ABD Emperyalizmi, Yeni NATO ve BOP İlişkisi
BOP tümüyle ABD emperyalizminin dünya hegemonyası
planlarının temel unsurlarından biri olarak üretildi.
Peki, bu noktada batıda bulunan tüm emperyalistlerin
ve çeper yeni-sömürgelerin üye olduğu NATO’ya
BOP’da önemli roller biçilmeye başlanması ne anlam
taşımaktadır?
Bu noktada inisiyatif yine ABD emperyalizminde
bulunuyor. ABD emperyalizmi yeni tarihsel süreçte
dünya hegemonyasını korumak, buna genişlik ve
derinlik kazandırmak için kendi güçlerini tam
kapasiteyle cepheye sürerken, aynı zamanda üç
nokta üzerinde yoğunlaşıyor;
- Dünya çapında geliştirdiği egemenlik sistemi
projelerine ve bunlar için gerçekleştirdiği politik,
askeri, kültürel, moral saldırılara tüm insanlık
nezdinde meşruluk zemini kazandırmak,
- Dünya kapitalist sisteminin başat gücü olarak
diğer emperyalist güçleri kendi politikaları ve
pratik girişimleri ekseninde siyasal, ekonomik
ve askeri açıdan saflaştırmak,
- İkinci nokta ile bağlantılı olarak, 1945’ten
günümüze değin getirdiği ittifak ilişkilerini,
özellikle de NATO’yu, yeni koşullarda da korumak,
yeni projelere uygun olarak işlevlendirmek.
İşte NATO’ya, BOP’da, daha da ötesi tüm Avrasya’yı
içine alan tüm dış coğrafyalarda işlev yüklemek,
tam da bu noktada anlam taşıyor.
NATO emperyalistler arası ittifak ilişkileri bağlamında
oldukça özel bir yere sahiptir. ABD emperyalizmi,
1945 sonrasında -tarihte ilk kez- dünya kapitalist
sistemini tek başına düzenleme gücüne sahip olan
devlet oldu. NATO, 1945 sonrası tarihsel koşulların
ürünü olarak 1949’da kuruldu. Batı yarıküredeki
tüm emperyalist ülkeler (Kuzey Amerika’da ABD
ve Kanada, Avrupa’da bir-iki istisna dışında tüm
emperyalist devletler, Yunanistan ve Türkiye bağlamında
önemli iki yeni-sömürge...) emperyalist bir savaş
aygıtı olan (güçlü bir siyasi yapısı da bulunan)
NATO içinde birleştirildi. Doğu yarıküredeki en
önemli ittifak ilişkisi olan Japonya’yı askeri
ve siyasi alanda ABD’nin sadık izleyicisi haline
getiren şey ise, Japonya-ABD güvenlik ve işbirliği
anlaşmasıydı. Tabii, ABD emperyalizmi ile yeni-sömürgeler
arasında, ya da ABD emperyalizminin önderliğinde
çeşitli emperyalistlerin ve yeni-sömürgelerin
katıldığı bir dizi ittifak ilişkisi ve kurumlaşması
da (CENTO, ASEAN, SEATO, vb.) yaratıldı. Ancak
yapılan ittifak düzenlemelerinin en önemlisi,
en merkezi olanı NATO’da cisimleşen ittifak ilişkisiydi.
NATO, emperyalist-kapitalist sistemin baş düşmanı
olan ve büyük bir siyasal, askeri, ekonomik, kültürel
sisteme dönüşmüş bulunan sosyalist blok karşısında,
ABD öncülüğünde topyekün savaşı örgütlemekle görevli
savaş örgütüydü. NATO’nun görev alanı esas olarak
üye devletlerin bulunduğu bölge (Atlantik bölgesi)
olarak saptanmıştı. Bu noktada, nükleer silahların
kullanılması durumunda savaşın tüm dünya çapına
yayılacağı, kara ve hava savaşlarının ise esas
olarak Avrupa’da gerçekleşeceği öngörülmekteydi.
Yani NATO, merkezi Avrupa olan bir savaş stratejisi
üzerinden biçimlenmişti. Böylesi bir savaş durumunda
pratik olarak diğer üyelerin ABD topraklarında
herhangi bir işlevi olmayacağı, esas olarak ABD’nin
Avrupa’da savaşacağı açıktı. Bu bağlamda, NATO
esas olarak, Avrupa’daki diğer emperyalist güçlerin
ordularını, olası bir savaşta ABD’ye bağlayan,
onunla eşgüdümünü sağlayan, buna uygun bir siyasal
ve askeri zemin yaratan bir kurumdu. NATO salt
ABD değildi, ama beyni, ruhu ve gücü ABD’ydi,
ya da NATO’cuların deyişiyle “NATO, ABD demek
değildir, fakat ABD’siz NATO olmaz”.
İşte bu NATO, 1990’ların başında kuruluş gerekçesi
olan reel sosyalist ülkelerin çöküşü ile birlikte
gereksiz hale geldi. Diğer emperyalist ülkelerin
dünya kapitalist sisteminin işleyişinde daha çok
söz sahibi olmak istemeleri ve ABD merkezli politikalardan
uzaklaşma eğilimleriyle bağlantılı olarak, NATO’nun
rolü, hatta varlığı tartışmalı hale geldi. ABD
ise NATO’nun bir biçimde devamını istemekteydi.
Tam bu noktada, Balkanlarda Yugoslavya’nın başta
Alman emperyalizminin marifetiyle parçalanma sürecine
girmesiyle, özellikle Bosna-Hersek’de başlayan
trajediler zinciri, NATO’nun rolü ve gerekliliği
konusunda tartışmaların bir nebze de olsa büyümesini
engelledi. Yugoslavya’daki çatışmalı sürecin başlamasında
baş provakatör olarak rol oynayan Avrupalı emperyalistler
çatışmalar büyüdüğünde alana doğrudan müdahale
edecek güce henüz sahip olmadıklarını gördüler.
Çalınan kapı ABD’ydi ve ABD, NATO’nun olanaklarını
da kullanarak Balkanlara müdahale etti. NATO’ya
iş bulunmuştu.
ABD emperyalizmi Avrupalı emperyalist güçlerin
bağımsız askeri girişimlerini, kurumlaşmalarını
engellemek, yeni koşullarda ortaya çıkan yeni
tehditlerin bertaraf edilmesine diğer emperyalistleri
katarak yüklerini hafifletmek ve ilişkilerini
sağlamlaştırmak için 1990’lı yıllar boyunca NATO’yu
yeni koşullara uyarlayan pek çok girişimde bulundu.
NATO’nun tehdit değerlendirmeleri, görevleri,
kurumsal yapısı vb. pek çok noktada değiştirildi.*
ABD bu konularda başarılar elde etti. Ancak NATO’nun
görev sahası esas olarak değişmedi. Oluşan yeni
tehditlere karşı NATO, eski coğrafyasında, yani
üye devletler ve bir ölçüde çeper alanlarda faaliyet
gösterecekti.
İşte 11 Eylül saldırıları, tüm politik, askeri
alanlarda olduğu gibi, emperyalist sistemin güvenliğinde
NATO’nun rolü ve konumlanışına ilişkin yaklaşımlarda
da tam bir dönüm noktası oldu.
11 Eylül saldırılarının hemen ardından, ABD emperyalizmi
NATO’ya başvurarak, NATO anlaşmasının 5. maddesinin
(bir ittifak üyesinin saldırıya uğraması durumunda
onun savunmasına diğer üyelerin katılımını düzenleyen
madde) işletilmesini istedi. NATO, tarihi boyunca
ilk kez yapılan böyle bir talebi kabul etti. Çeşitli
ülkelerden NATO birlikleri, ABD emperyalizmi ile
birlikte Afganistan’ı işgale girişti. Böylece
NATO ilk kez görev sahasının dışına çıkmış oldu.
Fakat bu bir yanıyla bir istisna olarak ele alınabilirdi.
Ancak böyle kalmadı ve son İstanbul zirvesiyle
de istisna olmaktan çıkarıldı ve daha ötesi NATO
yeni bir yapıya dönüştürüldü.
İstanbul zirvesiyle, ABD emperyalizminin dünya
hegemonyasını koruma ve geliştirme, diğer emperyalist
güçlerin ise kendi konumlarını güçlendirme ve
giderek başat güç olmalarını sağlayacak zeminler
yaratma yönünde 15 yıldır süren hamlelerinin,
mücadelelerinin bir parçası olarak NATO, yeni
bir kulvara girdi. NATO, 1990’lı yıllar boyunca
yenilenen görev tanımlamalarıyla, görev alanıyla,
komuta ve askeri yapısına ilişkin yeni perspektiflerle
geçirdiği önemli değişimlerin ardından, Haziran
2004 İstanbul zirvesiyle tamamen yeni bir yapıya
kavuşma yolunda temel adımları attı. Eski NATO
tarihe gömüldü, yeni NATO ise henüz yeni doğuyor...
Yeni NATO, yeni tarihsel sürecin yeni çelişkilerinin
ürünüdür. Ve esas olarak ABD emperyalizminin çıkarları
doğrultusunda geliştirilmektedir.
Yeni NATO’nun yeni misyonu, ABD emperyalizminin
tehdit değerlendirmeleri temelinde belirlenmiştir;
terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, serseri
devletler, yasadışı göç ve insan kaçakçılığı,
bölgesel krizlerin yayılması, devletlerin çökmesi,
vb.’lerinin engellenmesi... Bu görevler esas olarak
ABD ulusal güvenlik belgelerinden doğrudan aktarılmıştır.
Kısacası, ABD emperyalizmi NATO’yu, dünya kapitalist
sisteminde ortaya çıkan ve esas olarak yeni-sömürgelerden
kaynaklanan direniş ve bunalım dinamiklerine karşı
açık zor yöntemleriyle savaşma aracına dönüştürmek
istemektedir. Sömürgeleştirme ve sistemi bütünleştirmede
NATO, ABD emperyalizminin dünya çapında yürüttüğü
operasyonları bütünleyen bir araç olarak ele alınmaktadır.
Yeni NATO’nun bu görevleri aktif bir saldırganlıkla
yerine getirmesi hedeflenmektedir. Askeri konsepti
de buna uygun olarak ABD emperyalizminin ‘önleyici
müdahale’ yaklaşımını esas almaktadır. Caydırıcılık
ya da saldırıya karşı koyma değil, dinamik, aktif
risklerin yanı sıra potansiyel risklere karşıda
ani müdahale ve saldırganlığı esas olan bir askeri
konsept söz konusudur. Böylece riskli olarak tanımlanacak
her direniş eğiliminin henüz eylemli bir tutumu
olmasa da yok edilmesi hedeflenmektedir.
Yeni NATO için görevlerinin niteliğine uygun bir
kuvvet ve komuta yapısı öngörülüyor. Sistemin
işleyişini tehdit eden direniş güçlerinin ve diğer
tehditleri ortaya çıkaran yapıların geçmişteki
gibi belirli bir devlet ve onun düzenli orduları
olmaktan çok esas olarak düzensiz ya da asimetrik
denilen bir yapıya ve savaş düzenine sahip olmaları,
buna karşı savaşacak NATO’nun da eski örgütsel
düzeyini ve savaş tekniklerini ve vuruş tarzını
değiştirmesini beraberinde getiriyor. Esnek bir
örgütlenme tarzına ve hızla karar alabilen bir
komuta yapısına sahip olan, küçük bir askeri yapı
hedefleniyor. Bu yapının küçümsenemeyecek bir
bölümünün (yüzde 40’nın) dünyanın herhangi bir
yerinde emperyalist sistemi tehdit eden bir gücün
veya durumun ortaya çıkması durumunda, çok kısa
bir zaman dilimi içinde derhal sorunlu bölgeye
yığılması ve vurucu güçlerin ise derhal operasyonu
başlatması hedefleniyor. Operasyonları yürütmek
üzere çok uluslu birleşik görev kuvvetlerinin
kurulması düşünülmektedir. Bu bağlamda kurulacak
güçlerden biri olan NATO Ani Tepki Gücünün bölgesel
bunalımların bastırılması amacıyla kurulması planlanıyor.
2006 yılında bu güç operasyonel olacak ve bir
müdahale bölgesine 22 bin kişilik bir güçle 5
gün içinde ulaşılması ve olayın bastırması hedefleniyor.
Ayrıca tüm NATO ordularının bu yaklaşım temelinde
yeniden organize edilmesi, tek tek NATO ülkelerinde
ve dünyanın her yerinde (özellikle de Ortadoğu’da)
çok büyük bir istihbarat ağının oluşturulması,
yeni konsepte uyum sağlamak için yeni ve çok büyük
askeri harcamaların yapılması gündemdedir.
Yeni NATO’nun görev alanı ise tehditlerin başlıca
kaynağı olarak ele alınan başta Ortadoğu ve Kuzey
Afrika olmak üzere tehditlerin ortaya çıktığı
heryerdir. NATO artık ana görev coğrafyası Kuzey
Amerika ve Avrupa olan bir Atlantik örgütü olmaktan
çıkarılarak dünyanın her yerine emperyalist saldırganlığı
taşıyacak bir savaş örgütü olarak dizayn edilecektir.
Sınırlandırılmamış bir görev coğrafyası söz konusudur.
Merkezi yoğunlaşma noktası ise Avrupa’dan Ortadoğu
ve Akdenize kaydırılmaktadır. Emperyalist paylaşım
mücadelesinin ve emperyalist sisteme yönelen direniş
eylemlerinin, yani ‘güvenlik’ sorunlarının arenası
olan coğrafya, NATO’nun hedef coğrafyası oluyor.
Nasıl ki, bütün bir 1945-90 dönemi boyunca NATO
ile Atlantik bölgesi adeta özdeş idiyse, bugün
de NATO’cu saldırganlıkla Ortadoğu bölgesi özdeş
hale getirilmeye çalışılıyor. Böylece aslında
BOP ile yeni NATO iç içe geçiyor.
İstanbul zirvesi böyle bir NATO’nun yaratılması
yolunda temel dönüşümlerin karar altına alındığı
bir dönüm noktasıdır. Hiç kuşkusuz, yukarıda ortaya
koyduğumuz yeni NATO konsepti esas itibariyle
ABD emperyalizminin dayatmalarının, ısrarının
ürünüdür.
Bu noktada, askeri gücü itibariyle diğer tüm emperyalist
ülkelerin toplamından misliyle güçlü olan ve siyasi
ve askeri alanlarda tek yanlı davranmayı esas
alan ABD emperyalizminin NATO’nun yeni roller
üstlenerek devamı noktasında ki ısrarı neden kaynaklanıyor?
sorusu önem kazanmaktadır.
Herşeyden önce, şu noktanın altını çizmek gerekiyor;
ABD emperyalizminin dünya çapında yürüttüğü yeniden
sömürgeleştirme, direnişleri ezme operasyonlarını,
hegemonyasını korumaya dönük hiçbir askeri ya
da siyasi müdahaleyi tümden ya da ağırlıklı olarak
NATO’ya bırakma gibi bir niyeti kesinlikle bulunmuyor.
ABD’nin dünya hegemonyası planlarında NATO’ya
verilen asıl rol yardımcı/destek rolüdür. ABD
bu yoldan NATO içindeki diğer emperyalist güçlerin
(AB’li emperyalistler, Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki
yeni-sömürgeler ve Türkiye) kendi yanında yer
almasını sağlamak istemektedir. NATO’nun ABD emperyalizminin
geliştirdiği projelerde yer almasıyla, bu projelerin
daha yaygın bir meşruluk zemini kazanması hedeflenirken,
diğer emperyalist güçlere de dünyanın paylaşımından
dışlanmayacakları, küçük de olsa kazanımlar elde
edebilecekleri gösterilmek istenmektedir.
ABD emperyalizmi dünya çapında gerçekleştireceği
askeri saldırılarda Avrupalı emperyalistlerin
desteğini almakta giderek daha fazla zorlanacağını
açık biçimde görmektedir. Bu noktada, ABD emperyalizmi
askeri saldırıların gövdesini kendisinin oluşturacağının
bilincindedir. Saldırılar gerçekleştirilecek,
işgal tamamlanacak, tam bu noktadan itibaren saldırıların
ve işgallerin meşrulaştırılması, uluslararası
kamuoyunda asgari bir kabul görmesi için diğer
emperyalistler işgale NATO yoluyla dahil edilecek,
paydan kırıntılar verilecek... Tabii, bu arada
NATO’nun muazzam askeri ağı ve olanakları ABD’nin
yürüttüğü operasyonlar için kullanılacak. Bu olanaklar
üzerinden Avrasya, Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya,
Ortadoğu, Kuzey Afrika gibi, NATO üyelerinin çeperinde
bulunan ve dünya hegemonyası için kilit önem taşıyan
bölgelere hızla ulaşmak hedeflenecek... ABD emperyalizminin
öngörüsü budur. Bu plan Afganistan’da işlemiştir.
Bundan sonra da şu veya bu düzeyde işlemesi için
NATO’yu yeniden düzenlenmektedir. Ayrıca NATO
yoluyla diğer üye emperyalist güçlerin ve yeni-sömürgelerin
askeri yapısı kontrol edilmek istenmekte, bağımsız
askeri güç oluşturma projeleri (Avrupa Ordusu
vb.) gereksiz kılınmaya çalışılmaktadır. Sadece
bu değil, diğer emperyalistlerin BOP’a ve yeni
NATO konseptine angaje olmaları yoluyla, başta
Ortadoğu olmak üzere çatışmalı, stratejik alanlarda
bağımsız askeri ve siyasal inisiyatif geliştirmeleri
de engellenecektir.
Bu gelişmeleri kolaylaştırmak için Doğu Avrupa’da
siyasal ve askeri olarak ABD’nin etkisi altına
girmiş olan ülkelerin katılımı yoluyla NATO büyütülmüştür
ve daha da büyütülmesinin önü açık tutulmaktadır.
Böylece bir yandan NATO’daki ABD etkisi büyütülmüş
ve NATO yerine Avrupa Ordusu’nu geliştirmeyi düşünen
Almanya-Fransa ikilisine onlarsız da NATO’nun
yeni üyelerle devam edeceği mesajı verilmiştir.
Diğer yandan yeni katılan Doğu Avrupa ülkelerinin
denetimi ve sisteme eklemlenmeleri derinleştirilmiştir.
Öte yandan, NATO’daki dönüşümün, BOP’un işlemesinin
ve ABD’nin beklentilerinin yukarıdaki tarzda sorunsuz
ve tam olarak gerçekleşeceğini beklememek gerekir.
Başta Almanya ve Fransa olmak üzere, ABD karşısında
hegemonya savaşı yürüten güçler bu projeyi işlemez
hale getirmek, en azından kendi çıkarlarına en
çok hizmet edecek konuma getirmek için irili-ufaklı
pek çok girişimde bulunacaklardır. NATO’ya Irak’ta
rol verilmesi konusundaki ABD girişimleri karşısında
gösterdikleri direnç bunun ilk örneğidir.
NATO’nun İstanbul zirvesi ABD emperyalizminin
bu hesaplarının yeni NATO ve BOP projeleri temelinde
ortaya konulduğu ve AB’li emperyalistlerin bunun
karşısındaki duruşlarının netleştirildiği ve böylece
yeniden paylaşım mücadelesinin yeni bir sayfasının
açıldığı bir kurtlar sofrası olmuştur.
Peki, bütün bu projeler, yeniden yapılanmalar
vb. gerçekleştirilirken, üzerinde hesapların yapıldığı
Büyük Ortadoğu’daki gerçek durum nedir?
Irak, Filistin, Afganistan; ABD’nin, BOP’un,
NATO’nun Kara Delikleri
ABD emperyalizminin bugün devreye soktuğu politik
ve askeri projeler uzun yıllar boyunca hazırlanmış,
devreye sokulması için fırsat kollanmış projeler.
Yeni muhafazakarlar olarak tanımlanan, ABD emperyalizminin
en saldırgan kesimi, bu süreci Yeni Amerikan Yüzyılı
Projesi olarak uzun süredir hazırlıyor. Bush ekibinin
2000 yılında seçimi kazanması bu projenin gerçekleştirilmesi
için gereken ekibin yönetimi ele geçirmesi anlamını
taşıyordu. Ezilenlerin dizginsiz, kör öfkesi İslamcıların
elinde 2001 11 Eylül’ünde İkiz kulelerde patladığında,
Bush ve ekibi bir yandan şoku yaşarken, bir yandan
da bu saldırıyı projelerini bütünlüklü olarak
uygulama aracına dönüştürebileceklerini düşünmekteydiler.
Afganistan derhal işgal edildi. Dört bir koldan
Afganistan’a giren ABD birlikleri eski işbirlikçileri
Taliban’ı ve El Kaide’yi kısa sürede kent merkezlerinden
söktü. Yeni işbirlikçiler Kabil’de kukla hükümet
de denilemeyecek düzeyde iğreti biçimde yönetime
getirildi. 11 Eylül’ün henüz sıcaklığının yaşandığı
koşullarda, sınırlı bir demokratik kamuoyu dışında,
geniş kesimlerin Afganistan’ın işgaline ikna edilmesi
çok zor olmamıştı. Diğer emperyalist güçlerde
11 Eylül saldırısının yaşandığı koşullarda ABD’nin
karşısında olmaktansa, yanında olmayı ve kırıntı
düzeyinde de olsa pay koparmayı tercih etmişlerdi.
Başlangıçta Afganistan kolay bir lokma gibi görünmüştü...
Filistin yarım yüzyılı aşkın sürenin kangrenleşmiş
yarası... 11 Eylül atmosferinden yararlanarak,
suçlu konumuna düşürülmüş Arap kamuoyunu susturmak
ve İsrail’in Filistin üzerindeki basıncını arttırmak,
bu direniş mevzisini de düşürüp, etkisiz hale
getirmek, böylece Ortadoğu’daki Amerikan-İsrail
kıskacını daha sıkılaştırmak...
Ve asıl büyük hamle 2003’te Irak’ın işgaliydi.
Kitle imha silahları, El Kaide-Saddam bağlantısı,
vb. bir dizi iddia ile işgal gündemleştirildi.
Ancak 11 Eylül 2001’den 2003’e değin geçen sürede
atmosferde önemli değişimler söz konusuydu. Bush
ve ekibinin iddialarının gerçek dışılığı gün gibi
açıktı ve dünya kamuoyu bu kez işgalin karşısındaydı.
Daha da ötesi, Fransa-Almanya ekseni, Rusya, Çin
ve dünya kapitalist sisteminin irili-ufaklı birçok
aktörü Irak’ın işgaline karşıydı. 11 Eylül nedeniyle
Afganistan işgaline tamam denilmişti, ancak şimdi
durum farklıydı. Irak’ın işgalinde diğer emperyalistlerin
hiçbir çıkarı yoktu. ABD dünya petrol kaynakları
üzerinde tam hakimiyet kurarak, aslında kendilerini
kontrol altına almak istemekteydi. Diğer emperyalistlerin
bunu görmemesi mümkün değildi. Ve derhal aşağılık
bir ikiyüzlülükle uluslararası hukuktan, işgalin
yasadışı olacağından dem vurmaya başladılar. Buna
rağmen işgal gerçekleşti. Hem de başlangıçta kısa
süre süren zorlanmaların ardından gelen kısa ve
kolay bir ‘zafer’le...
Irak’ın işgali Ortadoğu’nun kalbine yerleşmek
anlamına geliyordu. Buradan Suriye, İran ve Sudan
vurulacak, Suudi Arabistan ve Mısır başta olmak
üzere işbirlikçi ülkelerde gerekli dönüşümler
gerçekleştirilecek, kısacası dünya hegemonyasının
kalbi olan Ortadoğu ABD çıkarları doğrultusunda
yeniden biçimlendirilme yoluna girecekti...
Daha da ötesi kazanılacak zaferle, ABD’nin askeri
üstünlüğünün aşılamaz, karşı konulamaz bir üstünlük
olduğu ortaya konacak, bu gücün protestolarla,
diplomatik engellemelerle durdurulamayacağı, çelik
bir iradeyle tek taraflı olarak her türlü saldırıyı
gerçekleştireceği gösterilecekti. Başta Almanya-Fransa
olmak üzere, işgale karşı çıkan, dünya çapında
alternatif bir egemen güç olma çabasındaki tüm
diğer emperyalistlere hadleri bildirilecek, durmaları
gereken sınırlar çizilecekti. Ortadoğu’da ise
-daha da ötesi tüm yeni-sömürgeler dünyasında-
işbirlikçi olsun, olmasın tüm devletlerin kayıtsız
şartsız olarak iradelerini ABD’ye teslim etmelerinin
yolu açılacaktı...
Fakat ‘zafer’ ABD emperyalizminin boğazında düğümlendi,
gerçektende tırnak içinde kaldı. Evet, Saddam
ve devleti yenilmişti, ekibinin önemli bölümü
sefil bir teslimiyet ve dağınıklık içinde parçalanıp
gitmişti. Ancak Irak’ın Arap halkı, yani Irak’ın
Arap topraklarının (Güney Kürdistan’ı ayrı tutuyoruz)
gerçek sahipleri vatanlarını emperyalistlere bırakmamakta
kararlı olduklarını göstermek için büyük bir direniş
örerek, işgal’in mümkün olduğunu, fakat bunun
zafer anlamına gelmediğini gösterdiler. İşgalin
üzerinden geçen 16-17 ayın ardından savaş bu kez
tam tersi bir rotaya dönmüş durumda... Direniş
ABD emperyalizminin işgalini meşrulaştırmada rol
oynayan tüm güçleri (BM, Kızılhaç, vb.) Irak topraklarından
söküp attı. ABD emperyalizminin yanında küçük
köpekler olarak işgale katılan kimi devletler
(Filipinler, El Salvador vb.) direniş karşısında
geri çekilmek zorunda kaldı. İşgalin üçüncü büyük
gücü İspanya kendi topraklarında karşı karşıya
kaldığı saldırılar sonucu geri çekilme kararı
aldı. ABD emperyalizmi ve oluşturduğu yerli kukla
birlikler pek çok kentte kontrolü tümüyle kaybetmiş
durumdalar. Direniş güçleri çok sayıda kenti,
kasabayı, yüzlerce-binlerce köyü doğrudan yönetiyor,
denetliyor. Başta Bağdat olmak üzere büyük kentlerin
ana caddeleri ve tamamen işgal güçleri tarafından
kullanılan semtleri dışında kalan geniş alanları
direniş güçleri tarafından kontrol ediliyor.
İşgal tam bir fiyaskoya dönüşüyor... Yeni Irak,
ulus inşası vb. söylemlerde büyük ve kanlı palavralara...
ABD emperyalizmi Irak’ta sağlam bir hareket zemini
yaratmaktan tümüyle uzaklaştığı gibi, herşeyi
yutan bir kara deliğin oluşmakta olduğunu görüyor.
Irak’ı terketmesi BOP’un, NATO’nun, dünya hegemonyasına
ilişkin tüm planlarının, senaryolarının sonu olur...
Ama giderek orada kalması da zorlaşıyor. Rumsfeld’in
son açıklamaları (Irak’da güvenliği sağlamak,
herşeyi yoluna koymak zorunda değiliz, türünden
açıklamalar) Irak’ın stratejik petrol bölgelerini
işgal edip, geri kalan alanları kaos içinde bırakmak
seçeneğinin de giderek gündemleştiğini ortaya
koyuyor. Yaratılacak iç savaş ortamıyla Irak kendi
kendini tüketip yoketmesi ve sonunda bir şekilde
teslimiyete zorlanması senaryosunun devreye sokulması
söz konusu olabilir. Aslında bu bile yarı yarıya
yenilgiyi kabul etmek anlamına gelir...
Afganistan, Irak işgali nedeniyle gözden ırak
kalmasına rağmen, giderek açık biçimde görülüyor
ki, emperyalistlerin orada işleri Irak’dakinden
de daha kötü gidiyor. Kukla hükümetin ve işgal
güçlerinin başkent Kabil dışında hemen hemen hiç
hükümleri yok... Bütün büyük kentler kukla hükümettin
otoritesini neredeyse hiç tanımayan savaş ağaları
tarafından yönetiliyor. İşgalin ilk dönemlerinde
Taliban’ı, El Kaide’yi söküp attığını iddia eden
ABD emperyalizmi bugün komutanlarının ağzından
kırsal tüm denetimi yitirdiklerini, daha fazla
güç gönderilmemesi durumunda savaşı tümüyle yitirebileceklerini
açık biçimde itiraf ediyorlar.
Amerikan saldırganlığının savaşa dönüştüğü diğer
bir alan Filistin. Kahraman Filistin halkı inanılmaz
güç koşullarda ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki
barbar uzantısı İsrail’e karşı direnişi tam bir
kararlılıkla sürdürüyor. Filistin halkını parçalamak
ve iç savaş çıkarmak için yapılan provakatif barış
planları, yol haritaları, Arafat’ın karargahının
içine kadar uzanan saldırılar, suikast politikası,
kitlelerin üzerine bomba yağdırılması, Filistin’i
duvarla parçalama ve gasp etme politikası, binlerce
evin ve işyerlerinin yıkılması, vb. pek çok barbar
saldırıyla somutlaşan ezme politikası, Filistin
halkının kimi zaman adeta gerçeküstü gibi görünen
direnişi karşısında etkisizleşiyor. Filistin halkının
iradesi kırılamıyor.
Irak, Filistin, Afganistan; ABD emperyalizminin
güç gösterisinin, halkların iradesini ezmeye dönük
vahşi saldırganlığı, zaferinin değil, bozgununun
adı olmaya başlıyor.
Direniş Amerikancı barbarlığın, işbirlikçi kuduzların
‘Amerika herşeye kadirdir, önünde durulamaz. Amerikan’nın
yanında yer almak, onun önümüze atacağı kırıntıları
kapmaya çalışmak gerekir’ yaltaklanmalarının,
yarattıkları moral atmosferin etkisini güçlü biçimde
kırıyor.
Süreç bozgun yönünde ilerlerken, ABD emperyalizminin
canhıraş bir çabayla BOP’u ve BOP’la iç içe geçmiş
yeni NATO’yu gündemleştirmesi bir yanıyla dünya
hegemonyası planlarını adım adım gerçekleştirme
çabası iken, bir yanıyla da BOP ve yeni NATO yoluyla
bozguna karşı acilen moral ve siyasal düzeyde
yeni imkanlar yaratmak ve kısa sürede bunları
sınırlı da olsa askeri imkanlara dönüştürmektir.
Bu yoldan, eğer bir bozgun olacaksa diğer emperyalistlerde
buna ortak edilmek istenmektedir.
İstanbul zirvesinde NATO’ya daha çok rol verilmesi
kararının çıkması, ne anlama geldiği kimse tarafından
bilinmeyen, ancak her halükarda NATO’yu Irak’la
bir biçimde ilişkilendiren Irak’lı polisleri NATO’nun
eğitebileceği yönündeki karar, bu yöndeki Amerikan
çabalarının somut sonuçları olmuştur.
Yeni NATO, BOP ve Emperyalistler Arası İlişkiler
İstanbul zirvesinde çıkan BOP’un benimsenmesi,
NATO’nun yeniden yapılanması, Afganistan’da NATO’nun
rolünün arttırılması, Irak polisinin NATO tarafından
eğitilmesi kararlarına karşın, ortaya çıkan tablo
Irak’ın işgaliyle derinleşen emperyalistler arası
çatlağın beklendiği ölçüde kapatılmadığını gösteriyor.
Kaldı ki, böyle birşey mümkünde görünmüyor. Dünyanın
egemen gücü olma konusunda iddialı ve çekişen
güçlerin Ortadoğu’da bir diğerinin hegemonyasını
kesinleştiren girişimleri onaylaması mümkün değildir.
BOP ve yeni NATO, ABD hegemonyasını kesinleştirmeyi
hedefleyen projelerdir, Irak, Afganistan vb. de
bunun pratik adımlarıdır ve bu nedenle diğer iddialı
emperyalist güçlerden tam bir onay almayacaktır.
İstanbul’daki NATO zirvesi bağlamında ele alındığında,
NATO içinde dünya hegemonyası iddiası olan Fransa-Almanya
ikilisinin BOP veya yeni NATO konseptini gerçekten
kabul ettiğinden, bu projeler bağlamında gündemleşecek
saldırılara ciddi biçimde katılacaklarını beklemek
hayalcilikten başka birşey olamaz. İstanbul zirvesinde
olan sadece ABD’nin zaten bir biçimde pratikleştirdiği
bu projelere şimdilik kaydıyla açıktan karşı koymamak
olarak tanımlanabilir. Fransa bunu pratik olarak
derhal ortaya koymuştur. Irak polisinin NATO tarafından
eğitiminde yer almayacağını belirtmiştir. Almanya
ve başkaca emperyalistlerin de onu izlemesi beklenebilir.
Kısacası, Irak ve Ortadoğu sözkonusu olduğunda
polis eğitimi düzeyinde ve NATO şemsiyesi altında
dahi olsa, ABD ile yan yana durulmak istenmemektedir.
Rusya ve Çin’in ise bu projeleri hiç bir biçimde
desteklemesi dahi düşünülemez.
Öte yandan, ABD emperyalizminin orta boy sadık
müttefikleri (siz köpekleri olarak anlayın) İspanya’da
seçimleri sosyal-demokratların kazanması ve derhal
geri çekilme kararı alması, Polonya’nın ABD’nin
kendilerini Irak’da kitle imha silahları bulunduğu
konusunda kandırdığını ifade etmesi ve bir an
önce Irak’dan çekilmenin yollarını araması (son
olarak en geç 2005’de kesinlikle çekileceğini
açıkladı) ABD’nin Avrupa’daki ittifak sisteminin
çökmeye başladığını gösteriyor. Avrupayı kendi
eksenlerinde birleşik bir güç haline getirerek
dünya hegemonyasını ABD’nin elinden almayı, en
azından onunla paylaşmayı hedefleyen Fransa-Almanya
ikilisine karşı, İngiltere, İtalya, İspanya ve
Polonya’yı (ve Doğu Avrupa ülkelerini) yanına
çekerek Avrupa’nın politik iradesini parçalayan
ABD, İspanya’yı kaybederek Avrupa’da büyük bir
yara aldı. Müttefiklerini “Yeni Avrupa”, Almanya-Fransa
ikilisinin ve ikilinin etrafında kümelenen ülkeleri
“eski” ya da “yaşlı Avrupa” olarak nitelendiren
ABD, “Yeni Avrupa”nın AB içindeki ağırlığı yoluyla
hem AB’nin gelişmesini yavaşlatabiliyor, hem de
emperyalist saldırganlığı için daha uygun bir
iklim yaratabiliyordu. İspanya’nın Almanya-Fransa
ikilisine yanaşmasıyla ağırlık ikili lehine değişmiş
oldu. ABD’nin Avrupa’daki ittifak ilişkileri dağılma
yoluna girmişken, Almanya-Fransa ikilisinin ABD’nin
Ortadoğu planlarını bozmak için yaptıkları irili-ufaklı
girişimleri sürdürmeleri kaçınılmaz olacaktır.
Bu ülkeler bağlamında BOP’da, yeni NATO’da şimdilik
katlanılacak olgular olmaktan öteye gitmeyecektir.
Almanya-Fransa ve emperyalist paylaşım savaşında
iddialı diğer emperyalistler neden katlanıyorlar?
Birincisi, açık ki, henüz ABD’nin hegemonya zincirini
kıracak, sistem içinde yeni bir denge kuracak
bir emperyalist güç henüz oluşabilmiş değil. Sistemin
genel ve büyük bir kaosa sürüklenmemesi için,
ABD’nin kurduğu egemenlik sistemine şu veya bu
düzeyde boyun eğilmek zorunda... Mücadele daha
çok, bir yandan ABD’nin altının irili-ufaklı müdahaleler
yoluyla oyulması yoluyla, bir yandan da her emperyalistin
her alanda güçlerini ve ittifak ilişkilerini büyüterek
yürütülüyor. Ve çatışma durumu kapitalist dünya
sistemine büyük zararlar vermeyecek sınırlar içinde
tutulmaya çalışılıyor.
İkincisi ise büyüyen direnişlerin emperyalistlerin
yenilebilir olduğunu göstermeye başlamasıdır.
Halklar sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünya çapında
geliştirdikleri direnişler yoluyla emperyalistler
ve işbirlikçilerini geriletebildiklerini görüyorlar.
Emperyalistler bu gelişmenin sistemin bütününü
tehdit edici bir noktaya sıçramasını engellemenin
öneminin farkında... Halen çatışmaların sürdüğü
alanlara ilişkin olarak kendi aralarında yürütücekleri
açıktan ve şiddetli mücadelelerin halkların başarı
umudunu büyüteceğini, onlara yeni zeminler sağlayacağını
biliyorlar.
İstanbul zirvesinde çıkan ABD’nin BOP ve yeni
NATO’ya ilişkin karar önerilerinin bir uzlaşma
zemini yaratılarak kabul edilmesi bu iki nedenden
kaynaklanıyor. Ama bu gerçek uzlaşma, ortaklaşma
değil. Kendini emperyalist efendilerinin tercümanlığına,
sözcülüğüne adamış C. Çandar bu durumu “Ancak,
geçen yıldan bu yana süregelen Trans-Atlantik
çatlağı İstanbul Zirvesinde ‘sıvandı’ diyebiliriz...
Ama derinde bir görüş ayrılığı var. Şimdilik sıvandı
sadece ama ‘çatlak’ ortadan kalkmış değil.”
Yeni NATO ve BOP’da Türkiye’nin Rolü
Yeni NATO ve BOP’da Türkiye’ye oldukça stratejik
roller biçiliyor. Türkiye NATO’nun Ortadoğu’lu
yegane üyesi ve bu konumuyla, NATO’nun Ortadoğu’ya
ilişkin yüklendiği tüm görevler açısından merkezi
bir role sahip. Bu bağlamda, 1945-90 arasında
dönemde NATO’da bir kanat ülkesi konumundayken,
bugün bir cephe ülkesi, hem de merkezi bir cephe
ülkesi konumunda. NATO’nun yaptığı bir çalışmaya
göre, Avrupa ve Asya bölgesindeki 22 sıcak noktanın
19’u doğrudan yada dolaylı olarak Türkiye ile
ilişkili. Bunun anlamı, birincisi, Türkiye’nin
çatışmaların, çelişkilerin düğüm noktalarından
birini oluşturduğudur. İkincisi ise Türkiye’nin
kaçınılmaz olarak hem NATO görevlerinde, hem ABD
ile ikili görevlerde, hem de kendisinin tek başına
ciddi askeri roller üstlenmek zorunda kalacağıdır.
Bu bağlamda, hem ABD emperyalizminin, hem de NATO’nun
Türkiye’den talepleri somutlaştırılmıştır.
ABD
Seçimi, Kerry’in Seçilme Olasılığı ve Yeni
NATO-BOP
Yaklaşan ABD seçimleri oldukça ilginç yanılsamaların
da kaynağı. ABD emperyalizminin izlediği aşırı
saldırgan politikaların çok bilinçili biçimde
özellikle Bush’un şahsında cisimleştirilmesi,
adeta Bush seçimleri kaybedip giderse bu saldırgan
politikalarda sona erecekmiş gibi yanılsamaya
yol açıyor.
Bu tümüyle gerçek dışı bir beklenti. Hiç kuşkusuz,
Kerry’nin seçilmesi emperyalist sistem içi
ilişkilerde kimi geçici ve kısmi rahatlamalar
yaratacaktır. Bush’un emperyalist politikalarda
ve ilişkilerde izlediği yol esas olarak tek
taraflılıktır. Kerry ise işbirliği stratejisine
daha yakın görünmektedir. Yani süreci mümkün
olduğunca diğer emperyalistlerin de desteğini
alarak yürütmekten yanadır.
Daha ötesi, evet daha ötesi yoktur. BOP ve
Avrasya planları, İsrail’e tam destek politikası,
vb. bir başına Bush’un tercihi değildir. ABD
emperyalizminin orta ve uzun erimli dünya
hegemonyası planlarının temel bileşenleridirler
ve bunlar Kerry’nin kazanması ile filanda
değişmezler. Zaten Kerry’nin de BOP, yeni
NATO, ya da dünya hegemonyasına ilişkin Bush’la
esaslı bir ayrılığı olmadığı tüm açıklamalarından
ve pratiğinden anlaşılmaktadır. Irak’ın işgalini
desteklemektedir. Ortadoğu’daki saldırgan
baskının devamından yanadır, vb... İstediği
en fazlasından tek taraflılığın yumuşatılması,
diğer emperyalistlerin asgari desteğinin alınması,
daha meşru bir zeminde hareket edilmesi... |
İlk somut pratik talep NATO içinde yüksek hazırlık
düzeyindeki kolordu konumundaki İstanbul’da bulunan
3. Kolordu’nun 2005 Şubat’ında Afganistan’da komutayı
üstlenmesi olmuştur. Ve bu kabul edilmiştir. Türkiye
her yoldan Afganistan’daki emperyalist barbarlığın
daha fazla ortağı haline getirilmektedir.
İkincisi, BOP bağlamında NATO Güney Bölge Hava
Komutanlığının İzmir’e taşınması planlanmaktadır.
Böylece İzmir’de ikinci bir NATO üssü oluşmuş
olacaktır.
Üçüncü talep, İstanbul’da NATO’nun bir “Terörle
Mücadele Mükemmeliyet Merkezi” denilen saldırı
üssü oluşturmasıdır. Bununla bağlantılı olarak
İstanbul’daki 3. Kolordu’nun doğrudan NATO karargahına
tahsis edilmesi de planlanmaktadır. Bunun gerçekleşmesi
durumunda İstanbul Maslak’taki 3. Kolordu emperyalistlerin
Türkiye’deki en önemli üslerinden biri haline
gelecektir.
Ancak sadece bunlar değil. ABD emperyalizminin
NATO dışında doğrudan kendisine dönük talepleri
de bulunmaktadır. Son bir-iki ay içinde gündemleşen
İncirlik üssünün tümüyle serbest kullanımı ve
kapasitesinin genişletilmesi ABD başlıca güncel
askeri taleplerinden birini oluşturmaktadır. Karadeniz
kıyılarında -Samsun ve Trabzon- deniz üslerinin
kurulması, Konya’nın askeri tatbikatlar için kullanılması
ise yakın gelecekte güncelleşecek olası talepleri
oluşturuyor.
Bütün bu gelişmelerin ve taleplerin prizmasından
bakıldığında Türkiye’nin BOP ve yeni NATO içinde
askeri açıdan oldukça aktif roller almaya zorlanacağı
görülüyor. Bir yığınak, eğitim, istihbarat ve
saldırı üssü olarak geniş bir biçimde kullanılması,
gerektiğinde doğrudan işgallere katılması, daha
çok da NATO’ya verilecek sözde inşa (Afganistan’da
olduğu gibi) çalışmalarında kilit roller üslenmesi
ve bütün yollardan kardeş halklara karşı yürütülen
vahşet operasyonlarının ayrılmaz bir parçası haline
getirilmesi önümüzdeki süreçte Türkiye’nin NATO
içindeki askeri vizyonunu oluşturuyor.
Bunun yanısıra, Ordunun yeni NATO ve BOP bağlamında
oluşan yeni koşullara kendini uyarlama yönündeki
özerk inisiyatifleride ayrıca gelişiyor. Son dönemlerde
gündemleşen Şark Ordusu’nun kurulması bu bağlamda
geliştirilen bir projedir. Kürt coğrafyasında
konuşlanacak (böylece Kürt coğrafyasında konuşlanacak
üçüncü ordu -ilk ikisi 2. ve 3. Ordu’lar- olacak)
bu ordunun tümüyle yeni NATO ve BOP’un kriterlerine
ve belirlediği görev ve yapılanma tanımlarına
göre örgütlenmesi hedefleniyor. Yani Türkiye kendisini
ABD’nin BOP bataklığına boylu boyunca atmaya hazırlanıyor.
Hiç kuşkusuz, yeni NATO ve BOP bağlamında Türkiye’ye
biçilen roller sadece askeri alanla sınırlı değil.
Öte yandan, ABD Dışişleri Bakanı C. Powell’ın
dil sürçmesi diyerek geçiştirdiği “ılımlı islam”
modeli temelinde Ortadoğu ülkelerine model olma
planı hızla işletiliyor. Ilımlı İslam modeli söylemi
artık tüm emperyalist liderler tarafından telaffuz
ediliyor. Türk-İslam sentezinden, uzun bocalamaların
ardından Türkiye’ye yakıştırılan siyasal model
Ilımlı İslam olmuştur. Türk-İslam sentezi ve bir
parçası olduğu emperyalistlerin 1950’lerden 90’lara
değin gelen yeşil kuşak planı esas olarak İslamın
oldukça katı, geleneksel yorumunun ve buna bağlı
toplumsal güçlerin (feodal yapılarda dahil, tüm
gerici toplumsal sınıflar) anti-komünist mücadelede
kullanılmasını esas almaktaydı. Geleneksel islam
yorumu bugün anti-Amerikancı öfkenin de kullandığı
bir araca dönüşmüş durumda. Bununla birlikte geleneksel
İslam yorumunun dayandığı toplumsal sınıflar artık
Ortadoğu pazarının derinleştirilmesinde rol oynayamazlar.
Bunun yerine Ilımlı İslam konuyor. Yani emperyalist
ekonomik, siyasal, askeri, kültürel politikalara
tümüyle sadık, İslamın geleneksel yorumlarını
bu temelde dönüştürmeyi esas alan (reforme eden),
olası direnişlere temel oluşturmasını engelleyen
tarzda yorumlanması hedefleniyor. Bu ideolojik,
siyasal zeminde Ortadoğu devletlerinin, toplumsal
düşünce tarzının emperyalizm lehine kapsamlı biçimde
dönüştürülmesi planlanıyor. Türkiye bunun ilk
örneği olarak ele alınıyor. Geleneksel İslamcı
parti doğrudan FP, ABD tarafından ayrıştırılmış
ve ılımlı islam yorumunu savunan AKP’ye tam destek
verilerek iktidara getirilmiştir. AKP yoluyla
hem ılımlı islam planının geçerliliği sınanmakta
(ki böylesi bir sınama için Türkiye en uygun ülkedir,
çünkü AKP’nin bir adım ileri gitmesi durumunda
onu zor yoluyla da olsa durduracak güçler, başta
ordu olmak üzere hazır durumdadır), hem de Ortadoğu’da
yaşanan kaotik ortamda tüm diğer ülkelere örnek
olarak gösterilmektedir. Ortadoğu ülkelerinin
günlük yaşamında, ideolojik biçimlenişinde, politik
ortamında oldukça belirleyici bir role sahip olan
din bir kez daha emperyalist saldırganlığa uysalca
boyun eğmenin ve suç ortağı olmanın aracına dönüştürülmeye
çalışılıyor.
Hiç kuşkusuz, Türkiye biçilen Ilımlı İslam modeli
rolü, Türk egemen sınıfları içinde tam ve kesin
bir destek almış değildir. Türkiyenin tarihsel-toplumsal
gelişme seyri, Ordu ve temsil ettiği kesimlerin
güçlü muhalefeti ılımlı islam söylemini durduramasa
da önemli ölçüde sınırlayacaktır. Ordu BOP’u kabul
etmiştir. Onun sorunu Ilımlı İslam tanımlanmasıyladır.
Kısacası Türkiye ılımlı islam modeli rotasına
sokulmuştur. Modelin İslami tonunun ne olacağı,
tümüyle bu işe soyunanlarla karşıt güçlerin çatışmalarıyla
belirlenecektir. Ve tabi modelin tümüyle başarısızlığa
uğraması da olasıdır.
Kısacası, Ilımlı İslam genel bir siyasal konsept
olarak düşünülmelidir. Her ülkedeki sınırları
ve içeriği o ülkenin tarihsel-toplumsal dinamikleri
tarafından biçimlendirilecektir. Bunun batının
modernist bir dayatması olduğu iddiası ise doğru
değildir. Evet bir dayatma vardır; ancak bu çarpılmış
biçimde bile olsa modernist değildir. Olsa olsa
belli bir bütünlükten yoksun, İslamı emperyalist
pragmatizmle kaynaştıran postmodernist bir dayatma
olarak tanımlanabilir.
Emekçilerin Halkların Seçeneği: Direniş ve
Ortadoğu Devrimci Çemberi
BOP ve yeni NATO, emperyalistlerin, özelde de
ABD emperyalizminin dünya hegemonyası iradesinin,
Ortadoğu’ya el koyma ve biçim verme iradesinin
açık ifadeleridir. Emperyalist barbarlar coğrafyamızı,
daha da ötesi tüm dünyayı diledikleri gibi biçimlendirecekleri,
adeta bir yazboz tahtası, bir oyun hamuru olarak
ele alıyorlar. Hiç kuşkusuz, bu oldukça büyük
bir yanılsamadır. Irak’da, Filistin’de, Afganistan’da
süregelen direnişler aslında daha şimdiden bu
planların başka bir iradeye çarpıp oldukları yere
çakıldıklarını gösteriyor. Ortadoğu coğrafyamızın
ezilen yoksul halkları emperyalistlerin iradesini
tanımayacaklarını şu ya da bu biçimde ama çoğunlukla
büyük öfke patlamalarıyla ortaya koyuyorlar. Kısacası,
emperyalistlerin kaderimizi belirlemeye dönük
projeleri karşılıksız kalmıyor, direniş büyüyor.
Ortadoğu coğrafyamızın ezilen halklarının karşı
koyuşlarının bugün için üç ana belirleyici çizgiye
sahip olduğunu söyleyebiliriz:
Birincisi, direniş azgınlaşan saldırılara karşın
sürmekte ve büyümektedir. Başta ABD emperyalizmi
olmak üzere tüm emperyalistlere karşı büyük bir
öfke birikiyor. Büyüyen direniş ve öfke oldukça
zayıf yanlar taşımasına karşın, tüm ezilen halklara
emperyalizmin ve yerli işbirlikçi rejimlerin yenilebilir
olduğunu gösteriyor. Çok güçlü görünen işbirlikçi
bölge devletlerinin gerçekte çok kırılgan oldukları,
büyük bir bölümü örgütsüz olan emekçilerden bile
büyük bir korku duydukları artık apaçık görülüyor.
Direniş eğiliminin büyümesi kimi inişli-çıkışlı
süreçler içinde sürecektir.
İkincisi, bugün Ortadoğu coğrafyasında silahlı
direnişe genel olarak radikal İslami renkler hakimdir.
Bu hareketler demokratik bir içerikten ve ufuktan
yoksundur. Geçmişleri karanlıktır ve esas olarak
emekçi halkların emperyalistlere karşı biriken
öfkesini çok güçlü eylemlerle dile getirdikleri
için destek bulmaktadırlar. Ve tabii ki, radikal
islamcı güçlerin güç kazanmasının bir diğer temel
nedeni de sürece müdahale eden bir devrimci savaş
örgütü bulunmamasıdır. Radikal islamcı hareketler,
bütünlüklü bir demokratik programdan yoksun oluşları,
şiddeti oldukça kör biçimde kullanmaları, daha
çok birer öfke hareketi olarak biçimlenmeleri
nedeniyle, orta ve uzun vadede çatışmaların derinleşmesine
bağlı olarak bugünkü etkinlikleri ya giderek zayıflamaya
başlayacaktır (ki bu, aynı zamanda devrimci sosyalist
bir hareketin gelişmesine de yakından bağlıdır),
ya da bir biçimde şimdiden kestirilmesi oldukça
güç olan yeni mecralara kayacaklardır. Ancak yine
de kısa vadede ve bir ölçüde orta vadede beslenecekleri
kaynakların kısmen artması da mümkündür. Özellikle
emperyalistlerin Ilımlı İslam projeleri ile İslamın
geleneksel yorumlarını zayıflatmaya dönük çabaları,
ayrıca yine BOP temelinde ekonomilerin dönüştürülmesine
bağlı olarak geleneksel yaşam biçimlerinin daha
hızlı biçimde çözülmeye başlaması, bunun yaratacağı
derin ekonomik ve kültürel sorunlar, İslamın geleneksel
yorumlarına bağlı kesimleri radikal islamcı hareketlerin
saflarına itebilir. Fakat bunun açık sınırları
da ortadadır. Geniş emekçi kesimler genel söylemlerle
emperyalizme karşı öfke ve saldırı temelli bir
politikanın arkasında evet bir süre dururlar,
ancak bu süre çok uzun olamaz. Ancak bir toplumsal
devrimle tatmin edilebilecek somut talepler ve
bunlara yaslanan eylem öne çıkmak zorundadır.
Radikal islamcı hareket bunu başarabilir mi? Elbette
ki hayır.
Öte yandan, direniş güçlerinin tümünün asıl zayıflığı
hareket ve çözüm zemini olarak mevcut Ortadoğu
statükosunu esas almalarıdır.
Mevcut Ortadoğu statükosu bölge halklarının tüm
dinamiklerinin, toplumsal zeminlerinin parçalanması
ve çarpıtılması temelinde emperyalistlerce oluşturulmuş
bir statükodur. Uluslar parçalanmış, dinsel ayrımlar
kışkırtılmış, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler,
ülkeleri büyük zenginliklere sahip iken en derin
sefalete mahkum edilmişlerdi.
Bugünkü statükonun tarihsel temelleri esas olarak
20. yüzyıl başlarına dayanmaktadır. Uzun bir dönem
Osmanlı yönetimi altında bulunan Ortadoğu coğrafyası,
20. yüzyıla değişik sömürgeci güçler tarafından
parçalanmaya başlamış olarak girdi. Mısır İngiliz
sömürgecilerinin, Fas ve Cezayir Fransız sömürgecilerinin
eline geçmişti. I. Paylaşım Savaşı başlamadan
hemen önce Libya İtalyanların eline geçmiş durumdaydı.
I. Paylaşım Savaşı ise Osmanlının elinde kalan
diğer bölgelerin paylaşımı ile sonuçlandı. Paylaşımı
ve bugünkü Ortadoğu statükolarını belirleyen anlaşma
daha savaş bitmeden, 1916 yılında İngiltere ile
Fransa arasında yapılmıştı. Hazırlayan görevlilerin
ismine atfen Skyes-Picot anlaşması olarak isimlendirilen
anlaşma ile tüm Ortadoğu İngiltere ile Fransa
arasında ülkeler, uluslar parçalanarak pay edilmekteydi.
Savaşın ardından TC’nin kurulması ve anlaşmada
yapılan kimi değişikliklerle bugünkü tablo ortaya
çıkarıldı.
Ortadoğu’nun ulusal ve toplumsal gerçekleri neydi
ve emperyalistler nasıl bir tablo ortaya çıkarmışlardı?
Ortadoğu’da esas olarak dört büyük ulus bulunuyor.
Bunlar Araplar, Kürtler, Türkler ve Farslar. Bunlarla
birlikte, Yahudiler, Süryaniler, Keldaniler, Beluciler,
Berberiler, Kıptiler, Çerkezler başta olmak üzere
pek çok irili-ufaklı ulusal topluluk bulunuyor.
Ayrıca oldukça geniş bir dinsel ve mezhepsel inanışlar
yelpazesi söz konusu. Hiç kuşkusuz, bu tablo derin
ulusal ve toplumsal sorunlara kaynaklık edebileceği
gibi, demokratik bir zeminde ise hiçbir sorun
yaratmaz.
İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Sykes-Picot
anlaşması, TC’nin kuruluşu ve diğer düzenlemeler,
1945 sonrası yeni-sömürgecilik uygulamaları ile
kurulan devletler esas Ortadoğunun tüm ulusal,
kültürel, dinsel, ekonomik ve diğer tüm dinamiklerinin
birer büyük çatışma ve sorun kaynağına dönüştürülmesini
sağlamışlardı. Ortadoğu’nun büyük ve olumlu gelişmeler
ortaya çıkaracak nitelikteki dinamikleri bu düzenlemelerle
süreklileşmiş çatışma zeminleri haline geldiler.
Coğrafya ve halklar paramparça edilmiş, toplumsal
dinamiklerin doğal gelişim seyri bozulmuş, tam
bir kaotik tablo ortaya çıkarılmıştır.
- 200 milyonluk Arap ulusu ve coğrafyası emperyalistler
tarafından tam 24 devlet halinde parçalanmıştır.
Arap coğrafyasının büyük petrol kaynaklarının
kontrol altında tutulması ve pazarın daha kolay
kontrolü için Arap ulusu deyim yerindeyse paramparça
edilmiştir. Petrol kaynaklarının büyük bir bölümünün
bulunduğu alanlar, buralarda bulunan küçük petrol
şeyhlikleri devlet haline getirilerek bunlara
bırakılmıştır ve dolayısıyla kesin biçimde kontrol
altına alınmıştır. Geniş emekçi Arap kitleleri
ise tam bir yoksulluğa ve ortaçağ karanlığına
mahkum edilmiştir. Sadece bu da değil, İsrail
eliyle Filistin’in Arap halkı topraklarında sürülmüş,
İsrail tüm Arap coğrafyasının üzerinde sallanan
emperyalist bir kılıç olmuştur.
- Kürt ulusu ve coğrafyası emperyalistler ve bölgenin
gerici devletleri tarafından parçalanarak 4 parça
halinde sömürgeleştirilmiştir. Uzun bir süre varlığı
dahi tanınmamıştır. Bugün Kürt coğrafyasının Türkler,
Araplar ve Farslar arasında parçalanmışlığı Kürtlerin
toplumsal dinamiklerini sakatlarken, hiç küçümsenemeyecek
ölçüde sömürgecilerin toplumsal dinamiklerini
de sakatlayıcı rol oynamıştır.
- Türk ve Fars uluslaşması ve 20. yüzyıldan bu
yana gelen toplumsal dokularının oluşum süreci,
Kürt, (İran bağlamında Azeri, Arap, Beluci, Türkmen
ulusal varlıklarının da) ulusunun varlığının inkarı
ve gerici, asimilasyoncu, batıcı uluslaşma çizgisi
nedeniyle ciddi biçimde sakatlanmıştır. Yeni-sömürgeciliğin
derin sakatlayıcı etkileriyle birleşen bu gerici
uluslaşma süreci oldukça kırılgan, gerici bir
toplumsal doku oluşturmuştur.
Gelinen noktada, tablo vahimdir; doğal, normal,
demokratik tek bir unsur yoktur. Gerici bir kaotik
ortam egemendir. Arap parçalanmıştır, ama kendisi
de Kürdü parçalamaktadır. Türk’ün ne olduğu belli
değildir, inkar, asimilasyon ve korku Türk ulusal
kimliğinin esaslı bir bileşenidir. Fars, Kafkaslardan,
Orta Asya’ya, oradan Basra Körfezine değin olan
geniş coğrafyayı bir halklar hapishanesine çevirmiştir.
Hiç kuşkusuz, kaotik ortam sadece ulusal ilişkilerle
sınırlı değildir. Değişik uluslardan bölge proletaryası
da, bu derin karmaşanın etkisi altındadır. Kendi
kimliğini, mücadele coğrafyasını, kendi enternasyonalist
programını oluşturmakta ciddi handikaplarla yüzyüze
gelmektedir.
BOP bu statükonun emperyalizm lehine yeniden düzenlenmesini
hedefliyor. Çok büyük değişimler beklenmez elbette,
hele ki ilerici değişimler asla beklenemez...
Tersine halkların iç parçalanmışlıklarını, birbirleriyle
olan sorunlarını daha da derinleştirici ve bu
durumdan emperyalizm lehine sonuçlar çıkaran değişimler
beklemek gerekiyor.
Bu tabloyu değiştirecek yegane güç, bölgede proletaryanın
öncülüğünde gelişecek devrimci sosyalist hareket
olabilir. Bu tespit, basitçe bir klişenin ifadesi
değildir. Somut gerçeklik başkaca bir güç, başkaca
bir çıkış kapısı bırakmış değildir. Ne küçük burjuva
milliyetçiliği, ne dinci akımlar, bölgenin karmaşık
çelişkiler yumağını çözebilir. Çünkü bunların
temel hareket noktaları mevcut statükodur, mevcut
statükonun kendi ulusları, kendi dinleri ya da
mezhepleri lehine düzeltilmesidir. Bu ise asla
kalıcı bir kardeşlik çözümü, demokratik bir çözüm
üretemez. Çözüm sadece ve sadece proletarya enternasyonalizmi
zemininde mümkündür. Ortadoğu’nun tüm sorunlarının
çözümü bugünkü mevcut statükonun tümünün tasfiyesini
esas alan bir program temelinde mümkündür. Demokratik
devrim programı temelinde ulusal, dinsel ve diğer
demokratik sorunların çözümü ve toplumsal yapının
sosyalizme ilerleyen tarzda değiştirilmesi tüm
halklar için makul bir çözüm zemini yaratabilir.
Bu bağlamda;
- Arap ulusunun ve tüm coğrafyasının bağımsız,
birleşik ve demokratik bir devlet temelinde yeniden
kurulması zorunludur. Bununla bağlantılı olarak,
gerici Arap rejimlerinin sömürgeleştirdiği Kürt
coğrafyası kendi kaderini tayin temelinde özgürleşmelidir.
Filistin vatanı Filistinli Arapların ve Yahudilerin
ortak vatanı olarak yeniden kurulmalıdır. Arap
coğrafyasındaki Keldani, Kıpti, Berberi ve diğer
ulusal toplulukların tüm demokratik hakları tanınmalıdır.
Bütün bunların tek yolu devrim yoluyla mevcut
gerici Arap rejimlerinin, İsrail’in ve emperyalizme
bağımlılık ilişkilerinin tümüyle tasfiyesidir.
- Kürt ulusunun ve coğrafyasının bağımsız birleşik
ve demokratik bir devlet temelinde yeniden kurulması
zorunludur ve bunun tek yolu yine sömürgeci rejimlerin
Kürt coğrafyasından sökülüp atılmasıdır.
- Türk ve Fars coğrafyasındaki gerici-faşist rejimler
demokratik halk devrimleri temelinde tasfiye edilmeli,
ulusal ve toplumsal yapı tümüyle yeniden proletaryanın
öncülüğünde inşa edilmelidir.
Tüm gerçekler gösteriyor ki, Ortadoğu’nun Arap,
Kürt, Türk ve Fars coğrafyasında ezilen halkların
kaderi iç içe geçmiştir. Çözüm tek başına Ürdün’de,
tek başına Irak’da ya da İran’da çıkmayacaktır.
Aynı zamanda bunların herhangi birindeki çözüm
diğerlerini derinden etkileyecek, büyük mücadelelerin
önünü açacaktır. Irak bölgenin nasıl birbirini
derinden etkilediğinin aynasıdır. Irak’da Arap
halkın ya da Kürtlerin attığı her adım, derhal
başta komşularına olmak üzere tüm Ortadoğu’da
derin biçimde yankısını bulmaktadır. Bir de demokratik
devrimci bir çözüm düşünelim... Irak’da Kürt ulusunun
özgürleştiğini, kendi devletini kurduğunu, Irak’ın
Arap halkının özgür Irak’ı kurduğunu düşünelim.
Bölgedeki gerici statüko derinden sarsılacak ve
bu gelişmelerin etkisi pratikte de derhal görülecektir.
Yeni devrimlerin kapısı hızla aralanacaktır.
Bu bağlamda oldukça belirleyici rol oynayacak
coğrafyalardan biri (hatta en önemlisi) ise Türkiye
ve Kuzey Kürt coğrafyasıdır. Türkiye’nin Ilımlı
İslam projesi bağlamında örnek gösterilmesi boşuna
değildir. Türkiye sahip olduğu dinamikler nedeniyle
tüm Ortadoğu coğrafyasının gözünün üzerinde olduğu
ülkedir. Hiç kuşkusuz, Türkiye oligarşisi örnek
modeller üretemeyecektir. Çünkü TC’nin mayasında
kendi değerlerini inkar ve asimilasyonculuk vardır.
Devrim ise bu coğrafyadaki Türkleri, Kürtleri,
Arapları, Çerkezleri, Boşnakları ve diğer tüm
ulusal toplulukları özgürleştirerek, demokratik
halk iktidarının ve sosyalizmin kuruluşuna güçlü
biçimde girişerek Ortadoğu halklarına kurtuluş
için büyük bir örnek yaratacaktır. Güçlü bir devrimci
çıkış bile Ortadoğu coğrafyasındaki emekçilerin
radikal islama yönelmiş dikkatlerini sosyalizme
ışığına çekmede büyük bir rol oynayacaktır.
Bu bağlamda devrimci sosyalistlerin görevleri
ikilidir; birincisi kendi ülkelerinde güçlü bir
devrimci çıkış yaratmak için çok yönlü bir süreç
geliştirmektir. İkincisi, Ortadoğu’da emperyalizme
karşı birleşik mücadeleyi örmek perspektifiyle
devrimci bir çember örmektir.
Salt enternasyonalist dayanışma boyutunu aşan,
bölgenin gerici rejimlerini tasfiyeyi ve halkların
birleşik, demokratik, sosyalizme yürüyen Ortadoğu’sunu
yaratmayı hedefleyen, birleşik bir mücadele, birleşik
bir örgütlenme, birleşik bir program perspektifine
de sahip olan bir Ortadoğu devrim hareketini yaratmak...
İşte Ortadoğu Devrimci Çemberi ve Özgür Ortadoğu
bu perspektifin ürünü olarak gelişecektir.
Ortadoğu bizimdir ve önümüzdeki görev BOP’ların,
yeni NATO’ların konuşulduğu bir Ortadoğu değil;
Ortadoğu Devrimci Çemberinin, emekçilerin gözlerini
devrim ve sosyalizme çeviren eylemlerin konuşulduğu,
tartışıldığı, saflaşmanın bu temelde yapıldığı
bir Ortadoğu yaratmaktır
*Bu değişiklikler; S. Barikat’ın 2. sayısında
yeralan “NATO’nun Değişen Yapısı ve “Acil Müdahale
Kolorduları’ “, başlıklı incelemede, 3. sayısında
yer alan “NATO-Türkiye İlişkileri” başlıklı incelemede
ve 8. sayısında yer alan “ABD’nin ‘İmparatorluk’
Stratejisi” başlıklı incelemede daha geniş biçimde
ele alındı.
|