Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

Dünya ve Ortadoğu çalkantılı bir dönemden geçiyor. Ezilen sınıflar ve halklar cephesinde henüz taşların tam olarak yerine oturmadığı ama karşı tarafın da deyim yerindeyse “tam olarak yönetemediği” bir dönem bu. Dünyanın her köşesinde her gün oluk oluk kan akıyor; bir yıllığına bile olsa “istikrar”dan söz edilebilen tek bir ülke yok artık. Zaten emperyalizm açısından böyle bir kalıcı istikrar yaratma çabası da pek sözkonusu değil; sınırsız ve ölçüsüz bir sömürü politikası ve buna bağlı olan pervasız saldırganlık uzun süreli “huzur” dönemlerini imkânsız kılıyor. Geçici bile olsa herhangi bir “istikrar” durumu, düzenin emekçi kitlelere sopa dışında ne verebildiği, sosyal ve ekonomik açıdan ne kadar esneklik gösterebildiği sorusuyla yakından ilgilidir; oysa bugünkü neoliberal vahşet, metropoller dahil dünyanın hiçbir yerinde böyle bir esnekliğe sahip değildir. Küreselleştikçe kırılganlaşan uluslararası kapitalist sistem, ancak bugünkü çılgınca tempoyu sürdürerek yaşayabiliyor ve bu durum şiddet dışındaki bütün diğer “yatıştırıcı” araçları zayıflatıyor. Ama öte yandan aynı durum, sürekli yüksek tansiyonun vücuda yaptığına benzer bir etki yapıyor ve bütün organları yıpratıyor.
Çalkantılar içinden geçiyoruz. Geçiş dönemindeyiz.
Artık, 90’ların zifiri karanlığında değiliz. Şimdi alacakaranlık zamanı; her şey 90’lardan daha sert ve daha vahşi ama artık daha umutlu, daha canlı.
Geçtiğimiz yüzyıl içersinde Vietnam Savaşı gibi süreçler hariç hiç bir dönemde emperyalizmin zalim, haksız ve saldırgan yüzü bu ölçüde açığa çıkmamış, yoksul insanların dünyasında hiç bu kadar yoğun bir nefret duygusu oluşmamıştı. Ama öte yandan, tarihin hiçbir döneminde emperyalizme karşı duyulan nefret bu kadar çok çeşitli ve çarpık kanallardan akmamıştı.
Taşlar henüz yerine oturmadı, oturmuyor, ama oturacak. Hiçbir geçiş dönemi sonsuza dek süremez.
Bugünün problemlerinden en önemlisi, emperyalizmin pervasız zalimliğinin ve akıl almaz saldırganlığının karşı tarafta yarattığı sığlıktır. Saldırganlık ve zalimliğin ulaştığı boyut, ezilenler dünyasında korkunç ve karanlık bir öfke bulutu oluşturmakta ve bu öfke, kendisine akacak kanallar ararken derinliğini yitirmektedir. Uluslararası sosyalist hareketin ve yerel devrimci hareketlerin bilinen zayıflığı koşullarında bu büyük nefret dalgası, özellikle Ortadoğu bölgesinde içinde aktığı direnişçi kanalların “gerçekten anti-emperyalist olup olmadığı”nı sorgulamamakta, küreselleşmiş emperyalist haydutluğun gerçekten tarihin mezarlığına gömülmesinin devrimci yolu ile ilgili tartışmaları şimdilik gündem-dışı tutmakta ve bütün patlayıcı güçlerini şu andaki direniş odakları hangileriyse onların arkasına koymaktadır. Muhtemelen daha birkaç yıl önce bir din adamının küçük oğlu olmaktan başka vasfı olmayan Mukteda El Sadr, bugün Ortadoğu yoksullarının direnç kalesinin muhafızı gibidir. Kurulduğu yıllarda İsrail’in himayesine mazhar olmuş olan HAMAS şimdi mülteci kamplarında yaşayan binlerce insan için yolunda ölünen bir örgüttür. Sadr ya da örneğin Felluce’dekiler iktidar olsalar IMF ile ilişkileri ne olur, dünya tablosunda nasıl bir yerde dururlar, bilinmiyor. Bilinmiyor ama zaten şu anda tecavüze uğrayan, katledilen yoksullar için bu önemli de değil. Hayat böyle akıyor; boşluk yok!
Dünyanın başka yerlerinde belki daha farklı kültürel yapılar, başka türden önderlikler var ama sonuçta, taşlar orada da yerine oturmuş değil. Yenilenmiş bir devrimci sosyalist hareket, henüz kendini öne çıkarmış ve sürece ağırlığını koyamamış durumdadır.
Büyük geçiş dönemi... 2000’lerin ilk beş yılı gelecekte dünya tarihinde büyük bir olasılıkla böyle anılacak.
Bu sürecin gerçekten “geçip geçmeyeceği” ise, artık büyük ölçüde uluslararası, bölgesel ve yerel devrimci inisiyatiflerin ortaya koyacağı performansa bağlıdır.

Devrim: Artık Hayatta Kalmak İçin Bir Zorunluluk
Burjuva siyaseti bütün politik akımları merkeze, ortalama düzeye çekmek istiyor. Ama toplumsal sistem, her şeyi uçlara doğru itiyor.
Hiç şaka değil, hiç abartı değil; gerçekten de bugün artık “ya barbarlık ya sosyalizm” gibi sloganlar ete kemiğe bürünüp günlük hayatımıza girmiştir. Emekçilerin, yoksul insanların “daha iyi yaşamaları” için değil, sadece yaşamaları, yani bildiğimiz anlamda hayatlarını sürdürmeleri için bile bu insanlık-dışı düzenden kurtulmak giderek bir zorunluluk haline geliyor.
Artık kimsenin devrimcilere “canım siz de her basit olayı emperyalizme kapitalizme bağlıyorsunuz” diyebilecek yüzü kalmamıştır. Çünkü gerçekten bugün başımıza her ne çorap örülüyorsa onu mutlaka bir tarihi var. ABD’li uzmanlar 1950’lerde “siz bu demiryolu işinden vazgeçin ve karayollarına ağırlık verin” diye emrettikleri için Sapanca’da kırka yakın insanımızı kaybettik. Ve sonra, hortumculara trilyonlar aktaranlar lokomotiflere üç kuruşluk bir fren sistemini takmayı “masraflı” buldukları için Gebze’de ona yakın insanımızı kaybettik. Ve bu, buzdağının küçücük bir bölümüdür: her gün otoyollardan toplanan yüzlerce ceset ise katliamın asıl boyutunu oluşturmaktadır. Demiryollarının çokuluslu otomobil şirketleri karşısında uğradığı tarihsel yenilgi, yeni-sömürge kapitalizminin vahşete dönüşen macerasının bu bakımdan tam bir özetidir. Gerici yazar Rauf Tamer, 1960’lar ve 70’lerde, yeni-sömürge kapitalizminin çarpıklıklarına itiraz eden her akademisyeni, her aydını “o kafa” nitelemesiyle tanımlar ve yarattığı bu hayali tipe binbir türlü hakaret yağdırırdı. Deprem uzmanlarını “felaket baykuşları”, çevrecileri “mızmız entelektüeller”, mimar-mühendisleri “solcu sabotajcılar”, vs. vs. olarak yaftalamak o zamanlar pek modaydı. Şimdi ise “o kafa” çocuklarımızın, geleceğimizin kanına giriyor.
Hiç abartı değil; yaşamak gerçekten zorlaşıyor. Paraguay’da cayır cayır yanan marketin kapılarını kilitleyip gelen itfaiyecilere ateş açan patronun yaptığının kapitalizmin temel mantığına aykırı olduğunu kim söyleyebilir? Kavrularak yanabilirsiniz ama kasiyerin önünden para ödemeden geçemezsiniz! Tekel medyasında bu haberi “hayvanlık” diye verenler IMF’nin önünde elpençe divan duranlarla aynı kişiler değil mi yoksa?
Roche firmasına baskın düzenleniyor, nereden baksanız komedi! 88 milyonluk ilacı SSK’ya 230 milyona sokuşturmanın neresi liberal ekonomiye aykırı? İlaç tekelleri onlarca yıldır bu ülkenin ve bütün yeni-sömürge ülkelerin kan emici sülüğü değil mi? Oturup fiyatları ve aslında bizlerin ne kadarımızın ölmesi gerektiğini belirleyenler onlar değil mi?
Her yıl dünyaya gelen yaklaşık 132 milyon çocuğun yüzde yetmişi yeni-sömürge ülkelerde yaşıyor ve bunların da ancak yüzde yetmişi aşıya ulaşma şansına sahip. Üstelik onlar da kendilerine uygun aşılara ulaşamıyorlar. Çok basit ama çarpıcı ve acı bir örnek, menenjitle ilgilidir: Menenjit öldürücü ve bulaşıcı bir hastalık. Ancak İngiltere’de menenjit hastalığına yol açan virüs tipiyle Afrika’da menenjite yol açan virüs tipi birbirinden farklı. 1997 yılı rakamlarına göre Afrika’da 200 bin vaka ve 20 bin ölüm meydana geliyor. Halbuki aynı dönemde 2 bin vaka görülen İngiltere’de ölüm yok. Ama şu anda, İngiltere’de görülen virüs tipi için aşı üretilirken Afrika’da görülen virüs tipi için aşı üretilmiyor. Çünkü yoksul Afrika’daki pazar yeterince kârlı değil! Türkiye’de ise halen 12-23 aylık çocukların yüzde 54’ü aşılarının tamamını yaptırabilmiş değil ve bu oran giderek artıyor. Her yıl aşı gereksinimini karşılamak için 13 milyon dolar ödeyen Sağlık Bakanlığı, yeni aşı üretim tesisleri kurulması için 40 milyon dolar ayırmayı aklına bile getirmiyor! Oysa SSK’nın sadece Roche’den ve sadece tek bir ilaç ihalesinden yediği kazığın miktarı 12 trilyondur! Hesap makinesine rakamları yazın, bölün, toplayın, çıkarın; bulacağınız rakam toprağa verilen ölü bebek sayısına eşittir!
Bütün bunların hiçbiri abartı değil. “Kapitalizm öldürür!” derken hiçbir şey abartılmış olmuyor. Kapitalizm gerçekten öldürüyor. Türkiye’de son otuz yılda toplam 40 bin kişi intihar etmişken, sadece 2003’te 8 bin 432’si intihar girişimi, bin 661’i “başarılı” intihar olmak üzere toplam 10 bini aşkın intihar olayı yaşanıyor. Ne fazla ne eksik; bu, tam bir umutsuzluk tablosudur.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), işsizlik rakamlarını açıklıyor: Tüm dünyada gençler arasındaki işsizlerin oranı tarihin en yüksek rakamına ulaşmış durumda, her iki işsizden biri genç.
Sosyalistler her şeyi fazla abartıyorlar! Evet doğru! 2003 yılında dünyadaki işsiz genç oranı yüzde 14.4’e ulaşıyor. Bu, 1993 yılına göre yüzde 26.8’lik bir artışı ifade ediyor. 2003 yılında dünyada 186 milyon işsiz var ve bunların yüzde 47’si gençlerden oluşuyor. Ve bunların yüzde 85’i yeni sömürgelerde yaşıyor ya da “yaşamaya çalışıyor.”
Yaşamaya çalışıyorlar... Bunun için kamyonlarına atlayıp işgal edilmiş bir ülkenin topraklarında ölüme gidiyorlar. Emperyalist katillere yük taşıdıkları için hayatlarından olduklarında ise savaş akbabaları, yani nakliye patronları, “ölen ölür, ticret sürer” diyorlar yüzsüzce. Küçük adamların küçük evlerinde küçük kadınları ağlıyor; ve daha büyükleri, örneğin Ertuğrul Özkök gibileri “bunun hesabını sormalıyız” diye esip gürlüyorlar. Kimden? Tabii ki Iraklı direnişçilerden! Ama bir ülkenin yurttaşları yaşadıkları toprakları işgal edenlere ve onların hizmetkârlarına karşı savaşma hakkına sahip değiller mi? Tabii ki hayır! Onlar, oturup Ebu Garib’teki hayvanların ülkelerine getireceği demokrasiyi beklemelidirler!
Yıllar önce “putları yıkmaya” giriştiğinde Nazım Hikmet, demiryolu şirketlerinde hisseleri olan Ahmet Haşim’e şöyle sesleniyordu: “İki serseri var / İkinci serseri / Dikilmiş yoluma / Soruyor bana / Proleter dediğimin ne biçim bir kuş olduğunu / Anlaşılan Bağdadi şaklaban unutmuş / Adana-Mersin hattında / Yabancı ortaklarıyla birlikte / O kuşu yolduğunu.”
Şimdi esip gürleyenler de böyledir. Oysa yarın, birdenbire 1919’un İstanbul’una geri dönsek, İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığının kapısını yalayacak olanlar onlardır; gece yarılarında ara sokaklarda direniş örgütleyenler de biziz. Biz ve üç kuruş için çöllerde tükenip giden o yoksul insanlar...
Proleter denilen “kuş cinsi” onlardır işte; yaşamaya çalışanlar...
Yaşamaya çalışıyorlar ve bu arada IMF jandarması, duyun-u umumiye zaptiyesi Rıza Moghadam, adından belli ki “devşirme” olan şu adam, “durun bakalım” diyor, “daha başka neler yapabiliriz?”
Ve oturup Ankara’daki bizim “devşirme”lere “daha başka neler yapabilecekleri”nin talimatlarını veriyor: “1 Ocak 2005’e kadar petrol ürünlerinin fiyatlarını tamamen serbest bırakacaksınız” diyor örneğin. “Özelleştirmeleri hızlandırın” diyor ardından. “Özelleştirmeleri iptal eden yargı kararlarının can sıkıcı olduğunu” ima ediyor hafifçe ve sonra asgari ücrete yapılan sadaka zammını eleştiriyor ve nihayet “sosyal güvenlik kurumlarının hakkından gelinmesini” buyurduktan sonra çekip gidiyor.
Birkaç kaba çizgiyle tablo işte budur: Emperyalist boyunduruk ve kapitalizm, giderek bir cinayet makinesine dönüşüyor; can alıyor, canımızı alıyor ve “yaşamak direnmektir” deyişi her geçen gün daha fazla “direnmek yaşamanın tek yoludur” şeklinde bir anlam kazanıyor.
Dünyada, bölgede ve Türkiye’de, bu tablonun devrimden başka bir arayışa yol açması, artık yalnızca devrimci sosyalizmin eksikliğiyle açıklanabilir. Bu tablonun yarattığı öfkenin devrimci sosyalizm dışındaki kanallara akması bugünün bir gerçeği olsa da yarın için kabul edilebilir bir durum değildir.
Bir kez daha kavradığımız, aslında her sabah yeniden farkettiğimiz somut gerçek ise, toplumsal olguların kendiliğinden bir biçimde nitelik sıçramalar yaratmadığıdır. Biz yoksak, bizim irademiz yoksa, bizim irademiz yeterince güçlü ve örgütlü biçimde süreçteki yerini almıyorsa, bu iradenin önünü açmak için üstümüze düşen somut görevleri yerine getirmiyorsak, bu somut görevleri çok yönlü biçimde düşünüp planlamıyorsak, bu düşünüş için gerekli olan politik donanımı büyük bir hızla kazanmıyorsak, yukarıdaki tablo yalnızca yıkıcı ve yararsız bir öfkeyi yaratabilecektir. Ezilen halkların derinden gelen dalgası, kıyıları dövecek, bazı taşları yerinden oynatacak ama durumu kalıcı olarak değiştirmeyecektir.
Geçiş döneminin anlamı budur.
Ve geçiş dönemi, adı üstünde, hali hazırda mevcut olanın “geçip gitmesi” ve yeni bir sürecin kapılarının açılması, içinde öfke kaynayan kanalların yönünün değiştirilmesi demektir. Ve ancak bu kapıları açma perspektifine, iradesine, becerisine sahip olanlar eşiğin öte yanına ulaşabileceklerdir.
Biz, bunun için varız.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul