşı, vb. olarak tekellerin iştahını
kabartan bir para miktarını alması son derece
rahatsız edicidir. Dolayısıyla bu kurumların dağıtılmasıyla
ortaya çıkacak daha karışık ve zengin pazar emperyalizm
ve işbirlikçileri için çekici olmaktadır.
Diğer yandan ayrıntılardan başlanarak adım adım
uygulanan özelleştirme furyası da halkın sağlığını
vurmakta, hasta kavramının yerine “müşteri” yi
geçiren neoliberal sistem ilaçta da büyük bir
etik çürümeyi geliştirmektedir. Yalnızca ilaç
değil, tıbbi malzemeler alanında da devlet her
türlü üretimden vazgeçmiş ve herhangi bir ameliyatın
bütün malzemelerini hastalardan istemeye başlamıştır
ki, bu da ayrı bir pazardır. Bu arada doktorların
ilaç tekelleri tarafından ablukaya alınması, akılları
durduracak bir cömertlikle saçılan rüşvet ve “hediye”ler,
tatil köylerinde, beş yıldızlı otellerde yapılan
“kongre”ler, vb. vb. hepsi “yeni” sağlık düzeninin
bilinen uygulamaları olmuştur.
Emekçileri En Çok İlgilendiren Alan: Aşı
İlaçta dışa bağımlılığın emekçilerin dünyasında
açtığı en derin yara ise aşılarla ilgilidir; Türk
Tabibler Birliği verilerine göre artık Türkiye
gibi aşı ithal eden, aşıda dışarıya bağımlı ülkelerin
hemen hepsinde aşı eksikliği yaşanmaktadır. Çünkü,
uluslararası tekeller de ‘kârı düşük’ diye aşı
üretimi azaltmış durumdadır. Öte yandan Türkiye’deki
yerli üretim kapasitesi de gitgide düşmekte ve
özellikle kırsal alandaki sağlık ocaklarında en
basit kızamık, verem aşıları bile bulunamaz hale
gelmektedir. Bu, emekçileri en çok vuran sıkıntıdır;
çünkü her türden aşı ve ilacı dışardan getirtme
imkanına sahip olan zenginlerin ve özel hastanalerin
tersine emekçiler sosyal kurumlara ve ilk aşama
sağlık ocaklarına bağımlıdırlar.
TTB verilerine göre şu anda sağlık ocaklarının
yarısından fazlasında zaman zaman elektrik sorununa
bağlı olarak aşıların sağlıklı saklanması mümkün
olmamakta, hatta sağlık ocaklarının üçte birinde
aşı yapılırken dezenfektan olarak kullanılan alkol
ve benzeri maddelerin bile yokluğu çekilmektedir.
Türkiye’nin yabancı tekeller için bir aşı pazarı
haline getirilmesinin, laboratuvarların kapatılarak
“daha ucuz” olduğu gerekçesiyle aşı ithaline yönelinmesinin
sonucu budur.
Bağımlılığın Kıskacını Kırmak Mümkündür
Sonuç olarak yeni-sömürge Türkiye, her alanda
olduğu gibi sağlık ve ilaç alanında da emperyalist
boyunduruğun bedelini çok ağır ödemekte, uluslararası
ilaç tekellerine bağımlı olan sağlık sistemi,
emekçilerin ve yoksulların azraili haline gelmektedir.
Bedel çok ağır ödenmektedir; çünkü bağımlılığın
bu alanı sıradan nesneler ya da eşyalarla ilgili
değil, doğrudan insan hayatıyla ilgilidir. Bağımsız
üretim yoluyla çok daha ucuza üretilebilecek yüzlerce
ilaç, patent anlaşmaları ya da doğrudan ithalat
nedeniyle aşırı tekel fiyatlarıyla piyasaya girerken,
bir yandan her yıl milyarlarca dolar bu kara deliğe
akıp gitmekte, diğer yandan ise her gün daha çok
vahşileşen ekonomik sistemin yoksulluğa ittiği
insanlar sağlıksız bir yaşantıya itilmektedir.
Daha da vahimi, bu sistemin artık alternatifsiz
bir işleyişmiş gibi kitlelere sunulması ve emekçiler
arasında da bu fikrin yayılmasıdır. Yani sorunun
esas yükünü çeken emekçiler “parasız-eşit sağlık
hizmeti” düşüncesine büyük sempatiyle bakmakla
birlikte, bugünkü oturmuş sistemin değişebileceği
umuduna yabancılaşmış durumdadırlar. Yazımızın
başında belirttiğimiz gibi ilaç sanayiin gizemli
ve spekülatif havasının da etkisiyle ilaç üretimi
olağanüstü güçlüklere sahip bir işmiş gibi görülmekte,
sektörün tamamen kamulaştırılması ve emperyalist
zincirin dışına çıkarılmasının mümkün olmadığı,
böyle bir şey yapıldığında ilaçsız kalınacağı
sanılmaktadır. Oysa bu tamamen gerçekdışıdır.
Her şeyden önce sorun, bir toplumsal-siyasal sistemin
öncelikler sıralamasıyla ilgilidir. Küba örneğinde
çok yetkin biçimde görüldüğü gibi, küçük bir ülke
bile, yüzünü insana, emekçilere dönen bir yaklaşımla
işe başladığında bütün dünyaya örnek bir sağlık
sistemi yaratabilmekte ve üstelik hiçbir anlaşmayla
kendini bağlamaksızın hastaların ihtiyacı olan
bütün ilaçları kendi bünyesinde üretebilmektedir.
Kaldı ki böyle bir yaklaşım zaten koruyucu sağlık
hizmetlerine, aşılamaya ve ilk adım sağlık sistemine
ağırlık verdiği için gereksiz ilaç tüketimini
de azaltabilmektedir.
Bütün bunların mali kaynaklar bakımından mümkün
olmadığı iddiası ise, çoğu kez emekçilerin de
kendini kaptırdığı yanlış bir düşüncedir. Oysa
emperyalistler ve işbirlikçilerinin asalak düzeni
yıkıldığı anda ortaya çıkacak ekonomik potansiyel,
Türkiye’nin sağlık sistemini birkaç kez finanse
edecek kadar büyüktür. Kaldı ki, bugünkü durumda
bile, sadece özelleştirme ve banka batıklarına
akan milyarlarca dolar düşünüldüğünde, mevcut
sistemin ne kadar büyük potansiyelleri ne kadar
acımasızca hortumladığı anlaşılır. Devasa bir
ilaç üretim sistemi kurabilecek büyüklükte kaynaklar,
böylece spekülasyon alanlarına akmakta ve yalnızca
yoksulların kan emicisi olan büyük şirketlerin
kasaları dolmaktadır.
Emperyalizme bağımlılık biçimlerinin tümüne son
vererek, bütün kaynakları halkın hizmetine sokacak
olan anti-emperyalist anti-oligarşik devrim, daha
ilk günden uluslararası tekeller ve finans kurumlarıyla
yapılmış siyasi-ekonomik-askeri bütün anlaşmaları
geçersiz sayacak, kitlelerin ihtiyacı olan ürünlerin
(ilaç dahil) üretimi konusunda hiçbir sınır, koşul
ve anlaşma kabul etmeyecektir. İlk adım sağlık
kurumlarından ve aile hekimliğinden başlayarak
halk için sağlık ilkesini hayata geçirirken araştırma-geliştirme
çalışmalarına da en büyük kaynakları ayıracak
olan devrim, her şeyden önce insan sağlığının
bir ticari faaliyet olarak ele alınmasına son
verecek, nihai olarak da her bireyin sağlığının
tamamen güvence altında olmasını toplumun doğal
kuralı haline getirecektir.
Bütün bunların yapılması için yetişmiş eleman
olmadığı itirazı ise itirazların en saçma olanıdır.
Binlerce sağlık emekçisiyle, enerji ve kapasitelerini
kapitalist şirketler için harcayan yüzlerce nitelikli
uzmanıyla Türkiye, yepyeni bir sağlık sistemini
kuracak yetenektedir. Anti-emperyalist anti-oligarşik
devrim, bu potansiyelin önünü açarak sistemi sağlık
emekçilerinin eline teslim ettiğinde bile ulaşmak
istediği hedeflerin yarısına zaten ulaşmış olacaktır.
Dolayısıyla anti-emperyalist anti-oligarşik devrimin
programı, gerçekleştirilmesi imkânsız vaatlerin
ardarda sıralandığı bir burjuva partisinin programı
değildir. O, açık ve basit bir biçimde bu ülkenin
son derece zengin kaynaklarını, insan ve bilgi
potansiyelini harekete geçirmeyi içerir. Ve asıl
önemlisi, devrim, bütün kaynakları ve potansiyelleri
hiçbir emperyalist bağımlılık içinde olmaksızın
emekçilerin ihtiyaçlarına yönlendirir.
“Parasız-Eşit Sağlık ve Eğitim” sloganı, işte
bu yüzden hiç de boş bir söz değildir. Bugün tekeller
tarafından kilitli tutulan kaynaklarla tamamen
yararsız spekülasyon alanlarında dönüp duran potansiyeller
bile bir araya getirildiğinde, şu anda insanları
hastane ve eczane kapılarında süründüren sistem
sona erdirilebilir, sağlık alanının bütün ihtiyaçları
bağımsız üretimle karşılanabilir.
Devrimci sosyalizmin nihai hedefi ise Türkiye’de
olduğu gibi bütün dünyada da insan hayatını ticaret
konusu yapan ahlak ve insanlık dışı sistemin tümüyle
yok edilmesidir.
|