Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Arif İçer

Bundan yaklaşık 2 yıl önce, 2 Eylül 2002 tarihinde, İstanbul Yedikule banliyö treni istasyonunun duvarında şöyle bir ilan asılıydı.
“İstanbul ili, Sirkeci Halkalı hattında, 328 pafta 2384 ada 1 parselde Yedikule Cer ve Yol Atölyesinin üzerinde bulunduğu TCDD’na ait yaklaşık 28.800 + 8.680= 37.480 m2.lik ve üzerinde bir kısmı tarihi tescilli olan taşınmazın Kiralama Modeli ile ihaleye çıkılmak suretiyle istekliler tarafından hazırlanacak teklif ve projelere göre “Alışveriş ve Eğlence Merkezleri, Eğitim, Spor ve Turistik Amaçlı Tesisler ve Eklentileri vb.” amaçlarla kullanılmak üzere kiraya verilecektir.”
Söz konusu olan yer, bir zamanlar demiryolları işletmesinin İstanbul’daki en önemli atölyelerinden biriydi; şu anda ise yedikule istasyonunun sahile bakan tarafında, terkedilmiş ve perişan halde, alkoliklerin ve tinercilerin mekanı olarak çürüyor. Daha 70’lerde bile capcanlı bir işletme birimi olan atölyenin eski günlerini hatırlatan tek anı, o zamanlar demiryolu emekçilerinin toplantılar yaptığı ama şimdi yalnızca oyun oynanan bir yer haline gelmiş işçi derneği…
İhalenin yapıldığı günlerde bir gazete haberinde şöyle anlatılıyor manzara: “Yedikule’deki tarihi tren bakım ve onarım atölyesi kaderine terkedildi. Sultan Abdülhamid zamanında Almanlar tarafından inşa edilen atölyedeki iş makinalarının bir bölümü, korunmadığı için hırsızlar tarafından talan edildi. Sadece taşınamayacak ağırlıktaki makina gövdelerinin bulunduğu, tarihi bina, geceleri tinercilerin ve mekansızların sığınağı haline geldi. Yedikule tren istasyonunun bitişiğindeki 30 dönümlük arazide kurulu bulunan tren bakım ve onarım atölyesi, yıllardır TCDD tarafından kullanılmıyor.” (Yeni Şafak)
İhaleyi kim aldı, ne oldu bilmiyoruz. Ama tüp geçit projesinin bir ayağının Yedikule’de olacağı üzerine yapılan spekülasyonlardan sonra denize nazır bu arazinin boş kalacağını düşünmek hiç mantıklı değil, birileri mutlaka alır ya da almıştır. Türkiye’nin mafyatik düzeninde aslında bunun bir önemi de yok. Ama öte yandan, en son tren katliamının ardından demiryolları faciasının nedenlerini gerçekten anlamak isteyenler, somut bir örnek olarak sözünü ettiğimiz atölyeyi uzaktan bile olsa şöyle bir görmeliler. Çünkü orası, gerçekten de Türkiye’nin demiryolu macerasının vardığı hazin noktanın en yakıcı örneğini oluşturuyor. Üstelik, hepsi o kadar da değil, Demiryolları işletmesinin (TCDD) sitesine girerseniz eğer, orada hepsi de ihaleye çıkarılmış ya da çıkarılmak üzere olan onbinlerce metrekarelik arazilerin, atölyelerin ilanlarını ve hatta istasyonların özel sektöre devredilme projelerini görürsünüz. Yemekli vagon ihalesi ise çoktan bitti zaten. Geçen günlerde yapılan ihale sonucunda bu iş Altay İnci Restoran diye bir firmaya verildi. Gerekçe ise demiryollarının bu vagonlardan yılda 5 trilyon zarar etmesiydi. İstanbul’un en sapa yerindeki en küçük bir köfteci dükkanı bile zarar etmezken ray üstündeki bu restoranın nasıl bu kadar zarar ettiğini ise kimse sormadı bile.

“Komünizme Giden Yol” ve Katliam Virajı
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önceki ay büyük şatafatla hizmete soktuğu “hızlandırılmış tren” daha aradan 48 gün geçmeden toplu bir katliamın aracı oldu. Özalvari “icraatçı hükümet” havalarına pek özenen AKP’nin bilgiçleri, “hızlı treni de memlekete biz getirdik” demek için başlattıkları ölüm seferlerinin 48’inci gününde onlarca insanın hayatını söndürdüler.
Oysa aynı Turgut Özal, bir zamanlar “demiryolu komünizme giden yoldur” özdeyişini yumurtlayarak bütün kaynakları otoyollara ve temsilcisi olduğu otomobil tekellerinin altyapı ihtiyaçlarına harcamış, demiryoluna tek bir çivi çakmayan neoliberal politikaların da mimarı olmuştu.
Şimdi artık timsah gözyaşları ve “ne olmuş yani her ülkede böyle kazalar oluyor” gibisinden pişkin savunmaların zamanı. “Hain” ilan edilen makinistlerin de tutuklanmasından sonra hükümet açısından mesele hallolmuş görünüyor.
Diğer yanda ise gerçekten de “insan kanı üzerinden politik yarar sağlamak isteyen” abuk sabuk burjuva muhalefeti var. Örneğin Ağar, yani şu bildiğimiz Mehmet Ağar, insan hayatının öneminden söz ediyor! Baykal ise “halk adamı” havalarında ortalıkta dolanıyor… Komedi ve trajedi iç içe…
Bugüne dek bütün neoliberal politikaların borazanlığını yapan, kamu hizmet ve kurumlarının çürütülerek özelleştirilmesi (ve hatta özelleştirilirken kendileri tarafından da soyulması) için elinden geleni yapan medya tekelleri ise “araştırmacı gazetecilik” örnekleri verip hükümeti eleştiri yağmuruna tutuyor. Bugüne dek bilim insanlarının ve sendikaların varlığını hatırlamayanlar şimdi bu kesimle röportaj üstüne röportaj yapıyorlar. Tabii belli bir ölçüyü koruyarak! Bütün bu rezaletten düzen dışı düşüncelerin doğması ve neoliberal politikaların gözden düşmesi ihtimali herkese korku veriyor.
Oysa gerçek, o kadar “araştırmacı” olmadan da açıkça görülebiliyor. Türkiye’de herhangi bir makinist ya da şeftren, hatta bir yemekli vagon garsonu, bırakın hızlı trenleri, normal seyirde giden normal bir tren için bile (bu ray sistemiyle) Temmuz-Ağustos aylarının riskli olduğunu bilir. Osmanlı’dan kalma bu ray sistemi, sıcak aylarda yılan gibi kıvrılır; bu, çıplak gözle de görülebilir bir şeydir. Eğer normal trenlerde bu aylarda çok fazla kaza olmuyorsa, bunun tek nedeni, şimdilerde pek hor görülen makinistlerin ve diğer demiryolu emekçilerinin olağanüstü performansları ve tecrübeleridir. Çünkü bu emekçiler, herhangi bir karayoluna çıkmış herhangi bir otomobil şöföründen farklı olarak, gittikleri yolu avuçlarının içi gibi bilirler ve her noktada nasıl davranılacağı üzerine deneyimlere sahiptirler. Yine onlar, herhangi bir fabrikada herhangi bir ürün üreten bir başka emekçiden farklı olarak, kullandıkları araçların ya da sinyal sistemlerinin yüzlerce insanın hayatını ilgilendirdiğini bilirler. Ve en önemlisi, demiryollarında genel bir usül olarak yol tecrübesi, mutlaka yazılı belgeye dönüştürülür ve talimatlar haline getirilir. Kıt zekalı genel müdürlerin müdahale etmediği koşullarda bu talimatlar, teknik ekipler tarafından oldukça doğru kriterlerle ve bütün ayrıntılarıyla oluşturulur.
Yani burada söz konusu olan şey, son derece açıkça, bilime ve emekçilerin deneyimlerine kulak asmaksızın şov yapma isteğinden başka bir şey değildir. Bilim ve emekçilerin öz-deneyimleri bu ülkede her zaman, istisnasız bütün hükümetler tarafından “kalkınmayı engelleyici gevezelik” ya da “ideolojik saplantı” olarak görülmüş, yeni-sömürgeci düzenin çarpıklıklarına karşı yapılan her itiraz yok sayılmıştır. Mimar ve mühendislerin çarpık kentleşme itirazları, jeologların deprem uyarıları, çevrebilimcilerin kirlenme konusundaki tezleri, vb. vb. hepsi, bu ülkede baştan reddedilmeye mahkumdur. Bu, belki “her şeyi allaha havale etmiş olan” İslamcı hükümetlerde daha yaygınca görülür ama yalnızca onlara özgü bir davranış biçimi değildir. Asıl sorun şudur: Geçtiğimiz sayılarda uzun uzun irdelediğimiz yeni-sömürgeci kapitalistleşme süreci, istisnasız bütün alanlarda akılcı-bilime dayalı bir yoldan değil, dışa bağımlılıkla sakatlanmış akıl-dışı bir çapulculuk üzerinden yürür ve bu çarpık yapılanma doğal olarak her noktasında ülkenin bilim dünyasından, aydın kesimlerinden ve çoğunlukla da sosyalist güçlerden tepkiler, eleştiriler alır. Ancak bu eleştiri ve uyarılar ne denli haklı olursa olsun, yeni-sömürge sistemi tarafından kabul edilemez; çünkü 1950’lerde de şimdi de sistemin işleyişi böyledir. O yüzden günlük basında sayfa sayfa yayınlanan uzman görüşlerini bu yazıya aktarmak istemiyoruz; sonuç ortadadır; son derece açıktır: Yeni-sömürge düzeninin işbirlikçi hükümetlerinden sonuncusu olan AKP’nin kendini çok akıllı zanneden kurmayları, aynen kendilerinden öncekilerin yaptıklarını yaparak bütün uyarılara kulaklarını kapatıp ölüm vagonlarını yola çıkarmışlardır. Aynı kurmaylar, yapılan uyarılara karşı “gaza bastık bir şey olmadı” gibilerden son derece bilimsel (!) yanıtlar vermişlerdir.
Öte yandan, Bozz Allen & Hamilton isimli bir Amerikan firması tarafından hazırlanan rapor çerçevesinde “demiryollarının bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılması”nı hedefleyen bir dizi tasarımın peşine düşen AKP hükümeti, bu alanda da IMF-DB restorasyonunu bu alana da yansıtmayı planlamaktadır.
Yine de sorun, bugünkü hükümeti aşan bir sorundur ve olup bitenler demiryolları açısından şaşırtıcı değildir. Çünkü, hiç abartısız söylenebilir ki, demiryollarının hikayesi Türkiye’nin yeni-sömürgeleşmesinin hikayesidir.

Demiryolları: Nereden Nereye?
Demiryollarının Anadolu topraklarına ilk girişi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, yabancı sermayenin öncülüğünde başamıştır. 1856’da bir İngiliz şirketi tarafından İzmir-Aydın arasında temeli atılan 130 kilometre uzunluğundaki ilk demiryolu hattının 23 kilometrelik bölümü 1860’ta işletmeciliğe açılmış, hattın tamamı ise 1866’da bitirilmiştir.
2 bin kilometrelik Şark Demiryolları’nın 337 km’lik İstanbul-Edirne, Kırklareli-Alpullu kesimleri 1888’de işletmeye açılırken, 1896’da Eskişehir-Konya, Birinci Dünya Savaşı sırasında da Konya- Nusaybin hatları tamamlanmış. 1871’de Haydarpaşa-İzmir hattının yapımı başlayıp, 91 km’lik hat 1873’te biterken, Anadolu demiryolları ile Bağdat ve Güney demiryollarının yapımı Almanya’dan alınan kredi ile gerçekleştirilmiştir. Kaynaklara göre, Osmanlı’dan Cumhuriyet hükümetine aktarılan toplam demiryolu 3 bin 865 kilometredir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, Osmanlıdan devralınan demiryollarının bir ağ gibi Anadolu’nun her yanına gitmesi hedeflenmiş, bu, ülkenin kapitalistleşmesinin ekseni olarak düşünülmüştür. 23 Mayıs 1927’de Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi kurulurken Ocak 1929’da adı Devlet Demiryolları ve Limanları Umum Müdürlüğü olarak değiştirilmiş, daha sonra da 1931 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile de kuruluşun adı Devlet Demiryolları İşletmesi Umum Müdürlüğü yapılmıştır.
Sonuçta, Osmanlı döneminden başlayarak 1940’ların ilk yarısının sonlarına kadar, her şeye karşın demiryollarında yine de belli bir tempo korunabilmiştir ve bunda kurulan fabrika ve atölyelerin rolü büyüktür.

Yeni-Sömürgecilik: Sonun Başlangıcı
Ancak 1950’lere gelindiğinde, her alanda olduğu gibi ulaşım alanında da ciddi bir değişiklik gerçekleşir. Doğrudan ABD emperyalizminin müdahaleleriyle biçimlenen yeni-sömürgeci “kalkınma” anlayışı, demiryollarını elinin tersiyle bir kenara itmiş ve yerine petrole bağımlılığı da beraberinde getiren karayolu-otomobil ikilisini geçirmiştir. Montaj sanayi yoluyla Türkiye’deki karayolu taşıtlarının pazarını genişletmek isteyen ABD, Marshall yardımıyla birlikte bunun için artık özel uzmanlar da göndermektedir.
O günlerde, öncelikle ABD Federal Karayolları Teşkilatı (Federal Bureau of Publick Roads) Genel Müdür Yardımcısı H.G.Hilts başkanlığında bir heyet, gelip “incelemeler”de bulunur ve ilk talimatları verir.
Ama bundan daha önemlisi, ABD yardım programının ilkeleri için resmi görevli olarak Türkiye’ye gelen Thornburg’un ünlü raporudur; Thornburg, daha açıkça karayolunun demiryoluna tercih edilmesini, yeni lokomotif fabrikasının kurulmamasını, denizyollarıyla ulaşım yapılmamasını istemektedir.
Ayrıca Truman doktrinine dayalı olarak ABD ile Türkiye arasında 1947 yılında imzalanan ‘Yardım Anlaşması’ da aynı maddeleri kapsamakta, anlaşma hiç tereddüde yer bırakmaksızın karayollarına dayalı bir ulaştırma sistemine geçilmesi ve tüketim mallarına dayalı endüstrileşmeyi emretmektedir.
Bu tarihten sonra yük ve yolcu taşımacılığında karayollarının payı artarken, demiryollarında ciddi bir düşüş gerçekleşir. Özel sektörün elindeki karayolu yük ve yolcu taşımacılığı hızla gelişip palazlanırken, demiryolları unutulmaya başlanır. Artık yatırımlar ve dış krediler demiryollarına değil, karayollarına kaydırılmaya başlanmıştır. 1950 yılında toplam 24 bin km olan karayolu uzunluğu, 1961’de 42 bin km’ye çıkar ve artık demiryollarına tek bir çivi bile çakılmayan dönem başlar.
1923 yılından 1940’a kadar 3 bin 208 kilometre ve 1940-1950 yılları arasındaki 370 kilometrelik demiryolu hattı yapılırken, 1950’den 2000 yılına kadar yapılan demiryolu hattı sadece 500 kilometreyle sınırlı kalmıştır. Durum bu kadar vahimdir.
Sonuçta varılan noktada, 1972 yılında yurtiçi yolcu taşımacılığında karayolu taşımacılığının payı yüzde 90.6 iken, banliyöler hariç demiryolu taşımacılığının payı yüzde 7.2’ye gerilemiştir. 1983’te bu paylar karayollarında yüzde 95.3’e yükselirken, demiryolları önce yüzde 3.8’e, 1993’te de yüzde 3.2’ye kadar gerilemiştir.
Demiryollarının 1955’te yolcu taşıma payı yüzde 24’lerde, yük taşıma payı ise yüzde 53’lerde iken, 1970’te yolcu taşıma payı yüzde 8’e, yük taşıma payı ise yüzde 22’ye geriliyor. 1998’de ise bu rakamlar yüzde 4 ve 7’ye düşürülürken, 2001 yılı verilerine göre bu rakamlar yolcu taşımada yüzde 3, yük taşımada yüzde 4.9’a kadar iniyor.
Aynı yıllar, Türkiye’nin emperyalist ülkelerle birlikte TEM (Trans European Motorways) yönetimi adı altında birleşerek 3600 km.lik kısmı Türkiye’de olmak üzere 9000 km.lik bir otoyol projesi geliştirdiği yıllardır. 1974-1975’ten sonra bu tür projeler iyice büyütülmüş, 80’lerden sonra ise büyük ve masraflı başka otoyol yapımları hızlandırılmıştır.
Bu arada, borçlandırma ve kredi sisteminin de önemli bölümü bu alana kaydırılmış, Türkiye’nin kendi fabrika ve atölyelerinde yapabildiği demiryolu altyapı malzemeleri varken, karayolları için büyük miktarlarda borçların altına girilmiştir. Söz konusu dönemde zaten uluslararası finans kuruluşların yeni-sömürge ülkelere verdikleri borçların en az yüzde 20’si ulaştırma yatırımları üzerinedir. (Örneğin şu anda Türkiye’de dış borçlarla yapımı sürmekte olan otoyol yatırımlarının tutarı 10 milyar dolar civarındadır.)
Görüldüğü gibi, 1950’lerden başlayan demiryolu düşmanlığı, 1980’lerin neoliberal restorasyon dönemine gelindiğinde en uç noktasına varmaktadır. Demiryolları artık neredeyse yok sayılmaktadır ve bu kesime komik miktarda kaynak aktarılmaktadır. Örneğin, 2001 yılı verilerine göre karayollarına yüzde 52.8 oranında pay ayrılırken, demiryollarına ayrılan pay yüzde 4’te kalmaktadır.
Bunun pratikteki anlamı ise şudur: Türkiye demiryolları, büyük çoğunluğu Osmanlı’dan kalan ve bir bölümü de Cumhuriyetin ilk yıllarında inşa edilen bir altyapı üzerinde çalışmaktadır. 1950’lerden sonra unutulan, 80’lerden sonra ise tamamen yok sayılan demiryolları, artık tamamen bir harabe halindedir.

Sonuç: Yürüyen Tabutlar
Böylece gelinen nokta, aslında yalnızca “hızlandırma” projeleri bakımından değil, bir bütün olarak demiryolları bakımından felakettir. Ve bu noktadan yeni bir aşamaya sıçramak da toplumsal düzen bütünüyle değişmeden imkansızdır. Çünkü bu artık düpedüz bir siyasi sorundur; ulaşım sisteminde ve kaynakların dağıtımında neyin odak olarak alındığına denk düşmektedir. Otomobil tekellerine ve emperyalizme, onun finans kurumlarına bağımlı bir politikanın bırakın bugünkü demiryollarını yeniden biçimlendirmeyi birazcık olsun ayağa kaldırabilme şansı bile yoktur. Ayrıca zaten böyle bir niyet de yoktur. Böyle bir niyet, ancak insanı, insanın can güvenliğini eksen olarak alan bir politikayla, devrimci bir anlayışla birlikte anlam ifade edebilir. Yoksa, Adapazarı, Eskişehir ve Sıvas’ta lokomotif ve vagon ihracatı yapabilecek büyüklükte üç adet fabrika varken, 1976’da petrol krizi nedeniyle başlatılan İstanbul-Ankara yeni hat yapımının 85. kilometrede durdurulmasının ya da Arifiye-Sincan elektrikli tren hattından vazgeçilmesinin başka ne anlamı olabilir?
Görüldüğü gibi bütün bunlar, tamamen yeni-sömürgeci/neoliberal politikaların eseridir ve bu politikalar tamamen değiştirilmeden yapılan her türlü politik şov da kesinlikle katliamla sonuçlanmaktadır.
Tabii ki herhangi bir hükümet salt kâr amacıyla herhangi bir zamanda bir yabancı şirketle anlaşıp yeni bir “hızlı demiryolu” hattı, vb. kurabilir. Ama bu, esasen mevcut ulaşım politikasının değiştirilmesi anlamına gelmez. Zaten herhangi bir yeni-sömürge yönetiminin bu konudaki temel mantığı değiştirmesi de mümkün değildir; sistem böyle kurulmuştur ve böyle işleyecektir.
Anti-emperyalist anti-oligarşik devrimin öncelikli hedeflerinden biri ise bütün bu dışa bağımlı politikaların değiştirilmesi ve ulaşım sisteminin toplu taşımacılığa ve raylı sistemlere ağırlık veren bir biçimde yeniden biçimlendirilmesidir. Doğaya ve insana saygılı, doğayı ve insanı eksen alan bu yaklaşım, bugünkü akıldışı işleyişi tamamen tersine çevirecek ve hem daha ucuz hem de daha güvenli bir ulaşım politikasını en baştan temel alacaktır. Sapanca’daki facia, bunun tersinin her zaman felakete yol açtığını kanıtlamıştır.

İşçilerin Azaltılması ve Güvenlik Riski
Demiryolu gibi işkollarının en önemli özelliği, tasarruf ve işçi azaltımı gibi kararların öncelikle yolcuların can güvenliğini tehdit etmesidir. Demiryol-İş İzmir Şube Başkanı Hüseyin Ervüz’ün verdiği bilgilere göre, 1985'lerde yaklaşık 43-44 bin olan işçi sayısı şu anda 20 binlere kadar düşmüş durumda. Bu, “kilometre başına düşen insan sayısı” olarak da dünya normlarının çok altına düşülmesi anlamına geliyor. Şu anda kilometre başına düşen işçi sayısı Türkiye’de 2.1 iken, Avrupa ülkelerinde ise bu sayı 7-9 arasında. Bu az miktardaki işçi de fazla mesailerle ya da işkolunun bünyesine uygun olmayan vardiya sistemleriyle yıpratılarak çalıştırılıyor. Buna karşın, üretime katkısı olmayan 3 bin 500 güvenlik görevlisi bulunuyor ve bu sayı gitgide artıyor. Sonuç olarak demiryolu ulaşımı gibi son derece hassas bir alanda sistem hem savurgan hem de yetersiz bir eleman politikasıyla yürüyor ve kuşkusuz bütün bunlar rastlantı değil. Kamu hizmetleri alanını tamamen çürütmek isteyen emperyalizm ve işbirlikçileri, yalnızca altyapıyı değil, kurumların istihdam yapılarını da çökertiyorlar; böylece deneyim aktarımı da zayıfladığında vagonlar da artık yürüyen tabutlar haline geliyor.
Demiryolu ve Karayolu: Yaşam ve Ölüm
Tamamen karayollarının ağırlıkta olduğu bugünkü ulaşım modeli, kazalar açısından da bir katliam sistemidir. Örneğin, Türkiye genelinde toplam kaza sayısı 1996 yılı itibariyle karayollarında 346 228, demiryollarında 1 335, kazalarda ölüm sayısı karayollarında 5 347 iken demiryollarında 198'dir. Yine karayollarında 62 000'e yakın yaralanma olayına karşı demiryollarında bu oran 537'dir. Üstelik, ölümlü demiryolu kazalarının çoğu da ray üstündeki çarpışmalardan değil, yine karayollarının yanlış düzenlenişinden kaynaklanmaktadır; çok miktarda demiryolu kazası, trenin karayolu taşıtları ve yayalara çarpmasıyla oluşmaktadır.
Dünyada da durum farklı değildir. Uluslararası Demiryolları Birliği istatistiklerine göre 1 milyar yolcu-km başına kazalarda ölen yolcu sayısı demiryolları ve hava yollarında 1 kişi, karayollarında ise 30 kişidir. Ulaştırma sistemlerinde ölüm riski 1 milyar yolcu-km. başına demiryollarında 17 iken karayollarında 140, yaralanma riski demiryollarında 41 iken karayollarında 8 500-10 000'dır. Daha genel hesaplamaların gösterdiği ise demiryollarının karayolundan 16 kez daha güvenli olduğudur.
Buna karşın otomobil endüstrisine göbekten bağımlı olan işbirlikçiler, bu akıldışı durumu sürdürmekte, demiryolları ile karayolları arasındaki dengesizliği her geçen gün daha da fazlalaştımaktadır.
Karayolu: Gürültü Makinesi
Karayolları ağırlıklı ulaşımın en büyük olumsuzluklardan biri de ortaya çıkan büyük gürültü kirliliğidir. Gürültü insan sağlığı ile doğrudan ilgili olup, insanlar üzerinde olumsuz etkileri oldukça fazladır. Trafik karayolunda gün boyu devam eder, demiryollarında ise tren seyirleri arasında daha uzun bir aralık ve sessizlik vardır, yani demiryollarında sükunet zamanları daha fazladır. Üstelik karayollarındaki gürültü, çok sayıda kaynaktan ve hızlı iniş çıkışlarla yayılırken demiryollarında tek bir kaynak ve ağır ağır yükselen sesler söz konusudur.
Ulaştırma sistemlerinde konforlu bir seyahat için gürültü seviyesinin üst düzeyi 65 desibel, rahatsızlık bölgesi 75-120 desibel olarak kabul edilmektedir. Araştırmalarda karayollarındaki gürültü şiddetinin 72-92 desibel arasında değiştiği tespit edilmiştir. Ağır taşıtlar için bu değer 103 desibele kadar çıkmaktadır. Hava yollarında ise gürültü şiddeti 103-106 desibeldir. Buna karşılık saatte 150 km. hızla giden bir trenin gürültüsü 65-75 desibel arasında değişmektedir. İnsan sağlığı açısından 8 saatlik bir çalışma için gürültü sınırının en fazla 90 desibel olduğu göz önüne alınırsa demiryollarının önemi daha da artmaktadır.
Hava Kirliliği ve Demiryolu
Demiryollarını kaderine terk ederek bütün ağırlığı otomobile ve karayoluna veren sistemin yarattığı en büyük felaketlerden biri de çevre kirliliğidir.
Türkiye'de ulaştırma sektörünün kullandığı enerji toplam enerjinin % 19 kadardır. Demiryolu için kullanılan 100 birim enerjinin ancak %2.8'i elektrikten sağlanırken % 96'sı petrol- den sağlanmaktadır. Karayolu için gereken enerjinin tamamı petrol ürünlerinden sağlanmaktadır. Karayollarında yaygın olarak benzin kullanılırken, demiryollarında dizel yakıt veya elektrik kullanılmaktadır. Dizel yakıtın meydana getirdiği kirlilik benzine göre oldukça düşüktür. Elektrikli demiryollarında ise bu sorun zaten çok azdır. Demiryollarında hem birim işe düşen enerjinin az olması hem de kullanılan yakıt türünün oluşturduğu kirliliğin düşük seviyede olması önemli bir avan- tajdır. Örneğin elektrikli demiryollarının kirlilikteki payı %5 iken karayollarının payı %85 düzeyindedir. Bir elektrikli tren 42 km. seyir sonucunda çevreye 1 kg. karbondioksit yayarken, aynı miktarda karbondioksit otobüsle 12 km'de otomobil ve uçakla 7 km'de yayılmaktadır.
Oksijen tüketimi açısından da durum böyledir: 1 litre yakıtın yanması sırasında 200 litre oksijen tüketilir. Bir insan ise ancak 24 saatte 200 litre oksijen tüketir. Buradan da görüldüğü gibi raylı ve özellikle elektrikli sistemler, doğa için çok daha az tehlike içermektedir.
Demiryolu bitti, Eğitime Son!
1950’lerden sonra Demiryolu ulaşımının hakkından gelen yeni-sömürge düzeni, uzun süre varlığına katlandığı demiryolu meslek eğitimini de 90’ların sonunda bitirdi.
Demiryollarına nitelikli eleman yetiştirmek için 1942 yılında Ankara'da ‘Demiryolu Meslek Okulu adıyla öğretime başlayan liseden, 20 dönemde 4 bin 184 kişi mezun olmuştu. Zaman içersinde, 3 kez kapatılan lise, eleman açığı yüzünden her seferinde yeniden açılmak zorunda kaldı. Nihayet 1998’da Bütçe Yasası’na dayanarak ve Yüksek Okul yapılacağı vaadiyle yeniden kapatıldı ve tabii ki verilen sözler de unutuldu. Oysa buna karşın, başka ülkelerde, özellikle eski sosyalist ülkelerde demiryoluna yönelik eğitim çok daha yaygın. Şimdiki Rusya Federasyonu'na bağlı ülkelerde eski Sovyet düzeninden kalan 100'ün üzerinde meslek lisesi ile 18 adet Yüksek Mühendislik Okulu var. Azerbaycan'da 4 yıllık bir meslek lisesi, 2 yıllık 3 adet meslek lisesi ve Demiryolu Fakültesi ile buna bağlı 4 mühendislik dalı bulunuyor. Kazakistan, Özbekistan, Ukrayna, Gürcistan gibi ülkelerde de meslek lisesi ve bu alanda mezun veren fakülteler bulunuyor. Yalnızca bu tablo bile, dışa bağımlı kapitalistleşme sürecinin Türkiye ulaşımında yarattığı tahribatı özetliyor.
Karayolları ve Enerji İsrafı
Demiryolları gerek yük ve gerekse yolcu taşımacılığında diğer sistemlere kıyasla daha az enerji tüketmektedir. Bu anlamda Almanya'da yapılan bir çalışmaya göre yolcu taşımacılığında demiryolunda tüketilen enerji 1 kabul edilirse, otoyolda tüketilen enerji 3 olmaktadır. Buna eşdeğer taşıma yapılan hava yolunda 5.2 olmaktadır. Yük taşımacılığında ise demiryolunda tüketilen enerjiyi 1 kabul edersek karayolunda 3, havayolunda 1.3 birim olmaktadır.
Japonya'da yapılan bir çalışmaya göre de yolcu taşımacılığında demiryollarına göre otobüsler 1.4 kat, otomobiller 6.8 kat ve uçaklar 5.4 kat daha fazla enerji tüketmektedirler. Yük taşımacılığında ise demiryolları ve gemiler yaklaşık aynı miktarda enerji tüketirken, kamyonlar 7.5 kat daha fazla enerji tüketmektedir.
Uluslararası Demiryolları Birliği'nin bir raporuna göre bir yolcu 1 kWh enerji harcayarak tren ile 5 km. otomobille 1.7 km., uçakla 1.1 km. seyahat edebilmektedir.
Türkiye açısından durumun vahim yanı ise enerji harcamalarıyla ilgilidir. Türkiye’deki toplam enerji sarfiyatının yüzde 25'i ulaşıma harcanmakta olup özellikle karayolu taşımacılığında kullanılan petrol tamamen ithal edilmektedir. Yıllık petrol ithalatının bedeli ise 4 milyar dolardır. Yani her yıl 4 milyar dolar, akıldışı bir ulaşım sistemi yüzünden uçup gitmektedir.

Kağıthane Halk Kültür Merkezi Emekçileri Kazada ÖlenDemiryolu Emekçisinin
Ailesini Ziyaret Etti

Bilindiği gibi Temmuz ayının sonuna doğru hızlandırılmış tren katliamı yaşandı. Katliamın sebebi ise AKP hükümetinin kendi çıkarları için hiç de uygun olmayan koşullarda (sendikaların ve uzmanların bütün itirazlarına rağmen) hızlandırılmış treni faaliyete sokması oldu. Üstelik hükümet olayın suçunu da demiryolu emekçilerinin üstüne yıktı. Bizler, KHKM emekçileri olarak Birleşik Taşımacılık Sendikası (BTS) üyesi bir emekçi olan kazada yitirdiğimiz kondüktör İhsan KARADAĞ'ın ailesini Halk Kültür Merkezleri adına ziyarete gittik. Aile tarafından dostça bir yaklaşımla karşılandık. Konuşmamız devam ettikçe ailenin tepkili olduğunu anladık. Nedeni ise insanların böyle bir olaydan sonra sessiz kalmalarından ve hayatını kaybeden insanların ailelerinin tek cephede birleşip hükümete karşı isyan etmemeleriydi. Ziyaretimizin sonunda bizler, Halk Kültür Merkezleri olarak kendilerini desteklediğimizi, acılarını paylaştığımızı ve konunun yakın takipçisi olacağımızı belirttik. Bu katliamın hesabını soranların arasında olacağımızı bildirdik. Evden ayrılırken, emekçi insanların acılarını paylaşmanın önemli olduğunu böylece bir kez daha anlamıştık. KHKM, bu türden duyarlılıkları gelecekte de sürdürecektir.

Kağıthane Halk Kültür Merkezi Emekçileri

 

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul