|
|
|
|
12
Eylül'ün 22 Yıldönümünde:
Yargılamak
ve Aşmak
D. Sena
|
12 Eylül açık faşist darbesinden
bu yana 24 yıl geçti. Daha doğru bir ifade kullanırsak
eğer, yasalarıyla, kurumlarıyla ve en önemlisi toplumsal
atmosfere getirdiği çürütücü etkileriyle 24 yıldır
süren bir cunta yönetiminden söz etmeliyiz. Yerleşik
politik literatürde “12 Eylül dönemi” denilen sürecin
1980-1983 arasıyla sınırlı bir zaman dilimi olarak
ifade edilmesi bu açıdan yanıltıcıdır. Hatta belki
de cunta, 24 Ocak 1980 IMF istikrar paketiyle başlayıp
günümüze dek sürüp gelen büyük bir restorasyon hareketinin
zorunlu ama biraz kaba saba bir parçası olarak görülebilir.
Gerçekten de 12 Eylül cuntasının nasıl büyük ve
zorunlu bir “zemin düzleme” operasyonu olduğunu
bugün daha iyi anlıyoruz. Türkiye’nin yakın tarihi
içersinde 12 Eylül darbesinin rolü, üç beş tane
yarım akıllı general ve Pentagon’daki darbe heveslilerini
aşan bir olgudur. Sağlam bir kıyım yapıp işçi hareketini
ve solu kırıp geçirmek, sonra da her şeyin eski
tas eski hamam devam etmesi biçimindeki basit bir
düşüncenin ötesinde, yeni-sömürgeciliğin yeni bir
aşamasına geçiş, ekonomik-siyasi-toplumsal ve kültürel
anlamda büyük bir reorganizasyon ve toplumsal hareketin
kalıcı olarak ezilmesi başından beri darbenin asıl
yönelimi olmuştur. Bu anlamda darbenin baş aktörlerinin
zalimlikleri (ve tabii boşboğazca konuşmaları!)
ile arka planda, daha teknokrat kadrolar tarafından
yürütülen asıl kalıcı faaliyet birbirine hem bağlıdır,
hem de bir ölçüde ayrı düşünülmesi gereken bir durumdur.
Şüphesiz, bu çapta bir restorasyonun hayata geçirilmesi
için bütün aykırı seslerin kısılması, devrimci hareketlerin
gaddarca ezilmesi ve ülkenin bir baştan bir başa
dehşet atmosferine sokularak belli bir sessizliğin
sağlanması 11 Eylül gününü itibarıyla bir gereksinmedir.
Ülkenin tamamının bir işkencehaneye dönüştürülmesi,
cezaevlerinde, idam sehpalarında yüzlerce devrimcinin
katledilmesi, öncü işçilerin ve onların örgütlerinin
kırılması, büyük bir depolitizasyon kampanyasıyla
örgütlü-toplu hareket konusunda ciddi bir korkunun
yaratılması, vb. vb. hepsi, burjuvazinin intikamcı
yüzünü yansıttığı kadar ortamın “düzlenmesi” amacını
da içermektedir. Darağaçlarında, sokaklarda ve işkencehanelerde
yüzlerce şehit vererek kahramanca bir direniş gösteren
devrimci hareketin de bütün özverili çabasına rağmen
karşılayamadığı bu büyük saldırı, sonuç olarak büyük
ölçüde amacına ulaşmış, yeni bir sömürü-hegemonya
düzeyinin inşası için gerekli olan ortam yaratılmıştır.
Eski türden “ithal ikameci” politikaları adım adım
tasfiye ederek yeni-sömürge ekonomisini bütünüyle
emperyalist tekellere açan, bu anlamda 90’lı yılların
başat eğilimi olan sınırsız küresel soygun ortamının
ön-adımlarını atan neoliberal politikalar bu süreçte
inşa edilmeye başlanmış, bu arada yalnızca sendikalar,
devrimciler, vb. değil, hakim sınıflar içersinde
bu yeni duruma direnen “eski moda” güçler de ezilmiştir.
Bu arada politik-toplumsal ortam kalıcı yasal düzenlemelerle
felç edilmiş, cuntanın resmen sona ermesinden sonra
ortaya çıkabilecek politik sürprizlerin önü de böylece
kesilerek işler sağlama bağlanmıştır. Bu anlamda,
ekonomiyi emperyalist finans kurumlarına ve tekellerin
memurlarına, devletin temel politikalarını da MGK
başta olmak üzere kalıcı mekanizmalara bağlayarak
parlamenter kadroların inisiyatifini minimuma indirgeyen
siyasal düzen, 12 Eylül’ün doğrudan ürünüdür.
Ve nihayet 12 Eylül, büyük bir toplumsal çürümenin
ve kültürel değerlerin yozlaştırılmasının zeminini
ve araçlarını yaratmış, korku ve baskının yarattığı
davranış biçimleri daha sonra yeni ekonomik politikalarla
da desteklenerek etkileri günümüze dek gelen bir
toplumsal ortam sürece hakim kılınmıştır.
Asıl önemli olan ise bütün bu adımların Türkiye
devrimci hareketi tarafından politik olarak karşılanamamasıdır.
Devrimci sosyalist hareket ve genel olarak Türkiye
devrimci hareketi şüphesiz ortaya büyük bir direniş
koymuş, elinden geleni yapmıştır. Ancak yine de,
bir kıyaslama yapmak gerekirse eğer, 12 Mart cuntası
koşullarında olduğu gibi darbecilerin planlarını
ciddi biçimde bozan ya da aksatan, bu anlamda onları
politik olarak yenilgiye uğratan bir durum yaratılamamıştır.
12 Mart sürecinde fiziki olarak tam bir ezilmeye
uğrayan, bütün önder kadrolarını yitiren devrimci
hareket buna karşın politik olarak üstündür; 12
Eylül sürecinde ise özellikle devrimci sosyalist
hareketin çok önemli çabalarına karşın böyle bir
durumdan söz edemeyiz.
Şimdi, aradan 24 yıl geçtikten sonra asıl üzerinde
durulması ve aşılması gereken tablo budur. Bugünlerde
12 Eylül üzerine yazılıp çizilenleri, düzenlenen
çeşitli etkinlikleri de böyle bir yerden ele almak
gereklidir.
Devrimci sosyalizm cunta şefleri dahil olmak üzere
sürecin bütün katillerinin sistem içinde de olsa
yargılanması için yürütülen çabaları, bu katillerin
teşhiri ve meşruluk zeminlerinin ortadan kaldırılması
için yararlı olduğunu düşünmektedir. Öte yandan,
uzun süredir politik etkinlik göstermeyen birçok
insanın da bu vesileyle sokağa çıkması bir tutum
ortaya koyması ayrıca olumlu bir durumdur.
Ancak birkaç noktaya vurgu yapmak yine de gereklidir.
Birincisi, cuntanın yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız
çerçevesini unutarak bu hesaplaşmayı demokrasi mücadelesinin
çok önemli bir parçasıymış gibi görmek kesin bir
yanılgıdır. Söz konusu olan şey, yani cuntanın ve
cuntacıların yargılanması, aşağı yukarı bütün devrimci
hareketlerin genel demokratik talepler içinde saydığı
unsurlardan yalnızca biridir. Demokrasiden söz ettiğimizde
ise gerçekte mevcut baskı mekanizmasını parçalayan
bir devrimden söz ediyoruz demektir ve bu olgu bir
dönemin yargılanması ya da “mağduriyetlerin giderilmesi”
gibi dar alanlara sıkıştırılamaz.
İkincisi, bu vesileyle geçmişe dönülerek gösterilen
sahiplenme çabasının şehit düşmüş devrim savaşçılarının
“bir dönemin mağdurları” olarak ele alınmasına dönüşmesi,
vahim bir çarpıtmadır. 13 Eylül tarihli Gündem gazetesinde
atılan “12 Eylül darbesinin 24. yılında halk mağdur
fotoğraflarıyla sokağa döküldü” başlığı bu bakımdan
tipik bir eğilimi yansıtmaktadır. Şimdilerde unutulmuş
görünüyor, söz konusu fotoğraflardaki insanlar,
cunta işkencehanelerinde, darağaçlarında ve cunta
öncesinde faşist kurşunlarıyla katledilen devrimciler,
“mağdurlar” değil devrim savaşçılarıdır. İşkenceli
sorgulardan sonra kurşuna dizilen Zeki Yumurtacı,
“o büyük gün geldiğinde” aramızda olacağına söz
veren Mustafa Özenç, gencecik ömrünü devrim yoluna
koyan Erdal Eren, Türkiye devriminin başarısı için
şehit düşmüş insanlardır ve burada “giderilecek
bir mağduriyet” ya da “onarılacak bir haksızlık”
yoktur.
Ayrıca ne bu insanların devrim yolunda sona ermiş
hayatları ne de uzun yıllarını cezaevlerinde geçiren
diğerlerinin hayatları, “çalınmış” hayatlar değil,
“verilmiş” hayatlardır. Hukuki süreçlerdeki durum
ne olursa olsun, bu insanların hiçbiri tarihsel-politik
anlamda “haksızlığa” uğramış değillerdir. Bu bakımdan
da daha önceleri Nazım ve Deniz Gezmişler için başlatılan
“iade itibarı”, “vatandaşlık hakkı”, “haksız cezanın
kaldırılması” gibi içi boş kampanyaların 12 Eylül
sürecinin şehitlerine de -başka biçimlerle- uzatılması,
son derece sakıncalı ve inciticidir.
Ve nihayet üçüncüsü, bütün bu kampanyaların politik
bir zeminden kayarak gelişmesi, 12 Eylül ile ilgili
olarak asıl üzerinde durulması gereken sorunu gizlemektedir.
Bu asıl sorun, yukarıda belirttiğimiz gibi devrimci
hareketin cuntayı niçin gerektiği gibi (12 Mart’ta
THKP-C’nin yaptığı gibi) karşılayamadığı ve bu tarihsel
noktadan başlayarak 90’larda iyice hızlanan gerilemenin
nasıl aşılacağıdır. Devrimci sosyalizmin asli sorunu
budur; olması gereken de budur. Çubuğu bükmek, süreci
köklü biçimde değiştirmek, rövanşı almakla da yetinmeyip
güçlü bir devrim hareketiyle oligarşiyi sarsmak
ve alaşağı etmek, bir dönem hesaplaşmasını değil,
doğru çözümlemeleri, doğru bir yol kılavuzunu, merkezi
ve dinamik bir partiyi ve güçlü darbeleri ardarda
vuracak ihtilalci iradeyi gerekli kılmaktadır. Devrimci
sosyalizm, bu göreve taliptir. Ve bu görev, öyle
görülüyor ki, 12 Eylül’de henüz dünyaya bile gelmemiş
olan genç devrimci kadroların omuzlarında yükselecek,
onların muazzam enerjisinin ortaya çıkardığı devrim
yürüyüşü, bu kez gerçek bir hesaplaşma anlamına
gelecektir.
12 Eylül’ü yalnızca kitaplardan öğrenmiş olanlar,
yalnızca fotoğraflarını gördükleri devrim kahramanlarının
anılarının izinden yürüyerek bu ülkenin aydınlık
şafağına ulaşacaklardır.
Çünkü, tarih böyledir; onun yeniden yazılması, ancak
yürüyüş kolunda yapılabilecek bir iştir.
|
|
|
|
|
|
|
|