“Durgun Don” ve “Uyandırılmış Toprak”
gibi muhteşem romanların yazarı olan Şolohov’a dair
ilginç bir hikayeyi Anna Seghers aktarır. İşçi sınıfının
sadece ekonomi ve politikaya değil sanat ve edebiyata
da yoğun ilgi duyduğu kolektifleştirme yıllarında
Şolohov, sık sık olduğu gibi yine büyük bir fabrika
toplantısına çağrılmıştır ve işçiler tarafından
fena halde sıkıştırılmaktadır: “Yoldaş Şolohov,
romanlarınızda kolektifleştirmeden söz ediyorsunuz
ama kadın sorunundan niye hiç bahsetmiyorsunuz?”,
“parti yaşamını anlatıyorsunuz, güzel, ama ezilen
ulusların sorunlarını neden anlatmıyorsunuz?”
Sorular yağmur gibi yağarken toplantının bir yerinde
Şolohov, “tamam” der gülerek, “tamam ama yoldaşlar,
insan aynı anda iki kızı birden nasıl öpebilir?”
Politik gündemden ve devrimci çalışmanın yöneldiği
yoğunlaşma noktalarından söz ederken, durum sık
sık Şolohov’un şakayla karışık yanıtına gelip dayanır.
Gerçekten de, bir devrimci çalışma, o topraklardaki
politik-sosyal-kültürel sorunların tümünü kapsamaya
çalışan ama her zaman hepsini aynı ağırlıkta ele
almayan bir perspektifle yürütülür ve doğal olarak
“şu konuyla ilgili neden bir şey yapmıyor ya da
yazmıyorsunuz?” gibi sorular hiç eksik olmaz. Aynı
şey, pratikte çalışma yapan devrimci sosyalistin
de başına sık sık gelir; kimi zaman da çok haklı
bir eleştiridir bu. İnsanlar bizim dar ufuklu olduğumuzu,
sürekli aynı noktalara basıp durduğumuzu, vb. söylerler
ve daha geniş bir çerçeve talep ederler.
Ama kimi zaman da söz konusu sorun, “gündem” kavramının
anlamıyla ilgili çok ciddi bir tartışmaya denk düşer.
Daha doğrusu, çoğu zaman “gündem” kavramıyla Lenin’de
sık sık sözü geçen “siyasi gerçekleri açıklama kampanyası”
kavramları iç içe geçer ve birlikte tartışılır.
Sürekli okurlarımız biliyor; Sosyalist Barikat’taki
bazı yazılarda, daha çok da güncel politik süreçle
ilgili düşüncelerimizi ifade etmek istediğimizde,
“emekçilerin, ezilenlerin gerçek gündemi” gibi bir
kavram kullanıyoruz. Peki bu ne anlama geliyor?
“Gerçek gündem” dediğimizde, ülkede yaşanan politik
olayların bazılarını eleyip bazılarını öne çıkarmak
mı istiyoruz? Bunlar keyfi tercihler mi? “Gündem”
denilen şey, çok genel bir tanımlamayla o gün ya
da o hafta, o ay, vb. olanların, olacakların tümüyse
eğer, biz böyle bir karmaşa içinden hangi olguları
hangi ölçütlerle çekip alıyoruz? Çok fazla üstüne
gitmediğimiz konular bizi ilgilendirmiyor mu? Örneğin
şeriatçı kesimlerle devletin derin katmanları arasında
protokol veya türban konusunda bir ağız dalaşı olduğunda,
neden biz hemen bu sorun üzerine bir makale döşenmiyoruz?
Ya da örneğin, Avrupa Birliği ve uyum yasaları,
bu konuda hükümetin “samimi olup olmadığı” gibi
konular üzerine niçin çok fazla kalem oynatmıyoruz
da, hiç durmadan “işsizlik, yoksulluk, yozlaşma,
emperyalizmin zorbalıkları, vb.” gibi sorunları
öne çıkararak bunların “emekçilerin gerçek gündemi”
olduğunda ısrarlı oluyoruz? Bu, emekçilerin kendi
dar günlük hayatlarından çıkardıkları basit ve yakıcı
sorunlara kayıtsız şartsız teslim olmak anlamına
mı geliyor?
İşin doğrusu, emekçilerin politik hayata çekilmesi,
onların politik olaylar konusunda bilinçlendirilmesi
konusundaki tartışma Marksizm tarihinde yeni değildir.
Örneğin Ne Yapmalı’da şu ünlü “yerelcilik ve kendiliğindencilik”
tartışmaları vardır. Hatırlanacağı gibi, tartışma
boyunca ekonomist-kendiliğindenci akımın en çok
kullandığı kavram, “emekçilerin kendi-öz sorunları”
kavramıdır ve bundan hareketle savunulan şey, emekçilerin
ancak bu tür sorunlar üzerinden harekete geçirilebileceği
ve onların doğrudan politikaya, Çarlığı devirme
mücadelesine çekilmelerinin imkânsızlığı ya da gereksizliğidir.
Politik mücadeleye tam olarak karşı değillerdir
tabii ama emekçilerin kendi fabrikasındaki, semtindeki,
vb. sorunların daha önemli olduğunu düşünmektedirler;
dolayısıyla bu kendiliğindenci eğilim aynı zamanda
yerelci bir yan taşımaktadır. Örneğin bu eğilim,
o günlerde genel bir siyasi gazete (Iskra) planını
da reddetmekte ve işçilerin kendi fabrika yaşamlarının
dışındaki hayata ilgi duymayacağını söylemektedir.
“A kentinde oturan bir kimse o kente ait haberleri
can sıkıcı bulmaz. Her sayıda kimin ‘yakalandığını’
kimin ‘işkenceye götürüldüğünü’ öğrenir ve coşar”
diye örnek verir kendiliğindenci eğilim; onlara
göre aynı insan örneğin St. Petersburg’da olup bitenle
ilgilenmeyecektir.
“Oysa” diyor Lenin, buna karşılık olarak, “Biz,
fabrika teşhirlerinin gereğini ve önemini takdir
etmekte kimseden geri kalmayız, ama göz önünde tutmamız
gerekir ki, artık St. Petersburgluların, St. Petersburg’da
yayınlanan Raboçaya Mysıl’daki St. Petersburg haberlerini
can sıkıcı buldukları bir aşamaya varmış bulunuyoruz.
Fabrika teşhirleri şimdiye kadar hep bildirilerle
olmuştur ve bu böyle devam etmelidir, ama biz gazetenin
düzeyini yükseltmekle yükümlüyüz, onu fabrika bildirisinin
düzeyine düşürmekle değil. Bir gazeteden beklenen
şey, “ufak-tefek” teşhirler değildir, fabrika yaşamının
belli başlı tipik kötülüklerinin teşhiridir, özellikle
çarpıcı olgulara dayanan ve bu yüzden de bütün işçilerin
ve hareketin bütün önderlerinin ilgisini uyandırabilecek,
bilgilerini gerçekten zenginleştirebilecek, ufuklarını
genişletebilecek ve yeni semtlerin ve yeni sanayi
bölgelerindeki işçilerin uyanması için başlangıç
noktası olabilecek teşhirlerdir.”
Daha sonra bir başka yerde devam eder Lenin: “İşçilere
siyasal bakımdan ezildiklerini açıklamak yetmez
(nasıl ki, onlara çıkarlarının işverenlerin çıkarlarına
uzlaşmaz karşıtlıkta olduğunu açıklamak da yetmezse).
Ajitasyon, bu baskının her somut örneği ele alınarak
yürütülmelidir (tıpkı iktisadi baskının somut örnekleri
etrafında ajitasyon yürütmeye başlamış olmamız gibi).
Bu baskı toplumun çeşitli sınıflarını etkilediğine
göre, kendisini yaşamın ve eylemin en çeşitli alanlarında
-meslek, kamu, özel, aile, din, bilim vb. alanlarında-
ortaya koyduğuna göre, otokrasinin siyasal teşhirini
bütün yönleriyle örgütlemeye girişmeyecek olursak,
işçilerin siyasal bilincini geliştirme görevimizi
yerine getiremeyeceğimiz besbelli değil midir? Baskının
somut belirtileri etrafında ajitasyon görevini yerine
getirebilmek için, bu belirtileri teşhir etmek gerekir
(nasıl ki ekonomik ajitasyonu yürütebilmek için
fabrikalarda yapılan haksızlıkları teşhir etmek
zorunluysa).”
Açıkça görüleceği gibi Lenin, kendiliğindencilerin
ağzında artık bir demagoji konusu olan “işçilerin
kendi öz sorunları” kavramını önemsemekte ama öte
yandan politik teşhire genel ve bütünlüklü bir anlam
yüklemektedir. Lenin’e göre ülkenin bir ucundaki
işçi bile salt kendi dar dünyasına, kendiliğinden
edindiği bilgiye mahkum edilmemeli, ülkenin genel
politik tablosu konusunda bilinçlendirilmeli ve
Çarlığa karşı yürütülen devrim mücadelesine çekilmelidir.
Bu ise genel ve merkezi bir mücadele, merkezi bir
yayın, vb. gibi araçlar gerektirmektedir.
Politik Kaos ve Politik Gündem
Şimdi, 2000’lerdeyiz ve önümüzde karmaşık bir
tablo var. Belki ilk bakışta, bizim gündem yazılarımızda
sık sık yaptığımız sadeleştirme girişimleri ve
“emekçilerin gerçek gündemi” vurgusu, sanki yüzyılın
başındaki kendiliğindenci eğilimin itirazlarına
benziyor gibi görünüyor. Oysa durum tamamen farklı.
Az sonra açmaya çalışacağımız gibi bizim yaptığımız
şey, tam tersine düşmanın yönlendirmesi altında
oluşan karmaşık bir politik ortamda kendiliğindenci,
yapay sorunların arkasında sürüklenen bir politikanın
önünü kesmeyi amaçlıyor.
2000’lerdeyiz ve bugünün sorunu, 1900’lerin Rusya’sında
olduğu gibi birbirinden tecrit edilmiş işçi havzalarında,
politikadan uzakta yaşayan işçi topluluklarının
politikaya çekilmesi sorunu değil. Tersine, bugünün
sorunu, politikanın konularının ve önceliklerinin
egemen sınıflar tarafından belirlenerek binlerce
değişik araçla işçi sınıfının üzerine püskürtülmesidir.
Başka bir deyişle, bugünün sorunu, emekçilerin
oligarşi tarafından açılmış politik kanallara
yönlendirilerek gerçek politik sorunlardan uzaklaştırılmasıdır.
Yani bugün, tamamen işi avareliğe vermiş olan
sınırlı kesimler dışında emekçilerin büyük çoğunluğu,
sistemin iletişim araçları tarafından kendisine
empoze edilen politik bilgilere (politik bilince
değil!) sahiptir ya da en azından bu araçlara
ulaşması imkânsız değildir. Politik bilinç kavramıyla
“politik bilgi”yi birbirinden özellikle ayırıyoruz;
çünkü birincisi sorunların ve çözümlerin sınıfsal
açıdan esaslı bir kavranışı ve düzeni değiştirme
gereğinin anlaşılması anlamına geliyor ve aslında
“devrimci bilinç”le aynı şey oluyor. İkincisi
ise, yüzlerce gazete, binlerce televizyon programı,
vs. vs. üzerinden emekçilerin gözüne-kulağına
tıkıştırılan türlü çeşitli politik bilgi biçimlerini
içeriyor. Büyük ölçüde yalan ve çarpıtmaya dayanan
ya da bazen basit gerçeklerin karmaşıklaştırılarak
yorumlanamaz hale getirilmesi tekniğini içeren
bu kaotik “bilgi” yığınına ulaşmak bakımından
bugünün emekçisi geçen yüzyılın başındaki Rus
emekçisinden başka bir yerdedir.
Yüz elli yıl önce Marx, özetle “insanların bilinci,
onların maddi hayatının yansısıdır” diyordu; ama
bu yansıma, Marks’ın “Alman İdeolojisi”inde de
belirttiği gibi, burjuva ideolojisinin prizmaları
tarafından tam tersine çevrilmiş, tamamen çarpıtılıp
“başaşağı çevrilmiş” bir yansımaydı. Eğer böyle
olmasaydı, yani herkes tamamen dolaysız bir yoldan
kendi sınıfsal konumunu fark ederek bu konuma
uygun ideolojik tutumlara sahip olsaydı; yani
herhangi bir emekçi kendi hayatına bakıp bu hayattan
“yeni bir düzen gerekliliği” fikrini çıkarsaydı,
kuşkusuz devrimci çalışma diye bir şey de tamamen
gereksiz hale gelirdi. Durumu fazlasıyla karikatürize
ettiğimizin farkındayız ama anlatmak istediğimiz
şey şu: Emekçilerin bilinçleri, her zaman onların
maddi hayatlarının yansımasıyla oluşsa da, bu,
çeşitli kırılmalara uğrayan bir yansımadır. Yani,
maddi yaşam biçiminin ham bilgisi, egemen sınıfların
hakim olduğu düşünsel araçların süzgecinden geçerken
binlerce kez eğilip bükülür, yeniden şekillenerek
yanlış-bilinç (çarpık bilinç) haline gelir. Bu
yüzdendir ki, bütün ömrünü makinelerin başında
geçirmiş birçok insan, kendini bir sınıfın parçası
olarak hissetmez. Bu yüzdendir ki, Marksist terminolojide,
işçi sınıfının bir parçası olmakla bu durumun
farkında olmayı birbirinden ayıran net kavramsal
belirlemeler vardır.
Bugünkü somut durumun geçmişten farkı ise, bütün
bu kırılma süreçlerinin yöntem, biçim ve araçlarının
olağanüstü düzeyde zenginleşmesi, çeşitlenmesi
ve karmaşık hale gelmesidir. Bu sayede egemen
güçler, politik-sosyal-kültürel gündemleri başından
itibaren yönlendirebilmekte, hatta zaman zaman
tamamen kendisi yaratabilmekte ve yine bu araçlar
sayesinde bütün bu olguları kendi istediği öncelikler
sıralamasıyla topluma dayatabilmektedir. Emekçileri
ilgilendiren çok önemli bir yasa maddesinin görüşüldüğü
günlerde herhangi bir ülkeyle bir sınır gerginliği
ya da bir şeriat okulunun keşfinin öne çıkarılması
onlarca kez gördüğümüz örneklerdir. Çoğu kez yapılan
ise, yüzlerce politik-sosyal-kültürel olgunun
hiçbir yoğunlaşmaya izin vermeyecek biçimde karmakarışık
halde ortalığa salınması ve tamamen bir zihin
karışıklığına neden olunmasıdır. Öyle ki, örneğin
“yeni türde işsizlik”, yani milyonlarca insanın
yani yedek sanayi ordusu olarak değil de kaderine
terkedilmiş halde sokakta dolanması olgusu, bütün
sosyolojik çalışmalarda ve anketlerde toplumun
birincil sorunu olarak ortaya çıkarken, bir avuç
sömürücü dışındaki her insan bu ezici sorunun
ağırlığı altında yaşarken, medya tekelleri gündemi
her gün alabora etmekte, siyasi sorunları birbirine
karıştırarak tam bir zihin karışıklığına yol açmaktadır.
Bu, yarı yarıya şizofrenik bir parçalanma olgusudur;
emekçi, kendi başına kalıp kendisine “benim en
önemli sorunum nedir” sorusunu sorduğunda gayet
doğru bir yanıt verebilmekte, ancak gerçek-dışı
dünya kanallarına savrulduğunda Kıbrıs ya da türban
krizleri onun zihnini bulandırmaktadır.
İşte tam bu noktada hem devrimci sosyalist yapı
hem de kitlelerin içinde çalışan devrimci sosyalist
militan açısından ciddi bir sorun ortaya çıkmaktadır:
Her gün bütün gazetelerin sayfalarını ya da haber
kanallarını işgal eden yüzlerce olgu içinden hangileri,
nasıl bir öncelikler sıralamasıyla ele alınacak,
devrimci çalışmanın sivri oku nereye yöneltilecektir?
Hatta daha öteye geçip şunu bile sormak mümkündür:
Devrimci sosyalist hareket, kendisini bu hali
hazırda mevcut olan gündem maddeleriyle sınırlı
tutmaya mecbur mudur? Yani o, zaman zaman bütün
bunları da aşarak kendi belirlediği gündem maddelerini
sürece dayatmalı mıdır?
Pratikte, kitlelerin içinde çalışan bir devrimci
sosyalisti düşünelim. O, bir biçimde ilişkilendiği
insanlarla ya da topluluklarla konuşurken ya da
onlar için bir ajitasyon-propaganda malzemesi
üretirken, neyi esas alacak, lafı nereye getirecek,
esas vurguyu nereye yöneltecektir? Kuşkusuz, şu
en baştan kaydedilmeli: Bir devrimci sosyalist,
ülkenin genel gündeminin çok iyi bir izleyicisi
olmak ve küçük ya da büyük her sorun üzerine az
ya da çok fikir sahibi olmak zorundadır. Devrimci
sosyalist, Zeugma mozaiklerinin kaderinden en
son banka kurtarma operasyonlarına, hükümetin
çıkardığı YÖK yasasından futbol takımlarının karıştığı
mafya rezaletlerine, uluslararası Cargill şeker
tekelinin çevirdiği son dolaplardan töre cinayetlerine
dek her konuyu izleyen ve kendi ideolojik süzgecinden
geçiren bir yerde durur. Ama o, hem birey olarak
hem de yapı olarak, aynı zamanda toplumun, sokaktaki
insanın, atölyedeki emekçinin, mahalledeki ev
kadınının nabzını da elinde tutar ve oradaki gerçek,
yakıcı sorunları anlamaya çalışır. İşsizlik, yoksulluk,
sosyal haklardan yoksunluk, yozlaşma, zenginlerin
akıl almaz şımarıklıkları, emperyalist saldırganlığın
öfke yaratan örnekleri, vb. gibi olgularsa bu
damarlarda akan asli sorunlardır. Dolayısıyla
bir devrimci sosyalist, ne pratik eylemde ne de
birebir ya da toplu ajitasyonda her yana birden
deli gibi yumruk sallayan bir boksör gibi davranmaz;
o, bu ana damarları keşfeder ve mutlaka o damarlar
üzerine yüklenir. Dahası o bunu yaparken, çoğu
kez belirgin bir çarpıtma biçimi olarak ortaya
çıkarılan dinsel tartışmaların, vb. sahte sorunlar
olduğuna da özel vurgu yapar. Bu anlamda devrimci
sosyalist, kendi kimliğinde sosyoloji ile siyaseti
iç içe geçirir.
Sonuçta sözünü ettiğimiz şey, bir yoğunlaşma ve
yüklenme durumudur. Bu, emekçilerin politikadan
uzaklaştırılması değil, onların çarpık siyasi
gündem maddelerinden uzaklaştırılması ve devrimci
politikanın gerçek alanına çekilmesidir. Bu, bir
bütün olarak kavramsal çerçevenin de yenilenmesi
anlamına gelir; böylece, süreç içinde anlam kaymalarına
uğrayarak içi boşalan, sol-sağ, gerici-ilerici,
vb. gibi kavramlar yeniden ve daha somut bir zemin
üzerinden yerine oturur. IMF ajanlarının ya da
holding patronlarının “solu toparlamak”tan bahsettiği,
buna karşın en gerici hükümetlerin IMF’nin emriyle
en berbat “kamu reformlarına”(!) imza atarak “ilerici”
sıfatına layık görüldüğü süreçlerde gitgide abuk
sabuk hale gelen bu kavramlar çerçevesi, ancak
böyle bir mihenk taşı üzerinden düzeltilebilir.
Ancak neoliberalizm, emperyalist haydutluk, sömürü,
kitlesel işsizlik, yoksulluk gibi temel konular
üzerine temel soruları ortaya koyduğumuzda söz
konusu sahte sıfatlar bir bir dökülecektir. Çünkü
böyle yaptığımızda, ortaya “gerici-ilerici”, “sağcı-solcu”
gibi kavramların açıkça sınandığı bir zemin ortaya
koymuş oluruz; bu çok yakıcı sorulara verilen
yanıtlar, keskin bir bıçak gibi tarafları ikiye
ayırır ve durumu netleştirir. Yani eğer tütünden
söz ediyorsanız, “tarımda verimlilik artışı” gibi
boş politikacı gevezelikleri ile doğrudan doğruya
anti-emperyalizm karşıt cephelerdeki yerlerini
alır; çünkü son derece açık bir biçimde bu ülkenin
tütünü kırılıp yok edilmekte ve emperyalistlere
peşkeş çekilmektedir. Genel olarak “demokrasinin
gelişmesi”nden söz ediliyorsa eğer, bu “demokrasi”nin
toplumun hangi tabakaları için hangi anlamı ifade
ettiğini de sormak ve tartışmayı böyle bir zemin
üzerine kurmak zorundayız, vb. vb. “Uluslararası
politikanın gerekleri”nden söz ediliyorsa eğer,
Filistin’de, Irak’ta katledilen binlerce çocuğun
bu “yüksek gereksinmeler”le (!) bağlantısını sormak
zorundayız.
Karışık laf yığınlarından uzaklaşıp düz ama basit
olana ulaşmak ve son derece görünür bir kalın
çizgi ortaya koymak... Yapılması gereken şey budur.
Ama bu kadarı da yetmez. Bu kalın çizgiyi, pratikte
canlı ve yaratıcı ifade ve eylem biçimlerinin
üzerine kurmak aynı ölçüde önemlidir. Gerçek gündemi
yakalayıp insanlara, onların hayatlarına müdahale
etmek ve onların bize yönelmelerini sağlamak...
Bu pratik ve canlı siyasettir; böyle bir siyaset
medya tekellerinin getirip önümüze yığdığı yapay
sorunlar karmaşası üzerinden değil, hayatın yakıcı
sorunları üzerinden yapılabilir.
Devrimci Çalışmanın Bir Biçimi Olarak “Kampanya”
Ancak sorun alanlarının doğru saptanması da meseleyi
çözmemekte, bunun da ötesinde soruna yüklenme
biçimleri giderek özel bir önem kazanmaktadır.
Bu ise pratikte çeşitli güçlükler içeren bir sorundur.
Örneğin, her devrimci sosyalist, şu soruyu kendisine
sormalı ve yanıtlarını aramalıdır: Bugün bütün
dünyada ABD, Vietnam’dan bu yana en ağır skandallarını
yaşadığı halde, özel olarak da Türkiye’de mahalle
bakkalından ev kadınına dek milyonlarca insan
emperyalist vahşete karşı müthiş bir nefretle
dolu olduğu halde, niçin bu yoğun duygular sokağa
yansımamaktadır?
Şüphesiz bu sorunun yanıtı, genel olarak siyasi
atmosferle, devrimcilerin çekim gücü ile ilgili
başka sorulara bağlıdır ve işin bu yanının stratejik
bir çözüm beklediği tartışmasız bir gerçektir.
Ancak, buna rağmen, bugünkü koşullarda bile yapılabilecek
olanların tümünün gereği gibi yapılmasını önleyen
bir başka faktör, yaratıcı eylem ve ifade biçimlerinin
yeterince keşfedilememesi, siyasi kampanya ve
konsantrasyon konusundaki açık başarısızlıklardır.
Şunu anlamak mümkündür: Solun ve demokratik güçlerin
halen sürdürdükleri çeşitli güçbirliği biçimleri
çoğunlukla kritik uzlaşmalarla yürüdüğü için mümkün
olduğunca genel ve ortalama eylem biçimlerini,
sloganları, söylemleri içerir, oradan herhangi
bir yaratıcılık beklemek çok mantıklı değildir.
Ancak devrimci sosyalistler, kendi çalışmalarında
daha yaratıcı yollar bulabilirler ve bulmalıdırlar.
Ve en önemlisi, planlı kampanya tarzının artık
daha yetkin biçimde geliştirilmesi, sürece çok
yönlü bir zenginlikle yüklenmenin yollarının bulunmasıdır.
Bütün yanlış anlamaları baştan gidermek için hemen
söylemek gerekiyor: Devrimci sosyalizmin “siyasi
gerçekleri açıklama kampanyası” (SGAK) kavramına
yüklediği rol, son derece özgündür ve onun stratejik
çizgisi olan PASS’a dayalıdır. Yani devrimci sosyalizm
açısından SGAK, esas olarak temel mücadele biçimi
üzerinden, onunla birlikte, onun eksen olduğu
bir mücadele çizgisiyle birlikte bir anlam ifade
eder; bu anlamda devrimci sosyalizm, salt bir
sorunun dillendirilmesine ve çeşitli ajitasyon
malzemeleri ve biçimleriyle deşifre edilmesine
değil, politik-askeri bir çizgiyle hedef alınmasına
dayanır ve böylece genel olarak her kampanya konusu
aynı zamanda politik-askeri gücün büyütülmesine
hizmet eden bir biçimde ele alınır. Dolayısıyla
bugünkü koşullarda yürütülen siyasi kampanya süreçlerinin
gerçek bir SGAK gibi görülmesi, bizim için ciddi
bir ufuk daralması anlamına gelir.
Ancak, bütün bu gerçeklikler bir yana, yine de
bugün yürütülen yerel ya da genel her siyasi faaliyet,
“kampanya” kavramının temel kurallarına tabidir.
İşin doğası böyledir. Söz konusu temel kurallar
ise herhangi bir ansiklopedik tanımda bile son
derece açıktır. Örneğin şöyle denir ansiklopedilerde:
“Propaganda amacı güden, belli bir süreyi kapsayan
politik, ticari, vb. girişim.”
Çok basit ve çok açık...
Kabaca unsurlarına ayırırsak, kampanya kavramı,
birincisi, sonsuz bir uzunlukta akıp giden, dolayısıyla
gevşek noktaları da mecburen içinde barındıran
bir girişim ya da çalışma değildir. Demek ki,
belli bir süreyi kapsayan ve yoğunlaştırılmış
olan bir çalışmadan söz ediyoruz.
İkincisi, kavram, kendi doğası gereği, ele aldığı
konuya özel olarak yoğunlaşan, bunun için gerekirse
bir süreliğine başka konuları ihmal eden ya da
en azından temel konuyla aynı ağırlıkta ele almayan
bir nitelik göstermektedir. Bu, kuşkusuz bütün
diğer çalışmaların iptali ve tek kanallı bir faaliyet
anlamına gelmez; ancak ele alınan sorun esas hedef
noktasındadır, bütün çaba esas olarak o noktaya
yöneltilir. Bütün araçlarla ısrarlı şekilde aynı
noktaya vurulur, bütün güçlerin dikkati o noktaya
yöneltilir ve maddi başarı anlamında bir sonuç
alınsın alınmasın siyasal bir sonuç elde edilir.
Ve nihayet üçüncüsü, kampanya kavramı, rastlantısal
kararları, dar düşünme biçimlerini dışlar ve önceden
yapılmış bir planı şart koşar. Yani siz, salt
siyasette değil, ticari hayatta bile olsa, önce
oturup bir dizi sosyolojik-siyasal-kültürel çalışma
yapmak, muhtemel gelişmeler, sorunlar ve sonuçlar
üzerine bazı kestirimlerde bulunmak ve buna göre
bir harekat planı yapmak zorundasınız. Bu, anlık
inisiyatiflere de izin veren bir şeydir ama kampanyanın
bütünü anlık kararlar üzerine inşa edilemez.
Hareket planı oluşturulduktan sonra görevlendirme
ve işbölümü yapılır. Varolanların yetersizliği
tespit edilmişse kampanyaya özgü bir komite oluşturulur.
Kampanya komitesi hareket planın hayata geçirilmesi
için gereken tüm yetkiye sahip olmalı, aynı biçimde
kampanyanın bitiminde yaptıklarının ve yapamadıklarının
hesabını vermelidir.
Hazırlık sürecinde kampanyayı yürütecek olanlar,
özellikle de belkemiğini oluşturanlar, kampanyanın
siyasal içeriği konusunda çok net olmalı ve süreç
boyunca kampanyanın ruhunu-coşkusunu çok iyi taşıyabilmeli
ve zenginleştirebilmelidir.
Sonuç olarak, hangi stratejik anlayışa uygun olarak
yaparsanız yapın ya da mevcut durumda elinizdeki
araçlardan hangileri eksik-fazla olursa olsun,
bu üç kural değişmez.
Değişmeyen bir başka şey de, koşullar ve güç,
olanak, vb. düzeyi ne olursa olsun, kampanya kavramının
devrimci faaliyetin belkemiğini oluşturmasıdır.
Yani, devrimci faaliyet, yerel ve genel düzeylerde
elbette binlerce özgün yol üzerinden yürütülür,
birebir insan ilişkilerinden en genel araçlara
kadar her yöntem mümkündür, gereklidir; ancak
başı sonu belli, sonuçları test edilebilen bir
olgu olarak kampanya, yine de temel biçimdir.
Bir devrimcinin çalışmasının her anında uyuşturucuya
ya da emperyalist saldırganlığa, vb. karşı mücadele
sorunu vardır örneğin, ama uyuşturucuya ya da
emperyalizme karşı bir kampanya süreci bundan
farklı olarak daha somut unsurlar içerir. Örneğin
orada genel bir emperyalizm vurgusunun ötesine
geçip bu olgunun tek bir görünümüne (çocuk katliamları,
işkence, vb. gibi) yüklenmek mümkündür. Bunu yaparken
de en genel ifadeleri pek seven, özel kampanya
hedeflerinde hemen bir hafiyelikle “reformizm”
keşfeden ortalama solun ölçütlerini hiç umursamayız.
Bir kampanya, yeri geldiğinde bir özel durumda
bir valiyi, bir şirketi, diğer bir durumda bir
saldırgan devleti (İsrail gibi) hedef alabilir
ve böyle durumlarda sık sık görülen “evet ama
bütün bunların temeli kapitalizm değil mi?” gibi
ukalalıkları kaldırmaz. Öte yandan aynı kampanya,
ele aldığı özel konunun genel ile bağlantılarını
da kurar ve sonuçta mutlaka örgütsel yarar prensibini
içerir.
Sonuç olarak, hayatın hangi alanında olurlarsa
olsunlar devrimci sosyalistlerin tümü, özellikle
son aylarda yaşadığımız süreçlerin ardından bu
kavramsal çerçeve üzerinde derinlikli biçimde
düşünmeli, tartışmalı ve dersler çıkarmalıdırlar.
Hatalarımızdan öğrenmek, bizim en önemli erdemlerimizden
biridir ve ancak gerçekten aynaya bakmasını bilenler
bir devrim hareketi yaratma becerisini gösterebileceklerdir.
|