Dünya ve Ortadoğu çalkantılı bir
dönemden geçiyor. Ezilen sınıflar ve halklar cephesinde
henüz taşların tam olarak yerine oturmadığı ama
karşı tarafın da deyim yerindeyse “tam olarak yönetemediği”
bir dönem bu. Dünyanın her köşesinde her gün oluk
oluk kan akıyor; bir yıllığına bile olsa “istikrar”dan
söz edilebilen tek bir ülke yok artık. Zaten emperyalizm
açısından böyle bir kalıcı istikrar yaratma çabası
da pek sözkonusu değil; sınırsız ve ölçüsüz bir
sömürü politikası ve buna bağlı olan pervasız saldırganlık
uzun süreli “huzur” dönemlerini imkânsız kılıyor.
Geçici bile olsa herhangi bir “istikrar” durumu,
düzenin emekçi kitlelere sopa dışında ne verebildiği,
sosyal ve ekonomik açıdan ne kadar esneklik gösterebildiği
sorusuyla yakından ilgilidir; oysa bugünkü neoliberal
vahşet, metropoller dahil dünyanın hiçbir yerinde
böyle bir esnekliğe sahip değildir. Küreselleştikçe
kırılganlaşan uluslararası kapitalist sistem, ancak
bugünkü çılgınca tempoyu sürdürerek yaşayabiliyor
ve bu durum şiddet dışındaki bütün diğer “yatıştırıcı”
araçları zayıflatıyor. Ama öte yandan aynı durum,
sürekli yüksek tansiyonun vücuda yaptığına benzer
bir etki yapıyor ve bütün organları yıpratıyor.
Çalkantılar içinden geçiyoruz. Geçiş dönemindeyiz.
Artık, 90’ların zifiri karanlığında değiliz. Şimdi
alacakaranlık zamanı; her şey 90’lardan daha sert
ve daha vahşi ama artık daha umutlu, daha canlı.
Geçtiğimiz yüzyıl içersinde Vietnam Savaşı gibi
süreçler hariç hiç bir dönemde emperyalizmin zalim,
haksız ve saldırgan yüzü bu ölçüde açığa çıkmamış,
yoksul insanların dünyasında hiç bu kadar yoğun
bir nefret duygusu oluşmamıştı. Ama öte yandan,
tarihin hiçbir döneminde emperyalizme karşı duyulan
nefret bu kadar çok çeşitli ve çarpık kanallardan
akmamıştı.
Taşlar henüz yerine oturmadı, oturmuyor, ama oturacak.
Hiçbir geçiş dönemi sonsuza dek süremez.
Bugünün problemlerinden en önemlisi, emperyalizmin
pervasız zalimliğinin ve akıl almaz saldırganlığının
karşı tarafta yarattığı sığlıktır. Saldırganlık
ve zalimliğin ulaştığı boyut, ezilenler dünyasında
korkunç ve karanlık bir öfke bulutu oluşturmakta
ve bu öfke, kendisine akacak kanallar ararken derinliğini
yitirmektedir. Uluslararası sosyalist hareketin
ve yerel devrimci hareketlerin bilinen zayıflığı
koşullarında bu büyük nefret dalgası, özellikle
Ortadoğu bölgesinde içinde aktığı direnişçi kanalların
“gerçekten anti-emperyalist olup olmadığı”nı sorgulamamakta,
küreselleşmiş emperyalist haydutluğun gerçekten
tarihin mezarlığına gömülmesinin devrimci yolu ile
ilgili tartışmaları şimdilik gündem-dışı tutmakta
ve bütün patlayıcı güçlerini şu andaki direniş odakları
hangileriyse onların arkasına koymaktadır. Muhtemelen
daha birkaç yıl önce bir din adamının küçük oğlu
olmaktan başka vasfı olmayan Mukteda El Sadr, bugün
Ortadoğu yoksullarının direnç kalesinin muhafızı
gibidir. Kurulduğu yıllarda İsrail’in himayesine
mazhar olmuş olan HAMAS şimdi mülteci kamplarında
yaşayan binlerce insan için yolunda ölünen bir örgüttür.
Sadr ya da örneğin Felluce’dekiler iktidar olsalar
IMF ile ilişkileri ne olur, dünya tablosunda nasıl
bir yerde dururlar, bilinmiyor. Bilinmiyor ama zaten
şu anda tecavüze uğrayan, katledilen yoksullar için
bu önemli de değil. Hayat böyle akıyor; boşluk yok!
Dünyanın başka yerlerinde belki daha farklı kültürel
yapılar, başka türden önderlikler var ama sonuçta,
taşlar orada da yerine oturmuş değil. Yenilenmiş
bir devrimci sosyalist hareket, henüz kendini öne
çıkarmış ve sürece ağırlığını koyamamış durumdadır.
Büyük geçiş dönemi... 2000’lerin ilk beş yılı gelecekte
dünya tarihinde büyük bir olasılıkla böyle anılacak.
Bu sürecin gerçekten “geçip geçmeyeceği” ise, artık
büyük ölçüde uluslararası, bölgesel ve yerel devrimci
inisiyatiflerin ortaya koyacağı performansa bağlıdır.
Devrim: Artık Hayatta Kalmak İçin Bir Zorunluluk
Burjuva siyaseti bütün politik akımları merkeze,
ortalama düzeye çekmek istiyor. Ama toplumsal
sistem, her şeyi uçlara doğru itiyor.
Hiç şaka değil, hiç abartı değil; gerçekten de
bugün artık “ya barbarlık ya sosyalizm” gibi sloganlar
ete kemiğe bürünüp günlük hayatımıza girmiştir.
Emekçilerin, yoksul insanların “daha iyi yaşamaları”
için değil, sadece yaşamaları, yani bildiğimiz
anlamda hayatlarını sürdürmeleri için bile bu
insanlık-dışı düzenden kurtulmak giderek bir zorunluluk
haline geliyor.
Artık kimsenin devrimcilere “canım siz de her
basit olayı emperyalizme kapitalizme bağlıyorsunuz”
diyebilecek yüzü kalmamıştır. Çünkü gerçekten
bugün başımıza her ne çorap örülüyorsa onu mutlaka
bir tarihi var. ABD’li uzmanlar 1950’lerde “siz
bu demiryolu işinden vazgeçin ve karayollarına
ağırlık verin” diye emrettikleri için Sapanca’da
kırka yakın insanımızı kaybettik. Ve sonra, hortumculara
trilyonlar aktaranlar lokomotiflere üç kuruşluk
bir fren sistemini takmayı “masraflı” buldukları
için Gebze’de ona yakın insanımızı kaybettik.
Ve bu, buzdağının küçücük bir bölümüdür: her gün
otoyollardan toplanan yüzlerce ceset ise katliamın
asıl boyutunu oluşturmaktadır. Demiryollarının
çokuluslu otomobil şirketleri karşısında uğradığı
tarihsel yenilgi, yeni-sömürge kapitalizminin
vahşete dönüşen macerasının bu bakımdan tam bir
özetidir. Gerici yazar Rauf Tamer, 1960’lar ve
70’lerde, yeni-sömürge kapitalizminin çarpıklıklarına
itiraz eden her akademisyeni, her aydını “o kafa”
nitelemesiyle tanımlar ve yarattığı bu hayali
tipe binbir türlü hakaret yağdırırdı. Deprem uzmanlarını
“felaket baykuşları”, çevrecileri “mızmız entelektüeller”,
mimar-mühendisleri “solcu sabotajcılar”, vs. vs.
olarak yaftalamak o zamanlar pek modaydı. Şimdi
ise “o kafa” çocuklarımızın, geleceğimizin kanına
giriyor.
Hiç abartı değil; yaşamak gerçekten zorlaşıyor.
Paraguay’da cayır cayır yanan marketin kapılarını
kilitleyip gelen itfaiyecilere ateş açan patronun
yaptığının kapitalizmin temel mantığına aykırı
olduğunu kim söyleyebilir? Kavrularak yanabilirsiniz
ama kasiyerin önünden para ödemeden geçemezsiniz!
Tekel medyasında bu haberi “hayvanlık” diye verenler
IMF’nin önünde elpençe divan duranlarla aynı kişiler
değil mi yoksa?
Roche firmasına baskın düzenleniyor, nereden baksanız
komedi! 88 milyonluk ilacı SSK’ya 230 milyona
sokuşturmanın neresi liberal ekonomiye aykırı?
İlaç tekelleri onlarca yıldır bu ülkenin ve bütün
yeni-sömürge ülkelerin kan emici sülüğü değil
mi? Oturup fiyatları ve aslında bizlerin ne kadarımızın
ölmesi gerektiğini belirleyenler onlar değil mi?
Her yıl dünyaya gelen yaklaşık 132 milyon çocuğun
yüzde yetmişi yeni-sömürge ülkelerde yaşıyor ve
bunların da ancak yüzde yetmişi aşıya ulaşma şansına
sahip. Üstelik onlar da kendilerine uygun aşılara
ulaşamıyorlar. Çok basit ama çarpıcı ve acı bir
örnek, menenjitle ilgilidir: Menenjit öldürücü
ve bulaşıcı bir hastalık. Ancak İngiltere’de menenjit
hastalığına yol açan virüs tipiyle Afrika’da menenjite
yol açan virüs tipi birbirinden farklı. 1997 yılı
rakamlarına göre Afrika’da 200 bin vaka ve 20
bin ölüm meydana geliyor. Halbuki aynı dönemde
2 bin vaka görülen İngiltere’de ölüm yok. Ama
şu anda, İngiltere’de görülen virüs tipi için
aşı üretilirken Afrika’da görülen virüs tipi için
aşı üretilmiyor. Çünkü yoksul Afrika’daki pazar
yeterince kârlı değil! Türkiye’de ise halen 12-23
aylık çocukların yüzde 54’ü aşılarının tamamını
yaptırabilmiş değil ve bu oran giderek artıyor.
Her yıl aşı gereksinimini karşılamak için 13 milyon
dolar ödeyen Sağlık Bakanlığı, yeni aşı üretim
tesisleri kurulması için 40 milyon dolar ayırmayı
aklına bile getirmiyor! Oysa SSK’nın sadece Roche’den
ve sadece tek bir ilaç ihalesinden yediği kazığın
miktarı 12 trilyondur! Hesap makinesine rakamları
yazın, bölün, toplayın, çıkarın; bulacağınız rakam
toprağa verilen ölü bebek sayısına eşittir!
Bütün bunların hiçbiri abartı değil. “Kapitalizm
öldürür!” derken hiçbir şey abartılmış olmuyor.
Kapitalizm gerçekten öldürüyor. Türkiye’de son
otuz yılda toplam 40 bin kişi intihar etmişken,
sadece 2003’te 8 bin 432’si intihar girişimi,
bin 661’i “başarılı” intihar olmak üzere toplam
10 bini aşkın intihar olayı yaşanıyor. Ne fazla
ne eksik; bu, tam bir umutsuzluk tablosudur.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), işsizlik rakamlarını
açıklıyor: Tüm dünyada gençler arasındaki işsizlerin
oranı tarihin en yüksek rakamına ulaşmış durumda,
her iki işsizden biri genç.
Sosyalistler her şeyi fazla abartıyorlar! Evet
doğru! 2003 yılında dünyadaki işsiz genç oranı
yüzde 14.4’e ulaşıyor. Bu, 1993 yılına göre yüzde
26.8’lik bir artışı ifade ediyor. 2003 yılında
dünyada 186 milyon işsiz var ve bunların yüzde
47’si gençlerden oluşuyor. Ve bunların yüzde 85’i
yeni sömürgelerde yaşıyor ya da “yaşamaya çalışıyor.”
Yaşamaya çalışıyorlar... Bunun için kamyonlarına
atlayıp işgal edilmiş bir ülkenin topraklarında
ölüme gidiyorlar. Emperyalist katillere yük taşıdıkları
için hayatlarından olduklarında ise savaş akbabaları,
yani nakliye patronları, “ölen ölür, ticret sürer”
diyorlar yüzsüzce. Küçük adamların küçük evlerinde
küçük kadınları ağlıyor; ve daha büyükleri, örneğin
Ertuğrul Özkök gibileri “bunun hesabını sormalıyız”
diye esip gürlüyorlar. Kimden? Tabii ki Iraklı
direnişçilerden! Ama bir ülkenin yurttaşları yaşadıkları
toprakları işgal edenlere ve onların hizmetkârlarına
karşı savaşma hakkına sahip değiller mi? Tabii
ki hayır! Onlar, oturup Ebu Garib’teki hayvanların
ülkelerine getireceği demokrasiyi beklemelidirler!
Yıllar önce “putları yıkmaya” giriştiğinde Nazım
Hikmet, demiryolu şirketlerinde hisseleri olan
Ahmet Haşim’e şöyle sesleniyordu: “İki serseri
var / İkinci serseri / Dikilmiş yoluma / Soruyor
bana / Proleter dediğimin ne biçim bir kuş olduğunu
/ Anlaşılan Bağdadi şaklaban unutmuş / Adana-Mersin
hattında / Yabancı ortaklarıyla birlikte / O kuşu
yolduğunu.”
Şimdi esip gürleyenler de böyledir. Oysa yarın,
birdenbire 1919’un İstanbul’una geri dönsek, İngiliz
işgal kuvvetleri komutanlığının kapısını yalayacak
olanlar onlardır; gece yarılarında ara sokaklarda
direniş örgütleyenler de biziz. Biz ve üç kuruş
için çöllerde tükenip giden o yoksul insanlar...
Proleter denilen “kuş cinsi” onlardır işte; yaşamaya
çalışanlar...
Yaşamaya çalışıyorlar ve bu arada IMF jandarması,
duyun-u umumiye zaptiyesi Rıza Moghadam, adından
belli ki “devşirme” olan şu adam, “durun bakalım”
diyor, “daha başka neler yapabiliriz?”
Ve oturup Ankara’daki bizim “devşirme”lere “daha
başka neler yapabilecekleri”nin talimatlarını
veriyor: “1 Ocak 2005’e kadar petrol ürünlerinin
fiyatlarını tamamen serbest bırakacaksınız” diyor
örneğin. “Özelleştirmeleri hızlandırın” diyor
ardından. “Özelleştirmeleri iptal eden yargı kararlarının
can sıkıcı olduğunu” ima ediyor hafifçe ve sonra
asgari ücrete yapılan sadaka zammını eleştiriyor
ve nihayet “sosyal güvenlik kurumlarının hakkından
gelinmesini” buyurduktan sonra çekip gidiyor.
Birkaç kaba çizgiyle tablo işte budur: Emperyalist
boyunduruk ve kapitalizm, giderek bir cinayet
makinesine dönüşüyor; can alıyor, canımızı alıyor
ve “yaşamak direnmektir” deyişi her geçen gün
daha fazla “direnmek yaşamanın tek yoludur” şeklinde
bir anlam kazanıyor.
Dünyada, bölgede ve Türkiye’de, bu tablonun devrimden
başka bir arayışa yol açması, artık yalnızca devrimci
sosyalizmin eksikliğiyle açıklanabilir. Bu tablonun
yarattığı öfkenin devrimci sosyalizm dışındaki
kanallara akması bugünün bir gerçeği olsa da yarın
için kabul edilebilir bir durum değildir.
Bir kez daha kavradığımız, aslında her sabah yeniden
farkettiğimiz somut gerçek ise, toplumsal olguların
kendiliğinden bir biçimde nitelik sıçramalar yaratmadığıdır.
Biz yoksak, bizim irademiz yoksa, bizim irademiz
yeterince güçlü ve örgütlü biçimde süreçteki yerini
almıyorsa, bu iradenin önünü açmak için üstümüze
düşen somut görevleri yerine getirmiyorsak, bu
somut görevleri çok yönlü biçimde düşünüp planlamıyorsak,
bu düşünüş için gerekli olan politik donanımı
büyük bir hızla kazanmıyorsak, yukarıdaki tablo
yalnızca yıkıcı ve yararsız bir öfkeyi yaratabilecektir.
Ezilen halkların derinden gelen dalgası, kıyıları
dövecek, bazı taşları yerinden oynatacak ama durumu
kalıcı olarak değiştirmeyecektir.
Geçiş döneminin anlamı budur.
Ve geçiş dönemi, adı üstünde, hali hazırda mevcut
olanın “geçip gitmesi” ve yeni bir sürecin kapılarının
açılması, içinde öfke kaynayan kanalların yönünün
değiştirilmesi demektir. Ve ancak bu kapıları
açma perspektifine, iradesine, becerisine sahip
olanlar eşiğin öte yanına ulaşabileceklerdir.
Biz, bunun için varız.
|