Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

ABD Emperyalizmi, Yeni NATO ve BOP İlişkisi
BOP tümüyle ABD emperyalizminin dünya hegemonyası planlarının temel unsurlarından biri olarak üretildi. Peki, bu noktada batıda bulunan tüm emperyalistlerin ve çeper yeni-sömürgelerin üye olduğu NATO’ya BOP’da önemli roller biçilmeye başlanması ne anlam taşımaktadır?
Bu noktada inisiyatif yine ABD emperyalizminde bulunuyor. ABD emperyalizmi yeni tarihsel süreçte dünya hegemonyasını korumak, buna genişlik ve derinlik kazandırmak için kendi güçlerini tam kapasiteyle cepheye sürerken, aynı zamanda üç nokta üzerinde yoğunlaşıyor;
- Dünya çapında geliştirdiği egemenlik sistemi projelerine ve bunlar için gerçekleştirdiği politik, askeri, kültürel, moral saldırılara tüm insanlık nezdinde meşruluk zemini kazandırmak,
- Dünya kapitalist sisteminin başat gücü olarak diğer emperyalist güçleri kendi politikaları ve pratik girişimleri ekseninde siyasal, ekonomik ve askeri açıdan saflaştırmak,
- İkinci nokta ile bağlantılı olarak, 1945’ten günümüze değin getirdiği ittifak ilişkilerini, özellikle de NATO’yu, yeni koşullarda da korumak, yeni projelere uygun olarak işlevlendirmek.
İşte NATO’ya, BOP’da, daha da ötesi tüm Avrasya’yı içine alan tüm dış coğrafyalarda işlev yüklemek, tam da bu noktada anlam taşıyor.
NATO emperyalistler arası ittifak ilişkileri bağlamında oldukça özel bir yere sahiptir. ABD emperyalizmi, 1945 sonrasında -tarihte ilk kez- dünya kapitalist sistemini tek başına düzenleme gücüne sahip olan devlet oldu. NATO, 1945 sonrası tarihsel koşulların ürünü olarak 1949’da kuruldu. Batı yarıküredeki tüm emperyalist ülkeler (Kuzey Amerika’da ABD ve Kanada, Avrupa’da bir-iki istisna dışında tüm emperyalist devletler, Yunanistan ve Türkiye bağlamında önemli iki yeni-sömürge...) emperyalist bir savaş aygıtı olan (güçlü bir siyasi yapısı da bulunan) NATO içinde birleştirildi. Doğu yarıküredeki en önemli ittifak ilişkisi olan Japonya’yı askeri ve siyasi alanda ABD’nin sadık izleyicisi haline getiren şey ise, Japonya-ABD güvenlik ve işbirliği anlaşmasıydı. Tabii, ABD emperyalizmi ile yeni-sömürgeler arasında, ya da ABD emperyalizminin önderliğinde çeşitli emperyalistlerin ve yeni-sömürgelerin katıldığı bir dizi ittifak ilişkisi ve kurumlaşması da (CENTO, ASEAN, SEATO, vb.) yaratıldı. Ancak yapılan ittifak düzenlemelerinin en önemlisi, en merkezi olanı NATO’da cisimleşen ittifak ilişkisiydi.
NATO, emperyalist-kapitalist sistemin baş düşmanı olan ve büyük bir siyasal, askeri, ekonomik, kültürel sisteme dönüşmüş bulunan sosyalist blok karşısında, ABD öncülüğünde topyekün savaşı örgütlemekle görevli savaş örgütüydü. NATO’nun görev alanı esas olarak üye devletlerin bulunduğu bölge (Atlantik bölgesi) olarak saptanmıştı. Bu noktada, nükleer silahların kullanılması durumunda savaşın tüm dünya çapına yayılacağı, kara ve hava savaşlarının ise esas olarak Avrupa’da gerçekleşeceği öngörülmekteydi. Yani NATO, merkezi Avrupa olan bir savaş stratejisi üzerinden biçimlenmişti. Böylesi bir savaş durumunda pratik olarak diğer üyelerin ABD topraklarında herhangi bir işlevi olmayacağı, esas olarak ABD’nin Avrupa’da savaşacağı açıktı. Bu bağlamda, NATO esas olarak, Avrupa’daki diğer emperyalist güçlerin ordularını, olası bir savaşta ABD’ye bağlayan, onunla eşgüdümünü sağlayan, buna uygun bir siyasal ve askeri zemin yaratan bir kurumdu. NATO salt ABD değildi, ama beyni, ruhu ve gücü ABD’ydi, ya da NATO’cuların deyişiyle “NATO, ABD demek değildir, fakat ABD’siz NATO olmaz”.
İşte bu NATO, 1990’ların başında kuruluş gerekçesi olan reel sosyalist ülkelerin çöküşü ile birlikte gereksiz hale geldi. Diğer emperyalist ülkelerin dünya kapitalist sisteminin işleyişinde daha çok söz sahibi olmak istemeleri ve ABD merkezli politikalardan uzaklaşma eğilimleriyle bağlantılı olarak, NATO’nun rolü, hatta varlığı tartışmalı hale geldi. ABD ise NATO’nun bir biçimde devamını istemekteydi. Tam bu noktada, Balkanlarda Yugoslavya’nın başta Alman emperyalizminin marifetiyle parçalanma sürecine girmesiyle, özellikle Bosna-Hersek’de başlayan trajediler zinciri, NATO’nun rolü ve gerekliliği konusunda tartışmaların bir nebze de olsa büyümesini engelledi. Yugoslavya’daki çatışmalı sürecin başlamasında baş provakatör olarak rol oynayan Avrupalı emperyalistler çatışmalar büyüdüğünde alana doğrudan müdahale edecek güce henüz sahip olmadıklarını gördüler. Çalınan kapı ABD’ydi ve ABD, NATO’nun olanaklarını da kullanarak Balkanlara müdahale etti. NATO’ya iş bulunmuştu.
ABD emperyalizmi Avrupalı emperyalist güçlerin bağımsız askeri girişimlerini, kurumlaşmalarını engellemek, yeni koşullarda ortaya çıkan yeni tehditlerin bertaraf edilmesine diğer emperyalistleri katarak yüklerini hafifletmek ve ilişkilerini sağlamlaştırmak için 1990’lı yıllar boyunca NATO’yu yeni koşullara uyarlayan pek çok girişimde bulundu. NATO’nun tehdit değerlendirmeleri, görevleri, kurumsal yapısı vb. pek çok noktada değiştirildi.* ABD bu konularda başarılar elde etti. Ancak NATO’nun görev sahası esas olarak değişmedi. Oluşan yeni tehditlere karşı NATO, eski coğrafyasında, yani üye devletler ve bir ölçüde çeper alanlarda faaliyet gösterecekti.
İşte 11 Eylül saldırıları, tüm politik, askeri alanlarda olduğu gibi, emperyalist sistemin güvenliğinde NATO’nun rolü ve konumlanışına ilişkin yaklaşımlarda da tam bir dönüm noktası oldu.
11 Eylül saldırılarının hemen ardından, ABD emperyalizmi NATO’ya başvurarak, NATO anlaşmasının 5. maddesinin (bir ittifak üyesinin saldırıya uğraması durumunda onun savunmasına diğer üyelerin katılımını düzenleyen madde) işletilmesini istedi. NATO, tarihi boyunca ilk kez yapılan böyle bir talebi kabul etti. Çeşitli ülkelerden NATO birlikleri, ABD emperyalizmi ile birlikte Afganistan’ı işgale girişti. Böylece NATO ilk kez görev sahasının dışına çıkmış oldu. Fakat bu bir yanıyla bir istisna olarak ele alınabilirdi. Ancak böyle kalmadı ve son İstanbul zirvesiyle de istisna olmaktan çıkarıldı ve daha ötesi NATO yeni bir yapıya dönüştürüldü.
İstanbul zirvesiyle, ABD emperyalizminin dünya hegemonyasını koruma ve geliştirme, diğer emperyalist güçlerin ise kendi konumlarını güçlendirme ve giderek başat güç olmalarını sağlayacak zeminler yaratma yönünde 15 yıldır süren hamlelerinin, mücadelelerinin bir parçası olarak NATO, yeni bir kulvara girdi. NATO, 1990’lı yıllar boyunca yenilenen görev tanımlamalarıyla, görev alanıyla, komuta ve askeri yapısına ilişkin yeni perspektiflerle geçirdiği önemli değişimlerin ardından, Haziran 2004 İstanbul zirvesiyle tamamen yeni bir yapıya kavuşma yolunda temel adımları attı. Eski NATO tarihe gömüldü, yeni NATO ise henüz yeni doğuyor...
Yeni NATO, yeni tarihsel sürecin yeni çelişkilerinin ürünüdür. Ve esas olarak ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda geliştirilmektedir.
Yeni NATO’nun yeni misyonu, ABD emperyalizminin tehdit değerlendirmeleri temelinde belirlenmiştir; terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, serseri devletler, yasadışı göç ve insan kaçakçılığı, bölgesel krizlerin yayılması, devletlerin çökmesi, vb.’lerinin engellenmesi... Bu görevler esas olarak ABD ulusal güvenlik belgelerinden doğrudan aktarılmıştır. Kısacası, ABD emperyalizmi NATO’yu, dünya kapitalist sisteminde ortaya çıkan ve esas olarak yeni-sömürgelerden kaynaklanan direniş ve bunalım dinamiklerine karşı açık zor yöntemleriyle savaşma aracına dönüştürmek istemektedir. Sömürgeleştirme ve sistemi bütünleştirmede NATO, ABD emperyalizminin dünya çapında yürüttüğü operasyonları bütünleyen bir araç olarak ele alınmaktadır.
Yeni NATO’nun bu görevleri aktif bir saldırganlıkla yerine getirmesi hedeflenmektedir. Askeri konsepti de buna uygun olarak ABD emperyalizminin ‘önleyici müdahale’ yaklaşımını esas almaktadır. Caydırıcılık ya da saldırıya karşı koyma değil, dinamik, aktif risklerin yanı sıra potansiyel risklere karşıda ani müdahale ve saldırganlığı esas olan bir askeri konsept söz konusudur. Böylece riskli olarak tanımlanacak her direniş eğiliminin henüz eylemli bir tutumu olmasa da yok edilmesi hedeflenmektedir.
Yeni NATO için görevlerinin niteliğine uygun bir kuvvet ve komuta yapısı öngörülüyor. Sistemin işleyişini tehdit eden direniş güçlerinin ve diğer tehditleri ortaya çıkaran yapıların geçmişteki gibi belirli bir devlet ve onun düzenli orduları olmaktan çok esas olarak düzensiz ya da asimetrik denilen bir yapıya ve savaş düzenine sahip olmaları, buna karşı savaşacak NATO’nun da eski örgütsel düzeyini ve savaş tekniklerini ve vuruş tarzını değiştirmesini beraberinde getiriyor. Esnek bir örgütlenme tarzına ve hızla karar alabilen bir komuta yapısına sahip olan, küçük bir askeri yapı hedefleniyor. Bu yapının küçümsenemeyecek bir bölümünün (yüzde 40’nın) dünyanın herhangi bir yerinde emperyalist sistemi tehdit eden bir gücün veya durumun ortaya çıkması durumunda, çok kısa bir zaman dilimi içinde derhal sorunlu bölgeye yığılması ve vurucu güçlerin ise derhal operasyonu başlatması hedefleniyor. Operasyonları yürütmek üzere çok uluslu birleşik görev kuvvetlerinin kurulması düşünülmektedir. Bu bağlamda kurulacak güçlerden biri olan NATO Ani Tepki Gücünün bölgesel bunalımların bastırılması amacıyla kurulması planlanıyor. 2006 yılında bu güç operasyonel olacak ve bir müdahale bölgesine 22 bin kişilik bir güçle 5 gün içinde ulaşılması ve olayın bastırması hedefleniyor. Ayrıca tüm NATO ordularının bu yaklaşım temelinde yeniden organize edilmesi, tek tek NATO ülkelerinde ve dünyanın her yerinde (özellikle de Ortadoğu’da) çok büyük bir istihbarat ağının oluşturulması, yeni konsepte uyum sağlamak için yeni ve çok büyük askeri harcamaların yapılması gündemdedir.
Yeni NATO’nun görev alanı ise tehditlerin başlıca kaynağı olarak ele alınan başta Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere tehditlerin ortaya çıktığı heryerdir. NATO artık ana görev coğrafyası Kuzey Amerika ve Avrupa olan bir Atlantik örgütü olmaktan çıkarılarak dünyanın her yerine emperyalist saldırganlığı taşıyacak bir savaş örgütü olarak dizayn edilecektir. Sınırlandırılmamış bir görev coğrafyası söz konusudur. Merkezi yoğunlaşma noktası ise Avrupa’dan Ortadoğu ve Akdenize kaydırılmaktadır. Emperyalist paylaşım mücadelesinin ve emperyalist sisteme yönelen direniş eylemlerinin, yani ‘güvenlik’ sorunlarının arenası olan coğrafya, NATO’nun hedef coğrafyası oluyor.
Nasıl ki, bütün bir 1945-90 dönemi boyunca NATO ile Atlantik bölgesi adeta özdeş idiyse, bugün de NATO’cu saldırganlıkla Ortadoğu bölgesi özdeş hale getirilmeye çalışılıyor. Böylece aslında BOP ile yeni NATO iç içe geçiyor.
İstanbul zirvesi böyle bir NATO’nun yaratılması yolunda temel dönüşümlerin karar altına alındığı bir dönüm noktasıdır. Hiç kuşkusuz, yukarıda ortaya koyduğumuz yeni NATO konsepti esas itibariyle ABD emperyalizminin dayatmalarının, ısrarının ürünüdür.
Bu noktada, askeri gücü itibariyle diğer tüm emperyalist ülkelerin toplamından misliyle güçlü olan ve siyasi ve askeri alanlarda tek yanlı davranmayı esas alan ABD emperyalizminin NATO’nun yeni roller üstlenerek devamı noktasında ki ısrarı neden kaynaklanıyor? sorusu önem kazanmaktadır.
Herşeyden önce, şu noktanın altını çizmek gerekiyor; ABD emperyalizminin dünya çapında yürüttüğü yeniden sömürgeleştirme, direnişleri ezme operasyonlarını, hegemonyasını korumaya dönük hiçbir askeri ya da siyasi müdahaleyi tümden ya da ağırlıklı olarak NATO’ya bırakma gibi bir niyeti kesinlikle bulunmuyor. ABD’nin dünya hegemonyası planlarında NATO’ya verilen asıl rol yardımcı/destek rolüdür. ABD bu yoldan NATO içindeki diğer emperyalist güçlerin (AB’li emperyalistler, Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki yeni-sömürgeler ve Türkiye) kendi yanında yer almasını sağlamak istemektedir. NATO’nun ABD emperyalizminin geliştirdiği projelerde yer almasıyla, bu projelerin daha yaygın bir meşruluk zemini kazanması hedeflenirken, diğer emperyalist güçlere de dünyanın paylaşımından dışlanmayacakları, küçük de olsa kazanımlar elde edebilecekleri gösterilmek istenmektedir.
ABD emperyalizmi dünya çapında gerçekleştireceği askeri saldırılarda Avrupalı emperyalistlerin desteğini almakta giderek daha fazla zorlanacağını açık biçimde görmektedir. Bu noktada, ABD emperyalizmi askeri saldırıların gövdesini kendisinin oluşturacağının bilincindedir. Saldırılar gerçekleştirilecek, işgal tamamlanacak, tam bu noktadan itibaren saldırıların ve işgallerin meşrulaştırılması, uluslararası kamuoyunda asgari bir kabul görmesi için diğer emperyalistler işgale NATO yoluyla dahil edilecek, paydan kırıntılar verilecek... Tabii, bu arada NATO’nun muazzam askeri ağı ve olanakları ABD’nin yürüttüğü operasyonlar için kullanılacak. Bu olanaklar üzerinden Avrasya, Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, Ortadoğu, Kuzey Afrika gibi, NATO üyelerinin çeperinde bulunan ve dünya hegemonyası için kilit önem taşıyan bölgelere hızla ulaşmak hedeflenecek... ABD emperyalizminin öngörüsü budur. Bu plan Afganistan’da işlemiştir. Bundan sonra da şu veya bu düzeyde işlemesi için NATO’yu yeniden düzenlenmektedir. Ayrıca NATO yoluyla diğer üye emperyalist güçlerin ve yeni-sömürgelerin askeri yapısı kontrol edilmek istenmekte, bağımsız askeri güç oluşturma projeleri (Avrupa Ordusu vb.) gereksiz kılınmaya çalışılmaktadır. Sadece bu değil, diğer emperyalistlerin BOP’a ve yeni NATO konseptine angaje olmaları yoluyla, başta Ortadoğu olmak üzere çatışmalı, stratejik alanlarda bağımsız askeri ve siyasal inisiyatif geliştirmeleri de engellenecektir.
Bu gelişmeleri kolaylaştırmak için Doğu Avrupa’da siyasal ve askeri olarak ABD’nin etkisi altına girmiş olan ülkelerin katılımı yoluyla NATO büyütülmüştür ve daha da büyütülmesinin önü açık tutulmaktadır. Böylece bir yandan NATO’daki ABD etkisi büyütülmüş ve NATO yerine Avrupa Ordusu’nu geliştirmeyi düşünen Almanya-Fransa ikilisine onlarsız da NATO’nun yeni üyelerle devam edeceği mesajı verilmiştir. Diğer yandan yeni katılan Doğu Avrupa ülkelerinin denetimi ve sisteme eklemlenmeleri derinleştirilmiştir.
Öte yandan, NATO’daki dönüşümün, BOP’un işlemesinin ve ABD’nin beklentilerinin yukarıdaki tarzda sorunsuz ve tam olarak gerçekleşeceğini beklememek gerekir. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere, ABD karşısında hegemonya savaşı yürüten güçler bu projeyi işlemez hale getirmek, en azından kendi çıkarlarına en çok hizmet edecek konuma getirmek için irili-ufaklı pek çok girişimde bulunacaklardır. NATO’ya Irak’ta rol verilmesi konusundaki ABD girişimleri karşısında gösterdikleri direnç bunun ilk örneğidir.
NATO’nun İstanbul zirvesi ABD emperyalizminin bu hesaplarının yeni NATO ve BOP projeleri temelinde ortaya konulduğu ve AB’li emperyalistlerin bunun karşısındaki duruşlarının netleştirildiği ve böylece yeniden paylaşım mücadelesinin yeni bir sayfasının açıldığı bir kurtlar sofrası olmuştur.
Peki, bütün bu projeler, yeniden yapılanmalar vb. gerçekleştirilirken, üzerinde hesapların yapıldığı Büyük Ortadoğu’daki gerçek durum nedir?

Irak, Filistin, Afganistan; ABD’nin, BOP’un, NATO’nun Kara Delikleri
ABD emperyalizminin bugün devreye soktuğu politik ve askeri projeler uzun yıllar boyunca hazırlanmış, devreye sokulması için fırsat kollanmış projeler. Yeni muhafazakarlar olarak tanımlanan, ABD emperyalizminin en saldırgan kesimi, bu süreci Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi olarak uzun süredir hazırlıyor. Bush ekibinin 2000 yılında seçimi kazanması bu projenin gerçekleştirilmesi için gereken ekibin yönetimi ele geçirmesi anlamını taşıyordu. Ezilenlerin dizginsiz, kör öfkesi İslamcıların elinde 2001 11 Eylül’ünde İkiz kulelerde patladığında, Bush ve ekibi bir yandan şoku yaşarken, bir yandan da bu saldırıyı projelerini bütünlüklü olarak uygulama aracına dönüştürebileceklerini düşünmekteydiler.
Afganistan derhal işgal edildi. Dört bir koldan Afganistan’a giren ABD birlikleri eski işbirlikçileri Taliban’ı ve El Kaide’yi kısa sürede kent merkezlerinden söktü. Yeni işbirlikçiler Kabil’de kukla hükümet de denilemeyecek düzeyde iğreti biçimde yönetime getirildi. 11 Eylül’ün henüz sıcaklığının yaşandığı koşullarda, sınırlı bir demokratik kamuoyu dışında, geniş kesimlerin Afganistan’ın işgaline ikna edilmesi çok zor olmamıştı. Diğer emperyalist güçlerde 11 Eylül saldırısının yaşandığı koşullarda ABD’nin karşısında olmaktansa, yanında olmayı ve kırıntı düzeyinde de olsa pay koparmayı tercih etmişlerdi. Başlangıçta Afganistan kolay bir lokma gibi görünmüştü...
Filistin yarım yüzyılı aşkın sürenin kangrenleşmiş yarası... 11 Eylül atmosferinden yararlanarak, suçlu konumuna düşürülmüş Arap kamuoyunu susturmak ve İsrail’in Filistin üzerindeki basıncını arttırmak, bu direniş mevzisini de düşürüp, etkisiz hale getirmek, böylece Ortadoğu’daki Amerikan-İsrail kıskacını daha sıkılaştırmak...
Ve asıl büyük hamle 2003’te Irak’ın işgaliydi. Kitle imha silahları, El Kaide-Saddam bağlantısı, vb. bir dizi iddia ile işgal gündemleştirildi. Ancak 11 Eylül 2001’den 2003’e değin geçen sürede atmosferde önemli değişimler söz konusuydu. Bush ve ekibinin iddialarının gerçek dışılığı gün gibi açıktı ve dünya kamuoyu bu kez işgalin karşısındaydı. Daha da ötesi, Fransa-Almanya ekseni, Rusya, Çin ve dünya kapitalist sisteminin irili-ufaklı birçok aktörü Irak’ın işgaline karşıydı. 11 Eylül nedeniyle Afganistan işgaline tamam denilmişti, ancak şimdi durum farklıydı. Irak’ın işgalinde diğer emperyalistlerin hiçbir çıkarı yoktu. ABD dünya petrol kaynakları üzerinde tam hakimiyet kurarak, aslında kendilerini kontrol altına almak istemekteydi. Diğer emperyalistlerin bunu görmemesi mümkün değildi. Ve derhal aşağılık bir ikiyüzlülükle uluslararası hukuktan, işgalin yasadışı olacağından dem vurmaya başladılar. Buna rağmen işgal gerçekleşti. Hem de başlangıçta kısa süre süren zorlanmaların ardından gelen kısa ve kolay bir ‘zafer’le...
Irak’ın işgali Ortadoğu’nun kalbine yerleşmek anlamına geliyordu. Buradan Suriye, İran ve Sudan vurulacak, Suudi Arabistan ve Mısır başta olmak üzere işbirlikçi ülkelerde gerekli dönüşümler gerçekleştirilecek, kısacası dünya hegemonyasının kalbi olan Ortadoğu ABD çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirilme yoluna girecekti...
Daha da ötesi kazanılacak zaferle, ABD’nin askeri üstünlüğünün aşılamaz, karşı konulamaz bir üstünlük olduğu ortaya konacak, bu gücün protestolarla, diplomatik engellemelerle durdurulamayacağı, çelik bir iradeyle tek taraflı olarak her türlü saldırıyı gerçekleştireceği gösterilecekti. Başta Almanya-Fransa olmak üzere, işgale karşı çıkan, dünya çapında alternatif bir egemen güç olma çabasındaki tüm diğer emperyalistlere hadleri bildirilecek, durmaları gereken sınırlar çizilecekti. Ortadoğu’da ise -daha da ötesi tüm yeni-sömürgeler dünyasında- işbirlikçi olsun, olmasın tüm devletlerin kayıtsız şartsız olarak iradelerini ABD’ye teslim etmelerinin yolu açılacaktı...
Fakat ‘zafer’ ABD emperyalizminin boğazında düğümlendi, gerçektende tırnak içinde kaldı. Evet, Saddam ve devleti yenilmişti, ekibinin önemli bölümü sefil bir teslimiyet ve dağınıklık içinde parçalanıp gitmişti. Ancak Irak’ın Arap halkı, yani Irak’ın Arap topraklarının (Güney Kürdistan’ı ayrı tutuyoruz) gerçek sahipleri vatanlarını emperyalistlere bırakmamakta kararlı olduklarını göstermek için büyük bir direniş örerek, işgal’in mümkün olduğunu, fakat bunun zafer anlamına gelmediğini gösterdiler. İşgalin üzerinden geçen 16-17 ayın ardından savaş bu kez tam tersi bir rotaya dönmüş durumda... Direniş ABD emperyalizminin işgalini meşrulaştırmada rol oynayan tüm güçleri (BM, Kızılhaç, vb.) Irak topraklarından söküp attı. ABD emperyalizminin yanında küçük köpekler olarak işgale katılan kimi devletler (Filipinler, El Salvador vb.) direniş karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. İşgalin üçüncü büyük gücü İspanya kendi topraklarında karşı karşıya kaldığı saldırılar sonucu geri çekilme kararı aldı. ABD emperyalizmi ve oluşturduğu yerli kukla birlikler pek çok kentte kontrolü tümüyle kaybetmiş durumdalar. Direniş güçleri çok sayıda kenti, kasabayı, yüzlerce-binlerce köyü doğrudan yönetiyor, denetliyor. Başta Bağdat olmak üzere büyük kentlerin ana caddeleri ve tamamen işgal güçleri tarafından kullanılan semtleri dışında kalan geniş alanları direniş güçleri tarafından kontrol ediliyor.
İşgal tam bir fiyaskoya dönüşüyor... Yeni Irak, ulus inşası vb. söylemlerde büyük ve kanlı palavralara... ABD emperyalizmi Irak’ta sağlam bir hareket zemini yaratmaktan tümüyle uzaklaştığı gibi, herşeyi yutan bir kara deliğin oluşmakta olduğunu görüyor. Irak’ı terketmesi BOP’un, NATO’nun, dünya hegemonyasına ilişkin tüm planlarının, senaryolarının sonu olur... Ama giderek orada kalması da zorlaşıyor. Rumsfeld’in son açıklamaları (Irak’da güvenliği sağlamak, herşeyi yoluna koymak zorunda değiliz, türünden açıklamalar) Irak’ın stratejik petrol bölgelerini işgal edip, geri kalan alanları kaos içinde bırakmak seçeneğinin de giderek gündemleştiğini ortaya koyuyor. Yaratılacak iç savaş ortamıyla Irak kendi kendini tüketip yoketmesi ve sonunda bir şekilde teslimiyete zorlanması senaryosunun devreye sokulması söz konusu olabilir. Aslında bu bile yarı yarıya yenilgiyi kabul etmek anlamına gelir...
Afganistan, Irak işgali nedeniyle gözden ırak kalmasına rağmen, giderek açık biçimde görülüyor ki, emperyalistlerin orada işleri Irak’dakinden de daha kötü gidiyor. Kukla hükümetin ve işgal güçlerinin başkent Kabil dışında hemen hemen hiç hükümleri yok... Bütün büyük kentler kukla hükümettin otoritesini neredeyse hiç tanımayan savaş ağaları tarafından yönetiliyor. İşgalin ilk dönemlerinde Taliban’ı, El Kaide’yi söküp attığını iddia eden ABD emperyalizmi bugün komutanlarının ağzından kırsal tüm denetimi yitirdiklerini, daha fazla güç gönderilmemesi durumunda savaşı tümüyle yitirebileceklerini açık biçimde itiraf ediyorlar.
Amerikan saldırganlığının savaşa dönüştüğü diğer bir alan Filistin. Kahraman Filistin halkı inanılmaz güç koşullarda ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki barbar uzantısı İsrail’e karşı direnişi tam bir kararlılıkla sürdürüyor. Filistin halkını parçalamak ve iç savaş çıkarmak için yapılan provakatif barış planları, yol haritaları, Arafat’ın karargahının içine kadar uzanan saldırılar, suikast politikası, kitlelerin üzerine bomba yağdırılması, Filistin’i duvarla parçalama ve gasp etme politikası, binlerce evin ve işyerlerinin yıkılması, vb. pek çok barbar saldırıyla somutlaşan ezme politikası, Filistin halkının kimi zaman adeta gerçeküstü gibi görünen direnişi karşısında etkisizleşiyor. Filistin halkının iradesi kırılamıyor.
Irak, Filistin, Afganistan; ABD emperyalizminin güç gösterisinin, halkların iradesini ezmeye dönük vahşi saldırganlığı, zaferinin değil, bozgununun adı olmaya başlıyor.
Direniş Amerikancı barbarlığın, işbirlikçi kuduzların ‘Amerika herşeye kadirdir, önünde durulamaz. Amerikan’nın yanında yer almak, onun önümüze atacağı kırıntıları kapmaya çalışmak gerekir’ yaltaklanmalarının, yarattıkları moral atmosferin etkisini güçlü biçimde kırıyor.
Süreç bozgun yönünde ilerlerken, ABD emperyalizminin canhıraş bir çabayla BOP’u ve BOP’la iç içe geçmiş yeni NATO’yu gündemleştirmesi bir yanıyla dünya hegemonyası planlarını adım adım gerçekleştirme çabası iken, bir yanıyla da BOP ve yeni NATO yoluyla bozguna karşı acilen moral ve siyasal düzeyde yeni imkanlar yaratmak ve kısa sürede bunları sınırlı da olsa askeri imkanlara dönüştürmektir. Bu yoldan, eğer bir bozgun olacaksa diğer emperyalistlerde buna ortak edilmek istenmektedir.
İstanbul zirvesinde NATO’ya daha çok rol verilmesi kararının çıkması, ne anlama geldiği kimse tarafından bilinmeyen, ancak her halükarda NATO’yu Irak’la bir biçimde ilişkilendiren Irak’lı polisleri NATO’nun eğitebileceği yönündeki karar, bu yöndeki Amerikan çabalarının somut sonuçları olmuştur.

Yeni NATO, BOP ve Emperyalistler Arası İlişkiler
İstanbul zirvesinde çıkan BOP’un benimsenmesi, NATO’nun yeniden yapılanması, Afganistan’da NATO’nun rolünün arttırılması, Irak polisinin NATO tarafından eğitilmesi kararlarına karşın, ortaya çıkan tablo Irak’ın işgaliyle derinleşen emperyalistler arası çatlağın beklendiği ölçüde kapatılmadığını gösteriyor.
Kaldı ki, böyle birşey mümkünde görünmüyor. Dünyanın egemen gücü olma konusunda iddialı ve çekişen güçlerin Ortadoğu’da bir diğerinin hegemonyasını kesinleştiren girişimleri onaylaması mümkün değildir. BOP ve yeni NATO, ABD hegemonyasını kesinleştirmeyi hedefleyen projelerdir, Irak, Afganistan vb. de bunun pratik adımlarıdır ve bu nedenle diğer iddialı emperyalist güçlerden tam bir onay almayacaktır.
İstanbul’daki NATO zirvesi bağlamında ele alındığında, NATO içinde dünya hegemonyası iddiası olan Fransa-Almanya ikilisinin BOP veya yeni NATO konseptini gerçekten kabul ettiğinden, bu projeler bağlamında gündemleşecek saldırılara ciddi biçimde katılacaklarını beklemek hayalcilikten başka birşey olamaz. İstanbul zirvesinde olan sadece ABD’nin zaten bir biçimde pratikleştirdiği bu projelere şimdilik kaydıyla açıktan karşı koymamak olarak tanımlanabilir. Fransa bunu pratik olarak derhal ortaya koymuştur. Irak polisinin NATO tarafından eğitiminde yer almayacağını belirtmiştir. Almanya ve başkaca emperyalistlerin de onu izlemesi beklenebilir. Kısacası, Irak ve Ortadoğu sözkonusu olduğunda polis eğitimi düzeyinde ve NATO şemsiyesi altında dahi olsa, ABD ile yan yana durulmak istenmemektedir.
Rusya ve Çin’in ise bu projeleri hiç bir biçimde desteklemesi dahi düşünülemez.
Öte yandan, ABD emperyalizminin orta boy sadık müttefikleri (siz köpekleri olarak anlayın) İspanya’da seçimleri sosyal-demokratların kazanması ve derhal geri çekilme kararı alması, Polonya’nın ABD’nin kendilerini Irak’da kitle imha silahları bulunduğu konusunda kandırdığını ifade etmesi ve bir an önce Irak’dan çekilmenin yollarını araması (son olarak en geç 2005’de kesinlikle çekileceğini açıkladı) ABD’nin Avrupa’daki ittifak sisteminin çökmeye başladığını gösteriyor. Avrupayı kendi eksenlerinde birleşik bir güç haline getirerek dünya hegemonyasını ABD’nin elinden almayı, en azından onunla paylaşmayı hedefleyen Fransa-Almanya ikilisine karşı, İngiltere, İtalya, İspanya ve Polonya’yı (ve Doğu Avrupa ülkelerini) yanına çekerek Avrupa’nın politik iradesini parçalayan ABD, İspanya’yı kaybederek Avrupa’da büyük bir yara aldı. Müttefiklerini “Yeni Avrupa”, Almanya-Fransa ikilisinin ve ikilinin etrafında kümelenen ülkeleri “eski” ya da “yaşlı Avrupa” olarak nitelendiren ABD, “Yeni Avrupa”nın AB içindeki ağırlığı yoluyla hem AB’nin gelişmesini yavaşlatabiliyor, hem de emperyalist saldırganlığı için daha uygun bir iklim yaratabiliyordu. İspanya’nın Almanya-Fransa ikilisine yanaşmasıyla ağırlık ikili lehine değişmiş oldu. ABD’nin Avrupa’daki ittifak ilişkileri dağılma yoluna girmişken, Almanya-Fransa ikilisinin ABD’nin Ortadoğu planlarını bozmak için yaptıkları irili-ufaklı girişimleri sürdürmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu ülkeler bağlamında BOP’da, yeni NATO’da şimdilik katlanılacak olgular olmaktan öteye gitmeyecektir.
Almanya-Fransa ve emperyalist paylaşım savaşında iddialı diğer emperyalistler neden katlanıyorlar?
Birincisi, açık ki, henüz ABD’nin hegemonya zincirini kıracak, sistem içinde yeni bir denge kuracak bir emperyalist güç henüz oluşabilmiş değil. Sistemin genel ve büyük bir kaosa sürüklenmemesi için, ABD’nin kurduğu egemenlik sistemine şu veya bu düzeyde boyun eğilmek zorunda... Mücadele daha çok, bir yandan ABD’nin altının irili-ufaklı müdahaleler yoluyla oyulması yoluyla, bir yandan da her emperyalistin her alanda güçlerini ve ittifak ilişkilerini büyüterek yürütülüyor. Ve çatışma durumu kapitalist dünya sistemine büyük zararlar vermeyecek sınırlar içinde tutulmaya çalışılıyor.
İkincisi ise büyüyen direnişlerin emperyalistlerin yenilebilir olduğunu göstermeye başlamasıdır. Halklar sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünya çapında geliştirdikleri direnişler yoluyla emperyalistler ve işbirlikçilerini geriletebildiklerini görüyorlar. Emperyalistler bu gelişmenin sistemin bütününü tehdit edici bir noktaya sıçramasını engellemenin öneminin farkında... Halen çatışmaların sürdüğü alanlara ilişkin olarak kendi aralarında yürütücekleri açıktan ve şiddetli mücadelelerin halkların başarı umudunu büyüteceğini, onlara yeni zeminler sağlayacağını biliyorlar.
İstanbul zirvesinde çıkan ABD’nin BOP ve yeni NATO’ya ilişkin karar önerilerinin bir uzlaşma zemini yaratılarak kabul edilmesi bu iki nedenden kaynaklanıyor. Ama bu gerçek uzlaşma, ortaklaşma değil. Kendini emperyalist efendilerinin tercümanlığına, sözcülüğüne adamış C. Çandar bu durumu “Ancak, geçen yıldan bu yana süregelen Trans-Atlantik çatlağı İstanbul Zirvesinde ‘sıvandı’ diyebiliriz... Ama derinde bir görüş ayrılığı var. Şimdilik sıvandı sadece ama ‘çatlak’ ortadan kalkmış değil.”

Yeni NATO ve BOP’da Türkiye’nin Rolü
Yeni NATO ve BOP’da Türkiye’ye oldukça stratejik roller biçiliyor. Türkiye NATO’nun Ortadoğu’lu yegane üyesi ve bu konumuyla, NATO’nun Ortadoğu’ya ilişkin yüklendiği tüm görevler açısından merkezi bir role sahip. Bu bağlamda, 1945-90 arasında dönemde NATO’da bir kanat ülkesi konumundayken, bugün bir cephe ülkesi, hem de merkezi bir cephe ülkesi konumunda. NATO’nun yaptığı bir çalışmaya göre, Avrupa ve Asya bölgesindeki 22 sıcak noktanın 19’u doğrudan yada dolaylı olarak Türkiye ile ilişkili. Bunun anlamı, birincisi, Türkiye’nin çatışmaların, çelişkilerin düğüm noktalarından birini oluşturduğudur. İkincisi ise Türkiye’nin kaçınılmaz olarak hem NATO görevlerinde, hem ABD ile ikili görevlerde, hem de kendisinin tek başına ciddi askeri roller üstlenmek zorunda kalacağıdır.
Bu bağlamda, hem ABD emperyalizminin, hem de NATO’nun Türkiye’den talepleri somutlaştırılmıştır.

ABD Seçimi, Kerry’in Seçilme Olasılığı ve Yeni NATO-BOP
Yaklaşan ABD seçimleri oldukça ilginç yanılsamaların da kaynağı. ABD emperyalizminin izlediği aşırı saldırgan politikaların çok bilinçili biçimde özellikle Bush’un şahsında cisimleştirilmesi, adeta Bush seçimleri kaybedip giderse bu saldırgan politikalarda sona erecekmiş gibi yanılsamaya yol açıyor.
Bu tümüyle gerçek dışı bir beklenti. Hiç kuşkusuz, Kerry’nin seçilmesi emperyalist sistem içi ilişkilerde kimi geçici ve kısmi rahatlamalar yaratacaktır. Bush’un emperyalist politikalarda ve ilişkilerde izlediği yol esas olarak tek taraflılıktır. Kerry ise işbirliği stratejisine daha yakın görünmektedir. Yani süreci mümkün olduğunca diğer emperyalistlerin de desteğini alarak yürütmekten yanadır.
Daha ötesi, evet daha ötesi yoktur. BOP ve Avrasya planları, İsrail’e tam destek politikası, vb. bir başına Bush’un tercihi değildir. ABD emperyalizminin orta ve uzun erimli dünya hegemonyası planlarının temel bileşenleridirler ve bunlar Kerry’nin kazanması ile filanda değişmezler. Zaten Kerry’nin de BOP, yeni NATO, ya da dünya hegemonyasına ilişkin Bush’la esaslı bir ayrılığı olmadığı tüm açıklamalarından ve pratiğinden anlaşılmaktadır. Irak’ın işgalini desteklemektedir. Ortadoğu’daki saldırgan baskının devamından yanadır, vb... İstediği en fazlasından tek taraflılığın yumuşatılması, diğer emperyalistlerin asgari desteğinin alınması, daha meşru bir zeminde hareket edilmesi...

İlk somut pratik talep NATO içinde yüksek hazırlık düzeyindeki kolordu konumundaki İstanbul’da bulunan 3. Kolordu’nun 2005 Şubat’ında Afganistan’da komutayı üstlenmesi olmuştur. Ve bu kabul edilmiştir. Türkiye her yoldan Afganistan’daki emperyalist barbarlığın daha fazla ortağı haline getirilmektedir.
İkincisi, BOP bağlamında NATO Güney Bölge Hava Komutanlığının İzmir’e taşınması planlanmaktadır. Böylece İzmir’de ikinci bir NATO üssü oluşmuş olacaktır.
Üçüncü talep, İstanbul’da NATO’nun bir “Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi” denilen saldırı üssü oluşturmasıdır. Bununla bağlantılı olarak İstanbul’daki 3. Kolordu’nun doğrudan NATO karargahına tahsis edilmesi de planlanmaktadır. Bunun gerçekleşmesi durumunda İstanbul Maslak’taki 3. Kolordu emperyalistlerin Türkiye’deki en önemli üslerinden biri haline gelecektir.
Ancak sadece bunlar değil. ABD emperyalizminin NATO dışında doğrudan kendisine dönük talepleri de bulunmaktadır. Son bir-iki ay içinde gündemleşen İncirlik üssünün tümüyle serbest kullanımı ve kapasitesinin genişletilmesi ABD başlıca güncel askeri taleplerinden birini oluşturmaktadır. Karadeniz kıyılarında -Samsun ve Trabzon- deniz üslerinin kurulması, Konya’nın askeri tatbikatlar için kullanılması ise yakın gelecekte güncelleşecek olası talepleri oluşturuyor.
Bütün bu gelişmelerin ve taleplerin prizmasından bakıldığında Türkiye’nin BOP ve yeni NATO içinde askeri açıdan oldukça aktif roller almaya zorlanacağı görülüyor. Bir yığınak, eğitim, istihbarat ve saldırı üssü olarak geniş bir biçimde kullanılması, gerektiğinde doğrudan işgallere katılması, daha çok da NATO’ya verilecek sözde inşa (Afganistan’da olduğu gibi) çalışmalarında kilit roller üslenmesi ve bütün yollardan kardeş halklara karşı yürütülen vahşet operasyonlarının ayrılmaz bir parçası haline getirilmesi önümüzdeki süreçte Türkiye’nin NATO içindeki askeri vizyonunu oluşturuyor.
Bunun yanısıra, Ordunun yeni NATO ve BOP bağlamında oluşan yeni koşullara kendini uyarlama yönündeki özerk inisiyatifleride ayrıca gelişiyor. Son dönemlerde gündemleşen Şark Ordusu’nun kurulması bu bağlamda geliştirilen bir projedir. Kürt coğrafyasında konuşlanacak (böylece Kürt coğrafyasında konuşlanacak üçüncü ordu -ilk ikisi 2. ve 3. Ordu’lar- olacak) bu ordunun tümüyle yeni NATO ve BOP’un kriterlerine ve belirlediği görev ve yapılanma tanımlarına göre örgütlenmesi hedefleniyor. Yani Türkiye kendisini ABD’nin BOP bataklığına boylu boyunca atmaya hazırlanıyor.
Hiç kuşkusuz, yeni NATO ve BOP bağlamında Türkiye’ye biçilen roller sadece askeri alanla sınırlı değil. Öte yandan, ABD Dışişleri Bakanı C. Powell’ın dil sürçmesi diyerek geçiştirdiği “ılımlı islam” modeli temelinde Ortadoğu ülkelerine model olma planı hızla işletiliyor. Ilımlı İslam modeli söylemi artık tüm emperyalist liderler tarafından telaffuz ediliyor. Türk-İslam sentezinden, uzun bocalamaların ardından Türkiye’ye yakıştırılan siyasal model Ilımlı İslam olmuştur. Türk-İslam sentezi ve bir parçası olduğu emperyalistlerin 1950’lerden 90’lara değin gelen yeşil kuşak planı esas olarak İslamın oldukça katı, geleneksel yorumunun ve buna bağlı toplumsal güçlerin (feodal yapılarda dahil, tüm gerici toplumsal sınıflar) anti-komünist mücadelede kullanılmasını esas almaktaydı. Geleneksel islam yorumu bugün anti-Amerikancı öfkenin de kullandığı bir araca dönüşmüş durumda. Bununla birlikte geleneksel İslam yorumunun dayandığı toplumsal sınıflar artık Ortadoğu pazarının derinleştirilmesinde rol oynayamazlar. Bunun yerine Ilımlı İslam konuyor. Yani emperyalist ekonomik, siyasal, askeri, kültürel politikalara tümüyle sadık, İslamın geleneksel yorumlarını bu temelde dönüştürmeyi esas alan (reforme eden), olası direnişlere temel oluşturmasını engelleyen tarzda yorumlanması hedefleniyor. Bu ideolojik, siyasal zeminde Ortadoğu devletlerinin, toplumsal düşünce tarzının emperyalizm lehine kapsamlı biçimde dönüştürülmesi planlanıyor. Türkiye bunun ilk örneği olarak ele alınıyor. Geleneksel İslamcı parti doğrudan FP, ABD tarafından ayrıştırılmış ve ılımlı islam yorumunu savunan AKP’ye tam destek verilerek iktidara getirilmiştir. AKP yoluyla hem ılımlı islam planının geçerliliği sınanmakta (ki böylesi bir sınama için Türkiye en uygun ülkedir, çünkü AKP’nin bir adım ileri gitmesi durumunda onu zor yoluyla da olsa durduracak güçler, başta ordu olmak üzere hazır durumdadır), hem de Ortadoğu’da yaşanan kaotik ortamda tüm diğer ülkelere örnek olarak gösterilmektedir. Ortadoğu ülkelerinin günlük yaşamında, ideolojik biçimlenişinde, politik ortamında oldukça belirleyici bir role sahip olan din bir kez daha emperyalist saldırganlığa uysalca boyun eğmenin ve suç ortağı olmanın aracına dönüştürülmeye çalışılıyor.
Hiç kuşkusuz, Türkiye biçilen Ilımlı İslam modeli rolü, Türk egemen sınıfları içinde tam ve kesin bir destek almış değildir. Türkiyenin tarihsel-toplumsal gelişme seyri, Ordu ve temsil ettiği kesimlerin güçlü muhalefeti ılımlı islam söylemini durduramasa da önemli ölçüde sınırlayacaktır. Ordu BOP’u kabul etmiştir. Onun sorunu Ilımlı İslam tanımlanmasıyladır. Kısacası Türkiye ılımlı islam modeli rotasına sokulmuştur. Modelin İslami tonunun ne olacağı, tümüyle bu işe soyunanlarla karşıt güçlerin çatışmalarıyla belirlenecektir. Ve tabi modelin tümüyle başarısızlığa uğraması da olasıdır.
Kısacası, Ilımlı İslam genel bir siyasal konsept olarak düşünülmelidir. Her ülkedeki sınırları ve içeriği o ülkenin tarihsel-toplumsal dinamikleri tarafından biçimlendirilecektir. Bunun batının modernist bir dayatması olduğu iddiası ise doğru değildir. Evet bir dayatma vardır; ancak bu çarpılmış biçimde bile olsa modernist değildir. Olsa olsa belli bir bütünlükten yoksun, İslamı emperyalist pragmatizmle kaynaştıran postmodernist bir dayatma olarak tanımlanabilir.

Emekçilerin Halkların Seçeneği: Direniş ve Ortadoğu Devrimci Çemberi
BOP ve yeni NATO, emperyalistlerin, özelde de ABD emperyalizminin dünya hegemonyası iradesinin, Ortadoğu’ya el koyma ve biçim verme iradesinin açık ifadeleridir. Emperyalist barbarlar coğrafyamızı, daha da ötesi tüm dünyayı diledikleri gibi biçimlendirecekleri, adeta bir yazboz tahtası, bir oyun hamuru olarak ele alıyorlar. Hiç kuşkusuz, bu oldukça büyük bir yanılsamadır. Irak’da, Filistin’de, Afganistan’da süregelen direnişler aslında daha şimdiden bu planların başka bir iradeye çarpıp oldukları yere çakıldıklarını gösteriyor. Ortadoğu coğrafyamızın ezilen yoksul halkları emperyalistlerin iradesini tanımayacaklarını şu ya da bu biçimde ama çoğunlukla büyük öfke patlamalarıyla ortaya koyuyorlar. Kısacası, emperyalistlerin kaderimizi belirlemeye dönük projeleri karşılıksız kalmıyor, direniş büyüyor.
Ortadoğu coğrafyamızın ezilen halklarının karşı koyuşlarının bugün için üç ana belirleyici çizgiye sahip olduğunu söyleyebiliriz:
Birincisi, direniş azgınlaşan saldırılara karşın sürmekte ve büyümektedir. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalistlere karşı büyük bir öfke birikiyor. Büyüyen direniş ve öfke oldukça zayıf yanlar taşımasına karşın, tüm ezilen halklara emperyalizmin ve yerli işbirlikçi rejimlerin yenilebilir olduğunu gösteriyor. Çok güçlü görünen işbirlikçi bölge devletlerinin gerçekte çok kırılgan oldukları, büyük bir bölümü örgütsüz olan emekçilerden bile büyük bir korku duydukları artık apaçık görülüyor. Direniş eğiliminin büyümesi kimi inişli-çıkışlı süreçler içinde sürecektir.
İkincisi, bugün Ortadoğu coğrafyasında silahlı direnişe genel olarak radikal İslami renkler hakimdir. Bu hareketler demokratik bir içerikten ve ufuktan yoksundur. Geçmişleri karanlıktır ve esas olarak emekçi halkların emperyalistlere karşı biriken öfkesini çok güçlü eylemlerle dile getirdikleri için destek bulmaktadırlar. Ve tabii ki, radikal islamcı güçlerin güç kazanmasının bir diğer temel nedeni de sürece müdahale eden bir devrimci savaş örgütü bulunmamasıdır. Radikal islamcı hareketler, bütünlüklü bir demokratik programdan yoksun oluşları, şiddeti oldukça kör biçimde kullanmaları, daha çok birer öfke hareketi olarak biçimlenmeleri nedeniyle, orta ve uzun vadede çatışmaların derinleşmesine bağlı olarak bugünkü etkinlikleri ya giderek zayıflamaya başlayacaktır (ki bu, aynı zamanda devrimci sosyalist bir hareketin gelişmesine de yakından bağlıdır), ya da bir biçimde şimdiden kestirilmesi oldukça güç olan yeni mecralara kayacaklardır. Ancak yine de kısa vadede ve bir ölçüde orta vadede beslenecekleri kaynakların kısmen artması da mümkündür. Özellikle emperyalistlerin Ilımlı İslam projeleri ile İslamın geleneksel yorumlarını zayıflatmaya dönük çabaları, ayrıca yine BOP temelinde ekonomilerin dönüştürülmesine bağlı olarak geleneksel yaşam biçimlerinin daha hızlı biçimde çözülmeye başlaması, bunun yaratacağı derin ekonomik ve kültürel sorunlar, İslamın geleneksel yorumlarına bağlı kesimleri radikal islamcı hareketlerin saflarına itebilir. Fakat bunun açık sınırları da ortadadır. Geniş emekçi kesimler genel söylemlerle emperyalizme karşı öfke ve saldırı temelli bir politikanın arkasında evet bir süre dururlar, ancak bu süre çok uzun olamaz. Ancak bir toplumsal devrimle tatmin edilebilecek somut talepler ve bunlara yaslanan eylem öne çıkmak zorundadır. Radikal islamcı hareket bunu başarabilir mi? Elbette ki hayır.
Öte yandan, direniş güçlerinin tümünün asıl zayıflığı hareket ve çözüm zemini olarak mevcut Ortadoğu statükosunu esas almalarıdır.
Mevcut Ortadoğu statükosu bölge halklarının tüm dinamiklerinin, toplumsal zeminlerinin parçalanması ve çarpıtılması temelinde emperyalistlerce oluşturulmuş bir statükodur. Uluslar parçalanmış, dinsel ayrımlar kışkırtılmış, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler, ülkeleri büyük zenginliklere sahip iken en derin sefalete mahkum edilmişlerdi.
Bugünkü statükonun tarihsel temelleri esas olarak 20. yüzyıl başlarına dayanmaktadır. Uzun bir dönem Osmanlı yönetimi altında bulunan Ortadoğu coğrafyası, 20. yüzyıla değişik sömürgeci güçler tarafından parçalanmaya başlamış olarak girdi. Mısır İngiliz sömürgecilerinin, Fas ve Cezayir Fransız sömürgecilerinin eline geçmişti. I. Paylaşım Savaşı başlamadan hemen önce Libya İtalyanların eline geçmiş durumdaydı. I. Paylaşım Savaşı ise Osmanlının elinde kalan diğer bölgelerin paylaşımı ile sonuçlandı. Paylaşımı ve bugünkü Ortadoğu statükolarını belirleyen anlaşma daha savaş bitmeden, 1916 yılında İngiltere ile Fransa arasında yapılmıştı. Hazırlayan görevlilerin ismine atfen Skyes-Picot anlaşması olarak isimlendirilen anlaşma ile tüm Ortadoğu İngiltere ile Fransa arasında ülkeler, uluslar parçalanarak pay edilmekteydi. Savaşın ardından TC’nin kurulması ve anlaşmada yapılan kimi değişikliklerle bugünkü tablo ortaya çıkarıldı.
Ortadoğu’nun ulusal ve toplumsal gerçekleri neydi ve emperyalistler nasıl bir tablo ortaya çıkarmışlardı?
Ortadoğu’da esas olarak dört büyük ulus bulunuyor. Bunlar Araplar, Kürtler, Türkler ve Farslar. Bunlarla birlikte, Yahudiler, Süryaniler, Keldaniler, Beluciler, Berberiler, Kıptiler, Çerkezler başta olmak üzere pek çok irili-ufaklı ulusal topluluk bulunuyor. Ayrıca oldukça geniş bir dinsel ve mezhepsel inanışlar yelpazesi söz konusu. Hiç kuşkusuz, bu tablo derin ulusal ve toplumsal sorunlara kaynaklık edebileceği gibi, demokratik bir zeminde ise hiçbir sorun yaratmaz.
İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Sykes-Picot anlaşması, TC’nin kuruluşu ve diğer düzenlemeler, 1945 sonrası yeni-sömürgecilik uygulamaları ile kurulan devletler esas Ortadoğunun tüm ulusal, kültürel, dinsel, ekonomik ve diğer tüm dinamiklerinin birer büyük çatışma ve sorun kaynağına dönüştürülmesini sağlamışlardı. Ortadoğu’nun büyük ve olumlu gelişmeler ortaya çıkaracak nitelikteki dinamikleri bu düzenlemelerle süreklileşmiş çatışma zeminleri haline geldiler. Coğrafya ve halklar paramparça edilmiş, toplumsal dinamiklerin doğal gelişim seyri bozulmuş, tam bir kaotik tablo ortaya çıkarılmıştır.
- 200 milyonluk Arap ulusu ve coğrafyası emperyalistler tarafından tam 24 devlet halinde parçalanmıştır. Arap coğrafyasının büyük petrol kaynaklarının kontrol altında tutulması ve pazarın daha kolay kontrolü için Arap ulusu deyim yerindeyse paramparça edilmiştir. Petrol kaynaklarının büyük bir bölümünün bulunduğu alanlar, buralarda bulunan küçük petrol şeyhlikleri devlet haline getirilerek bunlara bırakılmıştır ve dolayısıyla kesin biçimde kontrol altına alınmıştır. Geniş emekçi Arap kitleleri ise tam bir yoksulluğa ve ortaçağ karanlığına mahkum edilmiştir. Sadece bu da değil, İsrail eliyle Filistin’in Arap halkı topraklarında sürülmüş, İsrail tüm Arap coğrafyasının üzerinde sallanan emperyalist bir kılıç olmuştur.
- Kürt ulusu ve coğrafyası emperyalistler ve bölgenin gerici devletleri tarafından parçalanarak 4 parça halinde sömürgeleştirilmiştir. Uzun bir süre varlığı dahi tanınmamıştır. Bugün Kürt coğrafyasının Türkler, Araplar ve Farslar arasında parçalanmışlığı Kürtlerin toplumsal dinamiklerini sakatlarken, hiç küçümsenemeyecek ölçüde sömürgecilerin toplumsal dinamiklerini de sakatlayıcı rol oynamıştır.
- Türk ve Fars uluslaşması ve 20. yüzyıldan bu yana gelen toplumsal dokularının oluşum süreci, Kürt, (İran bağlamında Azeri, Arap, Beluci, Türkmen ulusal varlıklarının da) ulusunun varlığının inkarı ve gerici, asimilasyoncu, batıcı uluslaşma çizgisi nedeniyle ciddi biçimde sakatlanmıştır. Yeni-sömürgeciliğin derin sakatlayıcı etkileriyle birleşen bu gerici uluslaşma süreci oldukça kırılgan, gerici bir toplumsal doku oluşturmuştur.
Gelinen noktada, tablo vahimdir; doğal, normal, demokratik tek bir unsur yoktur. Gerici bir kaotik ortam egemendir. Arap parçalanmıştır, ama kendisi de Kürdü parçalamaktadır. Türk’ün ne olduğu belli değildir, inkar, asimilasyon ve korku Türk ulusal kimliğinin esaslı bir bileşenidir. Fars, Kafkaslardan, Orta Asya’ya, oradan Basra Körfezine değin olan geniş coğrafyayı bir halklar hapishanesine çevirmiştir. Hiç kuşkusuz, kaotik ortam sadece ulusal ilişkilerle sınırlı değildir. Değişik uluslardan bölge proletaryası da, bu derin karmaşanın etkisi altındadır. Kendi kimliğini, mücadele coğrafyasını, kendi enternasyonalist programını oluşturmakta ciddi handikaplarla yüzyüze gelmektedir.
BOP bu statükonun emperyalizm lehine yeniden düzenlenmesini hedefliyor. Çok büyük değişimler beklenmez elbette, hele ki ilerici değişimler asla beklenemez... Tersine halkların iç parçalanmışlıklarını, birbirleriyle olan sorunlarını daha da derinleştirici ve bu durumdan emperyalizm lehine sonuçlar çıkaran değişimler beklemek gerekiyor.
Bu tabloyu değiştirecek yegane güç, bölgede proletaryanın öncülüğünde gelişecek devrimci sosyalist hareket olabilir. Bu tespit, basitçe bir klişenin ifadesi değildir. Somut gerçeklik başkaca bir güç, başkaca bir çıkış kapısı bırakmış değildir. Ne küçük burjuva milliyetçiliği, ne dinci akımlar, bölgenin karmaşık çelişkiler yumağını çözebilir. Çünkü bunların temel hareket noktaları mevcut statükodur, mevcut statükonun kendi ulusları, kendi dinleri ya da mezhepleri lehine düzeltilmesidir. Bu ise asla kalıcı bir kardeşlik çözümü, demokratik bir çözüm üretemez. Çözüm sadece ve sadece proletarya enternasyonalizmi zemininde mümkündür. Ortadoğu’nun tüm sorunlarının çözümü bugünkü mevcut statükonun tümünün tasfiyesini esas alan bir program temelinde mümkündür. Demokratik devrim programı temelinde ulusal, dinsel ve diğer demokratik sorunların çözümü ve toplumsal yapının sosyalizme ilerleyen tarzda değiştirilmesi tüm halklar için makul bir çözüm zemini yaratabilir.
Bu bağlamda;
- Arap ulusunun ve tüm coğrafyasının bağımsız, birleşik ve demokratik bir devlet temelinde yeniden kurulması zorunludur. Bununla bağlantılı olarak, gerici Arap rejimlerinin sömürgeleştirdiği Kürt coğrafyası kendi kaderini tayin temelinde özgürleşmelidir. Filistin vatanı Filistinli Arapların ve Yahudilerin ortak vatanı olarak yeniden kurulmalıdır. Arap coğrafyasındaki Keldani, Kıpti, Berberi ve diğer ulusal toplulukların tüm demokratik hakları tanınmalıdır. Bütün bunların tek yolu devrim yoluyla mevcut gerici Arap rejimlerinin, İsrail’in ve emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin tümüyle tasfiyesidir.
- Kürt ulusunun ve coğrafyasının bağımsız birleşik ve demokratik bir devlet temelinde yeniden kurulması zorunludur ve bunun tek yolu yine sömürgeci rejimlerin Kürt coğrafyasından sökülüp atılmasıdır.
- Türk ve Fars coğrafyasındaki gerici-faşist rejimler demokratik halk devrimleri temelinde tasfiye edilmeli, ulusal ve toplumsal yapı tümüyle yeniden proletaryanın öncülüğünde inşa edilmelidir.
Tüm gerçekler gösteriyor ki, Ortadoğu’nun Arap, Kürt, Türk ve Fars coğrafyasında ezilen halkların kaderi iç içe geçmiştir. Çözüm tek başına Ürdün’de, tek başına Irak’da ya da İran’da çıkmayacaktır. Aynı zamanda bunların herhangi birindeki çözüm diğerlerini derinden etkileyecek, büyük mücadelelerin önünü açacaktır. Irak bölgenin nasıl birbirini derinden etkilediğinin aynasıdır. Irak’da Arap halkın ya da Kürtlerin attığı her adım, derhal başta komşularına olmak üzere tüm Ortadoğu’da derin biçimde yankısını bulmaktadır. Bir de demokratik devrimci bir çözüm düşünelim... Irak’da Kürt ulusunun özgürleştiğini, kendi devletini kurduğunu, Irak’ın Arap halkının özgür Irak’ı kurduğunu düşünelim. Bölgedeki gerici statüko derinden sarsılacak ve bu gelişmelerin etkisi pratikte de derhal görülecektir. Yeni devrimlerin kapısı hızla aralanacaktır.
Bu bağlamda oldukça belirleyici rol oynayacak coğrafyalardan biri (hatta en önemlisi) ise Türkiye ve Kuzey Kürt coğrafyasıdır. Türkiye’nin Ilımlı İslam projesi bağlamında örnek gösterilmesi boşuna değildir. Türkiye sahip olduğu dinamikler nedeniyle tüm Ortadoğu coğrafyasının gözünün üzerinde olduğu ülkedir. Hiç kuşkusuz, Türkiye oligarşisi örnek modeller üretemeyecektir. Çünkü TC’nin mayasında kendi değerlerini inkar ve asimilasyonculuk vardır. Devrim ise bu coğrafyadaki Türkleri, Kürtleri, Arapları, Çerkezleri, Boşnakları ve diğer tüm ulusal toplulukları özgürleştirerek, demokratik halk iktidarının ve sosyalizmin kuruluşuna güçlü biçimde girişerek Ortadoğu halklarına kurtuluş için büyük bir örnek yaratacaktır. Güçlü bir devrimci çıkış bile Ortadoğu coğrafyasındaki emekçilerin radikal islama yönelmiş dikkatlerini sosyalizme ışığına çekmede büyük bir rol oynayacaktır.
Bu bağlamda devrimci sosyalistlerin görevleri ikilidir; birincisi kendi ülkelerinde güçlü bir devrimci çıkış yaratmak için çok yönlü bir süreç geliştirmektir. İkincisi, Ortadoğu’da emperyalizme karşı birleşik mücadeleyi örmek perspektifiyle devrimci bir çember örmektir.
Salt enternasyonalist dayanışma boyutunu aşan, bölgenin gerici rejimlerini tasfiyeyi ve halkların birleşik, demokratik, sosyalizme yürüyen Ortadoğu’sunu yaratmayı hedefleyen, birleşik bir mücadele, birleşik bir örgütlenme, birleşik bir program perspektifine de sahip olan bir Ortadoğu devrim hareketini yaratmak... İşte Ortadoğu Devrimci Çemberi ve Özgür Ortadoğu bu perspektifin ürünü olarak gelişecektir.
Ortadoğu bizimdir ve önümüzdeki görev BOP’ların, yeni NATO’ların konuşulduğu bir Ortadoğu değil; Ortadoğu Devrimci Çemberinin, emekçilerin gözlerini devrim ve sosyalizme çeviren eylemlerin konuşulduğu, tartışıldığı, saflaşmanın bu temelde yapıldığı bir Ortadoğu yaratmaktır

*Bu değişiklikler; S. Barikat’ın 2. sayısında yeralan “NATO’nun Değişen Yapısı ve “Acil Müdahale Kolorduları’ “, başlıklı incelemede, 3. sayısında yer alan “NATO-Türkiye İlişkileri” başlıklı incelemede ve 8. sayısında yer alan “ABD’nin ‘İmparatorluk’ Stratejisi” başlıklı incelemede daha geniş biçimde ele alındı.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul