Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

A. Deniz

Geçtiğimiz aylarda IMF’nin emriyle yasalaştırılan “Kamu Reformu”na eski sayılarımızda birçok kez değinmiş ve “devletin küçültülmesi” adı altında yutturulan bu operasyonun niteliğini açıklamıştık. Kuşkusuz birkaç aşamadan oluşan bu programın son ayağı kamu çalışanlarının statüleriyle ilgiliydi ve zaten hükümet de “Kamu Reformu”nun sonrasında bu meselenin de “hakkından geleceğini” hiç gizlememişti. 14. Sayımızda belirttiğimiz gibi bu paket aslında üç ayaktan oluşuyordu. Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yerel Yönetim Reformu ve Personel Rejimi Yasası. “Asıl önemlisi -diyorduk o yazıda- bu üç aşama tamamlandığında ortaya yeni bir ‘devletin asli işleri’ tanımı çıkarmak, böylece yapılan daraltılmış belirleme üzerinden ‘bu asli işleri’ kim yapıyorsa onları memur ve kamu görevlisi sayıp diğerlerinin tümünü ‘sözleşmeli personel’ olarak konumlandırmaktır.”
Şimdi o günlere geldik. İşler her zamanki gibi yürüyor: Önce medya tekelleri işin bayraktarlığına soyunuyor; yazılıyor, çiziliyor. Hükümetin büyük reform adımları, meclisin nasıl fabrika gibi çalıştığı şişiriliyor; ayrıca sola ve sendikalara karşı set çekebilmek için ideolojik bir saldırganlık örgütleniyor, devletin küçülmesinden rahaktsız olan solun “geri kalmışlığı” vurgulanıyor, vb. vb.
Büyük bir ihtimalle meclis tatildeyken işin bu bölümü halledilecek, sonra ise işin “parmak kaldırıp indirme” bölümüne geçilecek. Bu arada Cumhurbaşkanı gibi unsurlar terslik çıkarıp veto gibi yollara başvururlarsa, onlar da Radikal başta olmak üzere düzen basınında “limon sıkıcılar” olarak teşhir edilecekler. Ve tabii bütün bunlar olurken CHP’nin işleri çığırından çıkarıp konuyu saptıran “muhalefet”i devreye girecek, “laiklik elden gidiyor” feryatları ortalığı sararken işler olup bitmiş olacak.

Taslak ne Getiriyor?
Kısaca özetlenirse aslında yasa taslağı kamu reformu adı altında yasalaştırılan Dünya Bankası-IMF paketinin zorunlu bir ayağını oluşturuyor. “Devleti yeniden tanımlama” olarak topluma yansıtılan yasa, pratikte devlet makinesini yalnızca zor aygıtlarına ve zorunlu işleyişle ilgili kurumlara indirgiyor ve özellikle sosyal işlevleri törpülüyordu. Devlet, bu çerçevede, “adalet, savunma, güvenlik, istihbarat, dış politika, maliye, gümrükler, ulaştırma,” vb. gibi fonksiyonlar üzerinden tanımlanırken, özellikle eğitim, sağlık, sosyal hizmetler gibi fonksiyonlar “asli işlev” olmaktan çıkarılarak yerel yönetimlere, özel ellere devrediliyordu. Bu arada aynı yasayla, Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Maliye ve Çalışma Bakanlıklarnın taşra teşkilatları muhafaza edilip diğer bakanlıkların yerel kolları da tasfiye ediliyordu. Yani devletin “yüksek menfaatleri” bir yana, bütün diğer ıvır zıvır işler bir yana!
Bütün bu tasfiyelerin sözkonusu alanlardaki kamu personelinin de tasfiyesi anlamına geldiği son derece açıktı. Bu açıdan artık sorun yalnızca bir yasal boşluğun doldurulması gibi görünüyordu.
Ve nihayet Kamu Personeli Reform Taslağı hazırlandı.
Personel sistemini tamamen değiştirmeyi öngören bu taslağın anlamı, 1.5 milyon kamu çalışanının devlet memuru olmaktan çıkarılarak sözleşmeli personel haline getirilmesidir. Ki bu rakam, toplam devlet memurlarının yaklaşık dörtte üçünü oluşturuyor. Taslak ile devlet memurluğu unvanı büyük ölçüde daraltılmakta ve yüzbinlerce devlet memuru, memur statüsünden çıkarılmaktadır.
Örneğin taslağa göre, yalnızca daire başkanı ve üst düzey bürokratlar, askerler, hakim ve savcılar ile emniyet mensupları başta olmak üzere asli fonksiyonları itibarıyle devlet hizmetlerini sürekli yürütenler memur olarak bırakılmakta, sekreter, odacı, bilgisayarcı, tercüman, daktilograf gibi kadrolarda çalışanlar ise sözleşmeli personel statüsüne geçirilmektedir. Aynı şekilde devlet kadrosundaki sağlık personelinin de memur yerine sözleşmeli personel olarak istihdam edilmesi öngörülmekte, ayrıca teknik hizmetler sınıfında çalışan personel ile hukuk müşavirleri hariç kamudaki avukatların da memuriyetten sözleşmeliye geçiş yapması benimsenmektedir. Sağlık açısından düşünüldüğünde, aslında bunun bütün sağlık kurumlarının fiilen özelleştirilmesi anlamına geldiği çok açıktır; çünkü çalışanları sözleşmeli işçi sayılan bir hastanenin artık kamu kurumu sayılması, kamu ölçütlerine göre işlemesi mümkün değildir.
Eğitim konusunda ise -muhtemelen laiklik konusundaki hassasiyetlerden ötürü- şimdilik bir tereddüt olsa da, aslında asıl büyük kitleyi oluşturan öğretmenlerin de memuriyetten tasfiyesi amaçlanıyor. Böylece, halen 2 milyon dolayında bulunan memur sayısının 500 bine dek indirilmesi hedefleniyor.
Ayrıca taslak, kamu görevlilerine ilişkin 11 ayrı ünvan belirliyor. Bugünkü sistemde genel idare, mülki idare, sağlık, teknik, eğitim öğretim, avukatlık, emniyet, din, hakim ve savcılık, öğretim elemanları ve yardımcı hizmetler olarak sıralanan hizmet sınıflarının yerini, bu ünvanlar alacak. Devlet memurları Başbakanlık müsteşarından başlayarak aşağı doğru ünvanlarına doğru sıralanacak. Böylece pratikte herkesin haddini bildiği bir durum ortaya çıkmış olacak ve “memurluk” kavramı, sadece polis, asker, savcı, üst yöneticilerin kullanabildiği bir tanımlama haline gelmiş olacak.
Sonuçta aslında yüzbinlerce insanın yaşamla ilgili güvenceleri de tırpanlanmış olacak. Yüz kızartıcı suçlar işlemedikçe işten atılması oldukça zor olan memuriyet statüsünden sözleşmeli çalışmaya geçildiğinde, kişilerle tek tek yapılacak 1 ya da 3 yıllık sözleşme dönemlerinin sonunda istenilmeyenlerin işine son verilebilecek, hatta daha erken zamanlarda da işten atmaların bahaneleri çoğalmış olacak. Ayrıca yine taslak, maaş sistemlerini de hükümetin inisiyatifine terk ederek ortada hiçbir sabit ve güvenceli durum bırakmamayı hedefliyor. Nihai olarak varılan nokta, devletin artık tamamen baskı ve zor aygıtları biçiminde tanımlanması ve bütün sosyal yükümlülük “safra”larından kurtarılmasıdır.

IMF’nin İkinci Saldırı Cephesi: Sosyal Güvenlik
Şüphesiz bütün bu saldırı planlarını bir bütün içinde görmek gerekiyor. Bu anlamda yine Eylül ayı içinde yerine getirilecek bir başka IMF emri, sosyal güvenlik sisteminin çökertilmesiyle ilgilidir.
Geçtiğimiz haftalarda Ankara’da yapılan bir toplantıyla startı verilen çalışma, IMF’nin son raporunda da açıkça belirttiği gibi, sosyal güvenlik sisteminin “devletin sırtında kambur olmasının engellenmesi” ve “emeklilik yaşının yükseltilmesi” yoluyla sosyal güvenliği yok etmeyi hedefliyor.
Yine “reform” adı altında parlatılıp sunulan bu taslak da emekçilerin haklarına bir dizi saldırıyı içeriyor. Örneğin, şu anki sistemde emeklilik ve sağlık sigortası için çalışanlardan yüzde 14 oranında prim kesiliyorken, yeni düzenlemeyle sadece sağlık sigortası için çalışanlar yüzde 12.5 prim verecek ve emeklilik için ayrıca bir kesintiye gidilecek. Üstelik, aynı pakette, genel sağlık sigortasının da artık sadece asgari sağlık hizmetlerini karşılaması ve sigorta kapsamındaki hizmetlerin ayrıca ücretlendirilmesi planlanıyor. Emeklilik yaşının 2005 yılından itibaren sisteme giren çalışanlar için kademeli olarak yükseltilmesi, prim ödeme gün sayısının giderek artırılması, genel sağlık sigortasından çocukların yararlanma süresinin 25 yaşla sınırlandırılması, devletin yoksullar için ödeyeceği primin iki yıl sonra kesilerek prim ödemeyenlerin hiçbir şekilde tedavi edilmemesi de aynı tasarının kapsamı içinde.
Kuşkusuz bütün bunları AKP’nin “müthiş ekonomi uzmanları” kendi kafasından uydurmuyor. Projenin mimarı ve zorlayıcısı doğrudan doğruya Dünya Bankası’dır. Geçtiğimiz günlerde 800 milyon dolarlık program kredisinin önşartlarını açıklayan Dünya Bankası, işçi ücretlerinin azaltılmasının yanında sosyal güvenlik sistemindeki yapısal düzenlemelerin de yerine getirilmesini istedi. İşsizliğin işçi ücretlerinin yüksekliğinden kaynaklandığını iddia eden Dünya Bankası, özel sektördeki istihdam maliyetinin çok yüksek olduğunu, işçi güvenliği ile birlikte bu maliyetlerin bir an önce aşağı çekilmesi gerektiğini savunuyor.
Bu çerçevede, sosyal güvenlik sisteminin tek çatı altında birleştirilmesini emreden Dünya Bankası, ayrıca sağlık ve sigorta hizmetlerinin de ayrılması, emeklilik yaşının yükseltilmesini istiyor. Hastanelerin özelleştirilmesi de bu arada DB’nın şartları arasında. Dünya Bankası heyetinin önkoşulları belirlemesiyle birlikte, söz konusu kredi dilimlerine ilişkin mektup imzalanarak, banka yönetimine sunulacak. Önkoşulların gerçekleşme takvimi ise bu mektupta yer alacak. Koşulların yerine getirilmesi halinde kredinin ilk dilimi 2005, ikinci dilimi ise 2006’dan itibaren serbest bırakılacak.

Genel Saldırı Genel Bir Direnişle Durdurabilir
Görüldüğü gibi saldırı kapsamlıdır ve aslında her iki cephede de aynı şeyi, emekçilerin kazanılmış haklarını gasbetmeyi amaçlamaktadır. İşin bir cephesinde kamu hizmetlerinin neredeyse tamamı tasfiye edilir ve kamu emekçilerinin haklarına ağır bir darbe vurulurken, diğer yanda zaten berbat bir işleyişe sahip olan sosyal güvenlik kurumlarının cenaze namazı kılınmaktadır. Her iki operasyon da doğrudan emperyalist kurumlar tarafından emredilmekte, hatta taslak metinleri bile açıkça bu kurumlarla birlikte hazırlanmaktadır. Maden yasasını yabancı maden şirketleriyle birlikte, Şeker yasasını şeker tekeli Cargill’le birlikte, kamu reformu yasasını da IMF uzmanlarıyla birlikte yazmak, artık Türkiye’de bir politik gelenektir.
Gelinen noktada, emekçiler ve devrimciler, “soldan” ve sağdan üstlerine püskürtülen sahte “reform” ve “sivilleşme” yaygaralarını hiçbir biçimde ciddiye almamalıdırlar. “Devlet mekanizmasının küçültülmesi ve memur sayısının azaltılmasında ne var?” diye demagoji yapan ve sosyalistleri “devletten yana olmak”la suçlayan ucuz liberal söylem, devrimci ve emekçilerde hiçbir biçimde kompleks yaratmamalıdır. Karşımızdaki olgu, apaçık bir neoliberal-emperyalist saldırıdır ve bu açıdan işin tartışma götürür bir yanı yoktur. Kamu hizmetindeki küçük memurları tasfiye ederken oligarşik diktatörlüğün şiddet aygıtını olağanüstü düzeyde büyüten ve geliştiren restorasyonun böylece “demokrasi” ve “özgürlük” getirdiğini iddia etmek ise saflığın ötesinde ihanetten başka bir şey değildir.
Bir kez daha görülmektedir ki, bu ülkedeki hiçkimse, sadece kendi durduğu yerden, sistemin kendisine verdiği zararlar üzerinden “hakkını aramak”la yetinemez. Bu, özellikle sendikal yapılar için geçerlidir. Somut örnekleriyle görüldüğü gibi, sağlıklı bir ulaşım politikası için mücadele verilmediğinde raylarda ölüler verilmekte, halk için sağlık mücadelesi verilmediğinde hastane kapılarında ölünmektedir. Artık ne ulaşım sorunu sadece ulaşım sendikalarının sorunudur, ne sağlıktaki özelleştirme sadece doktorları ve hemşireleri ilgilendirmektedir. Emperyalist saldırı, bütünlüklü ve kapsamlıdır ve karşılık da aynı ölçüde kapsamlı ve bütünlüklü olmak zorundadır.
Önümüzdeki aylar bu açıdan herkes için ciddi bir sınav niteliği taşıyacaktır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul