Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

Epeydir berber dükkanlarının ve belediye otobüslerinin en favori muhabbeti Avrupa Birliği... Birinin ayakları koksa, caddede yağmur suları birikse, yeni alınan ayakkabının dikişleri atsa, lafın dönüp dolaşıp geleceği yer belli: “Almazlar bizi kardeşim, niye alsınlar ki!” Türlü türlü akıl fikir gezinip duruyor ortalıkta. Kimisi bunun bir dinsel sorun olduğunu düşünüyor, kimisi “ev ödevlerimizi” iyi yapamadığımızı; kimisi de kırbacı kendi düşkünlüğümüze, “millet olarak üçkağıtçı” oluşumuza indiriyor, vb. vb. Bazen “kim oluyor bunlar” öfkeleri yükseliyor, bazen komplo teorileri birbirini kovalıyor, bazense şu eski “taşı toprağı altın” edebiyatının yeni versiyonu olarak “kapılar açılsa da bu lanet ülkeden çekip gitsek” umutsuzluğu yansıyor konuşmalara.
Arada bir de tam işler biraz düzelmişken her şey karışıyor, ekşi bir hava ortama hakim oluyor. Termometre gibi, bir gün iniyor bir gün yükseliyor. Birdenbire “zina” diye bir mesele çıkıyor örneğin, onca yıldır erkeklerin ateşli ve delici-kesici silahlar yoluyla hallettiği işi AKP bir devlet düzenine bağlamak istiyor. İstiyor mu istemiyor mu o da belli değil ama ortalık birbirine giriyor, aynı yasanın arkasından getirilmek istenilen vahşi bir İnfaz Yasası unutulup, “demokrasi” umutlarının (!) böylece suya düşmesi tartışılıyor! Sonra birden Başbakan Amerikan dergilerinin kapağını süslüyor, ödül törenlerine davet ediliyor ve yeniden “büyük taktisyen” sıfatıyla anılıyor, vb. vb.... İşin başındanberi bu konuda düşüncesi belli olan sosyalistler dışında kalan cephe karmakarışık. Herkes bir kızgın, bir sevinçli, bir kuşkulu... Kemalistler, kadın örgütleri, Avrupa komiserleri, AB taşeronu solcular, “piyasalar”, bankacılar, tekel medyası, vb. vb... Bir gün önce “bir çuval incir”le başlayan ünlü halk deyimi herkesin ağzına sakız olurken sonra işler yumuşuyor, yine umutlar artıyor.
Kızıyorlar, seviniyorlar, kuşkulanıyorlar; çünkü “demokrasi”nin başka türlü gelmeyeceği artık bütün bu kesimlerde yaygın bir görüş halinde. En liberal köşe yazarlarında bile ara sıra “küstah Avrupalı” diye başlayan yiğitlenmelere rastlanıyor ama kimse de pişmiş aşa su katmak istemiyor.
Tanzimat zamanlarının ünlü “pabuççu muştası” benzetmesi bu kesimler için hâlâ geçerli. O zamanlar “Bir memlekette iki kuvvet olur” diyormuş Fuat Paşa; “Biri yukarıdan gelir biri de aşağıdan. Bizde, yukarıda despot bir padişah var, aşağıda ise sessiz, kaderine razı bir halk. O zaman bize mutlaka pabuççu muştası gibi yandan etki yapacak bir kuvvet gerekir ki, bu da yabancı elçiliklerdir.”
Aradan yüz yıldan fazla zaman geçse de “ıslahat-reform” ya da “demokrasi” dendiğinde, bu adamlar asla aşağıya, ezilen sınıfların dünyasına bakmıyorlar. Bu şekilsiz topluluk içersinde yer alan herkesin “ilerleme” ve “demokrasi”den anladığı elbette başka başka şeyler. Ama en “solcu”ları ve en “özgürlükçü”leri bile gözlerini elçiliklerden bir an olsun ayırmıyorlar. Hatta artık elçilikler de değil, AB komiserleri var, onların raporları var, “müzakere” tarihleri var...
Bekliyorlar... Bir zamanlar, eski cumhurbaşkanı Celal Bayar, iyice bunadığı yıllarda, “bu kış memlekete komünizm gelecek” diye tuttururdu; oysa her kış Balkanlardan soğuk hava dalgasından başka bir şey gelmezdi. Şimdilerde “bu kış demokrasi gelecek” diye umutla bekleniyor. Gelmiyor... Gelse, hepsini kurtaracak. Üstelik yalnızca bu yakadakileri değil, Fırat’ın öte yanındakileri de kurtaracak. Özel timciler, Jitemciler, kelle avcıları “pişmanlık yasası”ndan yararlanarak evlerinin köşesinde bakkal dükkanı açıp yeni mütavazı hayatlarına başlayacaklar, gerillalar çifte çubuğa karışıp patates soğan yetiştirecekler, “ekolojik-demokratik toplum” projesi bütün yetkinliğiyle ortaya çıkıp hâlâ eski moda teorilerde ısrar edenlere örnek olacak... Bu yaka ise zaten düzelecek; ona ne şüphe! “Emeğin Avrupası” şurada, Meriç’in üç adım ötesinde kollarını açmış bekliyor. Uyku tulumlarımızı alıp eylem eylem gezeceğiz. Varsın varoşları ve tekstil atölyelerini “ilkel solcular” örgütlesin! Bu arada zaten her zaman “münferit” olan işkence sorunu çözülecek, isteyen istediğini yazıp çizecek, düzen-dışı sol da iyice tecrit olup sürüden ayrılacak, ki kurtlar artık kendi işini kendi bilir!
Bekliyorlar... Bu arada Devlet İstatistik Enstitüsü’nün ILO standartlarına göre yaptığı hesaplamalarında görünen %12.4 işsizlik oranının yanlış olduğu uzmanlar tarafından söyleniyor. Gerçekte, çeşitli nedenlerle daha önce çalıştığı işinden uzaklaştırılmış ve işine geri çağrılmayı beklediği için başka bir iş aramayan ile bölgede iş bulunmadığına inandığı için iş aramamakla birlikte istendiğinde işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişileri de kattığımızda oran %22’yi buluyor.
Yani DİE’nin de kullandığı yöntem, aslında işsiz olanlarin büyük bir bölümünü iş gücü dışına çıkardığı için işsizlik oranını gerçekte yaşandığından çok daha düşük bir noktaya çekiyor.
Bir de “atıl işgücü” var. Yani herhangi bir anketin yapıldığı dönemde ekonomik nedenlerle, 40 saatten daha az süre çalışıp, mevcut işinde ya da ikinci bir işte daha fazla süre çalışmaya uygun olan kişilerle, mevcut işinde elde ettiği gelirin azlığı ya da kendi mesleğinde istihdam edilmemesi gibi nedenlerle mevcut işini değiştirmek istediğini ya da ikinci bir iş aradığını bildiren kişiler DİE yönteminde “normal çalışanlar” gibi görünüyor. Oysa bunlar da dahil edildiğinde toplam atıl işgücü oranı yüzde 26’ya kadar yükseliyor. Milyonlarca insan, basit rakam oyunlarıyla “mutlu” ediliyor; yani milyonlarca insanın yaşama ve üretme isteğinin karşılığı yok, onların hünerli elleri çürümeye terkedilmiş. Üstelik şu anda Türkiye’de 11.1 milyon kişi, bir başka deyişle toplam çalışanların yüzde 52’si kayıt dışında ve bunların %13’ü yevmiyeli. Yani bu insanların bir sistem içine girmesi için sözgelimi temizlikçi bir kadının işvereninin ya da amele pazarından kelle seçen müteahhidin prim ödemesi gerekiyor!
Bu durum insana son zamanlarda “hava durumu” programlarında kullanılmaya başlanılan bir kavramı hatırlatıyor: “Hissedilen sıcaklık” Yani bir “sıcaklık” var, bir de “hissedilen sıcaklık” var; ikisi aynı şey değil. Aslında bunun ekonomik-toplumsal hayatta da bir karşılığı var: Yani örneğin IMF temsilcisi Rıza Mogdaham ile Maliye Bakanı Babacan, hastanın başında durmuş aralarında konuşurlarken “iyi iyi” diyorlar, “bütün göstergeler iyi. Bu istikrarı sürdürürse daha da iyileşecek.” Çevrelerindeki uzmanlar, gazeteciler ve diğer çanak yalayıcılar da başlarını olumlu olumlu sallıyorlar. Fakat bu arada hasta acılar içinde kıvranarak ters ters bakıyor. Tablo böyle...
Tablo böyle, çünkü Marks’ın icat etmediği ama yerine oturttuğu bir kavram var: Sınıf! Ayrı sınıflar ve onların temsilcileri, aynı tablonun verilerine baktıklarında, başka başka şeyler görüyorlar. Daha da önemlisi, emekçi sınıflar, bu verileri rakamlardan değil kendi evlerindeki yoksulluk üzerinden izliyorlar, bizzat yaşıyorlar. Ve onlar, hiçbir hava durumu programında sözü edilmeyen “giysilerin kalınlığına göre hissedilen sıcaklık”, “kömür fiyatlarının yüksekliğine göre hissedilen sıcaklık” gibi başka kategorilerin de bulunduğunu biliyorlar.
Ama ufukları daraltılmış... Bu yüzden olsa gerek, sendikalar arada sırada “yoksulluk sınırı” rakamlarını açıkladığında, kafalar karışıyor. Örneğin 700 milyon diye bir rakam açıklanmışsa, aylardır işsiz gezen sıradan bir emekçinin gözleri parlıyor; “ne var ki bunda” diyor, “700 milyona takla ata ata çalışırım ben!” Çünkü yoksulluk ufuk daraltıyor; mümkün olan en alt seviyedeki rakamlarla karın doyurulduğunda, “yoksul olmama” halinin aslında yeterli konut, dengeli beslenme, iyi bir eğitim ve sağlık hizmeti alma, kültürden yararlanma anlamına da geldiği bir kenara konulabiliyor. Önce en acil olan! İnsanlar böyle düşünüyor. Eğitim, sağlık, konut gibi şeylerin insanın doğumla birlikte kazandığı “insan hakları” olduğu çok sonra akla geliyor. 90’ların başında Bulgaristan’dan gelen göçmenleri yerleştirmekle görevli olan ANAP’lı bir bakan, TV’de şöyle yakınıyordu: “Soydaşlarımızla çok iyi anlaşıyoruz ama onlara devletin insanlara konut vermek zorunda olmadığını, burada serbest bir ekonomi içinde yaşadığımızı anlatmakta zorlanıyoruz.” Bakan hakikaten zorlanıyordu, çünkü o insanlar normal yaşam standartları konusunda farklı bir bakış açısına sahiplerdi.
Böyle bir bakış açısından uzaklaşıp yeni-sömürge Türkiye’nin gerçeğine geldiğimizde ise her şey değişiyor. “İşler iyiye gidiyor” denildiğinde bu yoksulluğun artışı anlamına geliyor, “programdan sapmadan yürüyoruz” denildiğinde ise bu daha fazla işsizlik anlamına geliyor, “reform” denilince Dünya Bankası’nın yine bir şeyler yumurtladığını, “devrim gibi program” denildiğinde ise ayağımızdaki pabucu da kaybedeceğimiz bir felaketin kapıda olduğunu anlıyoruz.
Ve bütün bunlar olup biterken, bekleniyor... Demokrasi gelecek...
Ama yüzlerce kez kanıtlandığı gibi “demokrasi” dedikleri şey, nereden ve nasıl ithal edilirse edilsin, yeni-sömürgeci ekonomik-toplumsal düzenin alt sınıflara verebilecekleriyle ilgilidir.
Yani sen, Sümerbank işçilerinin istediğini yapamıyorsan, onları kandırmaya çalışırsın; ama kandırmak için de ekonomik araçlara ihtiyacın vardır, onlardan da yoksunsan belki “demokratik haklarını” kullanıp yorulsunlar ve evlerine gitsinler diye bırakırsın. Ama ısrar ederlerse eğer, bu kez onların “yorulmalarına” sopayla yardımcı olman gerekir. Süreç böyle işler.
Ve sopa dedikleri şey, sanıldığı gibi yalnızca “baskıcı bir devlet geleneğinin mirası” değildir. Osmanlı’dan bu yana gelen bir zulüm geleneğinin olduğu kesindir ama hepsi o kadar; sol liberallerin dediği gibi AB baskısıyla bu eski gelenek bir çözülürse harikalar diyarına ulaşılmayacak. Çünkü baskı ve zulüm, devralınan tarihsel miras ne olursa olsun, esas olarak yeni-sömürge düzeninin, özel olarak da neoliberalizmin tam içindedir, onun yapısal bir unsurudur. Kimse bugünkü vahşi kapitalist düzeni şiddet olmadan sürdüremez. Kırk-elli kişilik bir çorap fabrikasında basın açıklaması yapmak istediğinde bile etrafını çevirip alır götürürler.
Belki gözünü Avrupa’ya dikmiş olan bazıları unutmuş olabilir, bu ülkede “Sömürge Tipi Faşizm” kavramı boşuna üretilmedi. Faşizmin oligarşik yapılanmanın bünyesinde içerilmiş bir şey olduğu bir tez olarak ortaya atılmış da sağlaması yapılmamış bir şey değildir; tersine son otuz yılda olup bitenler bu tezi binlerce kez kanıtladı. Bir zamanlar, 1970’lerde devrimci sosyalistler, reformist çevrelerde atılan “Faşizme Geçit Yok” sloganına karşı çıkarlarken, “No Pasaran”dan esinlenen bu sloganın faşizmi, “dışta olan ama içeri girmek isteyen” bir şey olarak gördüğünü, yani meseleyi sanki bir “burjuva demokrasisi” dıştan faşist istilaya uğruyormuş gibi koyduğunu, oysa faşizmin zaten geride, içerde, mevcut düzenin yapısında ve her hücresinde olduğunu belirtirlerdi.
Bugün, 2000’lerdeyiz ve durum esasta değişmiş değil. Denemek isteyen varsa, düzen-içi mücadele biçimlerinin bir milim dışına çıkar ve somut gerçekle karşılaşır. Kımıldamazsan, zincirlerini hissetmezsin! Mesele bu ölçüde basittir.
Mesele basit ve açıktır: Şimdiye dek hiçbir yeni-sömürge insanı emperyalizm ve demokrasinin yanyana durduğuna tanık olmadı. Şimdiye dek hiçbir yeni-sömürgede emperyalizm kovulup işbirlikçi oligarşi paramparça edilmeden demokrasiye ulaşılamadı. Şimdiye dek hiçbir yeni-sömürgede sosyalizm hedefini içermeyen bir demokrasi hareketinin başarısına rastlanılamadı. Ve elbette, şimdiye dek herhangi bir ezilen ulusun emperyalistlerin himayesiyle baskı ve zulümden kurtulduğu görülmedi.
Demokrasi, bir devrim sorunudur. Ama hepsi bu kadar değil. 2000’lerin vahşi neoliberal düzeninde, ekmek de öyle, kitap da öyle, sağlık da özgürlük de öyle... Yaygın demagojinin tam tersine, birazcık insan gibi yaşamak için gerekli olan her şey, artık düne göre çok daha fazla devrime bağlanmış durumdadır.
Umutlarını yitirmiş olanlar, beklemeyi sürdürebilirler. Esasında orada durdukları sürece zaten “demokrasi”ye de pek fazla ihtiyaçları olmayacaktır. Gerçekten demokrasiyi isteyenler, demokrasiye ekmek gibi su gibi ihtiyaç duyanlar ise, onu kendi elleriyle yaratmasını bileceklerdir.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul